24 Nisan 2011 Pazar

Tuhaf Bir Öykü Denemesi


İstanbul'da üniversitede okurken, derslerimden kalan zamanlarımda muhtelif organizasyon işlerinde çalışmıştım. Bu bana hem az da olsa para kazanma, hem de iş tecrübesi edinme fırsatı sağlamıştı. Okulumu bitirdikten sonra doğduğum şehre geri döndüm. Şehrin en büyük ajansı beni havada kaptı tabii. Şirketlere her türlü organizasyon ve eğitim konularında hizmet veren bir ajanstı. Sahibi diyebilirim ki doğduğumdan beri beni tanırdı. İlk iş görüşmesine gittiğimde, iyi bir üniversiteden başarıyla mezun olmuş bir kızın, İstanbul'dan geri dönüp, doğduğu taşra şehrinde çalışmak istemesine bir türlü kafası basmamıştı. Kararlı olduğumu görünce beni memnuniyetle işe kabul etti. Maaşı da düşündüğümden iyiydi. Yaşadığımız yer taşra da olsa, büyük ve donanımlı otelleri sayesinde, pek çok turistik ya da bilimsel toplantılar, konferanslar ve paneller şehrimizde fazlasıyla yapılmaktaydı. İşlerimiz yoğundu. Genelde başka ülke veya şehirlerden gelen misafirleri karşılama, otellerine yerleştirme, hazırlanmış iş ve gezi programlarına uymasına yardımcı olmak benim görevlerimdendi. Keyifli bir işti. Her defasında değişik iş kollarından bir ya da birkaç insan tanıyordum. Okuldan sonra yeni hayata atılan biri olarak, farklı şirketleri ve çalışanlarını gözlemleme şansı buluyordum. Zaten insanları seven, olumlu ve uyar kafa biriyimdir. Esprili ve eğlenceli olduğumu söylerler. İlgilendiğim misafirlerin çoğu , ajansa memnuniyetlerini bildirir teşekkür yazısı göndermişlerdir. Patron kıvrak zekama güvendiği için zor olduğunu düşündüğü misafirlerle ilgilenmeye genelde beni gönderirdi.


O gün şehrimize gelen bir yazarı havaalanında karşılamak, katılacağı konferansın gerçekleşeceği otele götürmek, kısa bir şehir turu yaptırıp, önce yemeğe sonra akşam uçağına vaktinde yetiştirmek görevini üstlenmiştim. Karşılamaya gitmek için neredeyse sabahın kör şafağında uyanmıştım. O kadar heyecanlıydım ki içim içime sığmıyordu.. Bu benim için çok özel bir işti.. Bu yazarı karşılamayı büyük bir sevinç ve istekle kabul etmiştim.. Havaalanına vardığımda uçağı henüz alana inmişti. Kendisini görünce tanıyacağıma yüzde yüz emindim. Çok meşhur bir mizah yazarı ve çizgi roman editörüydü.. Öykülerinin tam manasıyla hastasıydım.. Satışa çıkan tüm kitaplarını kimbilir kaç kez okumuştum.. Bununla yetinmemiş hakkında çıkan tüm yazıları da tek tek incelemiştim. İlginç biriydi. Çok ortalarda görünmezdi. İnternette tüm aramalarıma rağmen zar zor iki fotoğrafını elde etmiştim. Şehrimizdeki büyük otellerden birinde "Türkiye'de Mizah ve Çizgi Roman" konulu bir konferans vardı o gün. Kendisi konuşmacılardan biriydi. Gelen yolcular dışarıya çıkmaya başladığında ben de kapıya doğru seyirttim. Gördüm işte. Oydu. Hemen tanımıştım. Başında kep şeklindeki şapkasıyla bir beyzbol oyuncusunu andırıyordu. Cüsseliydi. Ama cüssesiyle korku uyandıran tiplerden değildi. Bilakis çocuksu bir hali vardı sanki. Yanına gittim. "Hoşgeldiniz! Ben Ezgi. Sizinle bugün ben ilgileneceğim!" dedim. "Merhaba!" dedi. Gülümsedi. Tuhaf! Öyle bir gülümsedi ki "Böylesine içten gülümseyen biri gerçek olabilir mi?" diye aklımdan geçirdim. Nedense bir an öylece kalakaldım.. Ve elimi uzattım.

