10 Nisan 2011 Pazar

Film Gibi Yemek Tarifi - Şövalye İlan edip, Zararsız Tatlı Yapmak..

Bak ne diyeceğim sana. Bugün senle şöyle şahane bir sütlü tatlı yapalım mı, ne dersin? Tavuk göğsü mesela. Hakikisi değil, çakma tavuk göğsü olacak ama... Hem yapımı çok kolay, hem de malzemesi her evde vardır mutlaka. Zararlı mıdır? Kilo mu aldırır? Benim yaptığım yemeklerin zararlı olması ve kilo aldırması mümkün değil! Bak şimdi... 

1 kilo süt ile 1 paket vanilyayı tut bir kenarda. Başka? 2 parmak tereyağ, 1 bardak un, 1.5 bardak toz şeker. Yağ, un, şeker. Bu üç malzeme için doktorlar "Çok zararlıdır, aman ha uzak durun, yemeyin!" derler. Derler de ayıp ederler! Haksızlık gibi gelir bana. Hiç kıyamam ki ben onlara. Bu nedenle ne zaman yağ, un, şekeri aynı yemekte kullanmaya kalksam, başlamadan evvel, bir tören düzenlerim mutlaka. Nasıl mı? Bak, şöyle: Önce geniş metal tası takarım başıma. Kendimi mutfağın kraliçesi farzederim. Sonra yağ, un ve şeker'i alırım karşıma, herbirini önümde diz çökmüş asilzadeymiş gibi hayal ederim. Uzun bıçağı alırım avucuma, - atalarımdan miras kalan kutsal bir kılıçmış güya - her üç asilzadenin, üç defa dokunarak omuzlarına: "Mutfağımın kraliçesi olarak, sizi şövalye ilan ediyorum! Bundan sonra insanlığa zararlı mikroplarla ve kötü duygularla savaşacaksınız!" derim. 
Şimdi söyler misin lütfen, şövalye ilan edilen 3 silahşörler, yani yağ, un ve şeker, artık zarar verebilir mi insana? Veremezler! Çünkü şövalyeler kötülük edemezler. Bilakis vücuttaki zararlı mikroplar ve hastalıklarla mücadele ederler. Hatta gerekirse emir veririm , fazla kilolarını bile eritebilirler! Savaşçıdır onlar, savaşçı! Dinleyip de söylenenleri, zararlı yiyecekler deseydim her üçüne birden, baştan kaybedecektim. Bense kutsayıp, yüceltince, üstüne bir de şövalye ilan edince yağ, un ve şekeri, kötülüklerle mücadele edecek 3 savaşçı kazandım. İşte doğrusu da bu zaten! Tamam, şimdi gönül rahatlığı ile tavuk göğsünü yapacağım. Bak şimdi...
Önce yağı erittim bir tencerede, 1 bardak un ekledim. Olsa, bir kaşık nişasta koyacaktım. Yoktu 1 kaşık daha un ekledim. Unu biraz çevirdim yağın içinde, 1.5 bardak toz şekerini ekledim. Tamam 3 silahşörlerin işi bitti. Bir dördüncü kişi daha var aslında bu hikayede. Bilirsin canım, Dartanyan! Haydi Dartanyan yaptım sütü de. Dartanyan'ı da 3 silahşörlerin yanına kattım. Bir paket vanilya ekledim. Karıştıra karıştıra, muhallebi olana kadar pişirdim. Ocağı kapattım. 
Muhallebi kıvamına gelen karışımı, 5 dakika kadar mikserle çırptım. Çırparken hamurun üzerinde oluşan helozonlara baktım. Bu arada hayal dünyama dalmışım: 3 Silahşörler hikayesinin başında, Artos, Portos ve Aramis kızgındırlar ya Dartanyana. Düelloya davet ederler. Tam düelloya başlayacakken, Kardinal'in adamlarının saldırısına uğrarlar. Dartanyan da 3 silahşörler tarafı olur ve düşmanlara karşı bizim silahşörleri korur. Bu olaydan sonra, düşmanlıklarını unuturlar, dördü can ciğer arkadaş olurlar! Ben bunları hayal ederken bir baktım, süre dolmuş. Hemen çırpmayı kestim. Bir cam tepsiyi ıslattım önce, sonra muhallebimi içine döktüm. Bir kenara soğumaya bıraktım ki, kulaklarıma inanamadım şöyle bir ses duydum: "Birimiz hepmiz için, hepimiz birimiz için! " Aman, ne mutlu oldum. Soğuyunca, üzerine o leziz kokulu tarçından döktüm! Tamam! Bitti işte!

Bak ayıplama beni kendi pişirdiğini kendi methediyor diye ama şahane oldu tavuk gögsüm gene. Bu tatlıyı özellikle maç akşamları yaparsam eğer, bizim evin trübünlerindeki misafirlere ikram ederken, emir veriririm bizim şövalyelere: "Lütfen, sükünet ver yenilenlere! derim. Hemen, özellikle yenilen takımın taraftarlarının ellerine bir parça tavuk göğsü veririm. Bu tatlıyı yiyenler, takımı yenilmesine rağmen ne derler biliyor musun? "Birimiz hepimiz için! Hepimiz birirmiz için! Yenilmek nedir ki? Maksat spor olsun, sizin takıma da, bizim takıma da helal olsun!" derler! Yaa! Emir verirsem eğer 3 silahşörlere, fanatikleri bile olmayacak durumda mutlu ederler!... Yazdığım tam ölçüsüyledir ha! Sakın sadece nağme yazıyorum sanma! Afiyet olsun!

9 Nisan 2011 Cumartesi

Ben İstanbul Film Festivaline Arkamı Dönmeden Önce...


"O akşam birden şair oldum." der ya Mayakovski... Yoo... Akşam değildi. Beyoğlu'na vardığımda ilkbahar sabahının erken saatleriydi. O sabah birden şair oldum sanki. Herkese alelade gelebilecek her görüntü,  bana göre anlatılamayacak kadar büyüleyiciydi çünkü. Gene bir rüya içindeydim. Veya herşey bir illüzyondan ibaretti. Hiç hissetmediğim kadar iyi hissediyordum kendimi. Biliyordum aslında nedenini. Yapmıştım gene yapmamam gereken şeyi. Caddenin köşesindeki çingene kızdan bir dal şebboy istemiştim. Şebboyu elime aldığımda, gözlerimi kapatıp kokusunu derin derin içime çekmiştim. Hemencecik başım dönüvermişti. Gene hayal alemimin içine girmeyi anında becerivermiştim. Çiçekçi kız hissetti vaziyetimi. Ağzını yaya yaya sevgiyle gülümsedi. Elimi çantama attığımı görünce, "Vermeyesin para, o dalcık benden olsun." dedi.  Doğum günüm olduğunu anlamış mıydı ki?  Bu kez ben sevgiyle baktım ona. "Siftah yaptınız mı?" diye sordum. "Yapmadım." dedi. "O zaman siftah paranız benden olsun. Alın bunu. Bereketli bir gününüz olsun." dedim. İtiraz etmedi. Verdiğim parayı cebine koyuverdi. Ona ansızın sarılmak istedim biliyor musun? Tutamadım kendimi. Çiçeklerin üzerinden uzattım gövdemi. Kollarımı açtım. Kucakladım onu. Beklemediği bir davranıştı tabii. Önce kastı kendini. Ardından koca elleriyle bana sarılıverdi. Geri çekerken gövdemi, usulca kulağına dedim ki, "Hep senin yerinde olmak isterdim." Hayretle kocaman açtı çakır gözlerini. "Benim mi?" dedi. Güldüm. "Evet, senin. Çok kıskanıyorum seni. Çünkü hayalimdeki işi yapıyorsun." dedim. Cevap vermeden öylece baktı gözlerime.  Film başlamak üzereydi. Yürümeye başladım. "Gene beklerim ablacım. Selametle..." diye ardımdan seslendi. Dönmedim. Kendi kendime gülümsedim. Sinemaya girdiğimde salon tıklım tıklım dolmuştu. Koltuğumu bulup oturdum. Bir an kendimi sinemada değil de bir lunaparkta farzettim biliyor musun? Aklıma Aşkın Güngör'ün dizeleri geldi. Der ya hani, "Coştu kalbimde şiir ve kocaman bir lunapark büyüdü yerinde. 'Anne, lunapark mı İstanbul? Kalbim mi lunapark? İstanbul mu kalbimde? " İşte böyle bir yürekle başladım 30. İstanbul Film Festivali'ndeki  filmleri seyretmeye...



