ahmet haşim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahmet haşim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2024 Çarşamba

"Seyreyledim Eşgali Hayatı... Ben Havzı Hayalin Sularında"




Kahve molasında, Enis Batur'un Oktay Rifat'a Doğru adlı kitabını okuyordum ki, 102. sayfada  Melih Cevdet'in 12 Mart 1934 tarihinde Sesimiz Dergisi'nde yayımlanan Ahmet Haşim başlıklı bir yazısına denk geldim. 

"Bütün şiirlerini ayrı bir zevkle okuduğum Haşim için bir yazı yazmak, ne tatlı, fakat ne güç..." diye başlamış. 

1933 yılında vefat ettiğine göre,  demek ki Ahmet Haşim'in ölümünden sonra dergiye yazmış. 

"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Akşam ufukda beldeler eylerken iştial

Akşam yine, akşam yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam

Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakda"

Melih Cevdet, "Bu acayip parıltılı müthiş tablolar arzın neresinde mevcuttur. Bunları, Haşim'in düşünen ve bulan "çetin başı" yarattı." diyor.

Çok haklı. Ahmet Haşim'in hayal dünyası öyle güçlü ki, onun şiirlerini okudukca,  tabiat kesinlikle çok daha güzelleşiyor.  

Başka bir paragrafta, " Onun şiirlerini (Mâna) ya vurarak  anlamaya çalıştıkça Haşimden uzaklaşıyoruz demektir. Çünkü bunlar anlaşılmak için değil, duyulmak için yazılmış birer musikidir. Ben Ahmet Haşim'i anlamadan severim." diyor.

Yazının tamamı o kadar hoş ki. 

Bir şairin başka bir şair için sarf ettiği içtenlik dolu güzel sözler ve özenle dokuduğu cümleler, yüreğime iyi geliyor. 

Melih Cevdet, "Şairlerin en garibi öldü..." diye yazıyı bitirmiş.

İki şairin de ruhuna rahmet diliyorum. Enis Batur'a bu yazıları kitaplaştırdığı için minnet duyuyorum. 

Kendimi  iyi hissediyorum. Kahve molam bitti. İşe dönüyorum.


Not- Başlık, Ahmet Haşim'in iki dizesi. Anlamak için değil, duyulmak için yazılmış birer musiki diil mi sahiden? 

1 Mart 2020 Pazar

Ve Yaz Ve Ahmet Haşim Ve İncir Kokusu Ve Kardeş


"Yaz, bir sevgili gibi, yüzüme saçlarını yaklaştırmış, ruhuma sarılmıştı." 

Bu cümleyi mesaj yazıp, kardeşime gönderdim.  Bir hayli zaman sonra  onay işareti mavileşti. "Vuuu ablam, sen mi yazdın?" diye cevap verdi.  Ben mi, dedim kendi kendime... Kardeşimin mesajı hoşuma gitti. 

Durur muyum? Hemen rolümün gereğini yerine getirdim.  
"Bak şimdi... Kırdaydım. İki bahçe arasında, harap bir yoldan geçiyordum. Birden burnum incir yapraklarının kokusunu almıştı. Bir mucize ile birden iki gözü açılmış bir kör gibi bütün duyularımın bir kamaşma içinde kaldığını hissetmiştim. İşte o esnada yaz, bir sevgili gibi, yüzüme saçlarını yaklaştırmış, ruhuma sarılmıştı. Biliyor musun, seneler sonra yazın çehresini o gün tekrar görebilmiştim." diye yazdım. İşaret parmağım havada bir süre bekledim.  Tereddüt etmedim. Tıkladım. Mesajımı gönderdim.

Öğretmen kardeş bir gülücük attı. Devamında şöyle yazdı:
"Unutma ablam, ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...:)"

Ahmet Haşim'in Bize Göre adlı deneme kitabını okuyordum. Şairin denemeleri resmen şiir lezzetindeydi. Bu cümlesine bayılmıştım. Kardeşimin hoşuna gideceğine emindim. Kitabı okumayı kesip, kardeşime cümleyi gönderdim. Şaka da olsa, sen mi yazdın,  cevabı hayal çarklarımı tıkır tıkır çalıştırmaya yetti.  Kitabı elime aldım. Sanki ben  yaşamışım gibi yazarın cümlelerini mesaja geçiriverdim. Kül yutar mı? Anlamıştı cümlelerin gerçek sahibinin Ahmet Haşim olduğunu öyle mi? Ben de durur muyum...  Yazmaya devam ettim:

"Yazın mahrem rahiyası, incir yapraklarının sert, yeşil kokusudur." diye Ahmet Haşim'in Yaz Kokusu başlıklı deneme yazısının son cümlesini yazıp kardeşime gönderdim.

" Canım ablam" dedi ve gülmekten gözlerinden yaşlar akan bir imoji gönderdi.
"Sular sarardı...  Yüzün perde perde solmakta...  Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...
Şekerim, bu muhabbeti bir an önce  keselim,  yemekler ocakta yanmaktaaa:))

Sonra mı? Ne olacak? Sonrası iyilik güzellik...


17 Mart 2013 Pazar

O Belde? Durur Menâtık - ı Dûşîze-yi Tahayyülde;


