12 Ağustos 2010 Perşembe

Sakin Bir Derenin..İçindeymişik.. Yeşilmişik.. Sazmışık..




Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
Tutmuşum tutmuşum ellerinden senin

Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin
İçindeymişik yeşilmişik sazmışık

Balıklar gibiymiş sessiz ve karanlık
Yüzermiş saçların yüzermiş nefesin
Susarmışız öyle bir sakin derenin
İçindeymişik yeşilmişik sazmışık

CAN YÜCEL




Can Yücel 11 yıl önce bugün, 73 yaşında bizlere veda etmiş.. Ağustos ayındayız.. Mevsim yaz.. Eee.. Mevsim gereğini illa ki yapacak.. Madem hava çok sıcak.. Ne yapalım, nasıl analım Can Yücel'i öyleyse? Can Yücel'in ferahlık veren bir şiiri ve Tayfun Topraktepe'nin Karadeniz serin dere görüntülü fotoğraflarıyla hem büyük şairimizi analım hem de sanatla serinleyelim istedim. Böyle işte.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

En Güzel Kış, Kış Mevsiminde Mi Yaşanır Sence?

Düşünsene... En güzel kış, kış mevsiminde mi yaşanır sence? Yoo! En güzel kış, yaz mevsiminde kışı hayal etmekle yaşanır! En güzel kış, yaz mevsiminin bunaltan sıcağında, kışı hatırladığımız zamanlarda yaşanır. Ben, kışı soğuğu değil, cehennem misali yaz günlerinde; kışı, soğuğu, rüzgarı düşünmenin içimde uyandırdığı hisleri seviyorum.

Özlemişim Seni Akıdeşşş!



Hani geçen kış bağlama çalmaya heves ettiğimi anlatmıştım hatırlıyor musun? Sonundan yakalamıştım da Kocaeli Belediyesi'nin ücretsiz bağlama kursuna, iki ay haftada bir gün üç saat devam etmiştim.. Bir bağlama almam gerekiyordu tabii.. İzmit'teki müzik evine bağlama almak niyetiyle girmiştim. Envai çeşit bağlama vardı.. Kimini elime almıştım. Kimini uzaktan seyretmiştim. Nedense hiç biri içime sinmemişti. Tam bağlama almaktan vazgeçip dışarıya çıkıyordum ki onu görmüştüm. Tüm bağlamaların arkasında, akça pakça ve kızıl saçlı bir güzel adeta bana bakmış ve muzipçe tebessüm etmişti.. O, tebesüm edip gülümseyince bana, bir an elime almaktan korkmuştumda, görevliye o bağlamayı parmağımla işaret etmiştim. Görevli bana tebessüm ettiğini düşündüğüm bağlamayı, gizlendiği yerden çıkarıp elime vermişti. Görevli bağlamayı gizlendiği yerden çıkarıp bana verince, bağlamanın sapından resmen elime bir enerji geçmişti. O enerji sanki gidip gönlüme çöreklenmişti.. Evet.. Evet.. Sahiden çöküp kalmıştı gönlüme... Diyebilirim ki bağdaş kurmuştu çöküp kaldığı yere.. Bağlamanın sapından elime geçen enerji, gönlüme bağdaş kurup yerleşince, bu bağlamadan vazgeçememiştim işte. Demiştim ki görevliye :" Ben bu bağlamayı alacağım!" Bu bağlamayı inan ki ben seçmemiştim. Adeta o beni seçmişti. Yemin ediyorum resmen karşıdan bana bakıp gülümsemişti. Bana gülümseyen bağlama, bağdaş kurup yerleşince gönlüme, kulağına eğilip, sessizce "Gönüül" diye seslenmiştim. Tam kulağına eğilip, nedense "Gönüül!" diye seslenince, parmağım değmemiş miydi bağlamanın tellerine? Parmağım değince bağlamanın tellerine, bağlamanın tellerinden bir ses çıkmıştı tabii.. Bağlamanın tellerinden ses çıkacaktı elbette. Ama bu ses farklıydı diğerlerinden. Nasıl anlatsam sana? Biliyorum gene inanmayacaksın bana. "Bağlama canlı mı?" diyeceksin hatta... İster inan, ister inanma... Çıkan ses resmen "Al beni!" demişti. Dayanamayıp almıştım ve bağlamamın adını Gönül koymuştum. Sonra Gönül'le türkülerin menzilinde gezinmeye başlamıştım.. Kursta üç- dört türkü çalmayı öğrenmedim değil, öğrenmiştim.. Sonra kurs bitti.. Biz köyde oturuyoruz ama yaz gelince daha serin olur diye köyün köyündeki eve göçmüştük.. Gönül köyümüzdeki evde kalmıştı.. Gönül'ü yalnızlık hissetmesin diye kitaplığın rafına dayamış bırakmıştım.. Anlayacağın Gönül'ü kitaplarıma emanet etmiştim.. İki aydır elime almamıştım Gönül'ü iyi mi? Mübarek Ramazan ayına ulaştık çok şükür. Benim ofiste köyde olunca, köyün köyünden köyümüzdeki eve gerisin geri göçtük.. Eve geldim ki .. O ne? Bizim kız dayanmış kütüphaneye.. Nasıl nazlı nazlı bakıyor öyle.. Hımm.. Acaba bana küstü mü, diye düşündüm.. Çekine çekine aldım elime.. Okşadım usulca sırtını şöylee.. Kara tezeneyi vurdum tellerine.. fa mi fa re mi dooo / mi remi re do re sii / Heyyy! Şu Metris'in önü bir uzun alan / Bir tek seni sevdim gerisi yalan.. Off! Aynısı oldu gene.. Nedir bu? Sanki bağlamanın tellerinden notalar tek tek ses olup çıkıyor... Çıkıyor da damardan damardan ezgi olup giriyor... Gidiyor... Gidiyor... Gidiyor... Tokmağın çana vurması gibi yüreğimi "çııınnn" diye titretiyor. Şahane bir şey bu.. Eğildim Gönül'ün kulağına.. "Özlemişim seni akıdeşşş" dedim. "Bu yılda kaldığımız yerden devam ederiz inşallah.." Şu Metris'in önüüüü... Bir uzun alannn.. Bir tek seni sevdimmm.. Gerisi yalannn.. Gerisi yalannn..

10 Ağustos 2010 Salı

Merdivenle... Akşamdan Suya Varmak...

Ne zaman ki asansöre binmeyeyim... Merdivenlerden yürüyerek çıkayım ya da ineyim.. Edebiyat derslerinde okuduğumuz, Ahmet Haşim'in Merdiven adlı şiirinin, ezberimde kalan üç dizesini hatırlarım: "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak..." O kadar.. Sonra Ahmet Haşim hakkında bildiklerim, adeta merdiven basamaklarına tek tek düşer. Mesela Mina Urgan anılarını anlattığı kitabında, Ahmet Haşim'in aslında pek yakışıklı değil de çok zeki biri olduğundan bahseder.. Gözlerinden fışkıran zekanın Ahmet Haşim'i nasıl güzelleştirdiğini yazar. Neden Edebiyat derslerinde böyle konulardan bahsetmezler de sadece yazarların kitap isimlerini ezberletirler? Arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu anlatırmış; Ahmet Haşim ağzıyla değil de, mavi gözlerinin ucundan gülümsermiş sözgelimi... Bu çok hoş bir anlatım üslubu değil mi? Gelgelelim Ahmet Haşim kendini asla yakışıklı bulmazmış. Bilakis çok çirkin olduğunu düşünürmüş.. Annesini altı yaşında yitirmiş. Şiirlerinin çok hüzünlü olmasının bir nedeni küçük yaşta öksüz kalması olabilir mi? Kimbilir? Kitaplıktaki Piyale adlı kitabına baktım şimdi. Annesi için yazdığı şiirlerine baktım... Sensiz adlı şiiri şöyle başlıyor: "Annemle karanlık geceler bazı çıkardık, Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık." Hüzün dolu şiirleri... Ahmet Haşim'in Galatasaray Lisesi ve Hukuk Fakültesi mezunu olduğunu, 1885 ve 1933 yılları arasında yaşadığını, şimdi sanal ansiklopediden bakıp yazdım. Asıl benim anlatmak istediğim yazarla ilgili başka bir özellik.