1- BAZILARI SICAK SEVER:
1959 yapımı siyah beyaz bir film.  Dünya sinemasının üç büyük efsanesi Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon'un başrollerini paylaştıkları, Billy Wilder tarafından çekilen  bu film  Amerikan Film Endüstrisi tarafından tüm zamanların en iyi komedi filmi seçilmiş. Ayrıca "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına kabul edilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiş. Aslında film renkli çekilecekmiş. Ancak Tony Curtis ve Jack Lemmon'un filmde genelde kadın kılığında görünmeleri gerektiği için, deneme çekimlerinde ağır makyajın sorunlu görüntü verdiği farkedilmiş. Filmin siyah beyaz olmasına karar verilmiş. İki müzisyen arkadaş Joe (Curtis) ve Jerry (Lemmon), çeteler arası bir çatışmaya tanık olunca, katliamı yapanlardan kaçmak için kılık değiştirmeye karar veriyorlar.  Kadın kılığına girip tamamen kızlardan oluşan bir orkestrayla trenle seyahat etmeye başlıyorlar. İsimleri de Josephine ve Daphne olarak değiştiriyorlar. Orkestrada şarkı söyleyen "Sugar Kane"e (Monreo) ikisi de aşık oluyor. Kane ise öncelikle zengin birini bulmayı hayal ediyor. Filmi eğlenerek seyrettim. Üç efsaneyi beyaz perdede, festival ruhu içinde seyretmek iyi geldi ne yalan söyleyeyim. Çıkışta beli resmen iki büklüm, elinde bastonuyla bir dedeciğin salondan çıktığını gördüm. Sanırım gençliğinin ilahesiydi Marilyn Monroe... Belki son olarak tekrar seyretmek istedi. Okudum onu. O yaşlı adam  şöyle diyordu sanki... Ebru Gündeş'in şarkısı vardır ya hani... "Nasıl özlemiş kalbim böyle atmayı... Oysa yerini bile unuttu. Teşekkür ederim böyle baktığın için. Teşekkür ederim aklımda kaldığın için." Mucizeler hep ansızın gelmez mi?  Biliyorum gene abarttığımı düşünüyorsun. Yoo... İnan ki abartmıyorum. O yaşlı çınarın yüzündeki anlatılmaz mutluluğu görseydin, eminim, onun aklından geçenleri benim gibi sen de sezerdin. Hem sinema insana hayatı eşsiz hissettirmez mi? Hissettirir elbette. Gözlerimle gördüm. Artık iyice eminim.



2- KONUKSEVERLİK:
2010 yapımı bir Japon filmi.  Yönetmen Koji Fukada'nın ilk filmiymiş. Kendisinden oldukça genç ikinci eşi, boşanmış ablası ve küçük kızıyla birlikte işyerinin üst katında kendi halinde yaşamakta olan bir matbaacının, işyerini kurarken kendisine yardımcı olmuş eski bir tanıdığının oğlunun önce misafir gelişi, sonra eve ve işe iyice yerleşmesi, ardından karısı ile çeşitli milletlerden göçmenlerin eve gelmeleriyle hareketlenen bir film. Konukseverlik iyi bir şey midir? Hani Türk milleti konukseverdir denir. Japonlar daha konuk severler bence. Bu filmi seyredince iyice anladım.



3- HAYALİMDEKİ EV:
Yönetmen Pang Ho-Cheung'un 2010 yapımı bu filminde, küçük yaşından itibaren deniz gören bir eve sahip olmak isteyen Cheng Lai-sheung'un;  Hong Kong gibi bir şehirde, kıt maaşla, iki ayrı işte çalışsa da bunu başarması çok ama çok zor gerçekleşecek bir hayaldir. Sonunda sabrı taşar ve inanılmaz şiddet içeren bir durumun içinde kendini bulur. Acaba hayalindeki eve bu yöntemlerle sahip olabilecek midir? Kim bilir? Bunu sadece 30. İstanbul Festivalinde bu filmi seyredenler bileceklerdir. Ben biliyorum mesela. Hatta benim de küçüklüğümden beri İstanbul'da deniz manzaralı minicik evim olsa diye bir hayalim vardır. Bu gelirimle gerçekleştirmem mümkün değil. Acaba diyorum? Yoo... Acaba? Yooo... Bu şekilde ev sahibi olmayı aklımın ucundan bile geçirmemeliyim. Bir an... İçimdeki siyah kuğu... Anladın değil mi beni? Yooo... Tövbe!



4- MAVİ KADİFE:
1986 yapımı, David Lynch'in yazıp yönettiği bir gerilim filmi.  Başrollerinde Dennis Hopper, Isabella Rossellini, Kyle MacLachlan oynuyor. Film, adını aldığı Bobby Vinton'un Blue Velvet şarkısıyla başlıyor. Nasıl kadife gibi bir şarkı gerçekten. Nasıl romantik... Muhteşem. Seyirciyi hemen sarıp sarmalıyor. Derken... Bahçede bulunan kesik kulak görüntüsüyle film gerçek mecrasına doğru akmaya başlıyor. Dennis Hopper her zamanki gibi gene sadist rolünü ustaca başarmış. Yönetmen, müthiş öykü anlatıcılığıyla bu filmle En İyi Yönetmen Akademi Ödülüne hak kazanmış. Müthiş.

İstanbul Film Festivali'nin 30.  benim ise İstanbul Film Festivali seyircisi olmamın 3. yılı. Kısmetse, haftaya gene Beyoğlu'na gideceğim. Festival izleyicisi olmaya devam edeceğim.  Şimdilik Aşkın Güngör'ün şu dizeleriyle sözlerime son vermeye karar verdim: Ben bu şehre arkamı dönmeden önce, bayım, evleneceğime dair bir umut vardı annemin içinde.  'Anne, bak işte söylüyorum, boşuna uğraşmayın, kimseyle evlenemem, İstanbul'la nişanlıyım.' Bir festival günlüğü böyleyken böyle işte.