Bu sabah erkenden uyandım. Kahvemi aceleyle hüpledim. Otobüse atladığım gibi... Hey... Ver elini İstanbul... Harem'de otobüsten indim. Hava nasıldı biliyor musun? Buz... Buz... Hiiç aldırmadım. Hemen arabalı vapura atladım. Boğaz'ın o harikulade güzelliğine  sanki ilk kez görüyormuş gibi hayretle bakakaldım. Yahya Kemal Beyatlı'nın o eşsiz dizelerini kendime uydurarak içimden tekrarladım. "Sana bugün arabalı vapurun buğulu camından baktım aziz İstanbul. Görmedim sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfinle kurul. Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer."  Sade bir semtini sevmek... diye fısıldadığım anda... Tam o anda... Bir İstanbul semti aklıma düştü. Boyacıköy!..  Ben Boyacıköy'ü, hiç gitmeden, hiç görmeden, sadece Murathan Mungan'ın Kırk Oda adlı kitabında yer alan bir öyküsü sebebiyle sevmiştim.  Senelerdir Boyacıköy'ü merak ederim.  Sadece hayal ederim.  Gitmeye cesaret edemem. Öyküde anlatıldığı gibi Boyacıköy bir hüznün mekanı mıdır? Dört mevsim sonbaharı yaşar mı? İnerken solda, boyaları dökülmüş, köhne görünüşlü  bir telefon kulübesi var mı? Arkasında puslu deniz durur mu? İntihar karası bir efkar duman duman gezinir mi denizin üzerinde? Kulübenin ardında,  lodosun eskittiği yüzünde bir bırakılmış duygusu taşıyan,  pencerelerine hep yağmur yağan, gençliğine doyamayan iki katlı yaşlı bir bina var mı? Ya alt katındaki işlemez dükkanlar... Üst katında ise dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası var mıdır? Ya peki... İnerken sağda kapısı çıngıraklı o eczane halen duruyor mudur ki Boyacıköy'de? İçindeki ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü, ilaç kutularının ardından gülümseyen o adam yaşıyor mudur sence?  Ve eczanenin yanındaki, yalnızca tek koltuğu bulunan o berber dükkanı... Ve bir köşede, tıpkı öyküdeki gibi gözünü denizden ayırmadan bekleyen bir inzibat eri var mıdır? Ya deniz... Eğer Boyacıköy'e gitsem, deniz,  yol kesen bir Bizans eşkiyası gibi çıkıverir mi ki birdenbire önüme? Ya peki... O adama... Hani kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen, o mutsuz, hüzünlü ve karamsar Genç Adam'a rastgeliverirsem bir de? Yüreğime kaç kere "Gideyim mi?" diye sordum. "Gitme!" dedi. "Bırak Boyacıköy hayalindeki gibi kalsın. Sakın gitme!" Dinledim yüreğimi. Gitmedim. İstanbul her daim gönül tahtıma keyfince kuruldu. Bir kez daha anlamıştım ki  hayal ettiğim bir semti sebebiyle bile İstanbul'u sevmek  bir ömre bedeldi.  Zaten bir şehri en çok edebiyatçılar sevdirmezler mi? 

Diyeceksin ki bu anlattıklarınla, yukarıdaki Ahmet Haşim fotoğrafının ilgisi ne? Yemin ederim, yazıya başlamadan önce, bugün gittiğim Yahya Kemal ve Ahmet Haşim adlı programda, Veysel Öztürk'ün  şahane anlatımından edindiklerimi, Ahmet Haşim'den başlayarak buraya aktarmak niyetindeydim. Ruhuna rahmet!... Üstelik, bir bilsen "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz." diyen, Ahmet Haşim'i  ne çok severim. Gördün mü gene yapacağımı yaptım. Konuyu bambaşka mecralara uzattım. Az önce yazdıklarımı okudum. Önce silmek istedim. Sonraa... Birden çenelerim gerildi. Uzun uzun esnedim.  Zaten yol yorgunuyum. Bu rahat esneyiş, bana, şu yağmurlu ilkbahar gecesinde, bir saadet dakikasının namütenahiliği içinde yüzdüğümün haberini verdi. Ve esnemek, sahiden mustarip bir ruh düğümü olan bütün mütekallis vaziyetlerin çözülüp açılması değildir de nedir?  Ruh tahlillerinde eşsiz olan bir feylesofun dediği gibi dikkat, iztizar, teyakkuz vaziyetinde yay gibi gerilmiş duran biri esneyemez. Esnemek, harp ve müdafaa vaziyetini terk etmiş, tam bir emniyet içinde olduğunu hisseden vücudun mesut teslimiyetidir. 

Biliyorum. Şimdi diyeceksin ki, "Senin basit lakırtılarına benzemeyen bu enfes kelimeleri nereden buldun?" Haklısın. İyi ama...  Ahmet Haşim'le ilgili bir dinletiden sonra, yazıma lezzet vermeye çalışmaktan başka ne yapabilirdim? Denedim. Beceremeyince, Ahmet Haşim'in esnemek üzerine yazdığı yazıdan bu cümleleri aşırdım. Sonra ne yaptım biliyor musun? Aynı Ahmet Haşim'in anlattığı gibi, kendimi yeşil yaprakların gölgesinde hayal ettim. Esnemelerin bütün şekillerini birer birer hatırımdan geçirirdim. Düşünsene...  Uyu seyyalesinin istilası altında kalan, yemeğini bitirmiş, mahmur gözlü çocuğun esneyişi... Bir yaz bahçesinin yaprak gürültüleri ortasında, hamağında uzanan ve etrafındaki nebatî hayata karışmak üzere olan taze kadının esneyişi... Kış gecelerinde, lâmbanın ışığını yuvarlak gözlerinde iki altın damlası hâlinde aksettiren mütehayyil kedinin esneyişi... Bütün mesut esneyişlerin hayalimde geçişini seyrederek, tekrar tekrar esnedim ve bu tevakkuf ve teslimiyet dakikamın saadetini, olgun bir yaz meyvesi gibi tattım.  

Netice i kelam... Bu kadar esnedikten sonraaa...  İnan çok yorgunum.  Anlatamayacağım. Uykum geldi. Anne sözü dinler gibi masum yatacağım, uyku alemine hoop diye dalacağım.



- Not Gibi - 
Başlık Ahmet  Haşim'in O Belde adlı şiirinin bir dizesidir.
 Mehmet Fuat'ın dil içi çevirsiyle - O Belde? Durur el değmemiş hayal bölgelerinde.

          Ahmet Haşim'in Esnemek başlıklı yazısı işte BURADA



29 Kasım 2011 Salı

Denemeyi Anlamayan Nesle Aşina Değilim. Asla:)



Az önce Füsun Akatlı'nın bir yazısını okuyordum. Allahım, ben var ya deneme kitaplarını okumaya bayılıyorum. Deneme kitapları nasıl bir his geçiriyor bana biliyor musun? Sanki deneme kitabını yazan yazarla... Ne bileyim, kimi zaman Oktay Akbal'la... Sâlah Birsel'le ya da...  Peki ya of! Melih Cevdet Anday'la... Veya Tomris Uyar'la...  Ya Orhan Pamuk'la... Hasan Ali Toptaş'la...  Hey!.. Ahmet Hamdi Tanpınar'la mesela... Ya da şimdi olduğu gibi Füsun Akatlı'yla... Karşılıklı oturmuşuk... Sanki bir çift yaprakmışık dalında yumuşacık... Sanki kahvelerimizi hüpletiyormuşuk... Sanki baldan tatlı dedikodumuzun dizini kırıyormuşuk... Düşmüşük yavaşça sakin bir derenin... Sanki içindeymişik... Sanki yeşilmişik... Sazmışık. 