Ahmet Haşim var ya, yemeği çok severmiş. Gerçek bir gurmeymiş. Güzel yemekten fazlasıyla haz alırmış. Fakat hayatının sonuna doğru hastalanınca perhiz yapmaya mahkum edilmiş. Yemeğin lezzetine varmış biri için, ne feci bir durum değil mi? Değil işte... Şair ne yapmış bu durumda peki? Gurmeliğinin yönünü yemekten suya çevirmiş. Nasıl mı? Şöyle... Evinde muhtelif şişelerde, İstanbul'un muhtelif kaynak sularından örnekler bulundururmuş. Hamidiye, Taşdelen, Çamlıca, Kısıklı, Halkalı vesaire... Ahmet Haşim bu sular hakkında uzman olmuş. Kaynak suların arasındaki tat değişikliklerini çok iyi farkedebiliyormuş. Herhangi birinden bardağa konan suyun, hangi kaynak suyuna ait olduğunu kolaylıkla anlayabiliyormuş. Bu da çok hoş değil mi? Ahmet Haşim... Yemeğin hayata anlam katan en güzel keyiflerden biri olduğunu çok iyi biliyor. Ama hasta ya şimdi. Diyete mahkum. O zaman kendine boğazdan geçen başka bir keyif buluyor. Su. Sanki suyun tadı hep aynıymış gibi düşünürüz değil mi? Değil işte... Yazar su tadlarındaki farklılıkların keşfine çıkmış o hastalık zamanlarında.. Ne ilginç.. Ve her kaynak suyunun farklı lezzeti var tabii ki... Bu kez de sudaki tat değişikliklerinden keyif alıyor. Ve şiirlerini yazmaya devam ediyor: "Akşam,yine akşam, yine akşam, Bir sırma kemerdir suya baksam, Akşam, yine akşam, yine akşam, Göllerde bu dem bir kamış olsam!" diyor.

NOT :1.Fotoğraf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Martin Eden'den Meskalin'e...




Bu hafta sonu Jack London'un Martin Eden adlı kitabıyla haşır neşirdim.. Aslında uzun zamandır bu kitabı okumaya niyetliydim. Fakat bir türlü yolumuz kesişmedi.. Şeytanın bacağını kırdım nihayet.. Okumaya başladım.. Allahım bu ne tatlı bir kitap! Bayıldım.. Bayıldım.. Çok kızdım kendime.. Dedim: "Daha önce neden Martin Eden'i okumadım ki?" Sonra gene kendim teskin ettim kendimi.. Dedim.. "Herşeyin bir yeri ve vakti var demek ki!" Kitapların da öyle.. Niye merak etmiştim bu kitabı biliyor musun? Konusu ilgimi çekmişti. Genç bir adamın, kendinden eğitimli, zengin, yaşça büyük bir kıza aşık olması ve sebep ne olursa olsun asıl mühim tarafı yazar olma yolunda verdiği inanılmaz mücadeleydi.. Aslında bu kitap yarı otobiografik bir romandı. Yani kitabın yazarı Jack London kendi hayatıyla paralelik kurarak bu romanı yazıya geçirmişti.. Daha bitiremedim.. Bu akşam bitiririm kesin.. Jack London 1877 yılında doğmuş ve 1916 yılında ölmüş Amerikalı gazeteci ve yazar.. Hayatını bir okusan sanal ansiklopedide, kim bilir kaç roman çıkar.. Hani hayatı roman olabilecek insanlar var ya, onlardan biri de Jack London işte.. Hayatı öyle böyle değil yani..


Aslında benim yazmak istediğim ne Jack London'ın hayatı ne de Martin Eden adlı romanı.. Benim anlatmak istediğim bambaşka bir şey.. Bak şimdi.. Murathan Mungan'ın bir kitabı vardır. Bilmem bilir misin? Adı Meskalin 60 draje.. Yazarın "kafa açıcı" ya da "kafa yapıcı" diye nitelendirdiği, gazete ve dergilerde yazdığı kimi yazılarını biriktirdirdiği yazılar bunlar.. Hap gibi.. Kafan bir konuya mı takıldı? Bak prospektüsüne.. Varsa içinde.. Oku.. Yut yani ilaç niyetine.. İşte bu kitabın yutulacak bir hapının adı "Yetenek Bakım İster" adlı bölümü.. Bu bölümde özetle şöyle şeyler anlatır.. Şimdi... Bilirsin... Bir çok kişi yetenek Allah vergisi der ve yeteneği hep ellerinin altında tutabilecekleri şey zannederler.. Allah'ın hiç bir vergisi sonsuz olmaz der yazar.. Her konuda olduğu gibi yetenek bakım, geliştirmek, canlı tutulmak ister.. "Doğru kullanılmayan yetenek, bir süre sonra kuru bir tekniğe dönüşerek, varlığını koruduğu izlenimi uyandırabilir. Oysa çoktan tükenip gitmiştir. Türkiye bu anlamda bir Yetenekler Mezarlığı'dır. Erken doğmuş, çabuk ölmüş, kötü kullanılmış, savrulup gitmiş büyük bir yetenekler mezarlığı."



Şimdi nerden geldin Martin Eden'den, Murathan Mungan'ın Meskalin'ine diyeceksin? Hımm.. Martin Eden yetenekli bir yazar.. Ama yetenek yetmiyor ki insana.. Geliştirmek, üzerine itina ile titremek gerekiyor.. Martin Eden yazma yeteneği olan biri.. Kendini geliştirmek için sarfettiği çabayı görmek için işte bu romanı mutlaka okumak gerekiyor.. Tamam, tutkulu bir aşk durumu, Martin Eden'i çok ama çok okumaya ve yazmaya sevkediyor.. Fakat yokluklar ve zor çalışma şartları içinde, kitap okuyarak ve her fırsatta yazarak, nerelerden nerelere geliyor şahit olmak lazım gerçekten.. Daha romanın ortalarındayım.. Nasıl akıcı bir dil, nasıl sevimli bir anlatımı var anlatamam sana.. Murathan Mungan Meskalin'deki "Yetenek bakım ister" başlıklı bölümü, yeteneklerinin üzerine titremeleri gerektiğini düşündüğü, kendilerini koruma altına almalarına inandığı bir kaç kişi ve henüz tanımadığı diğerleri için yazdığını söylüyor.. Ben de aynı hislerle Martin Eden'in okunması gerektiğini söylemek istedim.. Gene karıştırdım mı? Yoksa anlatmak istediğimi yeterince anlatabildim mi?

“Günde üç dört bin kelime yazayım dersem, gerektiği gibi çalışmış olmayacağımı biliyorum. İyi bir yazı, kalemi hokkaya daldırıp daldırıp yazılmaz. Bir duvar örermiş gibi, taş üstüne taş yerleştirircesine, neyi nereye koyacağını bilmelidir insan.”


8 Ağustos 2010 Pazar

Bana Bir Masal Oya...

