cemal kafadar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cemal kafadar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mayıs 2011 Salı

Kahve Molası - Oldum Ben Bir Geveze Off Nenem Offf!

 
"Çayır çimen geze geze... Offf... Offff... Çayır çimen geze geze... Offff... Oldum ben bir geveze... Yanma yüreğim yanmaa... Ayrılık bize düştü... Of nenem offff... " diye şahane bir türkümüz vardır bilir misin? Allahım! Şimdi gene oturdum... Hımm! Elimde miss gibi kahvem... Gene bir Kahve Molası yazısı yazmaya hazırlanırken... Ansızın nereden aklıma düştü bu türkü? Du bi! Ben bulayım bu türküyü koyayım şuracığa... Hem öyle Kıraç'tan ya da Funda Arar'dan falan değil... Çok eskilere uzanıp Mavi Işıklar'dan dinleyelim bu türküyü önce birlikte... Sonra bakalım parmaklarımdan ne dökülecek?  Oldum ben bir gevezeee... Off nenemm offff!


Tamam... Off! Ne özlemişim bu türküyü... Bayıldım inan ki. Dinledikçe yüreğimin yağlarının eridiğini hissettim. Yıllardır dinlememiştim. Peki gene hafızamın hangi tozlu çekmecesinden ve neden şimdi çıktı, silkeledi tozlarını? Hiç bilmiyorum. Ben bu hafıza denen kutuyu çözemedim. Bilen beri gelsin. Ne diyeceğim biliyor musun? Dün  tarih profesörü Cemal Kafadar'la ilgili bir yazı yazmıştım ya Cemal Kafadar'ın elime ilk aldığım kitabının adı neydi biliyor musun? "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken"  Güzelliği görüyor musun? Ben çarpılıp kalmıştım bu cümleyi okuduğumda... Tarih buydu işte... Ben burada yokken birileri vardı burada... Peki ben burada yoğ iken kimler vardı? Müthişti. Karacaoğla'nın bir dizesiymiş bu. Cemal Kafadar'ın kitabını alınca öğrenmiştim. "Karac'oğlan der ki bakın olana... Ömrümün yarısı gitti talana... Sual eyle bizden evvel gelene... Kim var imiş biz burada yoğ iken..." Kitapta  yeniçeri, tüccar, derviş ve hatun diye dört bölümde, 16. ve 17. yüzyılda Osmanlı dünyasında yaşamış dört kişiyi anlatılmış. Ben son bölümdeki Üsküplü Asiye Hatun'un rüyalarını okumakla başlamıştım ne yalan söyleyeyim. İnanılacak gibi değildi. Kurgu değildi çünkü. Tamamiyle gerçekti.


Cemal Kafadar'ın yaptığı araştırmalar sırasında Topkapı Sarayı Kütüphane'sinde gösterişsiz küçük bir mecmuanın içinde karşısına çıkmış bu 17. yüzyılda Üsküp'te yaşamış Asiye Hatun'un rüya defteri. Asiye Hatun Halvetî tarikatine mensupmuş. Tasavvuf yolunu seçmiş. Rüyalarla irşad edilme geleneği varmış. Ama şeyhi başka bir şehirde yaşadığı için rüyalarını yazılı olarak göndermekteymiş. Mektupla irşad tasavvuf tarihinde pek seyrek olmayan bir durummuş. Asiye Hatun gönderdiği mektupların bir müsveddesini ve gelen bazı cevapları saklamış. Kendi ızdırap ve iç çelişkilerini anlatmış.. Evli olmadığı tahmin ediliyormuş. Yaşı bilinmemekle birlikte evlilik çağını biraz geçmiş olduğu düşünülüyormuş. Evlilik motifleri rüyalarında sık sık boy gösteriyormuş. Yazdığı rüyaların yorumlarına  göre kalp gözünün açıldığı düşünülüyormuş. Rüyalarıyla çok haşır neşir olan Osmanlı Padişahı III. Murad'ın  şirinde "uyan ey gözlerim gafletten uyan" dediği gibi, Asiye Hatun  en sonunda rüyasında elinde tuttuğu aynayla içine bakmayı beceriyormuş. Düşünebiliyor musun  17. yüzyılda, biz burada yoğ iken okuyup yazabilen, kitaplarla haşır neşir olan bir kadın yaşamış. Mevlana'dan beyitlere raslanmış yazdığı mektuplarda. Demek Mesnevi'yi okumuş. Sonra Alis'in harikalar diyarına düşüşünü andıran bir rüyasında, evinde bir mermer kapağı kaldırıp rastladığı bir merdivenden aşağıya iniyormuş. Karşısına çıkan çeşmenin suyundan içince kendini birden Medine'de buluyormuş. Böyle şeyler anlatmış mektuplarında. Şahane bir tekinsizlik vaziyeti yani! Bir tarihçi çok farklı gözle incelemiştir illa ki Asiye Hatun'u... Ama ben...  Ben... Burada yoğ iken, 400 yıl önce dünyada var olan  rüya seven bir kadının varlığını öğrendiğim için mutluyum doğrusu. Bizim onun mektuplarını okuyacağımızı bilse ne düşünürdü acaba? Cemal Kafadar'ın böyle araştırmalarını kitaplaştırması büyük bir niğmet bana göre. Ne diyeyim... Çayır çimen geze geze offf! Offf! Oldum ben bir gevezee off nenem offf! diyeyim... Yazıma şöyle son vereyim... Asiye Hatun'un ruhuna rahmet... Cemal Kafadar'ın ömrüne bereket... Bana da hayal gücü lütfet!  Kahve molam bitti. Haydi bana eyvallah! İşe dönmem gerek. Off nenem off!

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Hayırdır İnşallah!


Hep söylerim. Öğrenim hayatım boyunca en kötü dersim Tarih’ti. İkmale  bile kaldım Tarih’ten  yani öyle söyleyeyim. Tarih derslerinde ellerimi yanaklarıma dayar, camdan dışarıya aylak avere bakar, mütemadiyen zaman hızla geçsin, içinde yaşadığım an  tarih olsun diye hayal ederdim. Şimdi tarih öğretmenlerime laf etmeyeyim. Kusur bendeydi elbet, ne bileyim? Neyse… “Öyle bir geçer zaman ki” der gibi zaman geççttii gitti. Hayallerim gerçek, benim öğrencilik günlerim tarih oldu sahiden. İyi ama... Şimdi...  Ben var ya ben… İnanılacak gibi değil. Ben son zamanlarda tarihçilerin izini sürer oldum. Önce Reşat Ekrem Koçu kitaplarına bittim. Resmen bittim. Her bir kitabı uçurdu beni diyebilirim. Ara sıra elime alıp birkaç bölüm okumazsam kendimi  eksik  hissederim. Şimdilerde Evliya Çelebi’ye merak sardım. Evliya Çelebi'nin nükteli anlatımıyla gezdiği coğrafyaların tarihini öğrenmek için büyük bir arzu duyuyorum. Kararlıyım. Kısmetse, bu yaz üzerinde iyice çalışacağım. Son aylarda ise Cemal Kafadar nereye ben oraya desem bilmiyorum abartmış olur muyum? Şimdi diyeceksin ki “Koskoca profesörün Harvard Üniversitesi Ortadoğu Tarihi Bölümündeki derslerine giriyorum diyerek komik olma sakın! Ancak rüyanda görürsün!” Gerçekten bu düşünce aklından geçti mi senin? Geçti değil mi? Dedin ki “Gene hayaller aleminde… Gene uyanıkken rüya görmekte.”  Çok fenasın! Doğru... Hayal kurmayı seven ve rüyasını keyfine göre akort edebilen bir bünyeye sahibim. Sadece uyurken rüya görmem üstelik, canım isterse uyanıkken de görebilirim. Sakın bir şey söyleme. Şu fani dünyadaki tek yeteneğim.