Uzattığım elimi sıktığında, aniden kendime geldim. Gerçekti. Elimi sıkıyordu çünkü.... Kuzum neler düşünüyordum ben? Şaşırmıştım kendime... Gerçek olacaktı tabii... Böyle bir anda aklımdan geçen düşünceler tuhaflaştırmıştı sanki beni. Ne olmuştu ki bana? İyice acayipleştiğimi hissettim. Okuduğum hangi kitaptan ya da seyrettiğim hangi filmden hafızamın gizli arşivine kaydedilmişti bilmiyorum ama nedense o an "En iyi stad bizimki... Atmosfer de süper, varsın bestemiz olmasın!" demek geliyordu içimden... Bu yazarın futbolla ne ilgisi vardı ki? Aklımdan bir şeyler geçecekse, bari çizgi romanla ilgili olması gerekmez miydi? Neler saçmalıyordum Allahaşkına ? Ne acayip fikirler fink atıyordu beynimin içinde? Bu kez faka bastırmış gibi hınzırca gülümsediğini farkettim. Sanki aklımdan geçenleri sezmiş gibiydi. Kimdi bu adam ? İş mi almıştım başıma ne?

Tam bu esnada "Futbolla hiç işim olmaz!" dedi. Nasıl yani? Ben futbolla ilgili tek söz sarfetmemiştim ki! Sadece aklımdan geçirmiştim. Gözlerinde beynimin en ince dalgaboylarını gören bir röntgen cihazı mı vardı? Aklımdan geçenleri bu kadar kolay okuduğunu farketmek doğrusu sarsmıştı beni... Sanki kafamdan aşağıya bir kova kaynar su dökülmüştü. Öyle bir hafakanlar basmıştı ki bana anlatamam. Dişlerimi sıkıp söyleyeceklerimi boğazımda düğümledim. Harbi bir analiz yapmak amacıyla bir kez daha baktım sakallı suratına... Olanca şirinliğiyle sürdürüyordu gerçek olmayacak kadar içten tebessüm etmeyi. Abartılı bir nezaketle, adeta reverans yapar gibi, şaşkınlığımı belli etmemeye çalıştığımı zannettiğim şaşkın suratıma doğru eğilerek, sonuna ünlem koymadan şöyle bir cümle kuruverdi:

"İzninizle..."

dedi ve elimi sıkmak için ayaklarının dibine bıraktığı, olduğu yerde devrilince ayaklarımın üstündeymiş gibi bir manzara arzeden sırt çantasını yerden aldı. Adeta reveransını tamamlar gibi doğruldu. Utanmasam ben de hafifçe kırarak dizlerimi karşı reveransımı tamamlayacaktım... Amaa... Dansı değilll... Yooo... Resmen düelloyu başlatacaktım... Tabancamı çekecektim ve vuracaktım valla... Filmlerdeki gibi... Dan...Dan..Dan... Yarabbim bu ne rahat biriydi? Doğal alışkanlıkla, yerden aldığı çantasını bir hamlede sırtına atıverdi. Sanki hiç bir şey olmamış gibi "Çıkış bu tarafta galiba..." dedi ve arkasını dönüp gidiverdi. Saniyeler içinde oluyordu bu olanlar... Zaten görünürde olan pek bir şey yoktu esasında.. Konuştuğumuz sadece üç cümleydi, okadar. Benim kafam allak bullak olmuştu. Doğrusu dumura uğramıştım uğramasına ama bozuntuya vermek istemedim. Her şey normalmiş gibi davranmaya karar vermiştim. Ne diyebilirdim ki? Bir ihtimal, safettiği lakırtı tesadüfen kafamdan geçenlere denk gelmişti. Ya da yanlış duymuştum belki... Hani futbolla ne ilgisi var ki diye aklımdan geçirmiştim ya, onun da "futbolla işim olmaz" dediğini farzetmiştim filan... Mesela... Ne diye günahını alıyordum ki? Hatta kendimce düello yapıp çekip tabancamı onu öldürüyor, kendimi katil onu maktül yapıyordum durup dururken. Allah saklasın yaa! Hem de olduğum yerde son beş dakikada kafamın içinde becermiştim bunları. Ne bu? Tam Özerk Hayal Film Şirketine film mi çeviriyorduk ayak üstü? Hayret bir şey! İnsanın beyninden neler geçebiliyordu gerçekten. Takashi Miike’nin İzo adlı filminindeki o muhteşem repliği şimdi tam bana uygun değil miydi? “Lanet olsun Ezgi! Nasıl bu kadar acımasız olabilirsin? İnsan olduğun için mi acımasızsın? Yoksa acımasız olduğun için mi insansın?” Ben de cevap veriyordum misal bu ya.. “Acımasızlık hayatın kendinden öğrenilen bir derstir…” Offf! Neler düşünüyorum ben halen? Allahtan yürümeye başlamıştı yoksa sonsuza kadar öyylee dururdum ve hayali film çevirirdim ben ayakta ... Kendimi toparlamaya gayret ettim. Yürümeye başladım peşisıra.

