7 Temmuz 2011 Perşembe
Bazan Gerçek Hayatlarla Öyküler Birbirine Karışıyor...
Az önce tatil planımı gerçekleştirmek için tur programlarına bakıyordum. Tuhaf bir yazıyla karşılaştım. Bu bir acenta ilanıydı. Okuduklarıma inanamadım da yumruk yaptığım ellerimle gözlerimi oğuşturmaya başladım. "Yok artık! Bu günleri de mi görecektim?" dedim kendi kendime. Çünkü yazı "İntihar Acentası elindeki en modern olanakları sayın müşterilerine duyurmaktan bahtiyardır." diye başlıyordu. Ve bu olanaklarla müşterilerine en çabuk ve en güvenli ölümü sağlayacaklarını anlatıyordu. Yoo... Gene ayakta rüya görüyor olmalıydım. Çünkü yazının devamında toplum içinde çok çok tehlikeli bir salgını önlemek amacıyla umutsuz kişilerin ortadan kalkmasını düşünen içişleri bakanının firmalarını şereflendirmek nezaketini gösterdiğini anlatıyorlardı. "Nasıl yani?" dedim kendi kendime. Merakla okumaya devam ettim.
İnanılacak gibi değildi. İntihar Acentası, dünyadan ayrılmak isteyenlere çok uygun yollar göstermekte, Ekspres Gömme diye adlandırdıkları bir takım hizmetler sıralanmaktaydı. Bunlar neydi? Yemek, dost ve yakınların baş sağlığı geçiti, foto, geride kalan şu ya da bu anının teslimi, intihar, tabuta yerleştirme, dinsel tören, cesedin mezarlığa taşınması... Olamaz! Tarifeyi bile yazmışlardı...
Elektrikle öldürme 200fr.
Tabanca 100fr.
Zehir 100fr.
Boğulma 50fr.
Kokulu ölüm 500fr.
Asma (fakir fukara intiharı) 5fr.
İpin metresi 20 franktan verilmekteymiş de her fazla 5 santim için 5 frank ilave edilecekmiş. Bak, bak, bak... Vay canına sayın seyiciler. Kalakalmıştım ne yalan söyleyeyim. Ayrıca Ekspres Gömme için özel katologları bile varmış.Dayanamadım artık. Yüksek sesle "Pes vallahi" dedim. Fiyat listesindeki franklarda uyanamadım ama bilgi almak için Paris'teki adresi verdiklerini görünce nihayet jeton düştü bende. İyice bakınca anladım ki bu yazı Fransız yazar Jacques Rigaut'un bir öyküsünün giriş paragraflarıydı. Tanımıyordum bu yazarı. Öykünün devamını okumadım. Hemen sanal ansiklopediyi açtım. Allahım! Genel İntihar Komisyonculuğu adlı bu öykünün yazarı Jacques Rigaut 1899'da doğmuş. Tamam. Burada bir sorun yok. Ama 1929'da... Yani otuz yaşında ölmüş. Peki nasıl ölmüş bil bakalım? Kendini tabancayla kalbinden vurarak intihar etmiş. Ne feci! Bazan gerçek hayatlarla öyküler karışıyor birbirine. Du bi... Kendime geleyim. Şimdilik tatil planlarımı erteledim.
5 Temmuz 2011 Salı
Muhtelif Meraklar.. Yarım Yamalak Bilgiler..

Bu yukarıda gördüğün fotoğraf var ya, Kolombia'nın efsanevi kalecisi Higuita'ya ait.. 43 yaşında jübilesi yapılan Higuita, işte böyle yarı parende atarak gol kurtarmasıyla meşhurmuş. Bu gol kurtama tekniğine de "akrep vuruşu" deniyormuş.. Diyeceksin ki: "Hani futboldan anlamazdın.. Bu anlattıkların ne şimdi?" Haklısın.. Futbolla uzaktan yakından ilgim yok gibi görünsem de, ilgi alanım geniş, meraklarım muhtelif, dikkatim dağınık ve bilgim yarım yamalak olduğu için futbol da ilgi alanım içine giriyor.. Ve takdir edersin ki futbol hakkında da yarım yamalak şeyler biliyorum.. Maç seyretmek, kurallarını öğrenmek, takımları takip etmek falan derdinde asla değilim.. Anlatmak istediğim bu değil zaten.