6 Nisan 2011 Çarşamba

İstanbul Film Festivali Bana Armağan

Bugün benim doğum günüm! İstanbul Film Festivalinin benim doğduğum hafta başlamasının bir tesadüf olduğunu mu düşünüyorsun? Yanılıyorsun! İstanbul Film Festival'i bana armağan! Öyle düşündüm! Öyle düşünmek istedim! Bugün evin kapısını kilitler gibi, kilitledim kendimi kendime. Telefonlara cevap vermedim. Dedim ki içimden "Ben bugünlüğüne ben değilim. Kendimde tatildeyim!" Sabah erkenden Beyoğlu'na gittim. Benim için düzenlenen Film Şöleni'nde, üç filmi ardı ardına seyrettim. Sonra kendimi ağırladım. Şahane bir yemek ısmarladım. Hele sinemadan çıktığımda, yağmur çiseliyordu ya... "Yok artık!" dedim. Yok bu kadar da olmaz!.. Bilirsin, bayılırım yağmura. Hele bir de yağmurda yürüyebiliyorum ya, Allahım çok teşekkür ederim!!! 

5 Nisan 2011 Salı

"Kimse Hissetmiyorsa, İçlenmenin Manası Ne?"


Kapıyı açar açmaz anladım. Canı sıkkın... Belki birşeylere içlenmiş. Üzerine bonbon pembesi sabahlığını geçirmiş. Saçlarını mı kestirmiş acaba? Sorsam mı? Yok, sormamalıyım.  Dikkatsiz ve ilgisiz olduğumu düşünebilir. Çok hassas görünüyor. İncinebilir. Telefondaki sesinden anlamıştım aslında... Fena halde şımartılmaya ihtiyacı var. Eminim. Ceketimi çıkartırken, gözlerinin içine  baktım. En  abla sesimle "Afedersiniz, "sizde eski harf Kalp Ağrısı bulunur mu?""diye sordum. Gözlerinin kenarlarıyla gülümsedi. Cevaben "Bu akşam canım hiç yemek yapmak istemiyor." dedi.  Koltuk altına bir kitap sokuşturmuş. Keyifsiz görünüyor. Çocuklardan küçüğü televizyonun karşısında. Çizgi film seyrediyor. Büyüğü ise yanıma geldi. Koklaştık teyze yeğen... "Aaa! Tamam" dedim. "Derdin bu mu? Ben şimdi mutfağa girer hemen yemeklere girişirim! Şahane makarna yaparım mesela... Ne dersin?" "Yemezler ablam, yemezler. Makarna sevmezler bizimkiler." dedi. "Nasıl yani?" dedim. "Ben makarna pişireceğim de yemeyecekler öyle mi? Hey gidi hey! Benim pişirdiğim makarnayı yemeyen çocuk henüz dünyaya gelmedi!" diyerek mutfağa girdim. Büyük yeğenim yanıma geldi. Usulca: "Ben makarna yerim teyze." dedi. Güldüm. O da güldü. On dört yaşın tüm masumiyetiyle güldü. Benim kardeş salondan "Kitap okumak istiyorum. Ayşe Kulin'in son kitabını okuyorum. Tam kolej günlerini anlatıyor. Yemekle uğraşmak istemiyorum. Offf!" diye söyleniyor. Hoşuma gitti. Çocuklarına asla toz kondurmaz çünkü.


"Tamam canım. Sen kitabını oku. Anlıyorum seni. Bazen bana da gelir böyle iyi saatte olsunlar. Ben yemekleri hazırlayacağım. Sen keyfine bak bir saat kadar." dedim. Yeğenimle tencereye su koyduk. Makarna pişireceğim. Buz dolabını açtım. Yıkanmamış ıspanaklar var. Çıkardım. Ayıklayıp yıkamaya başladım. Kardeşim dayanamadı. Elinde kitabıyla mutfağa geldi. "Aaa! Ispanak da  mı pişireceksin." dedi. Şımarık kardeş edasıyla, dudaklarını sarkıta sarkıta: "Canım ıspanakları yıkamak istemedi." dedi. "Makarna suyu kaynayana kadar ıspanaklar yıkansın. Hazır edeyim." dedim.  Gülümseyerek "Annem sağken bize geldiğinde, ıspanakları benim yıkamamı hiç istemezdi. Ben işten gelene kadar yıkardı biliyor musun? Nasıl hora geçer, hoşuma giderdi. Madem annen yok, arada ablan annelik yapsın sana" dedim. Bakışlarımızdan buğulu bir bulut geçti. "Aaa! Ben ıspanakları hazır ederken sen kitabı bana anlatsana, neler okudun bakalım?" dedim. Hemen havası değişti. Öğretmenlik olunca bünyede, anlat deyince dayanamaz. Bir de nasıl şahane anlatır yaramaz! En büyük hayranı benim. İştahlı iştahlı kitabı anlatmaya başladı. Ayşe Külin'in çocuk yaşında komşularının oğluna nasıl aşık olduğunu... Çocuk  yurt dışına mı gitmiş yoksa yatılı okula mı gönderilmiş, orasını tam anlayamadım ama... Çocuğun fotoğrafını evlerinden aşırdığını... Gece uyumadan önce bu fotoğrafı öperek yastığının altına koyduğunu... Sonra bir fotoromanda erkekle öpüşen bir kızın, bir kaç kare sonra hamile olduğunu öğrenince, kendisinin de çocuğu fotoğrafından öptüğü için hamile olduğunu düşünüp nasıl korktuğunu... Öyle tatlı tatlı, neşe içinde anlattı ki anlatamam. Bu arada farketmeden  ıspanak için soğan doğradı. Salça ekledi. Pirinç yıkadı. Yanyanayız. Mutfaktayız. "Ne güzel anlatıyorsun!" dedim. "Ben bu kitabı hiç okumayayım canım. Sen bana anlatırsın. Ne dersin?"  Bu kez dudakları ve gözleriyle dolu dolu güldü. Sonra muzipçe: "Abla, yemekleri ben yapacam dedin, kitabı anlatırken  çaktırmadan her işi bana yaptırdın. Sana ne demeliyim?" dedi. Yanağına  küçük bir öpücük kondurdum. " Senin derdin "Yalnızca psikolojikmiş, öpülünce geçermiş."" dedim.  Güldü. "Öyleymiş." dedi. Arabaya bindiğimde Yaşar  söylüyordu: "Bülbülde gam, ben de hazan.. Selvi endam sendeydi güzel.. Ah bu ne gam, bu ne siyah.. Seyr-ü sefalar sendeydi güzel."  Bu şarkı bir tangoydu. Arabayı sürerken bağıra bağıra bu şarkıyı söyledim. Güneş uzaklarda bir yerde, dünyanın gerisine doğru kayboluyordu. Sabah doğum günümde  yeniden doğacaktı. Veeee... Nananaomm... Ben... Ver elini İstanbul Film Festivali... Kısmet olursa, festivale açılış yapacağım...   Festival için seçtiğim ilk film, hep televizyon ekranından  seyrettiğim, hiç beyaz perdede seyretmediğim üç efsanenin, Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon'un filmi... Bazıları Sıcak Sever...  Ardından iki film daha seyredeceğim. Sonraaa... Festival boyunca iki haftada iki kere daha İstanbul Film Festivali'ne gideceğim. Amaa... Festivalin son günü...  Kısmet olursa... Kardeşle birlikte İstanbul Film Festivali'ne gideceğiz. O gün  ikimiz de hiç yemek pişirmeyeceğiz. Kardeşle bir sinemadan çıkıp diğerine gireceğiz. Hayatımızı eşsiz kılacağız. İnsanlık gereği... Ömrümüzün bazı yerlerinde tabii ki içleneceğiz. Ama düşünsene, "Kimse hissetmiyorsa, içlenmenin manası  ne?