Ortada elde tutulacak bir sebep olmamasına rağmen, hem keyfim hem hevesim kaçmıştı işte. "Topla kendini Ezgi!" dedim. Hissiyatımı bulandırmadan, işe odaklanmayı kendime telkin ettim. Ortalığı velveleye vermek hiç münasip değildi zira. Bu kadar yolcu karşılamıştım. İlk defa böyle bir durum yaşıyordum yaşamasına ama dikkat etmeliydim. Anlamadığım bir durum sözkonusu olsa da, halledebilirdim pekala.. Ardından baktım. İki eli pantolonun cebinde, ıslıkla Unchain my heart ı çalarak umarsızca yürümekteydi. Kimdi bu adam? İçimden an çeyn may hart öyle mi? Yerim seni hart hart.. Fakat etin çok kart.. Seni haşlamak şart demek geliyordu... Ne rahat bir adam! Sinir ya! Öfke katsayımı bastırarak, yetişmek için ona pergellerimi iyice açtım. Resmen koştum yani. Yanına vardığımda yüzüme güller açan bir gülücük kondurdum. En sevimli edamla şöyle bir soru sordum:
 
-Acıkmışsınızdır.. Sizi buranın en meşhur simitçisine götüreceğim. Seversiniz değil mi simit?

Nanananoomm!.. Film başlıyordu işte. İlk oltayı atmıştım. Taş yerine konsa ancak böyle konabilirdi. Bayıldığını biliyordum simide.. Hakkında pek çok yazı okumuştum. Emindim. O denli seviyordu ki simidiiii.. Aaaaa... Benim sorumu duyunca aniden durdu. Otomatikman ben de durdum tabii.. Üzerimde hissettim gözlerini. Usulca başımı kaldırdım. Ben de gözlerimi faltaşı gibi açılan gözlerine diktim. Ne demiştim ki ben şimdi? Simit! En sevdiği şeylerden biri değil miydi? Öyle bir bakıyordu ki, bakışlarındaki ürperti uyandıran kızıl parıtlılı ışık, önce göz çukurlarımda yer alan organımdan bir ok gibi içeriye girdi. Göz bebeğimi delerek gittti gitti, sanki kör noktamı buldu yok etti. Bir batmadır başladı göz kapaklarımın içinde. Kendimi alamadım başladım gözlerimi ovuşturmaya yumruk yaptığım ellerimle.. Gene abartılı bir nezaketle, gene adeta reverans yapar gibi, bu kez şaşkınlığımı belli etmemeye çalışamadığım şaşkın suratıma doğru , gene eğilerek şöyle bir cümle kuruverdi:

"Benim en büyük hayalim bütün kadınların Monica Bellucci olduğu bir dünya." dedi. Hoppalaa!.. Ne diyordu bu adam Allah aşkına? Nereden çıktı Monika Bellucci? Biz simitten bahsetmiyor muyduk şimdi?

Dayanamıyordum artık bu duruma. Nevrim dönmüştü. Bir an kanımın donduğunu hissettim. Havaalanında oksijen bitmişti kesin. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Derin derin nefes almaya gayret ettim. Mümkün değildi. Nefes boruma bir düğüm atılmıştı sanki. Çevremdeki her şey bir semazen gibi dönüyordu adeta. Ben ise adım atmak şöyle dursun kıpırdayamıyordum bile. Sanki yere çivilenmiştim. Aklım yetmiyordu söylediklerini algılamama. Bir an bu dünyayı bırakıp başka bir paralel evrene geçmeyi şiddetle arzu ettim. Eğer bu halde biraz daha kalırsam kesinlikle son nefesimi verecektim.  Bunca yıllık fani geçmişim bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Şahadet getirmeye hazırlanıyordum. Takdiri ilahi bu ya benim sonum da böyle olacaktı demek ki! Ölüyordum… Resmen ölüyordum vallahi!..

Geri dönebilirdim. Vazgeçebilirdim. Bu işi o an bırakabilirdim. Son bir cesaret edip, suratına yeniden bakabildim. Bakışlarındaki ürkütücü kızıl ışık yok olmuştu. Gözlerinden insanın içini titreten masum pırıltılar saçıyordu. Toparlandım kendimi. Nefesim açıldı birden. Tam ağzımı açıp söylediklerine hayıflanacaktım ki, mutlu bir tebessümle beni gene şaşırtıverdi. O tebessüm eden çehresini görünce diye diye ne dedim biliyor musunuz? Vallahi inanamıyordum ağzımdan çıkan kelimelere...