Dizelerinden alıntı yaptığım şair Can Yücel'in ve günümü şenlendiren, fikrimi zenginleştiren tüm denemeci yazarların öleni de yaşayanı da nur olsun! Bak şimdi... Yahya Kemal, "Ruhumda vardı Byron'un bedbaht eden melâl" dermiş.  Ahmet Haşim'in ünlü dizesidir illa bilirsin. Der ki... "Melâli anlamayan nesle aşina değilim." Türk Dil Kurumu "melâl" için: "can sıkıntısı, usanç" demiş. "Tabii ki o kadar değil" diyor okuduğum deneme kitabında Füsun Akatlı. "Örneğin, yapılacak iş bulamamaktan, uğraşsızlıktan da canı sıkılır insanın; melâl değildir. Temizlik günü gündelikçi kadın gelmeyiverince de canı sıkılır ev kadınının; bu da melâl değildir. Mutsuzluk kaynağı olabilen, insanı içine döndüren ve içinde gördükleriyle baş başa bırakan, nedenleri derinde olan bir tür sıkıntı diyebiliriz. Umarsızlık da vardır içinde, "usanç"ı aşan bir bezginlik de... Giderek "melâl" den gelen "melûl"a bakarsak, boynu büküklük de vardır. "Melûl"le el ele veren "melûl - mahzun"a bakarsak, hüzün de!" Hoş değil mi bu yazılar sence?

Tabii yazısı burada bitmiyor. Devam edip gidiyor. Okuyup bitiriyorum. Başka bir yazısına geçiyorum. Diğer bir yazısı "Deneme, vakti olanlar içindir." diye başlıyor. Tabii ki sağ vurup sol gösteriyor. "Ekran, ekran, ille de ekran... Kâh televizyon ekranı olarak, kâh bilgisayar monitörü olarak; edebiyattan vakit, emek, muhatap ve rol çalıp duruyor. Yaygın olarak inanılıyor ki; görsel iletişim yoluyla beslenmeye alışan kuşağın dijital alımlama yetisi, artık "tuğla gibi" romanlara papuç bırakmayacak. Şiire programlanmış ruhlar, lirik ve epik girdilerle karşılaştığında pan yapacak." diyor.  Edebiyatın papucu dama atılmak üzereyken, hatta belki kendisi de papucunun derdine düşmüşken, deneme kim yazar kim okur diye soruyor Füsun Akatlı...

Her şeye rağmen Füsun Akatlı yazmış deneme yazıları.. İşte ben okuyorum.... Cümlelerini birbiri sıra tüm merakımla okumaya devam ediyorum. Yazısının sonlarına doğru "Deneme vakti olanlar içindir." diyor. Tıpkı felsefe gibi, bütün sanatlar gibi, edebiyatın öbür türleri gibi, aşk gibi, deneme de çok bol vakti olanlar içindir. Yaşamaya vakti olanlar için." diyor. Ben Byron hiç okumadım sanırım. Çünkü Byron'la ilgili hiç bir şey hatırlamadım. Sadece şair olduğunu biliyorum. O kadar. Az sonra biraz araştıracağım. Bakalım nerelere varacağım? Yahya Kemal misali, Byron'u bedbaht eden melâlin ruhumda  olup olmadığını henüz bilmiyorum. Buna karşılık  memleketim şairi Ahmet Haşim'in söz ettiği melâle aşina olduğumu çok iyi biliyorum. Deneme, vakti olanlar içinmiş öyle mi? Ne gam! Ben deneme kitaplarına.... Yakinen aşina olmak olmak istiyorum.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Edebi Bilmeceler


1- "Yorgun ve alımlı bir kadın. Onca hor kullanılmış olmasına karşın güzel kalmayı başarmış, kalbi yaralı bir yosma... Kolay ele geçirilen ama hiç ulaşılamayan, mağrur, benzersiz kadın." Bu nedir?





 
2- "Dış dünyaya olabilecek en küçük yüzeyi göstermek için kurşuni gövdesini küre biçimine sokan, dışarıya bir şey sızdırmamak, kendinden bir damla ter bile yitirmemek için derisini dümdüz, kaskatı yapan küçük, çirkin şey."  Bu nedir?






3- "İnsan kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür. Hani pembe akide şekerleri vardır bilir misiniz,onların bir baygın pembesi, insanın içine yayılan bir kokusu vardır. Öyle bir şey işte."  Anlatılan ne olabilir?






4- "Yalnız sen varsın. Yalnızlığımın, ihtiyarlığımın, sevimliliğimin, egoizmimin, ortasında daha dün şehvetle sarıldığım, kokusundan haz ettiğim, yıldızları, yandan çarklıyı, derin suları,heykelleri, gotik binaları, ağaçlık tenha yolları, pek sevdiğim yeşil yeşil, kırmızı kırmızı, turuncu turuncu yanan işaret fenerlerini geride bırakıp, sana, yalnız sana aşığım." Yazar kime aşıktır?






5- "Su değil, mevsimin havası akan. Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir. Suda yıldızların parıltısıdır. Bu karanlıkta bazı bazı çakan." Bu nedir?




1.Cevap:İstanbul- Aslı Erdoğan- Mucizevi Mandarin-125.sayfa
2.Cevap:Kene- Patrick Süskind- Koku-Bir Katilin Öyküsü 25.sayfa
3.Cevap:Aşk- Nezihe Meriç- Bozbulanık- Sayfa 106
4.Cevap:İnsana- Sait Faik Abasıyanık-Son Kuşlar-79.sayfa
5.Cevap:Orman- Ahmet Haşim - Piyale-30. sayfa 


13 Ekim 2010 Çarşamba

Ah, Kimselerin Vakti Yok, Durup İnce Şeyleri Anlamaya...