Bana bir masal anlat Oya
İçinde bütün oyunlarım
Kurtla kuzu olsun şekerle bal
Bana bir masal anlat Oya
İçinde denizler balıklar
Yağmurla kar olsun güneşle ay
Anlatırken tut elimi
Uykuya dalıp gitsem bile
Bırakıp gitme sakın beni
Bana bir masal anlat Oya
İçinde tüm sevdiklerim
İçinde İstanbul olsun

8 Ağustos arkadaşım Oya'nın doğum günü ve 7 Ağustos akşamı Sapanca Kırkpınar'daki anfi tiyatroda Yeni Türkü'nün konseri vardı. Rica etseydim bir gün sonraya alırlar mıydı acaba konserlerini? Hımm.. Olsun biz de bir gün önceden başlarız arkadaşımın doğum gününü kutlamaya öyle değil mi? Sordum "Gidelim mi konsere?" diye.. "Boşver!" dedi Oya. Hiç duymadım cevabını hiiç.. Anlamazca ve ilgisizce dillerini sular seller gibi bilirim, duyduğum işime gelmeyince.. Neyse.. Bileti alınca nasıl olsa gelecekti. Aldım biletleri. Altı kişi gideceğiz. İtiraz etmek mümkün mü? Değil tabi ki! Gittik! Yeni Türkü 30.yılını kutluyor ve ben de Oya'yla 30 yıllık arkadaşlığımı.. Çifte kavrulmuş lokum değil de nedir bu? Kutlanmaz mı yani? Demek ki hem Oya hem Yeni Türkü hayatımın son 30 yılına damgalarını vurmuşlar. Oya benim arkadaşım.. Dostum.. Hayatta tanıdığım en güzel insanlardan biri. Bazı insanlar vardır, var olmaları içinizi ısıtır ya hani. Oya öyle harikulade biri. Ya reçellerine ne demeli? Oy oy oy! Hatırladım gene.. Ömrümde hiç reçel yapmamışsam, Oya'dır nedeni. Kabiliyetlerimi geliştirmemi engelledi mi peki? Doğru engelledi. Ama damak zevkimi zenginleştirdi. Buna ne demeli?

Yeni Türkü şarkılarının sevdalısıyım ben. Bayılırım. Hayal Kahvem'de defalarca yazmışlığım vardır şarkı sözlerini. O gece olağanüstü bir performans sergiledi Yeni Türkü. Hem Oya hem Derya Köroğlu hiç yaşlanmayacaklar mı Allah aşkına? Yaş alıyorlar almasına yaş alıyorlar da, mümkün değil yaşlanmıyorlar.. Şahane bir konserle hem Oya'nın yeni yaşını, hem dostluğumuzun 30. yılını, Yeni Türkü'nün 30.yılında, Yeni Türkü'nün muhteşem şarkılarıyla, hepberaber kutladık.. Oya ile şarkılardan fal tuttuk gene... Benim şansıma "Delilerden sen anlarsın" çıktı. Deliririm sahiden bu şarkıya... Oya'ya ise "Sevmek bir çok şeyi göze almaktır." Şahane bir mehtap vardı gökyüzünde. Ilık esintili bir yaz gecesiydi. Nasıl söyledik bağıra bağıra şarkıları... Yaşananlara inatla... "Olmasa mektubun yazdıkların olmasa! "diye.. Ya da "Aşk yeniden, Akdeniz'in tuzu gibi aşk yeniden" diye, ya da "Sakın çıkma patika yollara, ovalara, kırlara" ya da "O kadar sevdim ki resmini işte bugün konuştu benle" diye "Ya içinde olmalısın çemberin yada dışında yer alacaksın" veya "Başka türlü birşey benim istediğim ne ağaca benzer ne de buluta"... Çoğu muhteşem Can Yücel ve Murathan Mungan dizeleri, harikulade Akdeniz ezgileri olan şarkılar... Tüm yüreğimizle söyledik. Hep birlikte...

Bu yazıyı geçen yıl yazmıştım.. Aynı hislerle gene Hayal Kahvem'e koydum..

Bana bir masal anlat Oya... İçinde tüm sevdiklerim... İçinde İstanbul olsun! Nice yaşlara canım! Sağlıkla!

7 Ağustos 2010 Cumartesi

"İstanbul'da Değilseniz, Boşuna Kürek Çekmektesiniz."


Bak ne anlatacağım.. Gene bir itirafım var.. Bu gidişle Hayal Kahvem sayesinde, gizli kapaklı hiç bir halim kalmayacak sanıyorum.. Dinle bak.. Benim var ya, ne vakit İstanbul'daki kitapçıya gitsem, satın almadığım her defasında bir bölümünü özellikle kitapçıda okuduğum bir kitap vardır, biliyor musun? Bu benim gizli saklı hallerimden biridir işte.. Hiç kimse bilmiyordu. İlk kez şimdi sana söyledim.. Misal, son okuduğum kitabın adı Yazarların İstanbulu'ydu.. Eğer İstanbul'la ilgiliyse, engel olamam kendime, illa ki o kitabı okumak isterim.. İşte bu kitabı satın almamıştım da, her defasında kitapçıda okuyordum. Okumadığım bir bölüm kalmıştı.. O bölümü en sona saklamıştım.. O bölümü okuyup, "gizli kitap okuma törenimi" tamamlayacaktım. İşte gene kitapçıdaydım.. Önce kitapçıyı içime çeke çeke gezindim.. Kitapların kimine karşıdan baktım.. Kimini elime alıp sayfalarında, cümlelerinin arasında dolandım.. Sonunda işte bu kitabı gene elime aldım.. Kaldığım son bölümü buldum. Hımm.. Naim Dilmener'in Boğaziçi ile ilgili yazdığı yazıyı okuyacağım. Ayağımla pufu yanıma çektim.. Oturdum.. Naim Dilmener'i nereden tanıyorum? Eskiden radyoda programları vardı. Ama halen var mı bilmiyorum.. Müzik üzerine güzel yazılar yazıyor.. Ayrıca Tersninja'da okuyordum.. Mesela o yıl en sevilen ya da sevilmeyen müzik albümlerinin listelerini veriyordu.. Son olarak da Deniz Akhan'ın Artvin Günlükleri yazılarında geçen Naim Abi muhabbetlerinden hatırlıyorum.. Neyse.. Şimdi konum Naim Dilmener değil tabii.. Bugün anlatacağım Naim Dilmener'in İstanbul hakkında yazdığı yazıyla ilgili...



Naim Dilmener kitapta kendine ayrılan bölümde, Türk popunun ilk kez bir Boğaziçi hikayesi ile yolculuğuna başladığını, Yeşilçam'ın da vazgeçilmez mekanının Boğaziçi olduğunu söyleyerek yazısına başlamış.. Fecri Ebcioğlu ilk kez yabancı şarkıya Türkçe söz yazmış ya, işte bu parça Boğaziçi ile ilgiliymiş. Bilirsin.. "Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde/tatlı bir kız yaşarmış Boğaziçi'nde." O zamanlar Şişli'deki Çatı Kulübü İlham Gencer'in kulübüymüş ve burası sanki konservatuvar gibiymiş.. Ajda Pekkan, Emel Sayın misal, bu kulüpte şarkı söylemiş. İşte Fecri Ebcioğlu ilk yazdığı Türkçe şarkı sözünü İlham Gencer'e burada dinletmiş. İlham Gencer konuyu önemsemiş. Ve ilk kez Çatı Kulüpte Türkçe sözlü şarkılar çalınmaya başlamış. Yazının devamında Ankara ve İzmir çıkışlı şarkıcı ve müzisyenlerin, eğer tanınmak istiyorlarsa nasıl illa İstanbul'a gelmeleri gerektiğini anlatıyor Naim Dilmener.. "İstanbul'da değilseniz, boşa kürek çekmektesiniz" diyor.. Müzikte parlamak için Unkapanı'nın nasıl mesken tutulması gerektiğini örneklerle anlatıyor. Sonra Atilla Özdemiroğlu ve arkadaşlarının kurduğu, İstanbul Gelişim Orkestrasına geçiyor. 1970 li yılların sonlarındayız.. Bu kez Lalezar'dayız.. İstanbul Gelişim Orkestrası ile ilgili isimlere bakıyorum ki hiç biri yabancı değil.. Şenay, Neco, Garo Mafyan, Selçuk Başar, Uğur Başar, Asım Ekren... Daha kimler kimler.. Naim Dilmener, İstanbul Gelişim Orkestrasının Türk popuna takla attırarak onun önce koşmasını, sonra da uçmasını sağladığını söylüyor.