Ben futbol oyununa değil, milyonlarca insanın gözlerini ayırmadan futbol seyretmelerine ilgi duyuyorum.. Mutlaka bir cazibe olmalı futbol oyununda öyle değil mi? Çünkü tanıdığım çok akıllı ve zeki insanlardan kimileri, biliyorum ki futbolla yatıp futbolla kalkıyorlar.. Demek ki onların futbolda buldukları benim bilmediğim kıymetli bir şey var.. İyi bir futbolcu olmak için güçlü bir fiziğe ve kondisyona sahip olmak yeterli mi acaba? Hımm.. Yeterli değildir bence.. Ne bileyim uygun zamanlarda ilginç pozisyonlar almak, topu kime şutlarsan en doğru sonucu alabilirsini anında düşünebilmek, rakip oyunculara kaptırmadan topu kaleye sürebilmek, nasıl denir uygun çalımlar yapmak, hatta topu kimsenin düşünemeyeceği bir yere paslayıp hem oyuncuları hem seyircileri hayrete düşürebilmek için ne lazım acaba? Bunlar öğrenilebilen teknikler mi yoksa her oyuncunun kendi zekasıyla bulduğu hünerler mi?
Ben futbol oyununa değil, milyonlarca insanın gözlerini ayırmadan futbol seyretmelerine ilgi duyuyorum.. Mutlaka bir cazibe olmalı futbol oyununda öyle değil mi? Çünkü tanıdığım çok akıllı ve zeki insanlardan kimileri, biliyorum ki futbolla yatıp futbolla kalkıyorlar.. Demek ki onların futbolda buldukları benim bilmediğim kıymetli bir şey var.. İyi bir futbolcu olmak için güçlü bir fiziğe ve kondisyona sahip olmak yeterli mi acaba? Hımm.. Yeterli değildir bence.. Ne bileyim uygun zamanlarda ilginç pozisyonlar almak, topu kime şutlarsan en doğru sonucu alabilirsini anında düşünebilmek, rakip oyunculara kaptırmadan topu kaleye sürebilmek, nasıl denir uygun çalımlar yapmak, hatta topu kimsenin düşünemeyeceği bir yere paslayıp hem oyuncuları hem seyircileri hayrete düşürebilmek için ne lazım acaba? Bunlar öğrenilebilen teknikler mi yoksa her oyuncunun kendi zekasıyla bulduğu hünerler mi?
Tam yazımı burada kesmeyi düşünüyordum ki aklımda yer etmiş bir kaç futbolcunun fotoğraflarına bakmak istedim.. Aaa! O ne? 1940 yılında doğmuş Brezilyalı forvet Pele.. İnan ki doğum tarihini ve forvet oyuncu olduğunu sanal ansiklopediden şimdi öğrendim.. Forvet nedir diye sorsan bilmem.. Hoş "Anlatayım öğrenmek ister misin?"desen.. Of! Ne yalan söyleyeyim öğrenmek istemem.. Pele'nin büyük bir futbolcu olduğunu biliyorum ya o bana yeter.. Ammaa.. Şu fotoğraftaki gol atış pozisyonuna bakar mısın? Sanat eseri gibi bir şey! Pele'yi Pele yapan farklı bir durum olmalı diye düşünüyordum ya.. Aaa! Ben bu fotoğrafı görünce hayrete düştüm.. Düşünsene maç seyrederken Pele'nin bu hareketine şahit olan seyircinin durumunu... Fotağraftaki iki oyuncunun çehresindeki şaşkınlık dolu ifadeye bir baksana.. Off! Stadyumda yer yerinden oynamıştır.. Kesin.. Of ya.. Keşke seyredebilseydim bu hareketleri.. Şahane bir şey valla!