Bak şimdi… “Tarihçi, ele aldığı kişilerin zamanlarının büyük bir kısmını uyuyarak geçirdiklerini, uyurken de rüya gördüklerini gözden kaçırma tehlikesi altındadır. “ diye bir söz varmış Tarih literatüründe.  Cemal Kafadar rüyaları ciddiye almak istediğini söylüyor. Arkasından ekliyor: "İllâ uyku halinde olmak gerekmiyor. Uykuda değilken de, bilincin, iradenin dışında bir ses, bir görüntü, bir fikir tecelli ediyor, bir keşif vuku buluyor. Bunun  gibi bir sürü ara kademe var.” Nasıl ama? Haydi benim gibi merakı iştahlı fakat bilgisi kıt birinin sözüne ehemmiyet etmiyorsun. Eh, ne diyebilirim. Çok  haklısın. Amaaa koskoca profesör yanlış söyleyecek değil ya! Kimbilir kaç kitap yutmuş, kaç araştırma yapmış da böyle bir kanaate varmış öyle değil mi?  Ne diyor biliyor musun? “Uykuda zihnimiz bir şekilde çalışıyor, bir iş yapıyor; onu ciddiye almak lazım.” (hımm..bunu söylerken gülüyormuş) Mesela açın rüyasıyla tokun rüyası, kadının rüyasıyla erkeğin rüyası aynı şey değilmiş ve aynı şekilde yorumlanmazmış. Zamane bilim insanları Freud'un mesela rüya teorileri,  rüyaların psikanalize tâbi tutulması, psikanalizle kişinin ailesiyle, çocukluğuyla, çevresiyle ilişkisi irdelenebilmeye yarayan bir aracı gibi düşünülüyor. Ve rüyaları psikanalitik bağlam dışında pek ciddiye almıyorlar. Oysa kadim tâbir sistemlerinde rüya başka bir âlem ya da âlemlerle ilgili oluyor diyor Cemal Kafadar.  Dolayısıyla rüya hakkında metafizik ve ontolojik tartışmalar olduğunu söylüyor. 

 
Gene Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir’in Cemal Kafadar’la yaptıkları  hoş sohbet bir yazı elimin altındaydı. Çok önce denk geldiğim bir derginin sayfalarıydı ve ne yalan söyleyeyim kana kana okumuştum. Cemal Kafadar affetsin beni, işime gelenler  aklımda kalmış ne yazık ki…  Aslında daha ne  muhabbetler vardı anlatamam. “Rüya gibi her hatıra, her yaşantı bana…” şarkı sözleri üzerine  ya da ne bileyim Osmanlı’nın kuruluşuyla ilgili rüya muhabbetleri vardı mesela. Hani Osman Gazi, şeyh Ede Balı’nın evinde misafir oluyor. Şeyhinin evinde gece uykudayken bir rüya görüyor.  Rüyasında ay doğuyor, geliyor, Osman Gazi'nin göğsüne giriyor. Oradan bir ulu çınar doğuyor ve yükseliyor hani… Şeyh Ede Balı bu rüyayı  Osman Gazi’ye ve soyuna dünya saltanatının müjdelendiği şeklinde yorumluyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcı  böyle oluyor diye anlatılır ya duymuşsundur illa ki. Aslında Roma imparatorluğuyla ilgili de böyle bir rüya hikayesi varmış biliyor musun? Sonra Osmanlı’nın en rüya seven sultanı III. Murat'mış mesela… Cemal Kafadar III. Murat’la ilgili ne rüyalar anlatıyordu anlatamam sana… İyi ama neden bunlar okul derslerinde anlatılmıyor?  Neyse… Yazdıkça yazıyorum. Keseyim bence burda… Dalmayayım daha fazla... En son gene bu yazıda okuduğum  ve akıl defterime not ettiğim şu dizelerle son vereyim bari yazıma… Biraz karamsarca olacak ama... Ne bileyim? Bunu not etmişim. Hayırdır inşallah! “Rüya bütün çektiğimiz… Rüya kahrım, rüya zindan… Nasıl da yılları buldu… Bir mısra dolu maceram..”


27 Mart 2011 Pazar

Evliya Çelebi Ve Vampir Folkloru


Hiç aklıma gelmezdi hiç. Ne mi gelmezdi? Evliya Çelebi’nin vampirlerden söz edeceği tabii. Bak şimdi. Geçenlerde değerli Tarihçimiz Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabını alsam diye aklımdan geçiriyordum ki baktım Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir’in Cemal Kafadar’la yaptıkları bir röportaj var. Hemen ilgiyle okumaya başladım. Söyleşide Cemal Kafadar Evliya Çelebi’den bahsetmiyor mu? Üstelik ne diyor biliyor musun? Seyahate çıkmayı düşünen biri, eğer daha önce Evliya Çelebi’nin dolaştığı coğrafyalara gidecekse, mutlaka yanında Çelebi'nin Seyahatnamesini götürmeliymiş. Evliya Çelebi’nin çok ilginç ve renkli tespitleri varmış. Nasıl hoşuma gitti bu durum anlatamam. Evliya Çelebi'yi niye şimdiye kadar okumayı ihmal ettim ki?

Bir aralar Cemal Kafadar Vampir folkloruyla ilgilenmiş. Vampir folklorunun tarihinin çok ilginç olduğunu söylüyor. Vampir folkloru 17. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış. 18. yüzyılda yazılı kültüre, 19. yüzyılda ise edebi kültüre geçiyor. Günümüzde ise malum. Sağım solum önüm arkam vampir. Niye? Sakın Edward'la Bella'nın aşklarını duymadım deme! Günümüzün vampir tipi artık Edward! Eski vampirler gibi korkutucu, soğuk, çirkin değil. Yakışıklı mı yakışıklı! Hatırlasana Alacakaranlık’ın Edwad’ını… Bütün kızlar hem filmlerine, hem kendine bayılıyorlar. Ya kitaplar.. Yediden yetmişe tüm kızların elinde.. Günümüzün vampirinden kimse korkmuyor yani.. Ah! "Gelse benim boynuma dişlerini geçirse keşke!" diyen kaç kız duydum biliyor musun? Boyunlarını uzatacaklar neredeyse… Tövbe tövbe…