Bundan sonra İstanbul'un nasıl şarkılara sızdığını okuyorum.. Nükhet Duru'nun "İstanbul İstanbul taşın toprağın altın, kimbilir sen ne aşklar yaşadınn!", Nilgün Atılgan'ın " Boğaz köprüsü inci gerdanlık altından geçtik kahkaha attık", Dario Moreno'nun "Ah şu İstanbul'un kızları ne şeker", Cem Karaca'dan "İstanbul'u dinliyorum", Kayahan'dan "İstanbul hatırası", hele Sezen Aksu'un "İstanbul İstanbul olalı görmedi böyle keder".. Saymakla bitmez ki Türk Pop müziğinde İstanbul ile ilgili şarkılar.. Çookk... Pek çok.. Naim Dilmener, dünyada başka hiç bir şehre bu kadar çok şarkı yazılmadığını düşünüyor. Ne Paris'e, ne Londra'ya, ne Newyork'a.. İstanbul'a gelenler kendilerini halı, incik boncuğa değil, İstanbul şarkılarına teslim etmeli diyor.. Şarkılar "yabancı kucak" değil, "ana kucağıdır" diyor.. Hele hele İstanbul'da çınlıyorsa.. Ne hoş! Kitabı usulca kapatıyorum.. İyi ki Naim Dilmener'in bölümünü en sona bırakmışım.. Ben zaten içinde İstanbul geçen şarkıların hastasıyım.. Kitap bitti ya ne yapacağım? Elimdeki kitaba şöyle bir baktım.. Merkez Yayınlarından çıkmış.. İçinde Kürşat Başar'dan, Perihan Mağden'e, Nazlı Eray'dan Buket Uzuner'e, Laife Tekin'den Celil Oker'e on iki yazarın İstanbul ile ilgili yazılarının bulunduğu bu kitabı, ben oniki kez elime almışım demek ki... Kitabı oraya, kitapçının raflarının bir köşesine bırakmak içimden gelmedi.. Kasaya gittim.. Kitabı satın aldım.. Artık Yazarların İstanbul'u benim evimde.. İşte sana gizli kapaklı bir halimi daha itiraf ettim gene.. Yaaaaa... Bende haller böyleyken böyle işte.

6 Ağustos 2010 Cuma

Yazarlar Okuyucularını Merak Etmezler Mi?

Bir keresinde gazetede, 900 bin nüfuslu Zagrep'teki, 60 bin kişilik Dinamo Zagrep stadyumunu, iki gün üst üste tıklım tıklım dolduran U2 konseri hakkında bir yazı vardı. Ne hoş bir durum bu U2 için! Konserlerine gittiğimde, şarkıcıların çok ballı olduklarını düşünürüm. Şarkıcıların CD satışlarından, ne kadar hayranları olduğu anlaşılıyordur mutlaka. Hele uluslararası ünde olan şarkıcılar, dünyanın her yerinde milyonlarca kişi tarafından dinleniyorlar. Ama asıl gösterge konserler bana göre. Düşünsene... Bir konser veriyorsun, karşında yüzlerce ya da binlerce dinleyicin... Onların gözlerinden, alkışlarından, şarkıya eşlik edişlerinden, vücut dillerinden seni ve şarkılarını ne kadar sevdiklerini anlamaz mısın? Hem de nasıl anlarsın! Düşünsene... Bilet alıp gelmişler bir açık hava konserine... Hem de kimbilir nerelerden gelmişler... Mümkün ki dünyanın değişik memleketlerinden... Sırf senin konserin için... Ne hoş bir histir kimbilir... Seyirci ile şarkıların şahane randevusu. Hele konser salonu tıklım tıklım dolmuşsa, hele konserin biletleri aylar önceden satılmışsa, hele her bir şarkıda seyirciler bangır bangır ezbere eşlik ediyorlarsa şarkılara, bundan daha büyük bir gösterge olur mu? Dinleyicilerini mest eden şarkıların, sevildiğini, ağlatıp çoşturduğunu gözlemlemenin en kestirme yolu değil midir konserler? Şarkıcılar kimbilir nasıl etkileniyorlar? Şahane bir his olmalı!

Peki yazarlar nasıl hissedecekler bu duyguları? Yazar okuyucularını merak etmez mi? Acaba okur, yazarın ilk kitabını hangi hisle almıştır? Okurun kitaba ilk yaklaşım sebebi nedir? Bunları bilmek istemez mi? Okur sessizdir... Rakamlarından bellidir kitabın memlekette ya da dünyada kaç adet satıldığı... Tamam da.. Okuyucu ne buluyor yazarın kitabında? Niye onun kitabını alıyor ve okuyor? Ezberliyor mu bazı cümlelerini mesela? Bir konser salonuna okuyucuları davet edilse ya da biletleri satılsa kaç kişi gelecektir? Ya da koca bir stadyumda okuma günü düzenlense, kaç okuyucu kitabının cümlelerine ezberden eşlik edecektir? Aynı şarkı söylermiş gibi... Mesela... Acaba yazarlar düşünürler mi böyle şeyleri? Evet, sahiden yazarlar okuyucularını merak etmezler mi? Onların hayal dünyalarını düşlemez mi? Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanının başlangıç cümlesi gibi "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." diyen bir okurunun olup olmadığını bilmek istemez mi?

Terazinin Bir Kefesinde Sil Baştan, Bir Kefesinde Başlangıç!



Şimdi söze nasıl başlasam? Acaba nasıl anlatsam? Biliyorum kimbilir ne çok gülecekler bana.. İnanmayacaklar hatta.. Bak şimdi.. Christopher Nolan'ı bilirsin.. Ünlü ingiliz yönetmen.. Ben şahsen filmlerinin hastasıyımdır.. Mesela o Batman filmlerinin güzelleri Batman Başlıyor.. Ve Batman Kara Şövalye.. Ya karısının intikamını almaya uğraşan, ama bu arada kısa sürelerle hafıza kaybı hastalığı olduğu için, yaşadıklarını hatırlamak amacıyla, polorid makine ile durumları tespit edip üzerlerine notlar yazan bir adamın gizem dolu hikayesi Akıl Defteri.. Ya peki Prestij'e ne demeli? İnan ki bu filmi tam manasıyla favorimdir.. Şaşırtıcı bir filmdir.. Bu kez bir sihirbazın karısı, gösteri sırasında ölür.. Adam gösterideki diğer sihirbaz arkadaşını suçlar.. Müthiştir.. Her biri şahane filmlerdir.. Neyse uzatmayayım, Christopher Nolan'ın son filmi Inception yani Başlangıç'ın bizim şehre geldiğini duyunca, koşa koşa sinemaya gittim ne yalan söyleyeyim.. Koltuğuma yerleştim.. Ve filmi başından sonuna beğeni ile seyrettim.. Hani sinemada tam filmin en heyecanlı yerinde ara vermiyorlar mı? Sinir oluyorum.. Benden başka filmlere ara verilmesinden muzdarip olan kimse yok mu kuzum, imza mı toplasak ne yapsak bilmiyorum.. Neyse.. Şimdi filmin eleştirilerini okudum.. Başlangıç'ı seyredenler, bu filmde hep Matrix, Ocean's Eleven ya da ne bileyim Dark City'den bir şeyler bulmuşlar.. Aynı derinlik, benzer felsefe deyip hep bu filmlerle mukayese etmişler..