Dur bir şey daha anlatacağım... Öyle futboldan anlamam ama futbolla ilgili anlatacak bişilerim varmış demek ki benim de. Pele'nin Amerika'da yüksek tahsil gören bir kızı olduğunu duymuş muydun? Hemde doktora tezinin konusu neymiş biliyor musun? "Bir Pazarlama Problemi Olarak Futbol: Liberal sistemde sporun demokratikleştirilmesi üzerine bir inceleme." Ve inanabiliyor musun bütün reklam şirketleri bu tezin peşine düşmüş. Bunu Gündüz Vassaf'ın Yeni Futbol başlıklı yazısında okumuştum. Ne yalan söyleyeyim çok ilgimi çekmişti. Tezin özünde kitle davranışlarının özelliştirmesi yatıyormuş. Tez, davranışlarımızdaki gizli eğilimlerin nasıl ortaya çıktığını ortaya koyuyormuş. Gündüz Vassaf'ın bu konuda anlattığı bir örnek vardı. Bir gün üzerinde bir futbol forması olan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun, bakkaldan Knorr çorba paketini aldığını, açıp içindeki çorba tozunu döktükten sonra, cebinden çıkardığı çengelli iğne ile formasının tam göğüs hizasına nasıl iliştirdiğini anlatıyordu. Böylece çocuk kendini sahalardaki abiler gibi hakiki futbolcu gibi hissediyor olmalı diyordu. Oradan da sanki gönüllü reklamcılarmış gibi günümüzde nasıl ayakkabılarımızda ve giysilerimizde markaları teşhir ederek dolaştığımızı, ama pasif reklam taşıyıcıları olarak nasıl sömürüldüğümüzün üzerinde duruyordu. İbretlik bir yazıydı gerçekten.
Dur bir şey daha anlatacağım... Öyle futboldan anlamam ama futbolla ilgili anlatacak bişilerim varmış demek ki benim de. Pele'nin Amerika'da yüksek tahsil gören bir kızı olduğunu duymuş muydun? Hemde doktora tezinin konusu neymiş biliyor musun? "Bir Pazarlama Problemi Olarak Futbol: Liberal sistemde sporun demokratikleştirilmesi üzerine bir inceleme." Ve inanabiliyor musun bütün reklam şirketleri bu tezin peşine düşmüş. Bunu Gündüz Vassaf'ın Yeni Futbol başlıklı yazısında okumuştum. Ne yalan söyleyeyim çok ilgimi çekmişti. Tezin özünde kitle davranışlarının özelliştirmesi yatıyormuş. Tez, davranışlarımızdaki gizli eğilimlerin nasıl ortaya çıktığını ortaya koyuyormuş. Gündüz Vassaf'ın bu konuda anlattığı bir örnek vardı. Bir gün üzerinde bir futbol forması olan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun, bakkaldan Knorr çorba paketini aldığını, açıp içindeki çorba tozunu döktükten sonra, cebinden çıkardığı çengelli iğne ile formasının tam göğüs hizasına nasıl iliştirdiğini anlatıyordu. Böylece çocuk kendini sahalardaki abiler gibi hakiki futbolcu gibi hissediyor olmalı diyordu. Oradan da sanki gönüllü reklamcılarmış gibi günümüzde nasıl ayakkabılarımızda ve giysilerimizde markaları teşhir ederek dolaştığımızı, ama pasif reklam taşıyıcıları olarak nasıl sömürüldüğümüzün üzerinde duruyordu. İbretlik bir yazıydı gerçekten.