Neyse... Dönelim Tarihçimiz Cemal Kafadar'ın anlattıklarıyla bizim Evliya Çelebi’mize… Osmanlı zamanlarındayız. Ruslar, Lehler, Çekler, Slavlar vampir hikayeleri ile çalkalanıyor. Osmanlı coğrafyasında Macaristan, Sırbistan taraflarında da bu söylentiler çok yaygın. Batı ilgiyle tıp ve hukuk literatüründe böyle bir şey olabilir mi diye kafa patlatıyor. Bir kısmı olur, bir kısmı olmaz diyor. Vampir folkloru Müslüman folklorunde pek rağbet görmemiş gibi sanılıyor sanılmasına ama Hristiyanlarla iç içe yaşıyorlar ya etkileniyorlar kimi durumlardan. Bak şimdi. Bir gün Edirne taraflarından bir köyden, köylüler kadıya başvuruyorlar. Son zamanlarda mezarlarını kazılmış buluyorlarmış. Hristiyan komşuları vampir diye bir şeyden bahsediyorlarmış. Bu vampirler mezarlarından çıkarlarmış da insanlara musallat olurlarmış. Hatta bu Hristiyan komşular şöyle bir çare öneriyorlarmış. “Mezarı kazacaksınız, cesedi çıkaracaksınız, kafasını kesip ayağının önüne koyacaksınız, bir de göğsüne kazık çakacaksınız.” diyorlarmış. İslamiyette mezarı açmak, cesedi kurcalamak doğru değildir tabi ki. Haşır neşir zamanı denilen, insanların hesaba çekileceği ve durumuna göre cennete ya da cehenneme dağıtılacağı zamana kadar bedeninin bütün olarak kalmasına inanıldığı için “ Olur mu böyle bir şey?” diye Kadı’ya soruyor. Evliya Çelebi anlatıyormuş bunları. Ne hoş değil mi? Kadı düşünüyor taşınıyor, eski fetvaları karıştırıyor. Sonunda bir fetva buluyor. Eski fetva vampirden değil ama hortlaktan bahsediyormuş. Ve 150 yıl öncesine aitmiş bu bulduğu fetva. Demek ki Müslümanlarda da kulaktan kulağa da gelse, böyle bir vampir folkloru bir biçimde var. Amcamın ben küçükken anlattığı, hem korkup yerime sinerek dinlediğim, hem de tuhaf bir haz aldığım hikayeleri aklıma geldi. Aslında bir ara yazmıştım Hayal Kahvem'e. Evvel zaman içinde.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini hemen edinebilsem keşke. Cemal Kafadar’ın iki arkadaşı Arnavutluk’u Evliya Çelebi’nin kitabı ellerinde gezmişler. Çelebi kendisine garip gelen, kendisini şaşırtan adetleri tek tek anlatıyormuş. Çelebi’nin tespitleriye onun dolaştığı coğrafyalarda gezinmek müthiş olmalı. Evliya Çelebi 1611 de doğmuş. Yani seneye 400. doğum günü kutlanacak. 400 yıl önce yazılanlardan söz ediyoruz. İnanılacak gibi değil. Delikanlıyken İstanbul’u yana yakıla dolaşıyormuş ve nasıl cihan gezgini olurum diye hayaller kuruyormuş. Babasına haber vermeden Bursa’ya gidince, o zaman ki seyahat şartlarını düşününsene, kimbilir kaç günde gidip gelmiştir İstanbul’dan Bursa’ya? O vakitler 18-19 yaşlarındaymış. Dönüşte babasından sıkı bir tokat yiyiyor. Çok üzülüyor, kırılıyor ama sonra babasıyla sıkı bir pazarlığa girişiyor. Seyahatten vazgeçemeyeceğini anlatıyor. Babasını ikna etmiş olmalı ki ondan sonra seyahatlerine başlıyor. Ölümü hakkında kesin bir şey söylenmemekle birlikte 2. Viyana Kuşatması’nı yazdığı için 1683 den sonra öldüğü düşünülüyor. Cemal Kafadar Evliya Çelebi ile ilgili o kadar güzel ve ilginç şeyler anlatmış ki, inan içimdeki merak duygusu depreşti. Nasıl durur otururum ben şimdi? Hemen edinmeliyim Evliya Çelebi’nin Seyahatmanesi’ni… Ben Evliya Çelebi’nin akrabalarından biri olabilir miyim ki? Kendime o kadar yakın hissettim. Sanki benim büyük büyük büyük büyük babammış gibi. (01.03.2010)

11 Mart 2011 Cuma

tarih çalışıyorum.. küçük dünya tarihi..


hep söylerim.. öğrencilik hayatımda bir defa ikmale kaldım.. hangi dersti biliyor musun.. tarih..  yıllar sonra reşat ekrem koçu'nun kitaplarını okudum.. iç çeke çeke "keşke daha önce bileydim.. keşke daha önce reşat ekrem koçu'yu öğreneydim.. keşke reşat ekrem koçu benim tarih öğretmenim olaydı" dedim..  ya peki cemal kafadar.. söyler misin tarih profösörü cemal kafadar benim tarih öğretmenim olaydı, ben de tarih uzmanı kesilmez miydim.. hem de nasıl tarihçi olurdum.. kesin.. ya peki metin üstündağ.. metin üstündağ'ın küçük dünya tarihini ilk okuduğumda..  hiç unutmam.. kitabı yüreğime bastırdım.. gözlerimi kapattım..  tarih üzerine hayallere daldım.. ister misin küçük dünya tarihi'nden bazı bölümleri yazayım buraya..  

aşk-meşk tarihi: cam yok.. sır yok.. ayna yok.. bir sabah, bir ilk insan, bir ilk sudaki, ilk aksinin, susuz da görünenini aramış, durmuş.. bir başka bir ilk sabah, bir başka ilk insanda kendi suretini görmüş.. sonra gökten üç elma düşmüş, ikisi bunların başına, biri ayva kıvamındaymış

uygarlık tarihi: ayşegül tatilde, değil henüz.. cin ali, hep savaşıyor.. ayşegül, asker yolu gözlüyor.. cin ali geliyor, ayşegül ile evleniyorlar.. üç tane çocukları oluyor.. ve onlara hamlet, don kişot, adolf hitler adlarını koyuyorlar.. sonra, üç tane de düşükleri oluyor.. pinokyo, polyanna ve gorbaçov adlarını koyuyorlar bu düşüklere de.. haber bültenimiz yayına hazırlandığı sırada, hayat ve uygarlık devam ediyor ve içimiz bir hoş oluyordu

düşünce tarihi: hayata geçmeyen, geçemeyen, bir türlü eylem hali'ne gelemeyen fikirler gün gelmiş - çatmış, düşünce suçu ya da geyik muhabbeti haline dönüşmüşler.. sonra insanlar, giderek içerisinde "ne, kim, nasıl, nerede, ne zaman, niçin, niye, ne kadar" gibi soruları barındırmayan uzun cümleler kurmaya başlamışlar.. sonra ne olmuş, hiç kimse hatırlamıyormuş

felsefe tarihi: ne söylesen hoş, ne söylesen boş

bilinmeyen sinemalar tarihi: "öküz'ün trene baktığı gibi bakma" derler ya.. tren, öküz sineması'ysa ya.. lokomotif, jenerik ve vagonlar da film kareleriyse.. henüz ne olup bittiği bilinemiyor

türkü tarihi: cep telefonu'nun tellerine, kuşlar mı konmaz'mış

ayrılıklar tarihi: herkes aşık olabilir.. asıl mühim olan insan gibi ayrılmasını bilmekmiş galiba

Metin Üstündağ

26 Şubat 2011 Cumartesi

Zenginlik, Mal, Mülk Neye Yarar? Elimde Dergi Olmayınca...


Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar.. Kitaplığımda kitaplar olmayınca.. Altın, gümüş, pırlanta, zümrüt, sedef, yakutla... Kim mutlu olmuş dünyada... Bir tek kitap... Bir dergi, bir şiir... Sevdalı bir tek bakış yeter banaaa... Yeter valla... Bir dakika... Nerden geldim ben şimdi bu Sezen Aksu şarkısına? Haaa... Tamam... Diyecektim ki... Kitap sever biri olduğum gibi tuhaf bir şekilde dergiciyim. Haftalık mizah dergilerinden tut da erkek dergilerine kadar  her türlü sevdiğim dergileri karıştırmayı, okumayı severim. Ammmaa.. Sürekli takibinde olduğum dergilerim vardır benim. Yazıyor adlı dergi sözgelimi. Yoo... Bu dergi çarşıda satılmıyor. Abone olunuyor.  Konuşan Kadın, Erkekler Cennetinde Son Tango, Yedinci, Yeni Sevgili adlı romanlarını okuduğum Halil Gökhan'ın dergisi bu.  Yazıyor'a çıkacağını duyduğum ilk günden abone oldum. Bu ayki dergi dün elime geldi. İlham üzerine nefis yazılar silsilesi çarptı beni. Özel ve farklı bir tarzı var Yazıyor'un. Şimdi  derginin sonundaki Sadık Yemni ve Halil Gökhan ropörtajını okumaya  sıra geldi. İki  sevdiğim yazar bakalım ne muhabbetler yapmışlar? Merakımı kışkırttı. İlgiyle okuyacağım. Yazıyor dergisi ile ilgili paylaşım adresini vermek istiyorum. http://www.yaziyordergi.com/dergi.htm


Olmaz olsun tek dikilmiş ağacım... Elimde kitap oldukça... Neye yarar olsa da altın tacım... Yanımda  bir dergi olmayınca... Tamam. takıldı ya bu şarkı ağzıma...  Artık bütün gün döner döner söylerim. Bir +Bir adlı dergiyi bilir misin? Son günlerde epeyce gündemdeydi. Neden? D&R bütün şubelerinde bu derginin satışını yasaklamış ya hani... Ne kızmıştım D&R'a anlatamam. Bizim şehirde bu dergi satılmıyor maalesef ve ben Bir+Bir'in tam manasıyla hastasıyım. Tarihçimiz Profesör Doktor Cemal Kafadar'ı tanımam tamamen Bir+Bir dergisindeki sohbetleri sebebiyledir. Bu ayki sayısını henüz satın alamadım. Umarım tükenmemiştir. Çünkü tarzını çok seviyorum. İnan bana yazılarını acayip özlüyorum. Söylesene... Altın, gümüş, pırlanta, zümrüt, sedef, yakutla, kim mutlu olmuş dünyada... Ama dergiyle... Kitapla... Seni bilmem ama... Ben çok mutlu oluyorum valla.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken...


Aşağıdaki yazımı Temmuz ayında yazmıştım.  Sanırım Cemal Kafadar'ı  bir bahar akşamı kitapçıdaki dergide tanımış ve izini sürmeye başlamıştım. Bu hafta gazetelerde okudum. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük ödüllerinden Tarih ödülü Profesör Doktor Cemal Kafadar'a verilmiş. Ne kadar sevindim anlatamam. Hele sevgili Tarih profesörümüzün teşekkür konuşmasında, Haliç'e yeni köprü yapılması düşüncesinin  yeniden gözden geçirilmesini istediğini okuyunca minnet duydum kendisine. Onun şerefine bu yazımı tekrar Hayal Kahvem'e koymak ve okumak istedim. Okuyalım mı birlikte?

İşteee... Uzun zamandır okumak istediğim Cemal Kafadar'ın "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken" adlı kitabı nihayet elimde. Çok şükür! Cemal Kafadar bir Tarih profesörü. Tuhaf bir durumum var. Öğrencilik hayatımda bir kez ikmale kaldım. O ders neydi biliyor musun? Tarih. Hiç sevmezdim Tarih derslerini öğrenciyken. Artık benden mi tarih öğretmenleri yüzünden mi? Ne desem bilemiyorum. Ne fena! Nasıl pişmanlık duyuyorum bir bilsen.

Neyse, şimdi anlatmak istediğim başka bir şey. Kimi zaman kitapçılara gittiğimde, istediğim her kitabı istediğim her dergiyi satın alamıyorum ya... Para yeter mi o kadar kitap-dergi almaya? Öde babam öde.. Bi de nasıl pahalıdırlar  mübarekler... İkinci el satın aldığım kitaplar ve dergiler yanında, kimi zaman dumanı yeni tüten, taze matbaa mürekkebi kokan kitapları okumak istiyor işte bünyem. Kıydım yine paraya, aldım Cemal Kafadar'ın kitabını. Şarkıcı, sinema ya da tv oyuncuları haydi bir de futbolcuları eklersem, onları biliriz anca... Nerden bilebiliriz, Cemal Kafadar'ın adını? Hele tarihle ilgimiz yoksa... Mümkün mü meşhur olmak memlekette bir acayiplik yapmazsan? Koca koca kitaplar yazmış, araştırmalar yapmış insanları bilmeyiz, iki şarkı söylemiş, üç gol kovalamış insanları biliriz. Hem de baş tacı yaparız haa... Aman Yarabbim! Ne kadar adaletsiz gelir bu durum anlatamam. Peki ben Cemal Kafadar'ı nereden duydum? Gene bir gün kitapçıda bir dergi karıştırıyordum. Bu dergilerden birinde bir ropörtajına rastlamıştım. Hatta o okuduğum yazıyı eve gelince Hayal Kahvem'e yazmıştım. Evliya Çelebi ve vampirler ile ilgili bir sohbetti. Çok ilgimi çekmişti. Aynı röpörtajda bu kitabın adı geçiyordu. Kitap adıyla vurmuştu beni... "Kim var imiş biz burada yoğ iken." Kitabın adı müthişti.

 

Kitap Karacaoğlan'ın bir şiiriyle başlıyor. Şiir, kitaba isim olan "Kim var imiş biz burada yoğ iken" cümlesiyleyle bitiyor. Yazının giriş bölümünde Yunus Emre ve Karacaoğlan'la ilgili bir küçük mukayese yer alıyor. Misal, bu mısrada olduğu gibi, Karacaoğlan bizden önce yaşayanlara seslenirken, Yunus Emre bizden sonra kalanlara selam ediyor. "Biz bu ilden gider olduk, kalanlara selam olsun" diyor. Yunus'un aklındaki ölüm, Karacaoğlan'ın ise hayat... İşte burada devreye Tarihçi Cemal Kafadar giriyor. "Tarih yok olanla değil, bir zamanlar var olanla ilgilidir." diyor. Ölmüşler ama bir zamanlar vardılar. Demek Tarih biz yoğ iken var olanlarla ilgileniyor. Ne hoş bir tanımlama değil mi?