NOT: Koyu renk ilk cümle Ece Ayhan'a, diğerleri ise Metin Üstündağ'a aittir.

"ne desem yalnış anlıyorsun.."


inanamıyorum.. ben nasıl atlamışım bu kitabını.. sen git kadıköy'ün sahaflarında günlerce bütün eski kitaplarını ara.. sonra.. taksim'deki kitap fuarında her standa kitaplarını tek tek sor.. yeni kitabından bihaber ol.. var mı böyle bir şey sorarım sana.. geçen hafta istanbul'daydım.. kitapçıda dolanıyordum.. çizgi romanlar bölümünde zagor'un son sayısına bakıyordum.. "askeri askort" zagor'un yeni macerasının adı.. naylonundan çıkardım.. şöyle sayfalarını dalgalandırdım.. heyy.. kadın var bu macerasında.. daha birinci sayfasında zogor'a tanıştırılıyor.. bayan quandy.. at kuyruklu, esmer, güzel bir kadın.. bayıldım.. hemen çizgi romanın  kapağını  kapattım.. böyle ayaküstü okuyamam.. evde törenle okuyacağım.. tamam.. sonra.. kitapçıdaki görevliye iş olsun diye metin üstündağ ve atilla atalay'ın kitaplarını sordum.. her seferinde yaparım kitapçıya gittiğimde.. belki bilmediğim bir kitaplarına denk gelirim diye.. anladın değil mi.. ümitsizce.. atilla atalay'ın kalbin böcüü ile mecnun kuleleri var sadece.. ikisini de okudum.. metin üstündağ'ın ise şiyir sevişgenleri.. nasıl yani.. şiyir sevişgenleri mi.. bakabilir miyim dedim.. görevli o küçücük kitabı elime verdi.. kitabın kapağındaki karikatürünü çok iyi biliyorum.. hayal kahvem'de kullandığımı çok iyi hatırlıyorum.. kitabı açtım.. sayfalarını hızla çevirdim.. bunlar metin üstündağ'ın karikatürleri..


allahım.. bu karikatürlerin bir kısmını çok iyi biliyorum.. ama bu kitabı satınaldığımı hiç hatırlamıyorum.. ben o şaşkınlıkla bir dalmışım bu cüce kitabın içindeki karikatürlere.. o sayfa senin.. bu sayfa benim.. bir ara var ya o kadar kocaman bir kahkaha attım ki anlatamam sana..  tutamıyorum kendimi.. kahkahalarla gülüyorum arka arkaya..  artık metin üstündağ'ın yeni kitabını buldum diye sevincimden mi.. yoksa karikatürlerdekilerin komik hallerinden mi bilmiyorum.. tamam.. etraftakiler baktılar bana.. hiç aldırmadım hiççç.. güldüm.. güldüm.. sonra kasaya doğru yürüdüm..  satın aldım.. başka ne yapabilirdim..


haftalık mizah dergisinde metin üstündağ'ın pazar sevişgenlerini hep okuruz öyle değil mi.. ama bunlar biraz değişik.. kitabın arkasında şöyle yazıyor: "Okumamış yazmamış, mürekkep yalamamış, kitap emmiş, film yemiş, müzik içmiş kişiler. Amma velakin mevzu aşk, seks, ilişki olunca pek de bir şey değişmiyor gibi. Alın, bakın, okuyun, bir de siz tecrübe edin bakalım hakkaten öyle mi." arka sayfayı metin üstündağ yazmamış sanki.. cümle başı büyük harf ile başlamış.. cümle sonu tek nokta ile bitmiş.. hayret edilecek şey.. hiç metin üstündağ tarzı değil.. neden bilmem ki..


Ben Adres Özürlü Biriyim! Acaba O Nedenle Mi Topal Ali'yi İyi Bilirim?


Ben var ya, işte buraya yazıyorum. Şifa bulmaz adres özürlü biriyim.

Yooo, lütfen itiraz etme.. Zerafet gösterip, "Yok canım, estağfurullah, daha neler?" falan deme.. Biliyorum kendimi.. Evet, öyleyim! Tamam.. Bugün yeni bir müşterinin işyerine gidecektim. Olabilir.. Belki yeni bir yeri bulmakta güçlük çekebilirim.. Peki, bırak yeni bir adresi bulmayı, tekrar tekrar gittiğim yollarda bile kaybolabilirim dersem ne diyeceksin? O kadar adres özürlü biriyim ki, anlatamam yani! Bugün elimdeki kolaycacık adrese gidebilmek için, ne mücadeleler verdim! Zaten burası ne ki? Cep kadar bir köy öyle değil mi? Söyler misin ben kendime ne diyeyim?


Şöyle biraz daha açıklık getireyim. Benimle İstanbul'a diye yola çıkan biri, kendini Edirne'de bulabilir yani öyle söyleyeyim! Aslında tabelaları takip ederim. Ama hani bazen tabela olur.. olur da.. Allahaşkına esas yol ayrımlarında gerekmez mi tabela? Gerekir tabii.. Tam üç yol ağzına geldiğimde mesela.. Nedense birden tabela yok olur... Ne yapılır söyler misin bu durumda? Yüreğin sesi dinlenir veya yüreğin götürdüğü yere gidilir, öyle değil mi? Tamam. Ben de durur bakarım yollara... Yüreğimin götürdüğü yola giderim sonra. Ne olur bu defa? Duvara toslarım çıkmaz sokakta.  Doğru yolu bulabilmek için geri geri gitmem gerekebilir veya. İnanılmaz şey valla! Anlayacağın dinlersem yüreğimi, beni genelde yanlış yola götürür..

İşte böyle durumlarda aklıma hep Topal Ali gelir. Topal Ali de mi kim? Aşkolsun? Peki İnce Memed desem, gene de bilinmez mi acaba? Çukurova desem...Toroslar desem.. Değirmenoluk köyü desem... Hani küçük yaşta yetim kalmıştır da İnce Memed, annesiyle birlikte köyde yaşamaktadır. Zalim Abdi Ağa köylerinin sahibidir hani... Ağanın kanunları geçerlidir. Köyden dışarı çıkmak kesinlikle yasaktır. İnce Memed Abdi Ağa'nın tarlasını sürer. Köle gibi çalışırlar. Buna rağmen hem kendisi, hem annesi eziyet görür ve sürekli dayak yer Abdi Ağa'dan. Hani Memed kaçar köyden de, sonra da maalesef yakalanır.