Dur bak... Ayrıca futbolu bir ürün olarak düşünürsek, oyuncular dahil futbolun ortaya çıkmasını sağlayan herkes üretici oluyordu. Peki zavallı seyirciler ne oluyordu? Tüketici tabii. Pele Raporu diye adlandırılan bu tezin üzerinde Amerikan ligine yatırımı düşünen herkes ilgilenmiş biliyor musun? Kim bunlar? Sermaderlar, reklam şirketleri, TV yapım şirketleri, kulüp sahipleri filan... Amaçları aynı ya, bir araya gelip nasıl uygularız diye kafa patlatıyorlarmış. Hatta sanıyorum California Liginde pilot uygulamayı bile başlatmışlar. Yeni Futbol... Deneyin ihalesini alan şirket önce stadı yenilemeyle işe başlamış. İstenildiğinde üzeri kapatılacak, seyirciye ev sıcaklığı ortamı sağlayacak, dileyen geniş kanepelerde seyredebilecek, maçın tam tadına varabilmek amacıyla futbolcuların kendi aralarındaki konuşmalar dinlenecek, sahaya zoom yapacak kameralar yerleştirilecek... Sonra seyirciyi katılımcı yapacak ve oyun gelirlerini artıracak bir çözüm düşünülmüş. Her seyici elindeki kumandadaki düğmeye basarak taraftarın seyirci ve oyun ile ilgili düşüncelerini belirtecek. 21.yüzyıl seyircisi artık yuhalamayacak, ıslık çalmayacak ya da ne bileyim anlamsız bağırışmalar yapmayacak da çift seçenekli düğmelerden birine basacak. Her takımın kulübesinin arkasındaki büyük dev ekranlarda seyircilerin tercihi yansıyacak. Kulüplere kayıtlı her seyircinin özel şifresi olacak. Şifreler ya maç başında ya da sezonluk satılacak. Böylece ek gelir sağlanacak. Ayrıca müşterek bahis sistemiyle maçta kaç gol atılacağına dair tahmin de yapabilecek seyirci. Çoğunluk bilirse az para kazanılacak, çoğunluk tahmin etmezse çok para kazanılacak. Tabii bunlar için maça ufak molalar verilecek. Bu molalarda TV şirketlerinin reklamları devreye girecek. Bu durum seçilen pilot bölgede uygulanmış biliyor musun? Ve başarılı olmuşlar.
Sonra Fransa'da Disneyland'dan umduğunu bulamayan Disney şirketi bir araştırma yaptırmış. Gençlerin en çok müzik, savaş ve fulbolla ilgilendiğini tespit etmişler. Bu durumla ilgili de ilginç şeyler anlatmış Gündüz Vassaf. Ama yazımı uzatmak istemiyorum. Asıl ne anlatmak istiyorum biliyor musun? California Lig'inde Yeni Futbola yönelik en büyük tehlikenin her zamanki gibi insan unsurundan geldiğini yazıyordu Gündüz Vassaf. Neydi bu? Şike vaziyeti tabii. İlgililer, oyuncuların önceden anlaşıp büyük para vurduklarını tespit etmişler. Müşterek bahise katılan seyircilerin çoğunluğu gol atılmayacak düğmesine basmışsa, iki takımın bazı oyuncuları aralarında anlaşıp gol atıyorlar, çoğunluk gol atacak diyorsa gol atmıyorlarmış. Şöyle devam ediyordu Gündüz Vassaf yazısına: "Her zaman, her yerde ve her çağdaki "Büyük Aldatma" hep bu değil mi zaten? Birbirlerine karşı oynadıklarını sanıp taraf tutarak seyrettiklerimiz, aslında bize karşı oyun oynamak için birleşmiş kendi aralarında." Ne fena!
4 Temmuz 2011 Pazartesi
Hayatımızı Nelere Rağmen Ve Nasıl İnşa Ediyoruz?