Dönüp tarihe bakıyoruz ve onların yok olduklarını düşünmüyoruz da, bir vakitler var olduklarını düşünüyoruz. Anlatabiliyor muyum? Bak şimdi.. Dönüp geçmişi seyrediyoruz. İşte tam orada onlar varlar, orada yok olan aslında bizleriz. Geçmişin tecrübelerini duyumsayabilmek için onları anlamamız gerekiyor. İşte Cemal Kafadar burada Ahmet Hamdi Tanpınar'dan örnek veriyor. "İnsan kalbi başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nispetinde açıktır." sözünü misal gösteriyor. Bir Tarihçide edebiyat donanımı olduğunu hissetmek ne keyifli! Cemal Kafadar "İnsanların hayata nasıl anlam ve zevk, derinlik ve eğlence kattıklarını, kendilerine özerk yaşama ve ifade alanları açtıklarını, üreticiliklerini ve yaratıcılıklarını sergilediklerini, hınzırlıklarını ve heregeleliklerini anlamak da bu işin parçası, ama tosladıkları ve ördükleri duvarları, çektikleri ve çektirdikleri kahırları unutmadan." nedir bu dünyanın hali, nedir bu insanlığın çilesi sorularının peşi sıra gitmenin insanı tarihle ilgilenmeye götüreceğini söylüyor.

Daha kitabın başındayım. Bu kitap "kim varmış?"sorusuyla Osmanlının 16. ve 17. yüzyılda yaşamış, dört "sıradan insanı" nın tahmin etmediğimiz özelliklerini anlatıyor. Yeniçeri, tüccar, derviş ve hatun. Bu insanlar artık sıradan değiller tabii. Bu kitaba konu olmakla, tarihe mal oluyorlar ve artık "seçilmiş insanlar" oluyorlar.  

Cemal Kafadar önsözde "Tarihçi, bir romancı veya bir tiyatro-sinema oyuncusu gibidir. Nasıl ki oyuncu kendini kah mahpus kah zindancı rolünde bulacak ve sıra hangisindeyse bu kişilikleri içinde bir yerlerde tanıyarak yansıtmaya çalışacaksa, tarihçi de hem aşkı, hem maşuku, hem çöpçatanı, hem kıskananı anlamak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Dil(ler) bilecektir, ama her şeyden önce okumayı bilecektir, okurken başkalarının sesine kulak vermeyi bilecektir. Duygu ve duyarlılıklarını anlamak isteyecektir." deyip nereye atlıyor biliyor musun? Oğuz Atay'a! Ve edebiyat okumayı öneriyor. O paragrafı nasıl bağlıyor peki?

Fransız Devrimi üzerine pek çok kitap yazılmışken, en çok sivrilen Michelet'in kitabı olunca, bunun nedenini kendisine sormuşlar. Bil bakalım ne demiş? "Ben daha çok sevdim." demiş. Ne hoş! Romantik bir tarihçinin kitabı demek daha çok satıyor. Cemal Kafadar, buradan Cemal Süreya'ya, oradan Selvi Boylum Al Yazmalı'ya geçince, bu kitap benim için artık sadece tarih kitabı olmaktan çıkar, buram buram edebiyat kokar... Şimdi bu kitap koklaya koklaya okunmaz mı sorarım sana? Sorarım valla...

Allahım, iyi ki dergileri karıştırıyorum  kitapçıda... Hemen okumalıyım bu kitabı hemen... Hem tarih hem edebiyatı bir arada, bir daha  ne zaman bulurum ki ben? Heyy! Merak etme... Anlatırım mutlaka devamını. Dayanabilir miyim anlatmadan! Fakat bu kitabı alıp okuman lazım, eğer benden bir tavsiye istersen!

21 Ekim 2010 Perşembe

"Gam Defetmek" Diye Bir Şey Duymuş Muydun Daha Önce?


Cemal Kafadar'ın tam manasıyla izini sürüyorum. O nerde ben orada... Hakkında yazılan bütün yazıları okuma gayretindeyim.  Cemal Kafadar kim peki? Şarkı söylüyor da klipleri mi var? Yook! Dizi filmler çevirmiş de televizyonda mı oynuyor? Yook! Peki bir futbol takımına milyonlarca dolarla transfer edilmiş bir oyuncu ya da kaleci mi? Yook, değil!  Peki çetrefilli özel hayatı sebebiyle gazetelerin baş sayfasına konu  mu oldu? Aslaaa...  O zaman nerden bileceğiz Cemal Kafadar'ı değil mi? Oysa bilinmelidir. Türk tarihi profesörüdür. Ben nereden biliyorum peki? Bu kadar görüntü, ses ve yazı  kalabalıklığı arasında kendisini tanımam tamamen tesadüfidir. Kitapçılarda dergileri karıştırmayı seviyorum ya, dergilerden birinde denk gelmiştim. Sonra "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken" adlı kitabını kitapçılarda çokça aramıştım. Evliya Çelebi hakkında yazılarını okumuştum. Hatta Hayal Kahvem'e yazmıştım. İşte burada.... 

 
Bazı kelimelerin melodisini çok severim diye bir yazı yazmıştım daha önce...  Burada... Severim gerçekten. Şimdi yeni bir kelime üzerinde yazı yazmaya çalışacağım. Ve referansım Cemal Kafadar olacak. Melosini ve anlamını çok sevdiğim ve artık eskisi kadar kullanmadığımız bir kelime bu... "Gam"... Ne hoş bir kelime değil mi? Okuyunca kalpten vuruyor insanı... Yüksel Göktürk ve Ulaş Özdemir'in Cemal Kafadar'la yaptığı bir söyleşide, blues müziği hakkında birşeyler anlatıyordu.  Günümüzde Türkçede blues'a en yakın kelimenin "efkar" olduğunu söylüyordu. Ama aşık edebiyatında ve kahvelerin yayıldığın dönemlerden bahsedilirse, en önemli kelime neymiş biliyor musun? "Gam"... O duygu içinde Osmanlıların en çok kullandıkları kelimeymiş "gam"... İnsanların ruhi ve zihni sorunlarından bahsederken "Ah!Gam var onda!" denirmiş. İşte bunları okudum ya o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Şiirlerde de çok geçermiş bu kelime... Bak şimdi... "Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürur...  Olmaz bir hanede mihman mihman üstüne" demiş Rasih Efendi sözgelimi...  Bayıldım bu dizelere... Sürur sevinç demekmiş... Bir hanede misafir misafir üstüne olmaz. "Sen şimdilik gelme sevinç, gönlümde gam var, bırak ben önce gamla helalleşeyim." demekmiş. Ne güzel! Müzikte gam kelimesi kullanılır ya, buradan gelip gelmediğini bilmediğini söylüyor Cemal Kafadar.  "Ama olabilir, duygu perdelerimiz bir yerde perde değil mi müzikte" diyor.  Gam çok kritik bir kavrammış. Eskiden gam defetmek için fıkra anlatmak adeti varmış. Hatta 16. yüzyılda yazılmış  açık saçık bir fıkra kitabı varmış. Adı neymiş bu kitabın biliyor musun? "Gam Defeden"...  Onu "Blues Buster" diye çeviriyormuş Cemal Kafadar. Niye? Çocuklar "ghost buster" lafını bildiği için.  Sonra gamla ilgili sözlerine şöyle son veriyor... Diyor ki: "Hem felsefi, hem sosyolojik tarafıyla insanların değişik bağlamlarda nasıl bir gam hissettiğini bilmek bir tarihçi için müthiş olurdu.  Müzik tam oraya giriyor, damardan giriyor yani." 