Hımm.. Ben sade bir seyirciyim.. Sana bir şey söyleyeyim mi, Başlangıç bana göre var ya son zamanlarda seyrettiğim en etkili duygusal filmlerden biri.. Ben bu filmi seyrederken aklıma hep Sil Baştan adlı film geldi.. Her iki filmde de uyku halinde hafızaya müdahale var.. Sil Baştan'da hafızada istenmeyenleri silme, Başlangıç'ta ise hafızaya bilgi ekleme ya da istenilen bilgileri öğrenme çabası var.. Her ikisinde de bir şekilde uyku haline geçiliyor.. Sonraaaa... Film yeni vizyonda.. Seyretmeyenler çoktur.. Açık verip filmin büyüsünü bozmak istemiyorum.. Hımm.. Benim anlatmak istediğim ne biliyor musun? Dinle bak.. Bir şey itiraf edeceğim.. Bugün sinemada Başlangıç'ı seyrediyordum ki.. Nasıl hoş bir film.. Tamm.. Tam karısının anılara hapsedilmesi sahnesinde... O ne? İki damla yaş pıtırdamıyor mu gözümden.. İnanamadım.. "Yok artık!" dedim kendime.. "Şaşırdın mı sen?" dedim demesine ama elimde değildi ki.. Elledim.. Islanmış yanaklarım.. "Hoppala!" diyorsun değil mi? Hoppala ya.. Yooo... Christopher Nolan gene yapmış yapacağını bence.. Filmin duygusal temasını acayip etkili geçiriyor seyirciye.. Diyeceksin ki var mı bu filmi seyredip ağlayan senden başka kimse? Hımm.. Yok galiba... Ne bileyim? Tamam Başlangıç aksiyon sahneleri çok olan bir film.. Macera filmi bile denebilir.. İyi de, zaten kuru kuru romantizme karnım tok ki benim.. Valla Christopher Nolan o karmaşa, gizem , hareket içinde bir romantizm, bir duygu aktarıyor ki anlatamam sana.. Zaten diğer filmlerini de belki bu sebeple hep çok sevdim.. Duygusallığı kendi tarzında işliyor ve yeni filmlerini hasretle bekletiyor.. Elimde değil.. Artık Başlangıç benim duygusal filmler listemin başlarına eklenmiştir.. Terazinin bir kefesinde Sil Baştan.. Bir kefesinde Başlangıç.. O kadar sevdim yani bu filmi.. Bu kadar diyeyim sen anla beni..


5 Ağustos 2010 Perşembe

Ağustos Hüzünlü Bir Ay

Ağustos ayı deprem yaşayan biz Gölcük'lüler için hüzünlü bir aydır. 17 Ağustos 1999 da meydana gelen, yaklaşık 50.000 kişinin ölümüne, 100.000kişinin yaralanmasına ve 600.000 kişinin evsiz kalmasına neden olan bu büyük faciayı içinde bizzat yaşayan biri olarak, aradan on bir yıl geçse de unutmam mümkün değil. Ne kadar geçti gitti gibi düşünülse de, hayatın hiç akla gelemeyen sebeplerle, bir anda alt üst olabileceğine bizzat şahit olmak, yok olmaz bir etki bırakıyor insanın üzerinde.. İnsanlar bir anda yakınlarını, evlerini barklarını yitirebiliyor. Off.. Ömür denilen süreçte insan pek çok acıyı bir anda yaşayabiliyor. Bunca yıl geçti ya, depremin sancıları bitti sanma sakın.. Yakınlarını kaybetmekle birlikte halen bürokratik dramlarla uğraşan arkadaşlarım var. Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Okuduğum bir çizgi romandan bahsetmek istiyorum. Yalınayak Gen-Hiroşima'nın Hikayesi. Gene bir Ağustos ayı. Bu kez Türkiye'de değil, Japonya'dayız. Kocaeli'de değil, Hiroşima'dayız. Bir doğa olayı değil de, bir insanlık katliamı... Resimli Roman'ın çizeri Keije Nakazawa. Türkçeleştiren Levent Türer. Tudem yayınlarından çıkan harika bir çizgi roman.

6 Ağustos 1945 sabahı saat 8:15'de Hiroşima'nın 600 metre üstünde atom bombası patlar. Keiji Nakazawa bombanın patladığı yerden yaklaşık bir kilometre uzakta, ilkokulunun arka kapısındadır. Altı yaşındadır. Korkunç bir rüzgar ve kavurucu bir sıcaklıkla sarsılır. Hayatını okulun beton duvarına borçludur. Annesi sekiz aylık hamiledir. Patlamada evleri yıkılır. Kız kardeşi bu yıkıntı altında kalır ve ölür. Babası ve erkek kardeşi çığlıklar içinde alevlerin arasında kalırlar. Annesi kocasının ve oğlunun çığlıklarını asla unutamaz ve erken doğum yapar. Doğan kız bebek dört ay sonra ölür. Babası bir vernik ustasıdır ve geleneksel boya sanatıyla uğraşmaktadır. Nakazawa'nın babası tam bir savaş karşıtıdır ve bu sebeple hapis dahi yatmıştır . Babasının etkisi ile küçük yaşta çizmeye başlayan Nakazawa, ıssızlaşan Hiroşima'da çizgi roman çizerek mutlu olmaya çalışır. 1961 de Tokyo'ya taşınır ve profesyonel çizgi romancı olur. Hastalıkla geçen yıllardan sonra annesi 1966 da hayata gözlerini yumar. Annesinin küllerini almak için, krematoryuma giden Nakazawa, savaşı başlatan Japon askeri kanadını ve bombayı kafalarına atan Amerikalıları asla affetmeyeceğine dair kendi kendine yemin eder. Atom bombası hakkında çizgi romanlar çizmeye başlar. Yeni hikayesi Yalınayak Gen adında bir dizi çizgi roman kitapları olarak yayımlanır. Gen Japonca'da birden çok anlama gelmektedir. Bir şeyin kökü yada başlangıcı, aynı zamanda canlılık ve mutluluk kaynağı demektir. Hiroşima'nın yanmış kalıntıları üzerinde, savaşa ve nükleer silahlanmaya karşı sesini yükselten bir çocuktur Gen. Belki de yazarın kendisidir ve onun hayatıdır. Yalınayak Gen adlı çizgi romanda, hikayenin genç kahramanı Gen, bomba öncesi ve sonrası yaşamlarını, esprili bir dille anlatıyor. Çocuklar için hazırlanmış bir çizgi roman olarak düşünülmemeli. Kesinlikle küçük büyük herkesin okuyabileceği bir kitap. Son derece sürükleyici ve etkili. 1.kitap Gen'in yeni kardeşinin doğumu ile bitiyor. Devamını da mutlaka okunmalı..

140 bin kişinin ölümüne, onbinlerce insanın radyasyondan ağır şekilde etkilenmesine neden olan bu sahici olay, Hiroşima'nın yüzde 60′ını haritadan siliyor. Hiroşima'ya atılan bombadan üç gün sonra da, 9 Ağustos 1945 de Amerika, bu kez Nagazaki şehrine bomba atıyor ve ilk anda 100 bin kişiyi öldürüyor. ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombaları, toplamda 360 bin kişinin ölmesine, onbinlerce insanın da kalıcı yaralar edinmesine neden oluyor. ABD, atom bombalarını Japonya'nın 7 Aralık 1941'de Pearl Harbor Limanı’na yaptığı ve 2.400 Amerikan askeri ile 68 sivilin öldüğü baskının intikamını almak ve İkinci Dünya Savaşı’na son vermek için kullandığını açıklıyor. Nükleer silahları kullanmanın hiç bir bahanesi olamaz. Nükleer silah kullanmak ve savaşmak bir insanlık ayıbıdır. Çizgi romanları çok seviyor ve çok önemsiyorum. Yalınayak Gen, atom bombasını ve sonrasını, bir çocuğun gözünden anlatan harika bir çizgi roman. Yakın dünya tarihini bilmek ve savaşın masum insanlara yaşattığı acıları unutmamak adına bu kitap çocuklara okutulmalı ve okunmalı. Keşke 17 Ağustos 1999 depremi ile ilgili de çizgi romanlarımız olsa..


4 Ağustos 2010 Çarşamba

Haydi Masal Gibi "Gelin Pilavı" Pişirelim!