Şimdi kahve molası verdim. Azıcık dertleşmek niyetindeyim. Yok… Bak… Açık açık itiraf edeceğim. Ben ilkin Rüya Tabirleri diye okumuştum biliyor musun? Gerçekten… Eğer Riya Tabirleri diye okusaydım. İlgi yapar mıydım? Bilmiyorum. Gene konuya tersinden başladığım değil mi? Heyecanlıyım da biraz... Ne olur kusuruma bakma benim. Bildiğim aylardan Temmuz, günlerden Pazartesi... Haftanın ilk iş günü ya… Bu sabah nasıl işim başımdan aşkındı anlatamam. Sanal alemde bir ara, Riya Tabirleri’ne denk geldim. Ayakta bile rüya görmeye meyilli bünyem dürttü beni. Merak ettim. Riyayı rüya diye anlayınca ne yazıyor diye okumak amacıyla işe az biraz ara verdim. Okumaya başladım. “Riya Tabirleri sitesi, yeryüzünde adalet diye bir derdi olanlar için kuruldu. Olmayanın başına da bu derdi sarmak için.” Hoppala! Ne diyordu Allah aşkına… Rüya tabiriyle adaletin ne ilgisi vardı? Okumaya kaldığım yerden merakla devam ettim. “İnsanlığın dörtte birinin gözden çıkarıldığı, öbür dörtte birinin ağır, pis ya da sıkıcı işleri yaptırmak üzere kenarda bulundurulduğu, yüzde beşin, aklına esen her şeyi alsa, yese içse tüketemeyeceği servetini daha da çoğaltmak için türlü dalavera çevirdiği, çoğunluğun, başkaldırmak yerine zalimin zorbanın artığından pay almaya çabaladığı, feci bir dünyada yaşıyoruz. Bazılarımız farkında bile değil; onun gezip dolaştığı yerlerden “ötekiler” görünmüyor. Çoğumuz farkındayız; “ben”liğimize öylesine sarılmışız ki, başkalarına sarılmaya elimiz kolumuz halimiz kalmamış. Bugünün hayatı, riya üzerine kurulu. Tabirlerini burada bulacaksınız.” Bu cümleler sarstı beni. Vicdanımı kışkırtı anlatabiliyor muyum? Şaşırmış kalmıştım. Sanırım gene ayakta rüya görüyordum. Bu bir uyarı olmalıydı bana… Bu uyarıyı yapan beni çok iyi tanıyordu. Çünkü yazısına şöyle devam ediyordu. “Siftahı, içerik bakımından da, teknik olarak da biraz tuhaf bir filmle yapalım.” Demek bu uyarıyı yapan kişi sinemayı sevdiğimi biliyordu. Sanıyorum bana şöyle bir şey söylemek istiyordu... “Yiyiyorsun… İçiyorsun… Tüketiyorsun… Tüketiyorsun… Sen bu hayatı yaşarken, dünyayı sadece kendi çevrenden ibaret zannediyorsun. Hayatın anlamını azıcık düşünmek istesen, kurulu düzen rahat vermiyor zaten. Sen mışıl mışıl uyumana devam ediyorsun. Bak, önüne kadar geldi film. Haydi, biraz gayret et... Hayatının nelere rağmen inşa edildiğini bu filmde seyrediver bari bi zahmet.” Nasıl utandım anlatamam. Hemen önümdeki poliçeleri yana ittim. Bilgisayarımı önüme çektim. Tasarım, hammaliye ve metinin Ümit Kıvanç’a ait olduğunu öğrendiğim 16 Ton Vicdan ve Serbest Piyasaya Dair Bir Film’i ibretle seyrettim. Şimdi işe dönmeliyim. Ama bu yazımı şöyle bitirmeliyim. Tüm haksızlıklara, vicdansızlıklara rağmen bu dünya halen dönmeye devam ediyorsa Ümit Kıvanç gibi insanların sayesindedir. Eminim.
Filmi buraya tıklayarak izleyebilirsin.
NOT:Fotoğraf Lewis W. Hine'a aittir.
Yeni Dalışlara Geçtim... Du Bakalım...
.....................
Fırtınalı bir kış oldu ertesi yıl.
Aynı yılın teşrininde
Üç arkadaş Zonguldak’a indiler
Şurdan şu tarafa tut
bütün deniz.
Girdi ocağa.
Kanununda aynı yılın,
bir sabahtı
Şentürk’ü kömürün altından çıkardılar
kan içinde yüzü gözü
elleri simsiyahtı.
Bir beyaz karyolada
hayata veda etti.
Öyle insanlar gördüm ki
Ölüm peşlerine düşmeye korkardı….
Kazmaları kürekleri lâmbalarıyla
Ya insanlar gibi toprağın üstünde
Ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar
Bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı.
İLHAN BERK
siyah akar zonguldağın deresi
yüz karası değil, kömür karası
böyle kazanılır ekmek parası
yüz karası değil, kömür karası
böyle kazanılır ekmek parası
ORHAN VELİ KANIK
NOT: Fotoğraflar sanayi işçileri ve göçmenlerin fotoğraflarını çeken sanatçı Lewis Wickes Hine'a aittir.
3 Temmuz 2011 Pazar
Bazı Şeylerden Nefret Etmeyi Unutmamalı İnsan Kişi...