Sana bir şey söyleyeyim mi, öğrenim hayatımda bir kez ikmale kaldım. O derste Tarih'ti... Bakar mısın koskoca profösörün yaptığına? Hem tarih anlatıyor. Hem tarih dersinin içine müzik ve edebiyat katıyor. Keşke daha çok yazsa ve televizyon programları yapsa Cemal Kafadar. Çünkü tarih deyince yüreğime çöreklenen gamı kolaylıkla defediyor. Ben Cemal Kafadar'ı takip etmeyeyim de kim mi takip edeyim söyler misin? Şimdi var ya, canım  fena halde Jimi Hendrix'i dinlemek istiyor.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Evliya Çelebi Ve Vampir Folkloru

 
Hiç aklıma gelmezdi hiç. Ne mi gelmezdi? Evliya Çelebi’nin vampirlerden söz edeceği tabii. Bak şimdi. Geçenlerde değerli Tarihçimiz Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabını alsam diye aklımdan geçiriyordum ki baktım Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir’in Cemal Kafadar’la yaptıkları bir röportaj var. Hemen ilgiyle okumaya başladım. Söyleşide Cemal Kafadar Evliya Çelebi’den bahsetmiyor mu? Üstelik ne diyor biliyor musun? Seyahate çıkmayı düşünen biri, eğer daha önce Evliya Çelebi’nin dolaştığı coğrafyalara gidecekse, mutlaka yanında Çelebi'nin Seyahatnamesini götürmeliymiş. Evliya Çelebi’nin çok ilginç ve renkli tespitleri varmış. Nasıl hoşuma gitti bu durum anlatamam. Evliya Çelebi'yi niye şimdiye kadar okumayı ihmal ettim ki?
 
 
Bir aralar Cemal Kafadar Vampir folkloruyla ilgilenmiş. Vampir folklorunun tarihinin çok ilginç olduğunu söylüyor. Vampir folkloru 17. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış. 18. yüzyılda yazılı kültüre, 19. yüzyılda ise edebi kültüre geçiyor. Günümüzde ise malum. Sağım solum önüm arkam vampir. Niye? Sakın Edward'la Bella'nın aşklarını duymadım deme! Günümüzün vampir tipi artık Edward! Eski vampirler gibi korkutucu, soğuk, çirkin değil. Yakışıklı mı yakışıklı! Hatırlasana Alacakaranlık’ın Edwad’ını… Bütün kızlar hem filmlerine, hem kendine bayılıyorlar. Ya kitaplar.. Yediden yetmişe tüm kızların elinde.. Günümüzün vampirinden kimse korkmuyor yani.. Ah! "Gelse benim boynuma dişlerini geçirse keşke!" diyen kaç kız duydum biliyor musun? Boyunlarını uzatacaklar neredeyse… Tövbe tövbe…

 
Neyse... Dönelim Tarihçimiz Cemal Kafadar'ın anlattıklarıyla bizim Evliya Çelebi’mize… Osmanlı zamanlarındayız. Ruslar, Lehler, Çekler, Slavlar vampir hikayeleri ile çalkalanıyor. Osmanlı coğrafyasında Macaristan, Sırbistan taraflarında da bu söylentiler çok yaygın. Batı ilgiyle tıp ve hukuk literatüründe böyle bir şey olabilir mi diye kafa patlatıyor. Bir kısmı olur, bir kısmı olmaz diyor. Vampir folkloru Müslüman folklorunde pek rağbet görmemiş gibi sanılıyor sanılmasına ama Hristiyanlarla iç içe yaşıyorlar ya etkileniyorlar kimi durumlardan. Bak şimdi. Bir gün Edirne taraflarından bir köyden, köylüler kadıya başvuruyorlar. Son zamanlarda mezarlarını kazılmış buluyorlarmış. Hristiyan komşuları vampir diye bir şeyden bahsediyorlarmış. Bu vampirler mezarlarından çıkarlarmış da insanlara musallat olurlarmış. Hatta bu Hristiyan komşular şöyle bir çare öneriyorlarmış. “Mezarı kazacaksınız, cesedi çıkaracaksınız, kafasını kesip ayağının önüne koyacaksınız, bir de göğsüne kazık çakacaksınız.” diyorlarmış. İslamiyette mezarı açmak, cesedi kurcalamak doğru değildir tabi ki. Haşır neşir zamanı denilen, insanların hesaba çekileceği ve durumuna göre cennete ya da cehenneme dağıtılacağı zamana kadar bedeninin bütün olarak kalmasına inanıldığı için “ Olur mu böyle bir şey?” diye Kadı’ya soruyor. Evliya Çelebi anlatıyormuş bunları. Ne hoş değil mi? Kadı düşünüyor taşınıyor, eski fetvaları karıştırıyor. Sonunda bir fetva buluyor. Eski fetva vampirden değil ama hortlaktan bahsediyormuş. Ve 150 yıl öncesine aitmiş bu bulduğu fetva. Demek ki Müslümanlarda da kulaktan kulağa da gelse, böyle bir vampir folkloru bir biçimde var. Amcamın ben küçükken anlattığı, hem korkup yerime sinerek dinlediğim, hem de tuhaf bir haz aldığım hikayeleri aklıma geldi. Aslında bir ara yazmıştım Hayal Kahvem'e. Evvel zaman içinde.
 
 
Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini hemen edinebilsem keşke. Cemal Kafadar’ın iki arkadaşı Arnavutluk’u Evliya Çelebi’nin kitabı ellerinde gezmişler. Çelebi kendisine garip gelen, kendisini şaşırtan adetleri tek tek anlatıyormuş. Çelebi’nin tespitleriye onun dolaştığı coğrafyalarda gezinmek müthiş olmalı. Evliya Çelebi 1611 de doğmuş. Yani seneye 400. doğum günü kutlanacak. 400 yıl önce yazılanlardan söz ediyoruz. İnanılacak gibi değil. Delikanlıyken İstanbul’u yana yakıla dolaşıyormuş ve nasıl cihan gezgini olurum diye hayaller kuruyormuş. Babasına haber vermeden Bursa’ya gidince, o zaman ki seyahat şartlarını düşününsene, kimbilir kaç günde gidip gelmiştir İstanbul’dan Bursa’ya? O vakitler 18-19 yaşlarındaymış. Dönüşte babasından sıkı bir tokat yiyiyor. Çok üzülüyor, kırılıyor ama sonra babasıyla sıkı bir pazarlığa girişiyor. Seyahatten vazgeçemeyeceğini anlatıyor. Babasını ikna etmiş olmalı ki ondan sonra seyahatlerine başlıyor. Ölümü hakkında kesin bir şey söylenmemekle birlikte 2. Viyana Kuşatması’nı yazdığı için 1683 den sonra öldüğü düşünülüyor. Cemal Kafadar Evliya Çelebi ile ilgili o kadar güzel ve ilginç şeyler anlatmış ki, inan içimdeki merak duygusu depreşti. Nasıl durur otururum ben şimdi? Hemen edinmeliyim Evliya Çelebi’nin Seyahatmanesi’ni… Ben Evliya Çelebi’nin akrabalarından biri olabilir miyim ki? Kendime o kadar yakın hissettim. Sanki benim büyük büyük büyük büyük babammış gibi. (01.03.2010)

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken..