Çok merak ediyorum. Acaba şiir kitapları ne kadar satıyor? Acaba şiire ilgi var mı? Ben  hayatında bir kez bile şiir yazmayan, buna karşın  şiir okumayı, şairlerin menzilinde dolanmayı seven biriyim. Sevdiğim şiirlerin  müziğinden etkilenirim. Ayrıca ben mi uydurdum bilmiyorum ama "şiir çarpmasına" uğrayabilirim.  Bazı şiirler çarpar, çiviler beni. Sözün kısası, memleketimin anadilimde şiir yazan bazı  şairlerinin hastasıyım. Malum günümüz hız ve teknoloji devri ya şiir seven, şiir  kitabı okuyan kaç kişi vardır ki acaba? Gençler "yaşlı şairlerin, nuh nebiden kalma şiirleriyle işimiz ne bizim?" diyor ve şiir kitaplarının kapaklarınıı açmıyorlar mıdır?  Galiba acı olan insanların hayal etmeyi  artık önemsememeleri ve  hayalci insanları  hakir görmeleri. Şimdi bu yazımı okuyan birileri, günümüzün  başdönüren hızlı  hayat mücadelesi, yarınımız ne olacak endişesi hayal kurmaya zaman bırakıyor mu diyeceklerdir belki... Gülten Akın  boşuna demiyor o güzelim dizelerinde "Ah, Kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya..." diye.  Şiir böyle bir şey... Benim kaç cümlede anlatamaya çabaladığımı tek dizeyle  insanın suratına şırak diye vuruyor böyle.


Peki şiir öğretilebilir bir şey midir? Hilmi Yavuz'un bir yazısında okumuştum. Yahya Kemal, "şiir yazdım" yerine, "şiir söyledim" dermiş.  Doğrusu bu mudur? Hilmi Yavuz'a göre doğrusu budur. Ya da kutsal kitapların diliyle söyleyelim: "Önce söz vardı...  Doğru ya, şiir yazıdan önce vardı tabii... Ama hiç böyle düşünmemiştim. Şiir yazıdan eski, yazıdan yaşlı yani...  Hilmi Yavuz bir tespit daha yapmış. Okuyunca hoşuma gidiyor. Şimdi bir şair, kitabındaki şiirleri ezbere okusa, "inanılmaz belleği var" deriz değil mi? Oysa düşünsene, yazının bulunmasından çok önce var olan şiir, İlyada ya da Odysseia gibi binlerce dizelik destanlar nasıl ezberleniyordu, nasıl söyleniyordu? Üstelik genelde önceden ezberledikleri şiirleri okumuyorlarmış ki, o anda  doğaçlama okuyorlarmış. Ne ilginç!


Peki şiir öğretilebilir mi? Hilmi Yavuz "Öğretilir tabii, neden öğretilmesin," diyor. Ama ardından ekliyor... Öğretilecek olan şiirin kurallarıdır, diyor.  Güzel sanatları bitiren herkes nasıl büyük ressam, büyük heykeltraş olamıyorlarsa, şiir eğitiminden geçenlerin de büyük şair olacakları söylenemez elbette.  Sabahattin Eyüboğlu bir yazısında, Ahmet Haşim'in o çok sevdiğim "Ağır ağır çıkacaksın merdivenlerden" dizesini almış, bu dizeyi Türkçe'nin en güzel dizelerinden biri diye nitelendirmiş sonra kelimelerinin yerini değiştirmiş. Şöyle yapmış: "Bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın." Bakar mısın, şiirin büyüsü hemen nasıl bozuldu değil mi?  Zaten Sabahattin Eyüboğlu'da bu örnekle, şairin kurduğu cümlelerde, sadece sözcüklerin yerini değiştirmenin, anlamı değiştirmediğini ama şiirselliği nasıl yok ettiğini göstermek istemiş. Bazı şairler şiirlerin anlamı üzerinde yorulmaktansa şiirin müziği ile ilgilenilmesini isterlermiş.  Mesela Ahmet Haşim öyleymiş. Gerçekten Ahmet  Haşim'in şiirlerini anlamasam dahi,  okuyunca hislerime tesir eder.  Sonra Nerval "Benim fiillerim açıklanmaya gelmezler, açıklanırlarsa büyülerini yitirirler" dermiş. Hilmi Yavuz'un şiir üzerindeki okuduğum bu tespitleri o kadar hoşuma gitmişti ki anlatamam sana.  O halde Yahya Kemal'in Çamlıca Gazelinden bazı dizeleri anlamadan okumaya ne dersin? Bakalım şiirin gizemini, büyüsünü, müziğini yakalayabilecek miyiz? Deneyelim mi? Haydi...

Esrar-ı nazmı şerhedemez akl-ı dünyevi
Eflake perr ü bal açan efkar söylesin
Biganeler bu sahada mazurdur Kemal
Erbab-ı zevk şiirimi her bar söylesin.

Ne yazık ki bu şiirden pek bir şey anlayamadım ama... Hey! Ben bu şiirin müziğini yakaladım mesela...



Geçmişten birazda  günümüze  gelsem... Bazıları  eğer "şiir eskilerin işidir ne işimiz var bizim şiirle" diyorlarsa, bir karikatürist ve mizahçının şiir hakkındaki sözlerine kulak versinler öyleyse. Baksınlar şiir hakkında ne diyor Metin Üstündağ..."Şiir fesleğen çiçeği gibi. Geçerken eliniz değer, müthiş bir koku; genziniz bayram eder. Şiirin az okunması değil mesele, hayatımızdan iyice çekilmesi acı. Şiir sadece sözcüklerle yazılmaz. Bazen bir jest, bir mimik, bir ince marifet de şiir olabilir. Katır kutur bir hayat yaşıyoruz. Mizah ve şiir bu hayatı biraz inceltmeye çalışıyor."

İyi de ben ne yazacaktım. Yazı geldi gene nerelere.. Fazla uzatmayayım iyisi mi? Bugün durumlar bu merkezde...Yaa, böyleyken böyle işte.

28 Eylül 2010 Salı

Edebi Bilmeceler


1- "Yorgun ve alımlı bir kadın. Onca hor kullanılmış olmasına karşın güzel kalmayı başarmış, kalbi yaralı bir yosma... Kolay ele geçirilen ama hiç ulaşılamayan, mağrur, benzersiz kadın." Bu nedir?


3- Dış dünyaya olabilecek en küçük yüzeyi göstermek için kurşuni gövdesini küre biçimine sokan, dışarıya bir şey sızdırmamak, kendinden bir damla ter bile yitirmemek için derisini dümdüz, kaskatı yapan küçük, çirkin şey. Bu nedir?

 
3- İnsan kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür. Hani pembe akide şekerleri vardır bilir misiniz,onların bir baygın pembesi, insanın içine yayılan bir kokusu vardır. Öyle bir şey işte. Anlatılan nedir sizce?