En son anlattığım kısır tarifinden sonra, okadar çok yemek tarifi talebi aldım ki anlatamam. Posta kutum doldu taştı. Sonunda "Peki!" dedim. İşte şimdi yazacağım. Bugün, özel bir törenle hazırladığım "Gelin Pilavı"nı anlatmaya karar verdim. Yemeklerimi yaparken çok özenirim. Fakat "Gelin Pilavı" çok daha özel ilgi isteyen bir yemektir. Yapacağım yemeğin adında "gelin" varsa eğer, düğüne hazırlar gibi itina ister. Bu yemek farklı bir bulgurdan, frik bulgurundan yapılır. Gelimiz frik bulguru, Güneydoğu Anadolu yöreli , hatta muhtemelen Gaziantepli'dir. Biz gelini Gaziantep'ten aldık getirdik. Getirirken de "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler/ Annesinin bir tanesini hor görmesinler/ Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim." türküsünü söylettik. Biraz ağlattık. Ama gelin hem ağlayıp hem gitmez mi? Biraz ağlamak yaraşır haspaya! Bu frik bulguru, normal bulgurlardan farklıdır. Açık yeşil renktedir. Gelinimizin kendine has bir kokusu vardır. Sanki hoş bir is kokusu... Buğday başağı daha tazeyken alınıp sazların arasına yerleştirilmiştir. Sazlar biraz yakılmıştır. Başaklara is kokusu sinmesi sağlanıp, tütsülenmiştir. Bu gelin çok özeldir. Daha yetiştirilirken özen gösterilmiştir. Yoksa burada okadar bulgur varken, neden taa memleketimin Güneydoğu yöresinin frik bulgurunu alalım gelin diye öyle değil mi? Bir de diğerlerine göre oldukça pahalıdır. Özel bir gelini düğüne hazırlarken özel bir itina göstermek gerekir. Ben bu yemeği zaten bir düğün töreni şenliği içinde hazırlarım. Bakın şöyle:


Pilav ıslatmak için kullandığım kasemi iki avucumun içine alırım. Bu kase bana, sanki akça pakça bir hanımın, gülümsediğinde oluşan, tek yanaktaki gamzesini anımsatır. Bu nedenle adı Gamze Hanım'dır. Ben bazı eşyalarıma isim veririm. Hele emektar eşyalarıma taktığım isimlerin ardına mutlaka hanım yada bey gibi saygı terimlerinden birini eklerim. Onlar benim işlerimi gören eşyalar. Saygıyı mutlaka hakederler. Kaseyi yavaşça tezgaha bırakırım. Hızlıca bırakıpta "takk!"diye çığlık atmasını asla istemem. Frik bulgurunu Gamze Hanım'ın içine itina ile yerleştiririm. Böylece "Gelin Hamamı" törenine başlamış olurum. Gelinimizin üzerine kaynar suyu korkmadan boşaltırım. Bilirim ki firik bulguru sıcak suyu çok sever. Şöyleee bir bırakır sıcak suya kendini, kirlerini döker. Rahatlar...Düğün heyecanını atar...Bir yarım saat kadar tüm sıkıntılarından kurtulmasını ve ferahlamasını beklerim.

Bu arada başka bir tenceredeki suda, bir kaç parça tavuk parçasını haşlamamam gerekmektedir. Hem suyunu hem de etini kullanacağım bu yemeğimde. Ayrıca sizde yaparmısınız bilmiyorum. Ben daima bulundururum soğutucumda... Haşlanmış bir küçük kase nohut. Eğer nohut pişireceksem biraz fazlaca nohut kaynatırım. Fazlasını dondurucuda saklarım. Hem çalıştığım hem de kırk tarakta bezim olduğu için böyle pratiklikler hayatımı kolaylaştırır. Gerekince işte böyle, elime gelirler. Yarım saat doldu ve bulgurumuz kendini şöyle bir saldı değil mi? "Olmaz ki bu kadar ama!" deriz. Şimdi kızımızı biraz kendine getirmemiz gerekir. Toparlanmalı... Düğünümüz var ya! Bir süzgeç içinde soğuk suyun altına tutmam gerekir ki toparlasın kendini. Söylerim önce ama, derim ki: "Şimdi seni soğuk su ile çok iyi yıkamalıyım. Böylece canlanmalısın öyle değil mi?" Anlar beni. Zaten gurbette... Anne yok.. Baba yok.. Ses çıkarmaz. Ne yapsın? Sessizce boyun eyer söylediklerime. Bol soğuk suyun altında çok ama çok yıkanmalıdır. Parmaklarınızla taneleri okşayarak. Bu yemeğin en önemli ipuçlarından biridir. Asla unutulmamalıdır. Çok yıkanacak. Hem de iyice... Hırpalamadan ama sefkatle...

Ateşin üzerindeki tencereye bir miktar yağ konur. Yıkanan bulgurumuzun şimdi yağlanma, zamanı gelmiştir. Tencerede sıcacık yağ içindeyken bulgur, tahta kaşıkla bir süre kavrulur. Kavrulurken mutlaka bir kere "ettehiyyatü" duası okunur. Bu duanın içinde "berekatü" geçer ya bu dua okunursa eğer, bereketli ve lezzetli olur bütün yemekler. Bu dua annemden bana vasiyettir. Her yemeğime okurum. Gerçekten okadar bereketli olur ki inanmıyorsanız deneyin! Misal, misafir geldi acele bir yemek yapacaksınız. Malzemeniz az yetmez diye düşünüyorsunuz. Bu dua ile yaparsanız göreceksiniz yemek ne demek yetmemek...Dolup dolup taşacak. Benden söylemesi... Bu dua da yemeklerimin sırlarından biridir! Sevildiğinizi bilin yani... Kapağı kapatınca yalnız hissetmesin kendini diye, Anadolu'dan bir arkadaş veririm eşliğine. Daha önce pişirip hazır ettiğim nohutları... Şöyle bir karıştırırım nohut ile bulguru beraberce. Sevinirler birbirlerini görünce... Sanki hasret giderir gibidirler. Üzerlerine nefaseti yerinde tavuk parçaları ve tavuk suyunu katarım. Biraz tuz mutlaka... Düğünümüzün tadı tuzu yerinde olsun diye... Tencerenin kapatırım kapağını... Kısarım ocağın ateşini en düşüğe... Bırakırım yavaş yavaş pişsinler diye hepbirlikte... Pilav suyunu çekince ocaktan alırım tenceremi, yandaki Nihale Hanım'ın üzerine..Kapağını açarım bakarım ki bir de ne göreyim?.. Frik bulguru, nohut ve tavuk ile tavuk suyu bir kaynaşmışlar, hemhal olmuşlar hepbirlikte... Oyy..Oyy..Oy... Bu "Gelin Pilavı" tadından yenmez... Bir de yendi mi ? Hep istenir...Vazgeçilmez!...


3 Ağustos 2010 Salı

"Yaz Uykusu" Diye Bir Şey Duydun Mu Sen?

Sana bir şey söyleyeyim mi? Bugün var ya, kolum kanadım kalkmıyor valla. Hiç bir şey yapmak istemiyorum.Hiiiç! "Bugün evden çıkasım yok, Telefonu açasım yok, Acelem var koşasım yok" modundayım. Hava sıcak mı sıcak! Pil kalır mı bende? Gitti bütün enerjim. Hemen Samanlı Dağları'nın tepesine bir kilim sermeliyim. Niye mi? Sorulur mu bana bu soru şimdi? Hayret yani! Kaç zamandır anlatıyorum ya, sıcakla aram iyi değil, durma hakkımı kullanırım yaz gelince diye... Bu nedenle işte! Sen var ya, hiç oralı değilsin benim derdimle...Hiiiç! Artık nereliysen?Kimbilir memleketin neresindesin?Dünyanın öbür ucunda, buzullarda mısın yoksa? Yapma ya! Ne olur beni de yanına alsana... Hava serinleyince, hiperaktivitem tavan yapar diye lütfen korkma... İşim gücüm, akrabam arkadaşım, konum komşum yok ki oralarda... Ne yapabilirim ki? Hiiiç! Kardan adam yaparım olsa olsa... Hımm... Belki de inadıma güneşlenmektesin. Bilirim seni bilirim.. Güneşi ne çok seversin... Yayılmışsındır kumsalda, mavi atlas iğne batmaz kalem kesmez terzi biçmez öyle mi? Ben diyeyim gökyüzü, sen de deniz... Masmavi bir dünyanın içindesin.Ohh! Keyifler keka!.. İyi haydi iyi, sevildiğini bil, sefan ola!

