1 Aralık 2012 Cumartesi

Ben Masumum, Gökyüzünde Dolunay Vardı!



Dün bizim ofis için, haftanın son çalışma günüydü ya… Yani cuma… Üzerine afiyet, bütün gün üzerimde nasıl  tembellik, nasıl  miskinlik vardı anlatamam. Aslında biliyorum son günlerde hüzün katsayım anormal seyrediyordu. Melankoli ibrem tavandaydı. Gece ancak sabaha karşı uykuyu yakalayınca, neredeyse akşam üzeri uyandım. Bırak kahvaltı yapmayı, elimi yüzümü  bile yıkamadım. Ne bulduysam üzerime geçirdim. Uyuşuk adımlarla arabama kadar zorlanarak yürüdüm. Kağnı arabası sürüyormuşcasına...  Birinci viteste puflata puflata arabamı sürdüm. Apartmanın önündeki boş alana  arabamı öylecene bıraktım. Adımlarımı yerde kaydıra kaydıra ofisin merdivenlerini tırmandım. Ağzımı açmadım. Kafamı kaldırıp kimseye dönüp bakmadım. Odama girdiğimde iyice bitik durumdaydım. Kendimi  boş bir sepetmiş gibi koltuğuma bıraktım.  Kolumu kaldırıpta parmağımın ucuyla  bilgisayarımın tuşuna basıp açmadım. Sanki bana ait değillermiş, belki emanetlermiş gibi…  Ya da ne bileyim? Bünyemde nafile yer işgal ediyorlarmışta fırlatıp atmam gerekiyormuş gibi… Kollarımı koltuğun  iki yanından aşağıya doğru bıraktım. Karşımdaki tablonun aynasında bir an kendime baktım. Tuhaftım! Nato mermer nato duvar...  Yüzümde ne bir düşünce izi… Ne de bir canlılık belirtisi! Pes vallahi! Atabilsem kendimi odamdaki üçlü koltuğa atacak, sonsuza kadar öyylece uzanıp kalacaktım. Anadolu’da anlatılan bir tekke hikayesi  aklıma  geldi. Bu tekkedeki dervişler, hiçbir iş yapmazlarmış. İyiliksever insanların yardımlarıyla  yetinerek yaşarlarmış. Bir gün tekkede yangın çıkmış. Dervişlerin kılı gene kıpırdamamış. Alevler iyice büyüyüp yangın yanlarına doğru yayılmaya başlayınca, müridlerden biri eğer kalkmazlarsa tutuşacaklarını söylemeye kalkışmış. Dervişlerin şeyhi “acele etmeyin, şu yanımızdaki iki tahta da yansın, öyle kalkarız” demiş.  Eğer benim halimi görseler, sorgu sual eylemeden beni o tekkenin “baş miskini” tayin ederlerdi. Kesin! Hareket etmek, insanlarla yüz yüze gelmek, ses işitmek, laf söylemek içimden gelmiyordu. Bir an masamın üzerindeki kitaplara gözüm değdi. O kitapları yazanlar... Çoğu yaşamıyordu şimdi. Onca vakit, onca yazı için uğraşmak. Sonunda ölüm varsa. Haybeye harcanan zaman gibi geldi. Matematik, iktisat için didinenler… Ne işe yarayamıştı ki? Zengin yiyor, yoksul acından ölüyor… Değişen bir şey var mı? Yok! Hep aynı. Tarih sözgelimi… Binlerce kitaba göz nurlarını dökmüşler… İnsanlığın ne kadar zavallı olduğunu yazmıyorlar mı hepsi? Savaşlar… Anlaşmalar…  Yine… Yeni… Yeniden… Savaş… Tarih yazmışlar da kime faydası dokunmuş peki? Dört bir yan cenkte!  Faydası olsa dünyada savaş biterdi. Aşk mezusuna hele hiiç mi hiç girmeyeyim. Şiirlerin hepiciği uydurma! Evet, evet... Bütün kitaplar palavra! Kitapları atmalı mı yoksa yakmalı mı? Niye dursunlar ki boşu boşuna! Tüm bu düşünceler aklımın kıvrımlarında gezinirken uyuyup kalmışım… Uyandım ki, o ne? Gece yarısı olmuş. Yerimden kalktım.  Perdeyi açıp aya baktım. Gökyüzünde dehşet bir dolunay vardı. Dolunayın parlak ışığı gözümden yüreğime değdi. Akabinde  birdenbire damarlarımdaki kan tepemden tırnağıma hızla gezindi. Kendimde bir tuhaflık hissettim. Doğruldum. Pencerenin aksindeki görüntüme baktım. Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı fark edince muzurca gülümsedim. Gülümseyince vampir dişlerim göründü tabii. Tamam. Zaten bütün gün dinlenmiştim.  Önce pencereyi, sonra pelerinimin kanatlarını açtım.  Sivri dişlerimi  alt dişlerimde bileyleyerek, hedefime ulaştım! 

 

2 yorum:

  1. aa bilmiyordum..sivri dişler alt dişlerle mi bileniyormuş.. bilmiyordum .. denedim oldu . Biraz gırç gırç etti ama olsun.
    Tırnaklarını nasıl saklıyorsun??

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Komşu Vampir, normalde tırnaklarım yok aynen sivri vampir dişlerim olmadığı gibi:)

    Ben masumum aslında, gökte dolunay olunca, dişlerim sivrildiği gibi, tırnaklarım da uzuyorrr:) gerçekten!

    YanıtlaSil