4- Yalnız sen varsın. Yalnızlığımın, ihtiyarlığımın, sevimliliğimin, egoizmimin, ortasında daha dün şehvetle sarıldığım, kokusundan haz ettiğim, yıldızları, yandan çarklıyı, derin suları,heykelleri, gotik binaları, ağaçlık tenha yolları, pek sevdiğim yeşil yeşil, kırmızı kırmızı, turuncu turuncu yanan işaret fenerlerini geride bırakıp, sana, yalnız sana aşığım. Yazar kime aşıktır?

 
5- "Su değil, mevsimin havası akan. Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir. Suda yıldızların parıltısıdır. Bu karanlıkta bazı bazı çakan." Bu nedir?



1.Cevap:İstanbul- Aslı Erdoğan- Mucizevi Mandarin-125.sayfa
2.Cevap:Kene- Patrick Süskind- Koku-Bir Katilin Öyküsü 25.sayfa
3.Cevap:Aşk- Nezihe Meriç- Bozbulanık- Sayfa 106
4.Cevap:İnsana- Sait Faik Abasıyanık-Son Kuşlar-79.sayfa
5.Cevap:Orman- Ahmet Haşim - Piyale-30. sayfa

15 Eylül 2010 Çarşamba

Hasbihal

Bazan Hayal Kahvem'e yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahvelerimiz ellerimizdeymiş mesela. Ben oturuyorum büyük battal koltukta... Ayaklarımı göğsüme toplayıp, kollarımla ayaklarımı kucaklamışım hatta. Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam, muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Bu kez dertleşmek istiyorum seninle, edebiyat hakkında.

"Biliyorsun, Hayal Kahvem'e yazmaya başlamadan önce, sadece iyi bir okurdum. Haydi yaşadıklarımla ilgili yazdıklarım neyse de, edebiyat konusunda yazdığımda, bazen inan ki korkuyorum." Yüzüme hayretle bakıyorsun. "Evet," diyorum sana "Evet, gerçekten korkuyorum. Ben edebiyatçı değilim ki, sadece edebiyatı seven biriyim. Yazdıklarım benim kapasitemle sınırlı tabii. Sevdiğim yazarları ve eserlerini, bildiğim, hissettiğim kadarıyla yazıyorum. Benim farketiğim o kadar çok kelime hatam oluyor ki, yazar ve şairler hakkında bildiklerimi paylaşırken kimbilir ne yanlışlıklar yapıyorum." Kaşlarını kaldırıyorsun. Anlıyorum. Arkadan neler söyleyeceğim diye meraklanıyorsun. Camdan dışarı bakıyorum. İnce ince yağmur yağıyor. Nasıl hüzünlü bir hava. Diyorum ki: "Allahaşkına, ben edebiyatçı mıyım ki? Değilim biliyorum. Ben edebiyatla ilgili yazarken, beni etkileyen yazar ve şairleri yazıyorum. Mesela kimi zaman Ahmet Haşim hakkında yazıyorum. Cüretkarlık mı bu şimdi? Niye ki? Ahmet Haşim beni en çok etkileyen şairlerden biri. 1885 yılında Bağdat'ta doğmuş. 12 yaşına kadar Arapça konuşmuş. Oniki yaşında annesi ölünce babasıyla İstanbul'a gelmiş. Türkçe öğrenince de Galatasaray Lisesi'ne girmiş. Ahmet Haşim'in hayatını okuduğumda, aklıma Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsü gelmişti. O kadar benzetmiştim ki, öyküdeki Hasan'la Ahmet Haşim'in gerçek öyküsünü. Öyküdeki Hasan'ın annesi ve babası ölünce, Filistin'deki halasının yanına gönderirler ya hani... Orada Arapça konuşulmaktadır. Hasan küçüktür. Arapça bilmez. Türkçe'yi özler ve uzunca zaman hiç konuşmaz. Hep susar. Sonra eve gelen bir eskici Türkçe konuşunca, Hasan memleketinin bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi çoşar. O suskun Hasan gider, çağıl çağıl konuşan Hasan gelir hani. Hatırladın mı? Sonra eskicinin işi bitip, toparlanmaya başlayınca, Hasan ağlamaya başlar hani. Hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaya başlar. Ne güzel ve etkili bir öyküdür. Ahmet Haşim'in yaşamı da, sana göre Hasan'ınkine çok benzemiyor mu? Annesi ölüyor. 12 yaşına kadar Arapça konuşmuş, dilini hiç bilmediği İstanbul'a geliyor. Kimbilir ne fırtınalar esmiştir ruhunda, öyle değil mi? Sonra Türkçe öğreniyor. Galatasaray Lisesi'nden sonra Hukuk bitiriyor. Tevfik Fikret'in öğrencisiymiş. Tam Servet-i Fünun zamanı ya hani. "Karlar, Ki sessizce arasıra ağlar" diyen, o şahane Elhan- ı Şita yani Kış Ezgileri şiirinin sahibi Cenap Şahabetin'den çok etkileniyor."

"Biliyor musun, Ahmet Haşim'in yalnızlığını içimde hissetmişimdir çok defa." diyorum. " Çünkü zamanının şairleri ve yazarları tarafından hep dışlanmış. Mesela aynı dönemlerde yaşayan Yahya Kemal Beyatlı ya da Nazım Hikmet gibi toplumcu yada ulusçu şiirler hiç yazmamış. Şiirlerinde Arapça ve Farsça çok kullanmış. Bu nedenle Nazım Hikmet kendisine "Bağdadi şaklaban" demiş. Yahya Kemal "Bağdatlı fellah" demiş. Ne fena değil mi?" diyorum. Muzipçe tebessüm ediyorsun. Biliyorum sen de, Ahmet Haşim'in şiirlerini sevmiyorsun. Şiirlerinde kullandığı kelimelerden hiç haz etmiyorsun da, bazı kelimelerini itici bulup, şiirin sihrini bozduğunu düşünüyorsun. Tam konuşmak için, dudaklarını kıpırdatıyorsun ki, ben hemen atlıyorum ve konuşmaya tekrar başlıyorum.