Bir kaç yıl sonra sevdiği kız Hatçe'nin, Abdi Ağa'nın yeğeni ile evlendirileceğini duyunca, bu kez Hatçe'yle kaçarlar.. Abdi Ağa köpürür tabii.. Nasıl bulacaklar İnce Memed ile Hatçe'nin izini? İşte burada karşımıza Topal Ali çıkar. Topal Ali izciliği ile ün yapmıştır ve lakabından anlaşılacağı üzere bir ayağı topaldır. Benim gibi elindeki adresi bulmakta zorlanmak ne demek, taşların, kayaların üzerinde hiç iz görünür mü? Görünmez. Topal Ali, kayalardan iz süre süre geyiğin otladığı yere kadar götürür. Öyle becerikli biridir.

İz sürmeye acayip zaafı vardır. Kendisine iyi adam desinler, Topal gibi adam yok desinler aldırmaz. "Topal gibi izci bulunmaz" dediler mi, önüne artık kimse geçemez. Aslında gerçekten iyi bir adamdır Topal Ali... Kaçak sevdalılara yüreği parçalanır ya, iz sürmemek elinden gelmez. Öleceğini bilse iz sürer, bu durumunun bir türlü önüne geçemez. Abdi Ağa'nın emri ile İnce Memed ile Hatçe'nin izini sürecektir sürmesine ama önce epeyce bir mücadele edecektir kendisiyle. Esas izi görmek, bulmak istemeyecektir. Sonra Hatçe'lerin evininin önünde İnce Memed'in çarığının izini farkeder.. İçindeki iz sürme zaafı dürter onu. Kayalara doğru götürür insanları. Kayaların arasında azıcık bir toprak parçası görür. Toprakta üç tane sarı çiçek açmıştır. Sarı çiçekler parlamaktadırlar. Sarı çiçeğin bir tanesi yan yatmıştır. Ali onu arkadaşlarına gösterir ve kaçakların kesinlikle buradan geçtiklerini söyler. Artık ormana doğru izler apaşikardır. Sonrasını anlatmayayım. Topal Ali iz süre süre aşıkların yanına ulaşır. Sonra ne mi olur? Merak eden kitabı alır ve okur.

Türk Edebiyatının en önemli romanlarından biri, Yaşar Kemal'in İnce Memed'i mutlaka okunmalıdır. Benim diyeceğim odur ki, Topal Ali gözle zor anlaşılacak izleri süre süre, her aradığını bulabiliyor da, ben elimdeki ayan beyan adres bilgilerimle neden aradığım yeri bulamıyorum ya da bulmakta zorlanıyorum? Topal Ali için kurnazlığı ve zekası ile öne çıkar derler. Anladım. Demek ki ben kurnaz ve zeki biri değilim. Hımm! Adres özürlü biriyim. Ayrıca saftoriğin tekiyim. Çıkmaz sokaklarda dolandıkça hiç sinirlenmediğim gibi, "Aaa! İyi ki kaybolmuşum... Ben bu yerleri başka nasıl görebilirdim?" bile derim:)

Segin Burak Yaşar Kemal'in şahaseri İnce Mehmed'i resimlemiş. Kitabı resimlemeden önce Toroslar'da ve Çukurova'da adım adım dolaşmış.

İnce Memed 1967 yılında, Sezgin Burak'ın çizimleriyle Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmaya başlamış. Son zamanlarda pek moda olan ünlü klasik romanların çizgiroman formuna sokulmasını, Sezgin Burak bundan 40 yıl önce zaten yapmış. Fakir Baykurt'un eseri Yılanların Öcü, gene Yaşar Kemal'in Ağrı Dağı Efsanesi, Yusuf Karataylı'nın Alageğik adlı eserleri Sezgin Burak tarafından çizgi roman haline getirilip, gazetede yayınlanmış.

Şimdi ben ne anlatıyordum gene nerelere geldim.. Gördüğün gibi yazı yazarken bile yolunu kaybeden biriyim... Ben böyleyim işte.. Şifa bulmaz ve iflah olmaz adres özürlü biriyim.. Acaba o nedenle mi Topal Ali'yi iyi bilirim? (10.08.2010)

Küçük Bir Öykü Denemesi - Ortodontik Kafesleme


Onu gördüğümde durakta okul servisini bekliyordum. Bir an gözüm deydi. Arabayı beklerken bakarsın da çevrene... Bir anda olur ya hani... Sırtımı yalayan  tatlı bir esinti hissettim. Garip bir duyguyla kafamı arkaya çevirdim. Bir an denk geldi... Onu gördüm. Esasında özel bir tip değildi. Başka yerde rast gelsem dönüp bakmazdım yani. Bilmiyorum. Ne olduğunu tam olarak anlatabilmem mümkün değil. Yaşanır anlatılmaz denen hadiselerden. Onu gördüğümde yüreğimde bir sevinç hissettim. Durumum acayipti. Hiç tanımadığı birini gördüğü için pır pır eder mi yürek? Pır pır etmek ne demek, iki elimi göğsüme bastırmasam sanki yüreğim kanatlanıverecekti. Akrep yelkovanı kovalamasın... Zaman o an dursun istedim... O anda... Tam o anda işte, bakışlarımız denk geldi. Ve inanmayacaksın ama duam kabul edildi, zaman durdu sanki. Eskilerden... Bir bakış baktı… Kalbimi yaktı… Aşkın kemendini boynuma taktı diye bir şarkı vardır ya hani… Aynen öyle olmuştu inan ki. İçimde bir ürperti hissettim. Hipnotize olmuş gibiydim. Ondan ayırmak istiyordum gözlerimi...  Yoo.. Beceremiyordum.  Yitirmiştim kabiliyetlerimi... Aklıma ve beş duyu organıma ok gibi saplanıvermişti. Birden boş bulundum. Güldüm. Bunu nasıl yaptım bilmiyorum. Gülünce ortodontik kafesine hapsedilen dişlerim göründü tabii. Şehirlerarası bir otobüs geldi. O… O...  Otobüse bindi.... Ve gitti. Ben.. Ben… Dişlerimdeki ortodontik telleri söktüm. O'nu kalbime sıkıca kafesledim!

4 Nisan 2011 Pazartesi

Kahve Molası-Deliler Denizi'nin Cümleleri ile Oynadım...