İşteee... Uzun zamandır okumak istediğim Cemal Kafadar'ın "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken" adlı kitabı nihayet elimde. Çok şükür! Cemal Kafadar bir Tarih profesörü. Tuhaf bir durumum var. Öğrencilik hayatımda bir kez ikmale kaldım. O ders neydi biliyor musun? Tarih. Hiç sevmezdim Tarih derslerini öğrenciyken. Artık benden mi tarih öğretmenleri yüzünden mi? Ne desem bilemiyorum. Ne kötü! Nasıl pişmanlık duyuyorum bir bilsen. Neyse, şimdi anlatmak istediğim başka bir şey. 

Kimi zaman kitapçılara gittiğimde, istediğim her kitabı istediğim her dergiyi satın alamıyorum ya... Para yeter mi o kadar kitap-dergi almaya? Öde babam öde.. Bir de nasıl pahalıdırlar mübarekler. İkinci el satın aldığım kitaplar ve dergiler yanında, kimi zaman dumanı yeni tüten, taze matbaa mürekkebi kokan kitapları okumak istiyor işte bünyem. Kıydım yine paraya, aldım Cemal Kafadar'ın kitabını. Şarkıcı, sinema ya da tv oyuncuları haydi bir de futbolcuları eklersem, onları biliriz anca... Nerden bilebiliriz,Cemal Kafadar'ın adını? Hele tarihle ilgimiz yoksa... Mümkün mü meşhur olmak memlekette bir acayiplik yapmazsan? Koca koca kitaplar yazmış, araştırmalar yapmış insanları bilmeyiz, iki şarkı söylemiş, üç gol kovalamış insanları biliriz. Bir de baş tacı yaparız haa... Aman Yarabbim! Ne kadar adaletsiz gelir bu durum anlatamam. Peki ben Cemal Kafadar'ı nereden duydum? Gene bir gün kitapçıda bir dergi karıştırıyordum. Almayıp gizli gizli okuyup, yerine bırakacağım dergilerden birinde bir ropörtajına denk gelmiştim. Hatta o okuduğum yazıyı eve gelince Hayal Kahvem'e yazmıştım. Evliya Çelebi ve vampirler ile ilgili bir sohbetti. Çok ilgimi çekmişti. Aynı röpörtajda bu kitabın adı geçiyordu. Kitap adıyla resmen beni vurmuştu. "Kim var imiş biz burada yoğ iken." Kitabın adı müthişti.



Kitap Karacaoğlan'ın bir şiiriyle başlıyor. Şiir, kitaba isim olan "Kim var imiş biz burada yoğ iken" cümlesiylesiyle bitiyor. Yazının giriş bölümünde Yunus Emre ve Karacaoğlan'la ilgili bir küçük mukayese yer alıyor. Misal, bu mısrada olduğu gibi, Karacaoğlan bizden önce yaşayanlara seslenirken, Yunus Emre bizden sonra kalanlara selam ediyor. "Biz bu ilden gider olduk, kalanlara selam olsun" diyor. Yunus'un aklındaki ölüm, Karacaoğlan'ın ise hayat... İşte burada devreye Tarihçi Cemal Kafadar giriyor. "Tarih yok olanla değil, bir zamanlar var olanla ilgilidir." diyor. Ölmüşler ama bir zamanlar vardılar. Demek Tarih biz yoğ iken var olanlarla ilgileniyor. Ne hoş bir tanımlama değil mi? Dönüp tarihe bakıyoruz ve onların yok olduklarını düşünmüyoruz da, bir vakitler var olduklarını düşünüyoruz. Anlatabiliyor muyum?

Bak şimdi.. Dönüp geçmişi seyrediyoruz. İşte tam orada onlar varlar, orada yok olan aslında bizleriz. Geçmişin tecrübelerini duyumsayabilmek için onları anlamamız gerekiyor. İşte Cemal Kafadar burada Ahmet Hamdi Tanpınar'dan örnek veriyor. "İnsan kalbi başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nispetinde açıktır." sözünü misal gösteriyor. Bir Tarihçinin edebiyat donanımı olduğunu hissetmek ne keyifli! Cemal Kafadar " İnsanların hayata nasıl anlam ve zevk, derinlik ve eğlence kattıklarını, kendilerine özerk yaşama ve ifade alanları açtıklarını, üreticiliklerini ve yaratıcılıklarını sergilediklerini, hınzırlıklarını ve heregeleliklerini anlamak da bu işin parçası, ama tosladıkları ve ördükleri duvarları, çektikleri ve çektirdikleri kahırları unutmadan." nedir bu dünyanın hali, nedir bu insanlığın çilesi sorularının peşi sıra gitmenin insanı tarihle ilgilenmeye götüreceğini söylüyor.

Daha kitabın başındayım. Bu kitap "kim varmış?"sorusuyla Osmanlının 16. ve 17. yüzyılda yaşamış, dört "sıradan insanı" nın tahmin etmediğimiz özelliklerini anlatıyor. Yeniçeri, tüccar, derviş ve hatun. Bu insanlar artık sıradan değiller tabii. Bu kitaba konu olmakla, tarihe mal oluyorlar ve artık "seçilmiş insanlar" oluyorlar. Cemal Kafadar önsözde "Tarihçi, bir romancı veya bir tiyatro-sinema oyuncusu gibidir. Nasıl ki oyuncu kendini kah mahpus kah zindancı rolünde bulacak ve sıra hangisindeyse bu kişilikleri içinde bir yerlerde tanıyarak yansıtmaya çalışacaksa, tarihçi de hem aşkı, hem maşuku, hem çöpçatanı, hem kıskananı anlamak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Dil(ler) bilecektir, ama her şeyden önce okumayı bilecektir, okurken başkalarının sesine kulak vermeyi bilecektir. Duygu ve duyarlılıklarını anlamak isteyecektir." deyip nereye atlıyor biliyor musun? Oğuz Atay'a! Ve edebiyat okumayı öneriyor.

O paragrafı nasıl bağlıyor peki? Fransız Devrimi üzerine pek çok kitap yazılmışken, en çok sivrilen Michelet'in kitabı olunca, bunun nedenini kendisine sormuşlar. Bil bakalım ne demiş? "Ben daha çok sevdim." demiş. Ne hoş! Romantik bir tarihçinin kitabı demek daha çok satıyor. Cemal Kafadar, buradan Cemal Süreya'ya, oradan Selvi Boylum Al Yazmalı'ya geçince, bu kitap benim için artık sadece tarih kitabı olmaktan çıkar, buram buram edebiyat kokar... Şimdi bu kitap koklaya koklaya okunmaz mı sorarım sana? Sorarım valla... Allahım, iyi ki kaçak-gizli dergi okumuşum kitapçıda... Hangi dergiydi ki o acaba? Pahalı mıydı ki? Neden kıyamadım almadım ki o dergiyi? Hemen okumalıyım bu kitabı hemen... Hem tarih hem edebiyatı bir arada, bir daha, ne zaman bulurum ki ben? Heyy! Merak etme... Anlatırım mutlaka devamını. Dayanabilir miyim anlatmadan! Fakat bu kitabı alıp okuman lazım, eğer benden bir tavsiye istersen!