"Yoo!" diyorum. "Yooo! Haksızlık bu. Her şairin aynı tarz şiirler yazması şart mı? Ahmet Haşim toplumcu şiirler yazmamış da, daha dar alanda derinleşmeyi tercih etmiş. Ne olacak ki? Zaten Ahmet Haşim şiiri bir gerçeğin habercisi ya da güzel konuşma sanatı olarak görmemiş ki. Ona göre, anlaşılmak için değil, hissedilmek için yazılır şiir. Şiir Ahmet Haşim'e göre müzik ile söz arasında ama müziğe daha yakın bir dildir. Önce anlam bulmak için onun şiirlerini okumak doğru değil. Onun şiirlerini okumak bir melodiyi hissetmek gibidir. " Biliyorum hiç hak vermiyorsun bana. Daha fazla beni dinlemek istemiyorsun hatta. Önümde duran Ahmet Haşim'in Göl Saatleri adlı kitabını eline veriyorum. "Açar mısın içindekiler bölümünü, lütfen." diyorum. Açıyorsun. "Bak," diyorum sana. "Baksana şiirlerinin adlarına. Siyah Kuşlar, Mehtapta Leylekler, Karanlıkta Beyaz Kuşlar, Kuğular, Yarasalar... Sen ki hayvanları benden daha çok seversin. Peki söyler misin kuzum, bu kadar çok hayvan isimleri kullanarak şiir yazar bir şairi nasıl sevmezsin?" Yanakların mı kızardı yoksa ben mi öyle hissediyorum? Diyorum ki sana" Ah! Ahmet Haşim şairlerin en garibidir. Hayvanların kardeşidir. Tam bir hayalcidir. Bir Belde adlı şiirinde şahane hayali bir belde çizer. Hayalgücüyle insanı kendinden geçirir. Hep çağdaşları tarafından ötelendiği, iteklendiği halde, kararından vazgeçmemiş bir savaşçıdır da, başını dimdik tutan, göldeki bir kamış gibidir. Seherdir, sabahtır, öğledir, öğleden sonradır, akşamdır, gecedir, gece yarısıdır... Ama en çok akşam olmak yakışır Ahmet Haşim'e. Kamış olmak yakışır bir de. Hani gölde, tek başına, mağrur, dediği dedik, bir o kadar da hüzünlü akşam saatlerinde göldeki kamış misali... O zaman demelidir ki tekrar: "Akşam yine akşam yine akşam... Göllerde bu dem bir kamış olsam..."

Melali Anlamayan Nesle Aşina Değiliz

Bak şimdi, ne söyleyeceğim... Bazı şairlerimizin ihmal edildiğini, bilmem sen de benim gibi düşünür müsün? Bu şairlerimizin şiirlerinde, Arapça ya da Farsça kelimeler varsa özellikle, eski dil denir de elimizin tersi ile itelenir, bilirsin. Oysa kaçırdığımız ne lezzetli cümleler vardır şiirlerinde. Mesela, üç dize yazsam... Lerzesiz kelimesinin dalgasız anlamına geldiğini söylesem... Anlamını bilerek, şiirin melodili kelimelerini birlikte okumak ister misin? Haydi..

"Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz sessiz "


Hoş değil mi? Peki... Biraz daha açılalım.. Şöyle Gün Batımı'na doğru uzanalım... Bilelim ki fecr-sabahın ilk saatleri, nümayan-görünen, nalan-inleyen demek... O halde şimdi şu dizelerde gezinelim... Haydi, okuyalım birlikte...

"Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;"


Nasıl? Güzel değil mi? Aslında ne istiyorum biliyor musun? Şiirin anlamından ziyade, okurken özellikle musikiyi hissetmeni istiyorum. Kelimelere takılmadan, manasına dalmadan, dizeleri bir kez daha oku bak. Hisset ama... Mutlaka hisset... Dizelerin müziği mutlaka kulağına gelecek. Ahmet Haşim'in şiirlerinden dizeler bunlar. Ahmet Haşim söylemek sitediğini şiirlerinde hep sembollerle ifade eder. Gül der, karanfil der, mehtabta leylekler der, siyah kuşlar der, karanlıkta beyaz kuşlar der, kış der, yaz der, nehir der, göl der, çöl der, sabahın ilk saatleri der, ya da o şahane dizelerinde "Akşam yine akşam yine akşam, Bir sırma kemerdir suya baksam, Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam" der. Bu şairi ve müthiş dizelerini arada bir bile olsa okumamak, hem şaire hem de bize haksızlık değil mi? Haydi, son bir defa daha okuyalım mı şairin O Belde adlı olağanüstü şiirinin bazı dizelerini. Son dizedeki melal hüzün demek. Şunu bilmeni isterim ki, melali anlamayan bir nesli ben de tanımam, Ahmet Haşim'in son dizede söylediği gibi!..
"Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesa,
Ne de alam-ı fikre bir mersa
Olan bu mai deniz
Melali anlamayan nesle aşina değiliz."

1.Not: Fotoğraf Numan Serteli'nin fotoğraf albümünden alınmıştır.

2.Not: mesa- akşam vakti / alam-ı fikir- acıklı düşünce /mersa- liman / mai- mavi / melal- hüzün / aşina- bilindik

10 Ağustos 2010 Salı

Merdivenle... Akşamdan Suya Varmak...

Ne zaman ki asansöre binmeyeyim... Merdivenlerden yürüyerek çıkayım ya da ineyim.. Edebiyat derslerinde okuduğumuz, Ahmet Haşim'in Merdiven adlı şiirinin, ezberimde kalan üç dizesini hatırlarım: "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak..." O kadar.. Sonra Ahmet Haşim hakkında bildiklerim, adeta merdiven basamaklarına tek tek düşer. Mesela Mina Urgan anılarını anlattığı kitabında, Ahmet Haşim'in aslında pek yakışıklı değil de çok zeki biri olduğundan bahseder.. Gözlerinden fışkıran zekanın Ahmet Haşim'i nasıl güzelleştirdiğini yazar. Neden Edebiyat derslerinde böyle konulardan bahsetmezler de sadece yazarların kitap isimlerini ezberletirler? Arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu anlatırmış; Ahmet Haşim ağzıyla değil de, mavi gözlerinin ucundan gülümsermiş sözgelimi... Bu çok hoş bir anlatım üslubu değil mi? Gelgelelim Ahmet Haşim kendini asla yakışıklı bulmazmış. Bilakis çok çirkin olduğunu düşünürmüş.. Annesini altı yaşında yitirmiş. Şiirlerinin çok hüzünlü olmasının bir nedeni küçük yaşta öksüz kalması olabilir mi? Kimbilir? Kitaplıktaki Piyale adlı kitabına baktım şimdi. Annesi için yazdığı şiirlerine baktım... Sensiz adlı şiiri şöyle başlıyor: "Annemle karanlık geceler bazı çıkardık, Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık." Hüzün dolu şiirleri... Ahmet Haşim'in Galatasaray Lisesi ve Hukuk Fakültesi mezunu olduğunu, 1885 ve 1933 yılları arasında yaşadığını, şimdi sanal ansiklopediden bakıp yazdım. Asıl benim anlatmak istediğim yazarla ilgili başka bir özellik.