“Yok!” dedim. ““Dokunmayın bana.. Rahat bırakın!” modundayım. Aman diyeyim. Sakın bulaşmayın.” Böyleyim işte. Olur bende bazan böyle haller. Dellenme emareleri ya… Bilenler bilirler. Üzerime gelmezler. Elleşen delikdeşik kalabilir çünkü. Bugün yalnız kalasım vardı. Atladım arabama. Köyün köyündeki eve geldim. Böyle delikdeşik deyince Attila İlhan’ın aynı adlı şiirini hatırladım. “Kirpi gibisin çocuk… her tarafın diken… kim elini uzatsa… delik deşik… üstelik… sen de kan içindesin…“ Kimi zaman kendimi böyle delendeşen vaziyetinde hissetmemin vardır illaki sebebi. Herkesin bir derdi var durur içerisinde misali… Sormadım kendime nedir derdin diye… Bastım gaza… Marş marş… Dağ başındaki eve… Hiç şaşırtmadı beni. Gene oradaydı. Bana hiç rahat vermez. Ne vakit kaçsam bir şeylerden ya da birilerinden. Ne vakit kendi kendimle kalmak istesem çıkar karşıma. Güya beni görmemiş havasında davranıyor... Elinde cep telefonu varmış gibi, serçe parmağı ağzında, baş parmağı kulağında konuşuyor… “Güzelim… Ben bak ne diyürüm sena… Yehu bi dinle… Ben imar iskanda bitiririm işi… Üçe bilemedin beşe, biter gider… He! He gözüm… Mesele o diil şimdi… Ya bi dinle kurban olum yaa… Usul usul diyörüm bak… Adamları gıllandırmadan… Ehe hehohoğ…” Az ilerde bahçe çitlerinin yanında müteahhid kılıklı bir adam var. Onun taklidini yapıyor. Sıkıntılı gördü ya beni aklısıra güldürmeye çalışıyor Ayakkabılarımı fırlattığım gibi kendimi eve zor attım. Terliklerimi ayağıma geçirdim. Peşim sıra geldi. Ben önde o arkamda salona doğru yürüdük. Kış başından beri kapalıydı ev. Koltukların üzerinde beyaz beyaz örtüler... Hiç ellemedim ne yalan söyleyeyim. Birine oturduğum gibi ayaklarımı koltuğun yanından sarkıttım.
Sol kaşımı kaldırıp en haşmetli bakışımla suratına baktım. Dedim: “Selamsız köyünden misin? Selam etmeden elalemin adamını taklide giriştin. Hem ya duysa… Kendisiyle dalga geçildiğini anlıycak. Zaten canım sıkkın. Yok yere kavga mı ettirecen?” Her zamanki gibi aldırmadan muzurca gülümsedi. O kadar umarsız ki… “Peki ciğerim” dedi, elindeki düşsel cep telefonunu kapatırmış gibi yaparak… “Aaa kıza bak, ciddi sinirlendi.” dedi. “Hocam sen çeşit misin yaa, noolmuş iki dakka makara yaptıysak elin takozuyla, farkına bile varmaz o. İş bağlamakla meşgul amcam… Dolar üzerinden marg üzerinden meşgul.” Karşıma oturdu.“Şimdi sen kahve içmek istersin biliyorum ama boşver kahveyi mahveyi, ıhlamur içelim.” dedi. “Sakinleriz.” Sanırım ıhlamur lafına sinirim bozuldu, elimde olmadan güldüm. “Haa şöyle açıl biraz… İcabında bende daha ne numaralar mevcut” dedi. Ihlamur içmedik tabii. Kahve üzerine kahve içtik. O mütemadiyen konuştu. Ben sessizce dinledim. Para kazanacam diye küçük hesaplar peşinde koşanların gülünç hilelerini , irili ufaklı dolap çevirmeye kalkıp yüz yüze gelince hiçbir şey olmamış gibi şirinlik sergileyenlerin vaziyetlerini, taklitlerini yapa yapa saatlerce anlattı. Bana öyle geliyor… Bu kız beni de acayip taklit ediyordur şimdi. Hayallere olan düşkünlüğümle maytap geçiyo olabilir mi? Kahve içerken her seferinde sanki kahveyi ilk kez tadıyormuşum gibi yüzümün aldığı o şaşkın ifadeyi; kesin kapmıştır o hareketimi, gizliden yapıyordur… Deli ya...