Bak tamamen aklımdan çıkmış şimdi. Bir kaç hafta önce iş gereği Antalya'daydım. Cumartesi,  tam ilkbahar ikindisi vaktiydi. Kaldığımız otelin sahilindeki restoranda arkadaşlarla çay içiyorduk. Masada ne konuşuluyordu da ben sıkıntıdan delireyadım, hiç bilmiyorum...  Biraz efkârlıydım  bi de. Niyeyse, nasıl kendine eziyet türüyse yani, insan hatırlamak istiyor. Masadakileri düşününce herhalde parfüm mevzuusuydu diyorum kendi kendime... Evet, iyice hatırladım şimdi. Kullandıkları parfümlerle ilgili muhabbet ediyorlardı. Allahım! Herbiri parfüm konusunda uzmandı yemin ederim. Ben parfüm markalarını bilmem. Biliyorum, kötü bu. Çünkü galiba kadınlar için parfüm çok önemli. Böyle benim gibi bilmeyince, hayatın bir tarafından, hatta hayattan hiç anlamıyormuşsun gibi oluyor. Çok isterdim gerçekten ama beynimde bişeyler reddediyor. Ha, güzel kokmak önemlidir benim için bak. Temiz olmak. Hafif bir çiçek ya da nebileyim meyve kokusu belki. Ama illa çook hafif, varla yok arası uçuşan bir koku olacak. Fakat on çeşit parfüm kullandıklarından söz ediyorlar. Çok pahalı markalarmış her biri... Spor kıyafet için ayrı, gece kıyafeti için ayrı, kahvaltı için ayrı, akşam yemeği için ayrı... Neredeyse giysilerin renklerine göre bile ayrı parfüm kullandıklarını söylüyorlardı. Kendi kedilerine konuşuyorlardı öyle. 


Hoop diye kalktım ben o masadan. "Hey, nereye gidiyorsun?" diye bir soran olsun isterdim. Çok iyi hatırlıyorum ki soran olmadı. "Al da at dercesine" bir halim vardı kendimle ilgili olaraktan. Önüne geçilmez şekilde kendimi denize bırakmak istiyordum. Yok be, öyle intihar edeyim filan diye değil. Su... Yıkanmak, arınmak, ferahlamak istiyordum... Çünkü bazen seslerden kirleniyorum ben, yalnızca seslerden. Ayakkabılarımı çıkardım. Güpgüzel bir deniz idi işte... Şimdi "Sen de birşeyden anla be kardeşim" diyeceksin ama hakkaten rüzgârdan da anlamam ben. Hani var ya karayel, lodos, keşişleme filan, onların işte, en kralı usul usul esiyordu. Ha evet, meltem mesela, o işte... Pek sığdı deniz. Yürüdüm bissürü... Yürürken yavru yengeçler, tuhaf şekilli yosunlar, türlü meneviş, milyon tane ışık oyunu... Anladın işte muhteşemdi. Öyle yürüdüm yani, boyuma kadar geldim.  Harbiden sudan gelmişiz kardeşim biz, toprak ne ki? Şöyle bi bıraktım kendimi. Sen hiç yosunlarla salındın mı? Dene bak. Deniz karar veriyo. "Seni şöyle sallıycam hacı" diyo, sen de "Peki hocam salla" diyosun.  Bir sonraki hareketi bilemeden, yani deniz, yani ucu bucağı yokmuş gibi...  Ben burada yalnız, ben cümle planktonlar, yosunlar, şekil şekil bulutlar, kenardan dolun dolun ay ve manzaranın  en kral köşesinden kendine yer  bulup batmak üzere olan güneşle... İşte öyleyken yani...  Allahım... Yine deniz... Hani anlarsın ya Akdeniz... Saatini bilsek, suda ölmek de olsa; razıydım ben, öyle güzeldi ki...  Denizin ortasından doğru masaya baktım...  Kardeşim gitti, aranızdan biri kayboldu, umurlarında değil kızların ama...  Rüzgâr ara sıra cümlelerini getiriyor, nasıl iştahla hâlâ susmuyorlar. Aslında benim de umrumda değil ya.  Ama yine de kendi kendime denizlerin ortasından masaya reaksiyona girdim.  "Bi sussanız be kardeşim. Denizi dinlesenize iki saniye...  Gelmişsiniz Akdeniz'e... Portakal çiçeklerinin kokusunu hissetsenize..." Rüzgâra söyledim ben, masaya kadar götürdü mü bilmiyorum. 

Sen hiç gepgece denize girdin mi? Dolunay şavkıyorken hem de... Girdim işte ben... Yine hiçbirinin ruhu duymadı...

NOT: Koyu renkli cümleler Atilla Atalay'ın Deliler Denizi adlı öyküsünden alıntıdır. Gene oynadım cümlelerle...Yazarın öyküsünün bir bölümünü kendime uyarladım.

Graham Nash'ı Dinleyesim Geldi...

Bir Rüya Gördüm. Hayırdır İnşallah!

 
Dün gece rüyamda. Hayırdır inşallah. Bir ardıç kuşu gördüm akasya ağacında. Hemen sordum "Ardıç kuşu görmek ne demek oluyor ki?" diye, google'a. Dedi ki “Çok müsrif ve obur bir topluluk içine düşeceksin, çok çalışıp gayret sarfedeceksin onları doyurmak hususunda.” Hoppala! İstanbul’da, The Marmara Oteli’nin isminin üzerinde görmüştüm ardıç kuşu amblemini bir defasında. Meraklıyım ya. Öğreneceğim illa. Telefon edip sormuştum işlerimin arasında. Otel sahiplerinden birinin adıymış Ardıç. Sonra eski bir Hitit tabağında görmüş ardıç kuşunun figürünü. Ben söyleyenin yalancıyım. O figürdeki ardıç kuşunu otelin amblemi yapmış.
 
 
Bu defa, "Akasya ağacı görmek ne demek?"diye sordum, hazreti google’a. İyi haber alınacağına delaletmiş. Peki bir ardıç kuşu akasya ağacındaysa? Hey! Çözdüm ben bu rüyayı… Anladım.. Anladım şimdi. Cevat Çapan’ı anma vakti. Hem Cevat Çapan benim hemşehrim. Kocaelili.. Onun muhteşem şiiri… Ben neden kendi rüyamı kendim yorumlayamıyorum ki? Hayret vallahi! 
 
 
 
BİR ARDIÇ KUŞU AKASYA AĞACINDA
O yaz,
bol bol roman okudum,
denize girdim kimsesiz kumsallarda;
rüzgârların, balıkların adlarını öğrendim.
Nice cümlelerin altlarını çizdim
kırmızı kalemimle.
Örneğin,“Asker dolu bir tren tarihi değiştirebilir.”
Sonra gene aynı kitaptan,
“Bir ardıçkuşu şakımaya başladı akasya ağacında.”
Geceleri,
sararan otların üzerine uzanıp
bir açıkhava sineması seyrettim
gökteki yıldızlardan
ve altını çizdiğim cümlelerle konuşturdum onları.
uzaktan bir çağlayanın sesi karışıyordu
yıldızların mırıltılarına.
Gene de duyabiliyordum Adil Nuşiran’ın huzurunda
hayat denilen bu acılar denizinde
en acımasız dalganın ne olduğu konusunu tartışan
üç bilge kişiyi.
Odama çekilip yatmadan önce,
tarihi değiştirebilecek asker dolu o trenin
hızla geçtiğini duydum, sonra da
akasya ağacında şakımaya başlayan ardıçkuşunu.
Karşıda Midilli,
denizin ötesinde, sessiz.
Bu sessizlik sankio sevdalı kadının
bin kulaklı geceye fırlattığı çığlık
binlerce yıl önce.
Cevat ÇAPAN
(30.04.2010)

3 Nisan 2011 Pazar

Batman'i İstiyoruz...