Ahmet Haşim var ya, yemeği çok severmiş. Gerçek bir gurmeymiş. Güzel yemekten fazlasıyla haz alırmış. Fakat hayatının sonuna doğru hastalanınca perhiz yapmaya mahkum edilmiş. Yemeğin lezzetine varmış biri için, ne feci bir durum değil mi? Değil işte... Şair ne yapmış bu durumda peki? Gurmeliğinin yönünü yemekten suya çevirmiş. Nasıl mı? Şöyle... Evinde muhtelif şişelerde, İstanbul'un muhtelif kaynak sularından örnekler bulundururmuş. Hamidiye, Taşdelen, Çamlıca, Kısıklı, Halkalı vesaire... Ahmet Haşim bu sular hakkında uzman olmuş. Kaynak suların arasındaki tat değişikliklerini çok iyi farkedebiliyormuş. Herhangi birinden bardağa konan suyun, hangi kaynak suyuna ait olduğunu kolaylıkla anlayabiliyormuş. Bu da çok hoş değil mi? Ahmet Haşim... Yemeğin hayata anlam katan en güzel keyiflerden biri olduğunu çok iyi biliyor. Ama hasta ya şimdi. Diyete mahkum. O zaman kendine boğazdan geçen başka bir keyif buluyor. Su. Sanki suyun tadı hep aynıymış gibi düşünürüz değil mi? Değil işte... Yazar su tadlarındaki farklılıkların keşfine çıkmış o hastalık zamanlarında.. Ne ilginç.. Ve her kaynak suyunun farklı lezzeti var tabii ki... Bu kez de sudaki tat değişikliklerinden keyif alıyor. Ve şiirlerini yazmaya devam ediyor: "Akşam,yine akşam, yine akşam, Bir sırma kemerdir suya baksam, Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam!" diyor.

NOT :1.Fotoğraf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.

29 Ocak 2010 Cuma

Hasbihal

Bazan Hayal Kahvem'e yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Şimdi kış ya… Mis gibi kokan sahleplerimiz ellerimizdeymiş mesela. Ben oturuyorum büyük battal koltukta... Ayaklarımı göğsüme toplayıp, kollarımla ayaklarımı kucaklamışım hatta. Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam, muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, ayaklarını sallaya sallaya, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Bu kez dertleşmek istiyorum seninle, edebiyat konusunda.

"Son bir yıldır Hayal Kahvem'e yazıyorum. Biliyorsun, daha önce yazmazdım da, sadece iyi bir okurdum. Haydi yaşadıklarımla ilgili yazdıklarım neyse de, edebiyat konusunda yazıyorum ya bazen, inan ki korkuyorum." Yüzüme hayretle bakıyorsun. "Evet," diyorum sana "Evet, gerçekten korkuyorum. Ben edebiyatçı değilim ki, sadece edebiyatı seven biriyim. Yazdıklarım benim kapasitemle sınırlı tabi. Sevdiğim yazarları ve eserlerini, bildiğim, hissettiğim kadarıyla yazıyorum. Benim farketiğim o kadar çok kelime hatam oluyor ki, yazar ve şairler hakkında bildiklerimi paylaşırken kimbilir ne yanlışlıklar yapıyorum." Gözlerini gene kocaman açıyorsun. Anlıyorum. Arkadan neler söyleyeceğim diye meraklanıyorsun. Camdan dışarı bakıyorum. İnce ince yağmur yağıyor. Nasıl hüzünlü bir hava. Gri. Diyorum ki: "Allahaşkına, ben edebiyatçı mıyım ki? Değilim biliyorum. Ben edebiyatla ilgili yazarken, beni etkileyen yazar ve şairleri yazıyorum. Mesela Ahmet Haşim hakkında yazıyorum ya. Cüretkarlık mı bu şimdi?Niye ki? Ahmet Haşim beni en çok etkileyen şairlerden biri. 1885 yılında Bağdat'ta doğmuş. 12 yaşına kadar Arapça konuşmuş. Oniki yaşında annesi ölünce babasıyla İstanbul'a gelmiş. Türkçe öğrenince de Galatasaray Lisesi'ne girmiş. Ahmet Haşim'in hayatını okuduğumda, aklıma Refik Halit Karay'ın Eskici adlı öyküsü gelmişti. O kadar benzetmiştim ki, öyküdeki Hasan'la Ahmet Haşim'in gerçek öyküsünü. Öyküdeki Hasan'ın annesi ve babası ölünce, Filistin'deki halasının yanına gönderirler ya hani... Orada Arapça konuşulmaktadır. Hasan küçüktür. Arapça bilmez. Türkçe'yi özler ve uzunca zaman hiç konuşmaz. Hep susar. Sonra eve gelen bir eskici Türkçe konuşunca, Hasan memleketinin bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi çoşar. O suskun Hasan gider, çağıl çağıl konuşan Hasan gelir hani. Hatırladın mı? Sonra eskicinin işi bitip, toparlanmaya başlayınca, Hasan ağlamaya başlar hani. Hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaya başlar. Ne güzel ve etkili bir öyküdür. Ahmet Haşim'in yaşamı da, sana göre Hasan'ınkine çok benzemiyor mu? Annesi ölüyor. 12 yaşına kadar Arapça konuşmuş, dilini hiç bilmediği İstanbul'a geliyor. Kimbilir ne fırtınalar esmiştir ruhunda, öyle değil mi?Sonra Türkçe öğreniyor. Galatasaray Lisesi'nden sonra Hukuk bitiriyor. Tevfik Fikret'in öğrencisiymiş. Tam Servet-i Fünun zamanı ya hani. "Karlar, Ki sessizce arasıra ağlar" diyen, o şahane Elhan- ı Şita yani Kış Ezgileri şiirinin sahibi Cenap Şahabetin'den çok etkileniyor."