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Evliya Çelebi ve Vampir Folkloru

Hiç aklıma gelmezdi hiç. Ne mi gelmezdi? Evliya Çelebi’nin vampirlerden söz edeceği tabii. Bak şimdi. Geçenlerde değerli Tarihçimiz Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabını alsam diye aklımdan geçiriyordum ki baktım Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir’in Cemal Kafadar’la yaptıkları bir röportaj var. Hemen ilgiyle okumaya başladım. Söyleşide Cemal Kafadar Evliya Çelebi’den bahsetmiyor mu? Üstelik ne diyor biliyor musun? Seyahate çıkmayı düşünen biri, eğer daha önce Evliya Çelebi’nin dolaştığı coğrafyalara gidecekse, mutlaka yanında Çelebi'nin Seyahatnamesini götürmeliymiş. Evliya Çelebi’nin çok ilginç ve renkli tespitleri varmış. Nasıl hoşuma gitti bu durum anlatamam. Evliya Çelebi'yi niye şimdiye kadar okumayı ihmal ettim ki?

Bir aralar Cemal Kafadar Vampir folkloruyla ilgilenmiş. Vampir folklorunun tarihinin çok ilginç olduğunu söylüyor. Vampir folkloru 17. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış. 18. yüzyılda yazılı kültüre, 19. yüzyılda ise edebi kültüre geçiyor. Günümüzde ise malum. Sağım solum önüm arkam vampir. Niye? Sakın Edward'la Bella'nın aşklarını duymadım deme! Günümüzün vampir tipi artık Edward! Eski vampirler gibi korkutucu, soğuk, çirkin değil. Yakışıklı mı yakışıklı! Hatırlasana Alacakaranlık’ın Edwad’ını… Bütün kızlar hem filmlerine, hem kendine bayılıyorlar. Ya kitaplar.. Yediden yetmişe tüm kızların elinde.. Günümüzün vampirinden kimse korkmuyor yani.. Ah! "Gelse benim boynuma dişlerini geçirse keşke!" diyen kaç kız duydum biliyor musun? Boyunlarını uzatacaklar neredeyse… Tövbe tövbe…

Neyse... Dönelim Tarihçimiz Cemal Kafadar'ın anlattıklarıyla bizim Evliya Çelebi’mize… Osmanlı zamanlarındayız. Ruslar, Lehler, Çekler, Slavlar vampir hikayeleri ile çalkalanıyor. Osmanlı coğrafyasında Macaristan, Sırbistan taraflarında da bu söylentiler çok yaygın. Batı ilgiyle tıp ve hukuk literatüründe böyle bir şey olabilir mi diye kafa patlatıyor. Bir kısmı olur, bir kısmı olmaz diyor. Vampir folkloru Müslüman folklorunde pek rağbet görmemiş gibi sanılıyor sanılmasına ama Hristiyanlarla iç içe yaşıyorlar ya etkileniyorlar kimi durumlardan. Bak şimdi. Bir gün Edirne taraflarından bir köyden, köylüler kadıya başvuruyorlar. Son zamanlarda mezarlarını kazılmış buluyorlarmış. Hristiyan komşuları vampir diye bir şeyden bahsediyorlarmış. Bu vampirler mezarlarından çıkarlarmış da insanlara musallat olurlarmış. Hatta bu Hristiyan komşular şöyle bir çare öneriyorlarmış. “Mezarı kazacaksınız, cesedi çıkaracaksınız, kafasını kesip ayağının önüne koyacaksınız, bir de göğsüne kazık çakacaksınız.” diyorlarmış. İslamiyette mezarı açmak, cesedi kurcalamak doğru değildir tabi ki. Haşır neşir zamanı denilen, insanların hesaba çekileceği ve durumuna göre cennete ya da cehenneme dağıtılacağı zamana kadar bedeninin bütün olarak kalmasına inanıldığı için “ Olur mu böyle bir şey?” diye Kadı’ya soruyor. Evliya Çelebi anlatıyormuş bunları. Ne hoş değil mi? Kadı düşünüyor taşınıyor, eski fetvaları karıştırıyor. Sonunda bir fetva buluyor. Eski fetva vampirden değil ama hortlaktan bahsediyormuş. Ve 150 yıl öncesine aitmiş bu bulduğu fetva. Demek ki Müslümanlarda da kulaktan kulağa da gelse, böyle bir vampir folkloru bir biçimde var. Amcamın ben küçükken anlattığı, hem korkup yerime sinerek dinlediğim, hem de tuhaf bir haz aldığım hikayeleri aklıma geldi. Aslında bir ara yazmıştım Hayal Kahvem'e. Evvel zaman içinde.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini hemen edinebilsem keşke. Cemal Kafadar’ın iki arkadaşı Arnavutluk’u Evliya Çelebi’nin kitabı ellerinde gezmişler. Çelebi kendisine garip gelen, kendisini şaşırtan adetleri tek tek anlatıyormuş. Çelebi’nin tespitleriye onun dolaştığı coğrafyalarda gezinmek müthiş olmalı. Evliya Çelebi 1611 de doğmuş. Yani seneye 400. doğum günü kutlanacak. 400 yıl önce yazılanlardan söz ediyoruz. İnanılacak gibi değil. Delikanlıyken İstanbul’u yana yakıla dolaşıyormuş ve nasıl cihan gezgini olurum diye hayaller kuruyormuş. Babasına haber vermeden Bursa’ya gidince, o zaman ki seyahat şartlarını düşününsene, kimbilir kaç günde gidip gelmiştir İstanbul’dan Bursa’ya? O vakitler 18-19 yaşlarındaymış. Dönüşte babasından sıkı bir tokat yiyiyor. Çok üzülüyor, kırılıyor ama sonra babasıyla sıkı bir pazarlığa girişiyor. Seyahatten vazgeçemeyeceğini anlatıyor. Babasını ikna etmiş olmalı ki ondan sonra seyahatlerine başlıyor. Ölümü hakkında kesin bir şey söylenmemekle birlikte 2. Viyana Kuşatması’nı yazdığı için 1683 den sonra öldüğü düşünülüyor. Cemal Kafadar Evliya Çelebi ile ilgili o kadar güzel ve ilginç şeyler anlatmış ki, inan içimdeki merak duygusu depreşti. Nasıl durur otururum ben şimdi? Hemen edinmeliyim Evliya Çelebi’nin Seyahatmanesi’ni… Ben Evliya Çelebi’nin akrabalarından biri olabilir miyim ki? Kendime o kadar yakın hissettim. Sanki benim büyük büyük büyük büyük babammış gibi…