Nereden sevdim o zalim kadını
Bana zehir etti hayatın tadını
Söylemem sormayın asla adını
Bana zehir etti hayatın tadını


Hâlâ yaşıyor kalbimin en gizli yerinde
Bir hatıra ki izleri yıllarca derinde
Hummalı geçen bir gecenin ta seherinde
Bir hatıra ki izleri yıllarca derinde





Gün ağarınca boynum bükülür
Dalarım uzaklara gönlüm sıkılır
Sorma ne haldeyim
Sorma kederdeyim 
Sorma utanırım
Sorma söyleyemem




Sorma yangınlardayım zaman zaman
Ah bu yangın beni öldürüyor yavaş yavaş
Kor kor ateşler yanıyor içimde
Aşkı beni kül ediyor...


2 Nisan 2011 Cumartesi

Şu Ahir Ömrümde Kaç Renk İsmi Öğrenebildim Ki?


Birkaç gündür evdeki kitaplıkta eski kitaplarıma göz atıyorum. Buna bir nevi eski dostlarla hasret giderme diyebilirim. Hatta bazılarının varlığını bile unuttuğumu şaşkınlıkla farkediyorum. Mahçubiyet hissederek elime alıyorum tabii... Bazı kitaplarımla ne uzun olmuş görüşmeyeli!.. Bazıları o kadar eski kitaplar ki, resmen öpüp başıma koymak istiyorum. Büyükbabamın mübarek eli misali. Her biri tek tek karşıma çıkıyor. Bazılarında bir naz, bir eda, sitem ... Yüzüme bile bakmıyorlar resmen. İşte elimde tuttuğum, Fena halde Leman sözgelimi. Attila İlhan'ın 1960 larda yayımlanmış ve ortalığı toza dumana katmış romanı. Kimbilir ne zaman en son elime aldım? Kitabın ilk sayfasına baktım. 02.12.1991 yazıyor. Yirmi yıl önce okumuşum. Kitabın ilk iki sayfasına da, dayanamamış, o güzeller güzeli Üçüncü Şahsın Şiiri'ni yazmışım. Şimdi gözgöze geldik Fena Halde Leman'la... Anladım. Kitap resmen bana küs... Sanki başladı şiiri okumaya: "Gözlerin gözlerime deyince / Felaketim olurdu ağlardım" Nasıl mahcup oldum nasıl utandım anlatamam. Devam etti: "Beni sevmiyordun bilirdim / Bir sevdiğin vardı duyardım." İnan bunları duyunca neredeyse ağlayacaktım  Dedim ki ünlü romana: "Hayır, inanma! Yok öyle bir şey... Her kitabın yeri ayrı. Senin yerini başka kitap tutar mı? Olur mu öyle şey!" Kitabın adı Fena Halde Leman ya, kitabı bir an kadın sandım. Kirpiklerini eğdi sanki, inan ki, üşüdüm içim ürperdi. "Yapma Fena Halde Leman! Unutur muyum hiç seni. Baksana içindeki cümlelere ne çok çizmişim. Şu ahir ömrümde kaç renk adı öğrendiysem senden öğrendim. Bak söyleyeyim istersen!"dedim. Dediklerim hoşuna gitti çok şükür!.. Güldü. "Söyle bakalım !" dedi. Attila İlhan'ın Fena Halde Leman romanında, altını çizdiğim renkleri tek tek saymaya başladım... Eğer kitap küsseydi bana... Ama eğer Fena Halde Leman küsseydi bana.. Eğer Attila İlhan küsseydi bana... İşte ozaman... FELAKETİM OLURDU AĞLARDIM!

Çatalkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun.
Deniz, Körfez’in içlerine gelindikçe, erguvan rengi.
Bu hakiki bir elektrik mavisi olup…
Asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yangın kızılı bir loşluk..
Soğuk gri gözlerinde örümcek kızılı bir parıltı belirir.
…… durduğu yerde duramayan, çarpıcı renkler: safra yeşili, buz beyazı, deliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun.…. vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı serseme çevriyordu.
…. batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar…
…. mavi yeşil bir sonsuzluğa ağır ağır demir alan, dalgın gemi…
… güzel atmaca gözleri vahşi yeşil...
delimsirek renkler ortasında yaşayan…
Gözleri porselen akı
su yeşili bir ışığa bulanmış, tavanı alçak bir salon…
Hardal sarısı bir loşluğa boğulmuş salon…
…. Ölgün renklerin doğurduğu külrengi pus, sütlü bir gece izlenimini veriyor…
kederli külrenginden subay hakisine kadar renkler, açıklı koyulu….
... örümcek kızılı ellerini uzatıp…
Şehvet kırmızısı bir aydınlıkta yüzüyorum,…
altın sarısı ve yosun yeşili
..morla eflatun arası gece!
..saçları platin beyazı
Koyu menekşe rengi, minnacık bir ağız.
Aydınlığı kükürt sarısı.
...Pere Duparc'ın masmavi kahvesinde...
Sivas ve Isparta halıları: boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi kırmızı ve ördek başı yeşil, imgelem çiçeklerinden derlenmiş bir masal bahçesi.
...yaldızlı sarı, kızılcık kızılı, yaprak yeşili, kehribar siyahı...
...şu bonbon pembesi dantelli yatak örtüleri..
... cırlak kırmızı ufak bir reno-alpine
... ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye...
... yaldızlı lacivedden sütlü sarıya kadar...
... cesed mavisi bir kız...
... süpürge sarışını...
... ........

1 Nisan 2011 Cuma

Kim Şakama AH! Ettiyse, Lütfen Geri Alsın!!!

şaka cehennemi

Kahve Molası - "Hanmbikahbzubeaa" Ne Demek?


 