Ama ben var ya, yapamam asla... Dinle bak, gittik diyelim yazlığa... Herkes kısa kol, kısa paça; ben ise sanki Rahibe Teresa! Uzun kol,uzun paça... Elimde şemsiye yada... Yemin ediyorum doğru söylüyorum. Abartıyorum sanıyorsun ama... Abartmıyorum...Yeminle diyorum yaa! Böyle yazar mıyım, Allah korusun, çarpılırım valla!

Israr edenler olur bazen... "Ay!Bir kerecik çık güneşe ne olacak ki yer mi seni?" derler. Ohareyy be birader, insan biraz insaf eder! Ben keyfimden mi kıpırdamıyorum. Zaten hiperaktif huyluyum. Beni normalde bir saniye zor zaptederler. Ama olmuyor işte olmuyor, kolum kanadım kalkmıyor...

Haydi bir düşünelim seninle... Kış uykusu derler ya hani... Bazı sıcak ve soğuk kanlı hayvanların kışı uykuda yada uyuşukluk içinde geçirmesi halini bir gözünün önüne getirsene...Milyonlarca memeli, sürüngen, haşarat ve böcek bütün kış boyunca uyurlar. Sadece burda değil üstelik dünyanın her yerinde uyurlar, öyle değil mi? Kalp atışları yavaşlar... Soluk alış-verişleri azalır... Hatta zihin faaliyetleri bile durur... Donmaktan emin kovuklarına çekilirler de tostoparlak olarak derin bir kış uykusuna yatarlar, bazıları da uyuşukluk halinde geçirirler... Peki sonra havanın ısındığını nasıl bilirler? Vücutlarındaki biolojik saatlerinin alarmı, uyanma vaktinin geldiğindiğini mi bildirmektedir? Kimbilir?

Valla bu konuları araştırmak hiç mi hiç benim işim değil. Şimdi kış uykusu buysa, benim durumum da, böyle birşeyin tersi işte... Yaz uykusu hali yani... Şimdi baktım googla... İnanmıyorum ya... Yaz uykusu diye bir şey varmış biliyor musun? Hahha! Vallahi ben uyduruyorum sanıyordum... İşte buyur... "Sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bazı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme halinde geçirmesine yaz uykusu denir." Tamam... Şimdi bu durumu bana uydur...İnsanlık hali işte! Sıcak yaz günlerini atlatmak için uyku ile uyuşukluk halinde beklemedeyim. Şu anda kalp atışlarım yavaşlıyor... Evet...Evet...Hissediyorum... Soluk alış verişlerim azalmakta sanki... Hatta zihin faaliyeterim de mi duruyor neee? Tostoparlak kıvrılıyorummmm... Uyuyorummm...Pııııssss! Yaz uykusuna daldım bileee! Sonbaharda görüşmek üzereee!..

Simon & Garfunkel - You Can Call Me Al İle Güne Başlamak..



DUYURU: Bloğa müzik ekleme konusunda yardıma ihtiyacım var. Yok mu gönüllü öğretici:)

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Öyleyse Biri Eski Yazıyla, Sağdan Sola Yazsın Beni..



Ilık bir yaz gecesiydi. O beldedeydim. Çıktım kendimden önce.. Gene kaçmak istedim. Sahil boyu yürüdüm. Sonra dağlara vurdum. Ağaçlara baktım tek tek.. Yapraklara dokundum.. "Meyvesi tek kuş olan, ağaç altına oturdum." Cırcır böceklerinin sesini dinledim. Bir keltenkele taşın altından başını çıkardı, gördü beni. Gözümüm içine baktı. Ürkütmekten korkar gibi, gövdesini geri çekti. Gülümsedim. Sırtımı dayadım ağaca.. Başımı gökyüzüne çevirdim. Şimdi buracıkta kalsam, dedim. Bir ağaç olsam misal.. Bir ot, bir zeytin dalı, bir yaprak.. Karınca oluversem.. Karışıversem doğaya keşke.. İçimden geldi.. Dünyaya "Heyy!" diye seslendim. Rüzgar nasıl nazlı nazlı esiyordu. Tam hülyaya dalmak üzereydim ki ansızın onu gördüm.

O, "tuğralı alnıyla, eski bir berat gibi avunan solgun yüzüyle, zaman zaman aynaya bakan hüzünle, soyunun mutlaka son temsilcisiydi.. Kuş tokmaklı, asma kilitli tahta kapılardan geçmişe geçerdi.

Onunla iki kişiydik. Daha doğrusu bana öyle gelirdi. Tam olarak bilmiyorum, ilk ne zaman seslendi. Sanırım bir akşam durup dururken apansız çağırdı beni.

- "Hey ahbap; niye düştün yollara kaçacak bir yer yok ki!" dedi.
- "Olmasın ne çıkar, yoruyorum ya peşimdekini," dedim.

Muhacirlik günlerinden kalma, sanki yetim biriydi. Oluruna bırakmış her şeyi. Kararsız ve tedirgin boğazımda, rastlantıyla isimsiz bir ot gibi bitiverdi.

Bazen karıştırırdım, onunla kendi sesimi. Susar yeniden başlardım söze, çünkü yüzüme uygun değildi. Ama o kurnaz ve çocukça biraz da, hep benim sesime gizlenirdi. Bir ses ki için için diplerde derinlerde şimdi. Bekliyor sırasını sabırla, seçerek sözcüklerini. Çıkmak için gün ışığına, hazırlıyor konuşmaya kendini.

-"Hey ahbap, bu acı var ya kuş olsan kaçırmaz seni," dedi.
-"Öyleyse biri eski yazıyla, sağdan sola yazsın beni." dedim.

Onunla bir kişiydik, iki kişi gibi. Benden ona, ondan bana, ince bir kanalla geçirildi. Biledi paslı direncimi umutsuzlukla... Ve beni hiç terk etmedi. "


AÇIKLAMA: İlk paragrafı yazmaya başladım ki sonuna doğru, Metin Altıok'un İki Kişi Gibi adlı şiiri aklıma geldi. Şiiri düz yazıya dönüştürdüm ve ikinci paragrafta benim cümlelerimin peşi sıra ekledim. Nur içinde yatsın. Şair umarım affeder beni.

İlk paragraftaki cümlenin orijinali "Tek meyvesi kuş olan ağaç altında uyudum." dur ve Metin Üstündağ'a aittir.

Görüldüğü gibi okur, sevdiği yazar ve şairlerin cümleleriyle böyle oynar durur.

Dedikodu Baldan Tatlı...Ballandıra Ballandıra Mı Anlatmalı?

Bilirsin bu tip haberlerle hiç işim olmaz benim. Bir gün okudun mu Hayal Kahvem'de böyle bir yazı? Hemen karar verme o nedenle? Bi dinle... Ne olacak ki? Bugün dedikodu yapmak istedi canım seninle.. Ne var? Her gün şiir, öykü, yazar, kitap konuşacak değiliz ya.. Sosyeteden konuşalım arada.. Haydi.. Ayaklarımızı topluyormuşuz.. Karşılıklı oturuyormuşuz.. Heyy! Ellerimizde ne olsa? Hımm.. Ne olsa? Ben kahve içmeden duramam bilirsin.. Haydi ellerimizde yandan çarklı Türk kahveleri.. Dedikodu yapıyormuşuz ballandıra ballandıra... Tamamm.. Böyle işte... Dinle... Dilek Önder'in gazetedeki köşe yazısından laf açıyorum. Sosyeteden bir erkeğin, kız arkadaşıyla yakalanması haberini sana anlatıyorum. Fotoğrafı da var gazetede üstelik.. Gösteriyorum. Denizdeler. Bir teknede. Kız arkadaşı erkeğin kulağına sanki bir şey söylemekte.. Bize ne değil mi? Bize ne? Haklısın.. Köşe yazarı hanım, bu haberin ucunu, yakalanan adamın verdiği tepkiden tutmuş da.. İlgim o sebepten.. Dinle.. Erkek teknede kız arkadaşı ile görüntülenmiş ya, "O kadın arkadaşı ben de tanımıyorum" demiş. Süper! diyor yazan.. "Şey kadar teknede, şeyinin dibindeki kadını tanımıyor," diyor.. Hatta sormuşlar "Kadın size sarılmış gibi görünüyor," diye.. Erkeğin cevabı ilginç... "Evet, öyle görünüyor ama gerçek öyle değil. Dikkat ederseniz o arkamda duruyor, ben kendimi çekiyorum." Yazanın bu cevaba tepkisi şöyle.. "Gelin inanalım." Hımm.. Benim seninle bu haberi konuşma sebebim, işte duydukları karşısında gösterdiği yazanın bu tepkisidir. Aslında sana bir şey söyleyeyim mi, hiç işim olmaz böyle haberlerle.. Sahiden.. Bak öyle yüzüme bakıp, muzip muzip gülme.. Niye anlatıyorum öyleyse öyle mi? İşte bu tepkiyi okuyunca aklıma Cem Yılmaz geldi de ondan.. O fotoğrafı görüp, ardından Erkeğin söylediklerini duysaydı Cem Yılmaz ne derdi? Düşün bakalım ne derdi?