"Biliyor musun, Ahmet Haşim'in yalnızlığını içimde hissetmişimdir çok defa." diyorum. " Çünkü zamanının şairleri ve yazarları tarafından hep dışlanmış. Mesela aynı dönemlerde yaşayan Yahya Kemal Beyatlı ya da Nazım Hikmet gibi toplumcu yada ulusçu şiirler hiç yazmamış. Şiirlerinde Arapça ve Farsça çok kullanmış. Bu nedenle Nazım Hikmet kendisine "Bağdadi şaklaban" demiş. Yahya Kemal "Bağdatlı fellah" demiş. Ne fena değil mi?" diyorum. Muzipçe tebessüm ediyorsun. Biliyorum sen de, Ahmet Haşim'in şiirlerini sevmiyorsun. Şiirlerinde kullandığı kelimelerden hiç haz etmiyorsun da, bazı kelimelerini itici bulup, şiirin sihrini bozduğunu düşünüyorsun. Tam konuşmak için, dudaklarını kıpırdatıyorsun ki, ben hemen atlıyorum ve konuşmaya tekrar başlıyorum.

"Yoo!" diyorum. "Yooo! Haksızlık bu. Her şairin aynı tarz şiirler yazması şart mı? Ahmet Haşim toplumcu şiirler yazmamış da, daha dar alanda derinleşmeyi tercih etmiş. Ne olacak ki? Zaten Ahmet Haşim şiiri bir gerçeğin habercisi ya da güzel konuşma sanatı olarak görmemiş ki. Ona göre, anlaşılmak için değil, hissedilmek için yazılır şiir. Şiir Ahmet Haşim'e göre müzik ile söz arasında ama müziğe daha yakın bir dildir. Önce anlam bulmak için onun şiirlerini okumak doğru değil. Onun şiirlerini okumak bir melodiyi hissetmek gibidir. " Biliyorum hiç hak vermiyorsun bana. Daha fazla beni dinlemek istemiyorsun hatta. Önümde duran Ahmet Haşim'in Göl Saatleri adlı kitabını eline veriyorum. "Açar mısın içindekiler bölümünü, lütfen." diyorum. Açıyorsun. "Bak," diyorum sana. "Baksana şiirlerinin adlarına. Siyah Kuşlar, Mehtapta Leylekler, Karanlıkta Beyaz Kuşlar, Kuğular, Yarasalar... Sen ki hayvanları benden daha çok seversin. Peki söyler misin kuzum, bu kadar çok hayvan isimleri kullanarak şiir yazar bir şairi nasıl sevmezsin?" Yanakların mı kızardı yoksa ben mi öyle hissediyorum? Diyorum ki sana" Ah! Ahmet Haşim şairlerin en garibidir. Hayvanların kardeşidir. Tam bir hayalcidir. Bir Belde adlı şiirinde şahane hayali bir belde çizer. Hayalgücüyle insanı kendinden geçirir. Hep çağdaşları tarafından ötelendiği, iteklendiği halde, kararından vazgeçmemiş bir savaşçıdır da, başını dimdik tutan, göldeki bir kamış gibidir. Seherdir, sabahtır, öğledir, öğleden sonradır, akşamdır, gecedir, gece yarısıdır... Ama en çok akşam olmak yakışır Ahmet Haşim'e. Kamış olmak yakışır bir de. Hani gölde, tek başına, mağrur, dediği dedik, bir o kadar da hüzünlü akşam saatlerinde göldeki kamış misali... O zaman demelidir ki tekrar: "Akşam yine akşam yine akşam... Göllerde bu dem bir kamış olsam..."

28 Ocak 2010 Perşembe

Melali Anlamayan Nesle Aşina Değiliz.

Bak şimdi, ne söyleyeceğim... Bazı şairlerimizin ihmal edildiğini, bilmem sen de benim gibi düşünür müsün? Bu şairlerimizin şiirlerinde, Arapça ya da Farsça kelimeler varsa özellikle, eski dil denir de elimizin tersi ile itelenir, bilirsin. Oysa kaçırdığımız ne lezzetli cümleler vardır şiirlerinde. Mesela, üç dize yazsam... Lerzesiz kelimesinin dalgasız anlamına geldiğini söylesem... Anlamını bilerek, şiirin melodili kelimelerini birlikte okumak ister misin? Haydi..

"Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz sessiz "


Sen ve ben, ve bu deniz ve bu akşam ki dalgasız sessiz... Hoş değil mi? Peki... Biraz daha açılalım.. Şöyle Gün Batımı'na doğru uzanalım... Bilelim ki fecr-sabahın ilk saatleri, nümayan-görünen, nalan-inleyen demek... O halde şimdi şu dizelerde gezinelim... Haydi, okuyalım birlikte...

"Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;"


Nasıl? Güzel değil mi? Aslında ne istiyorum biliyor musun? Şiirin anlamından ziyade, okurken özellikle musikiyi hissetmeni istiyorum. Kelimelere takılmadan, manasına dalmadan, dizeleri bir kez daha oku bak. Hisset ama... Mutlaka hisset... Dizelerin müziği mutlaka kulağına gelecek. Ahmet Haşim'in şiirlerinden dizeler bunlar. Ahmet Haşim söylemek sitediğini şiirlerinde hep sembollerle ifade eder. Gül der, karanfil der, mehtabta leylekler der, siyah kuşlar der, karanlıkta beyaz kuşlar der, kış der, yaz der, nehir der, göl der, çöl der, sabahın ilk saatleri der, ya da o şahane dizelerinde "Akşam yine akşam yine akşam, Bir sırma kemerdir suya baksam, Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam" der. Bu şairi ve müthiş dizelerini arada bir bile olsa okumamak, hem şaire hem de bize haksızlık değil mi? Haydi, son bir defa daha okuyalım mı şairin O Belde adlı olağanüstü şiirinin bazı dizelerini. Son dizedeki melal hüzün demek. Şunu bilmeni isterim ki, melali anlamayan bir nesli ben de tanımam, Ahmet Haşim'in son dizede söylediği gibi!..
"Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesa,
Ne de alam-ı fikre bir mersa
Olan bu mai deniz
Melali anlamayan nesle aşina değiliz."

1.Not: Fotoğraf Numan Serteli'nin fotoğraf albümünden alınmıştır.

2.Not: mesa- akşam vakti / alam-ı fikir- acıklı düşünce /mersa- liman / mai- mavi / melal- hüzün / aşina- bilindik