elimde değil.. tamam biliyorum.. duygularımı abartmayı seviyorum..  istanbul film festivali yaklaştıkça, içim içime sığmıyor.. kanatlanacağım sanıyorum.. tamam.. bak gene aynı şeyi yapıyorum.. eskiden yazmazdım tabii bu tip abartık duygularımı..  sadece kendi içimde yaşardım.. kimse bilmez, farketmezdi.. şimdi yazdıkça, senin şaşırman bir şey değil ki ben bile şaşıyorum.. diyorum ki  kendime "nasıl yani.. bu yazdıkların sahi mi? sinema festivaline gideceğim diye insan bu kadar sevinir mi? yok artık.. abartmanın da bir sınırı var.. alt tarafı sinema.. nedir yani? bu kadar kanatlanıp uçacak ne var?" yoo.. bak, bu kadarla da kalmıyor iyi mi.. yerden yere vuruyorum eleştiri oklarımla kendimi.. diyorum ki: "senin yaptığına ne denir biliyor musun? sonradan görme.. ya da özenti! yeter artık.. kendine gel.. komik olduğunun farkında mısın? insanları kendine güldürme!"  inan bütün bunları bir yumruk gibi kendi yüzüme vuruyorum.. dan.. dan.. dan.. ama benim o umursamaz yanım var ya.. ah o umursamaz, aldırmaz, durmaz, uslanmaz yanım..  bilmiyorum vallahi nereliyse... bildiğim hiççç oralı olmadığı... hiiiççç oralı değil.. hiiçç.. ne fena yaa..  bütün bu eleştirel sözlerim bir kulağımdan giriyor sözgelimi.. alıyor  hepiciğini.. diğer kulağımdan dışarı fırlatıyor.. diyor ki: "boşversene.. aldığın nefesin kıymetini bil.. sevinçlerini, keyiflerini abart abartabildiğince.. kaç yıldır dünyalısın.. baksana şöyle bir gerine.. aklında kalanları düşün.. yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın herşeyi.. istanbul film festivali'ne gitmek mutlu ediyor mu seni? ediyor.. tamam.. boşver.. gerisini..  insan eğer seviyorsa sinemayı.. bütün güzel filmleri izlemeli izleyebildiğince.. hem de tüm benliği seslerle, görüntülerle dolarcasına.. insan balıklama dalmalı film festivaline öyleyse.. bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına.. tüm sevinciyle.. sonraaa..  bütün festival filmleri çekmeli seni.. tanımadığın insanlar.. bütün filmleri seyretmek.. bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın.. değişmemelisin hiç bir şeye bir film seyretmenin mutluluğunu.. ne kadar sevinç varsa yaşamak arzusuyla dolmalısın.. çünkü gün geldi kederi de yaşamadın mı ömründe? yaşadın.. kederi de  yaşayacaksın namusluca, bütün benliğinle.. o halde sevinçler de acılar gibi olgunlaştırır insanı.. iyi günün, sana keyif veren şeylerin kıymetini bil.. sevin sevinebildiğince.. çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuştur bir armağandır.. ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana." bakar mısın şu olan bitene.. alıyor ataol behramoğlu'nun şiirini.. böyle kurguluyor.. kulağıma bunları sürekli  fısıl fısıl fısıldıyor.. ee.. ne oluyor bu durumda.. duygularımı abartıyorum abartabildiğimce.. kusura bakma ama.. durumum böyle işte..


off.. ben böyle rahat gidiyorum film festivaline ama.. festivallere gitmeye can atıp gidemeyenlere ne demeli? bu sevinci bilip yaşayamayanlara üzülmez mi insan.. nasıl üzülür hem de..  misal sıdıka.. hatırlar mısın atilla atalay'ın sıdıka adlı kahramanını.. hani  o tutucu babası yüzünden ilkokuldan sonra okutulmayan, dedikodu olmasın diye sokağa çıkarılmayan, hayatı sadece pencereden ve televizyondan gözlemleyen, sürekli dayak yiyen bir kızdır sıdıka.. buna rağmen yaşamın bir sanat olduğuna inananır.. herşeye hevesi vardır.. mahallenin kızları gibi pembe diziler.. beyaz atlı prensler peşinde değildir.. çevreye duyarlıdır.. okumak, öğrenmek, gezmek, eğlenmek ister.. hep engellenir.. hep eve kilitlenir.. hep dövülür.. işte atilla atalay'ın bir öyküsünde.. sıdıka tüyap'taki kitap fuarına gitmek arzusuyla yanmaktadır.. annesiyle karşılıklı muhabbetleri vardır.. babasının kendisine izin verdiğini söyler annesine sıdıka.. annesi de babasının sarhoş kafayla tüyap'ı kimbilir ne anladığını söyler.. iyi ama sıdıka babasına "babacığım kitap fuarına gidip birkaç kitap alayım mı?" diye sormuştur.. babası da kafasını öne eğerek onaylamış ve "hüyp" demiştir.. annesi kaç yıllık kocasını bilmez mi.. "hüyp" sesi, "hayır" demektir bir kere.. bu sarhoş kocanın kullandığı lisandır.. her çıkardığı sesin ayrı bir anlamı vardır.. misal, "hanımbikahbzubea" derse, bu "hanım bir sade kahve yapsana" demektir.. peki "biycammımımımı" dediğinde ne demek istemiştir..  tabii ki "pijamamı giydir." demiştir.. dolayısıyla sıdıka babasının "hüyp" deyişini yanlış anlamıştır.. "hüyp"  "kitap fuarına gidemezsin" demektir.. sıdıka illa gideceğini söyler.. annesi  eğer giderse.. dönüşte kelime-i şahadetle eve dönmesini.. zira kemiklerinin kırılacağını kesinlikle bilmesini.. isterse minübüsten bir durak önce inip harakiri yapmasını söyler.. neticede uzatmayım.. sıdıka çok arzu ettiği halde kitap fuarına gidemez.. evdeki kuşu kafesinden çıkarır.. azad eder..  belki kuş pırr diye kitap fuarına gider.. belki ordan bir tiyatroya gider.. oturur arkadaşlarıyla kahve içer.. konuşur.. belki bütün bunları yapınca insan bile olmuştur.. atilla atalay'ın gene güldürürken yürek acıtan öykülerinden biridir.. ve sıdıka memleketimdeki ne yazık ki çoğunluk kızlardan biridir.. 


kocaeli il kadın girişimciler kurulu üyesiyim.. dün toplantımız vardı..  gene  memleketimin kadınlarının vaziyeti üzerine bol bol muhabbet edildi.. biliyor musun.. memleketimizde 100 kadından sadece 7'si girişimci yani kendi işini yapıyor..  ve tarım dahil 100 kadından 24'ü çalışıyor.. türkiye’de her 3 kadından 1’inin şiddet mağduru..  ve inanamayacaksın ama.. memleketimin her 5 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor.. ne feci durum değil mi.. memleket tek kanatlı  kuş misali uçmaya uğraşıyor.. kadın okutulmazsa, kadın çalıştırılmazsa, kadın eve kapatılırsa  sorarım sana ne olur memleketin hali.. ben kadın ya da erkek diye ayırım yapılmayan bir ailede büyüdüm.. ve gene insan haklarına saygılı bir aile ortamı içerisindeyim.. okudum.. kendi işim var.. çalışıyorum.. istediğimi okuyorum.. istediğim filmleri seyrediyorum.. memleketimin şanslı kadınlarından biriyim.. o zaman bu şanslara sahip olmayan kadınlara destek olmak boynumun borcudur öyle değil mi.. yaptığımız projelerle kadınlarımızı daha donanımlı kılmaya, hayatlarını kolaylaştırmaya ve asıl mühimi kendilerinin farkına varmaya çalışıyoruz.. kadın girişimciler kurulu olarak şehrimizdeki kadınların hayatlarını güzelleştirmek için müthiş çalışmalarımız var.. ve sonuçlarını da görüyoruz.. anlatırım uzun uzun bir ara.. heyy.. nereden nereye geldim ben şimdi iyi mi.. eee.. bu yazıyı nasıl toparlayacağım şimdi.. onu bunu bilmem.. uçacağım ben az sonra.. bak bu sefer gerçekten uçacağım.. iş toplantım var.. akdeniz'e gideceğim.. merak etme ama.. sıdıka'yı da alacağım yanıma.. atilla atalay bilmiyor ama benim projem sıdıka.. sıdıka öykülerinden bir tez hazırlıyorum.. kadın girişimciler kuruluna sunacağım.. heyy.. saat kaç olmuş.. gitmeliyim.. uçağı kaçıracağım yoksa... haydi bana eyvallah!