Erkekler yalan söyler mi, konulu bir muhabbeti vardır Cem Yılmaz'ın.. Komik ötesidir.. Erkeğin nasıl yalan söyleyemediğini anlatır. Bir kere yalancı kime denirden başlar.. Yalan söyleyemeyen adama yalancı denir diye devam eder. Neden? Adam yalan söyleyemez. Söylediği anda yakalanır. Öyleyse adam yalancı değildir. Söyleyememiştir. Yalanla ilgili bir paradoks olduğunu açıklamaya devam eder.. Yalan söyleyen adama yalan söylüyor denebilir mi? Denemez. Çünkü yalanı söyleyebilmiştir. Bu anlattıklarından seyircinin kafasının karıştığını düşünür. "Anladınn? Geçmedi mi daha filitreden?" diye sorar.. Sonra erkek çocuğunun küçükten itibaren yalana ihtiyaç duymadan nasıl büyütüldüğünün örneklerini verir.. Mesela erkek çocuklarının küçükken mahremini gizlemeden çekilen fotoğraflarından anlatmaya başlar.. Gururla poz poz "oğlum" diye albüme yerleştirilen çıplak pozlar.. Sonra bebek yaşta öğretilen küfürlü sözler ve başkalarının yanında söyletmeler.. Hiç yalanı olmadan büyütülen erkekler.. Vazoyu mu kırmış? Oğlu kırmış, canı sağolsun ne var, durumları anladın mı? Dolayısıyla yalan söylemeyi, bahane uydurmayı bilmeden yetişirler bu erkekler, der.. Erkeklerde mazeret üretme mekanizmasının bu nedenle hiç gelişmediğini anlatır.. Buna da bir kaç örnek verir.. Erkeğe bir durumu sordun mu, soruya soruyla cevap verir der. "Bilmemne otelin lobisinde sarışın bir kadınla görmüşler seni.." deseniz.. Vereceği cevap şu olur der... "Kim söyledi ya?" " Kıvırma... Var mı böyle bir kadın?" Cevap.. "Hangi otel?" Yani cevap verdiğini düşündükçe batar der. Erkekte bahane bulma ancak bu kadar der.. Ve bu muhabbeti başka örneklerle uzar gider.. Şimdi fotoğraf belli.. Ne söylenebilir? Erkeğin konu hakkındaki mazeretlerini okuyunca; Cem Yılmaz'ın bu anlattıkları geldi işte aklıma... Baktım fotoğrafa.. Sonra erkeğin cevaplarına....... Cem Yılmaz görse ne derdi...... "Haaaadiii leeen!".... Yaa.. Böyleyken böyle işte.. Kusura bakma!

1 Ağustos 2010 Pazar

Denizin Dibinde Güldün Mü Sen Ömründe?


Geçen sabah aynaya baktım ki o ne? Aaaa! Ben değilim aynadaki.. Sanki ben gitmişim bir yere, yaramaz bir kız çocuğu gelmiş yerleşmiş yüzüme.. Sokak çocukları vardır ya hani.. Bilirsin.. Sabah uyanır uyanmaz, daha gözlerini açmadan kendilerini sokakta bulurlar. Oynarlar.. Oynarlar.. Yemek içmek gelmez akıllarına.. Çok acıkırlarsa, tırmanırlar ağaca; toplar yerler ne bulurlarsa.. Güneş tepemde demezler, ter, kir, pas içinde oyundan vazgeçemezler.. Düşerler, kalkarlar, dizlerini, kafalarını yaralarlar.. Hava kararana, anne eve çağırana kadar oynarlar da oynarlar.. Evet.. Sanki böyle bir kız çocuğu hali vardı yüzümde.. Anne eve gelen çocuğu, kapı önünde soyar, banyoda ovalar ovalar ki gitsin sokağın kiri.. Gitmez ama biliyor musun? Güneş altında kendini kaybedip gün boyu oynayan çocuk kapkara bir şey olur.. Ne kadar ovalasan gitmez o karalık.. Yüzünün bir parçası olur. (Şimdiki çocuklar bilmez böyle halleri.. Malum onlar sanal sokaklarda oynuyorlar.) İşte tam böyle bir karalık yer etmemiş mi benim yüzüme.. Ben ki güneşten nasıl kaçan biriyimdir. Üç saatte bir güneş kremi sürünürüm. Ödüm kopar güneş ışığından.. Sen misin kaçan? Olamaz yaaa.. Yanaklarıma kahverengi güneş lekeleri gelip bağdaş kurmuşlar.. Aynı yaramaz çocuk suratı.. Hem de gülüyorlar bana yemin ederim.. Duydum duydum… Ne zaman aynaya baksam, yüzümdeki lekeler aralarında kikirdeşiyorlar. O sabah onların bana güldüğünü görünce, ben de güldüm kendime.. Ne var yani.. Haylaz bir kız çocuğu gibiydi halim. Böyle düşününce kendimi iyi hissettim. Hınzır bir çocuk ifadesiyle “İyi o halde” dedim. “Ben kardeşlere gideyim.” Öyleyken böyle olduysa yüzüm, kaçmayayım bari boşu boşuna güneşten, şöyle bir gönül rahatlığı ile denize gireyim.


Benim kardeş öğretmen. İki oğlu var. Yaz tatili olunca çocuklar apartman içine sığmıyorlar. Tatil uzun.. Kerpe’de sevimli bir evleri var. Kerpe Karadeniz’e kıyısı olan bir belde.. Tuhaf bir denizi var. Denizin ortasına kadar yürüyorsun.. Su halen dize kadar.. Derinde yüzebilmek için neredeyse karşı kıyıya kadar yürüyorsun.. Çocuklar için iyi de… Ne yalan söyleyeyim, pek bana göre değil işte.. Bana ver bir iskele.. Koşayım koşayım koşayım… Hayatın gelmişine geçmişe deyip.. Atlayayım cupp diye suyun dibine… Hani bilirsin ya ayak üstü.. Çivileme.. Oh! Bir anda ıslanmalı insan anlatabiliyor muyum? Atladın ya cuup diye denize çivileme.. Mutlaka gözün açık olmalı.. İnince suyun dibine, ayaklarını toplayıp göğsüne, oturmalısın bir süre.. Sonnnraaaa su yükselttikçe seni… Evet… Ayaklarını toplayarak göğsüne, oturmuşken suyun dibinde.. Su insanı rahat bırakmaz ya.. Otursan şöyle keyfince.. Yükseltir insanı denizin üstüne… İşte o anda.. Tam o anda.. Yukarıya doğru yükselirken hani.. Bir şey soracağım sana? Denizin dibinde güldün mü sen ömründe? Eğer denemediysen benim yaptıklarımı aynen denemelisin.. Yukarıya doğru deniz yükseltirken seni gülmelisin.. Niye mi? Belki kendini bir deniz kızı olarak düşünebilirsin misal.. Belki bir deniz kızı ile karşılaşacağını hayal edebilirsin.. Ne bileyim denizin dibinde ne güldürür seni? Seni güldürecek şeyi kendin bilmelisin.. Denizin dibinde beni ne mi güldürür? Söylemeyemem… Hımm.. Şaşarsın!