Sustu sonra… Dalıp gitti… Konuşsun istedim… “Zor be güzelim” dedim…. “İçten içe kızgınsın sanki… yani, sen böyle olursa… Nefret edersin… Sen şimdi sevmiyor musun bu insanları, oldukları gibi yani” Aslında bunları söylemek istemiyordum ama, buna benzer şeyler çıktı işte ağzımdan…. “Nefret mühim bir mevzuudur.” dedi… “Bazı şeylerden nefret etmeyi unutmamalı insan kişi… Ben senin dediğin anlamda insan sevmeyi televizyon sunucularına bıraktım… Onlar benim yerime seviyo herkesi… Kendimi kaptırıp olan bitenden nefret etmeyi unutucam diye ödüm patlar benim… Hem severim onları… İnsanları yani… Kaptırıp gitmeyenleri…” Sustu… “Ağır konuştun kız” dedim… “İş felsefeye girince senin yaptığın kallavi bi laf esprisi vardır hani… Sokrates ne demiş, sok ve rahat et… Takmayacaksın, tak açacaksın.”… Kendinden arakladığım laf esprisine gülmedi… Anlıyordum, kendini yalnız hissediyordu… Bildiği tüm öykülerin içinde kendisine yer bulamıyordu belki… Gerçekten anlıyordum… Başını öne eğdi. “Kahve çarptı galiba canım seni” dedim… Yorgun yorgun bakarken aniden yüzü tuhaf bir şekilde şaşkın ifade aldı… Tanıdım… Bu benim yüz ifademdi, hani her kahve içişimde farkında olmadan yaptığım mimikler serisi… Güldüm… Sonra ben de cebimden düşsel bir cep telefonu çıkarıp tuşluyormuş gibi yaptım… “Senin telefon çalıyor duyuyor musun?” dedim. O da telefonu açtı, eli kulağında “Buyur ciğer” dedi…. “Moruk” dedim… “İyi oldu seni gördüğüm… Sıkılınca yine ara… Cep telefonum sende var… Hadi ben kaçıyorum.” Sonra telefon taklidini filan boşverip, “Sen en iyi arkadaşlarımdan birisin, aman deyim, kendini üzme” dedim… Söylediklerimi aynen benim şaşkın yüz ifademle ve sesimle tekrarladı…
NOT: Gene bir Atilla Atalay öyküsüyle oynadım... Yazar affetsin beni, Civciv Kutusu adlı kitabının arkasına gizlediği o çok sevdiğim "Kan içindesin..." adlı öyküsünü kendime uyarladım. Koyu cümleler öyküye aittir. Kendimi kaptırıp olan bitenden nefret etmeyi unutucam diye ödüm patlamaya başlayınca, bu öyküyü okumak ilaç gibi gelir. Çünkü yazar bence çok haklı... “Bazı şeylerden nefret etmeyi unutmamalı insan kişi…"
Bazan Öyle Bir Yazı Yazmalıyım Ki...
Bazan öyle bir yazı yazmalıyım ki... Şahane... Şöyle fiyakalı olmalı... Öyle ki... Rüzgar Gibi Geçti filmindeki Clark Gable misali, bakışlarıyla okura caka satmalı. Bazan okundukça her kelimesinden şakır şakır muhabbet akmalı. Kimi zaman yazım "Bir insanı sevmekle başlar her şey" cümlesi ile başlamalı da bu cümle okuyana Sait Faik'i anımsatmalı. Ya da belki yazdığım yazı Müjde Ar'ın İsmet, Ayşen Gruda'nın Fikret rolünde oynadığı Gülen Gözler'in komikliğinde olmalı. Evet… Evet… Komik olmalı yazım, komik... Okuyanı kahkahadan yerden yere atmalı. Ya da ne bileyim, kimi zaman Neşeli Günler filmindeki Adile Naşit ve Münir Özkul'un o muazzam inatçılıklarını hatırlatmalı... Okuyanı dudak kenarından hafiften gülümsetmeli. Durun, durun! Bazan öyle bir yazı yazmalıyım ki, denize düşen taş gibi "tııpp!" diye ses çıkartmalı. Taşın suyun yüzeyini halka halka dalgalandırması gibi, yazdığım yazı kimi zaman okuyanın yüreğini hafiften dalgalandırmalı. Ya da öyle bir yazı yazabilsem ki keşke, okuyanı