- Konferansınız öğleden sonra...Bugün buranın büyük semt pazarı var. Halkımızın nabzını tutmak için sizi halk pazarına götürmemi ister misiniz? dedim. Ne demiştim ki ben şimdi? Ağzımdan dökülen bu cümleler neyin nesiydi?

O ise sakallarını bilgiç bilgiç sıvazlayıp şöyle bir cevap verdi.

"Uçakta içim geçti.. Uyudum.. Bir rüya gördüm.. Bizim mahallede, daha önce farkına varmadığım bir sinemaya varmış.. Bilinçsizce oraya giriyorum.. Etiketsiz şişenin içindeki gazozu film seyrederken yudum yudum içiyorum. Rüyamda uykumdan uyanıyorum.. Gördüğüm rüyanın etkisiyle bizim mahallede fellik fellik bu sinema salonunu arıyorum.. Yok.. Yok böyle bir sinema hiç bir yerde.. Birden uyandım.. Çevreme baktım.. Uçaktaydım.. Rüya gördüğümü anladım anlamasına fakat rüyada içtiğim gazozun dilimi karıncalaştıran keskinliğini halen şimdi bile hissedebiliyorum.. Bu ne demek ki sizce? deyiverdi..

Allahaşkına söyler misiniz ne demeliydim ben bu adama şimdi? Aslında anlattığı hiç yabancı gelmemişti bana.. Bir nevi Sadık Yemni öyküsü tadı aldım bu rüyada.. İyi de ne alaka? Yook.. Çıldırmış gibiydim.. Bu yazarı ekmek gibi dilimlesem ben mi suçlu olurdum şimdi? Bir zahmet ekmeğin dilimlenmesini gözünüzün önüne getirin. Bunun sorumlusu bıçak mıdır yoksa o bıçağı tutan el mi? Bu adam resmen doğra beni diyordu.. Yok ya ben kafayı çiziyordum ya da uyanıkken düş görüyordum.. Başka bir cevabı yoktu yani.. Bekliyordum.. Resmen daha ne söyleyecek diye öylee bekliyordum.. Abondene olmuştu tüm hislerim.. Suspus olmuş bekliyordum.

Bir anonsla kendime geldim.. "Sayın Ezgi Ezilmez! Lütfen danışmaya!" Sanki altıma çivi koymuşlar gibi fırladım oturduğum yerden.. Ter içindeydim. Danışmaya doğru seyirttim.. Gördüm işte. Oydu. Hemen tanımıştım. Başında kep şeklindeki şapkasıyla bir beyzbol oyuncusunu andırıyordu. Cüsseliydi. Ama cüssesiyle korku uyandıran tiplerden değildi. Bilakis çocuksu bir hali vardı sanki. Ne yani tüm yaşadığım bu tuhaf şeyler bir rüya mıydı? İnanamıyorum kendime... Gene mi ayaküstü rüya görmüştüm? İyice afalladım.. Yanına gittim. "Çok özür dilerim.. Hoşgeldiniz! Ben Ezgi. Sizinle bugün ben ilgileneceğim!" dedim. "Merhaba!" dedi. Gülümsedi. Tuhaf! Öyle bir gülümsedi ki "Böylesine içten gülümseyen biri gerçek olabilir mi?" diye aklımdan geçirdim. Nedense bir an öylece kalakaldım... Ve elimi uzattım...

6 yorum:

  1. Hoş olmuş,"nasıl bitecek acaba" diyerek okudum,elinize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. bir çırpıda, keyifle okudum... kurgu ve anlatım çok hoş... ve de sürükleyici... devamı dileğimle tebrikler. :)

    YanıtlaSil
  3. hahahahahha harika olmuş HayalKahvem :))) eline sağlık.. eh senin elin bir de gerdiren yazar bir tane :))))

    YanıtlaSil
  4. Bu tuhaf öyküyü Hayal Kahvem'e evvelce yazmıştım. Sonra nedense gizlemişim:)

    Tuhaf olanlar, tuhaflıklara bayılırlar:))

    Sevgili Momentos, Ruşen ve Ebruli Günce... Beğenmenize sevindim:))

    Devam edeceğim.. Ezgi Ezilmez'in tuhaf öyküleri'ne:) Du bakalım.. Kısmetse...

    YanıtlaSil
  5. Harika. Daha önce okumuş olmama rağmen yine aynı keyifle okudum. Hem de iki gün ara ile iki kere. Sabah sabah canım gazoz istedi. Siz de cocukken gazoz şişesının içine sarı leblebi atarmıydınız. Meraklı mahmure gibi bekliyorum Ezginin tuhaf hikayelerini.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
  6. Teşekkürler Dilekcim. Ezgi Ezilmez'in Tuhaf Öyküleri devam edecek:) Az sonraaa:))

    YanıtlaSil