çarpsa, silkelese, darmandağın edebilse. Yok yok... Olmaz... Ilık ılık damlamalı kelimeler... Yumuşacık damlalar halinde gönülden gönüle akmalı. Kimi zaman yazım okundukça gökyüzü öyle yakın hissedilmeli ki, hani bilirsin ya sanki elini uzatsan dokunacakmışsın gibi. Bazan kelimelerim efsunlu olmalı efsunlu... Gizemli ve sıradışı olmalı belki. Okuyanı tılsımıyla büyülemeli. Bazan yazım öyle bir sus pus etmeli ki okuyanı, okurun beyninin içinde çıt çıkmamasını becerebilmeli. Yazıma tam manasıyla odaklansın diye, işitme organının kapılarını sıkıca kilitlemeli. Hatta kilidi mühürlemeli belki. Ahh! O harfler, heceler, kelimeler, cümleler ve hatta noktalamayı sağlayan işaretler... Kimi zaman öyle bir düzende yan yana gelmeli ki, yazı ile okurun gönlü arasında bir köprü oluşturmalı. Bazan yazılarım sevgiyle başlamalı, gizemli bir romantizmle devam etmeli. Sonunda latif bir kelime olan aşkla bitmeli sözgelimi. Ama mutlaka içine bir nebze hüzün katmalı. Bazan cümlelerim hakikatleri asla anlatmamalı. Tamamiyle hayal aleminin mecrasına akmalı. Akıldışı, ürpertici ve tekinsiz olmalı... Gökte dolunay varmışcasına, yazılarımı sırlı bir gece aydınlatmalı. Bazan bir gölge ben yazdıkça, ardımdan süratle ve sinsice kovalamalı... Bu haldeyken yazdığım kelimeler, peşinden bir atlı takip edercesine, okuyanı nefes nefese bırakmalı. Kimi zaman yazdığım yazı dizlerimin üzerine düşürebilmeli beni. Bu durumda yazdığım cümlelerimi okuyan biri, göğsünü döve döve, çığlık çığlığa bağırabilmeli. Kimi zaman öyle dokunaklı yazılar yazabilmeliyim ki, okuyanı hıçkıra hıçkıra ağlatabilmeli. Acaba mümkün olur mu ki? Öyle bir yazı yazabilmeliyim ki sözgelimi… Yazımı okuyan “Bir gün bu yazıyı okudum ve bütün hayatım değişti,” diyebilmeli! Denesem... Acaba yazabilir miyim öyle etkilisini?
2 Temmuz 2011 Cumartesi
Kitap Kapaklarını Seyretmeyi Severim..
Kitapları tabii ki kapakları için almam!.. Ama güzel kapaklı kitaplara ayrı bir ilgi duyduğumu itiraf etmeliyim. Çünkü kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Eğer günün birinde elindeki kitabın sayfalarını karıştırıp okuyacağına, kapağına uzun uzun bakan birini görürsen, anla ki işte o benim!.. Bana göre, Aşkın Güngör öncelikle genç yaşına rağmen çok sayıda kitap yazmış memleketimin iyi yazarlarından biridir. Çocukluğumda Kemalettin Tuğcu öyküleri okurken ağladığımı bilirim. Yıllardan sonra beni ağlatan kitap Aşkın Güngör'ün Gohor adlı fantastik romanı olmuştur. Bana göre öykülerin insana acı ve keder hissi vermesi kötü bir şey değildir. İnsan böyle öyküleri okudukça acıyı, merhameti, şefkati, vicdan azabını, insana dair olması gereken duyguları öğrenmeye ve hissetmeye başlar. Kederdeki zevki tattırır bu öyküler insana, yalnızlık hissini törpüler. Acı ve keder paylaşılır olur. Herşeyden güzeli acı ve keder anlaşılır olur. Aşkın Güngör'ün çocuk kitapları Edebiyatımızda eksikliğini duyduğumuz bu lezzetteki öyküler açısından emsalsizdirler. Hazır tatile girmişken Aşkın Güngör'ün kitaplarını çoluk çocuk hepimiz okumalıyız diye düşünüyorum. Ayrıca Aşkın Güngör Türkçeyi müthiş etkili kullanan bir şairdir. Şiirleriyle ilgili özel bir yazı yazmayı düşünmekteyim. O nedenle şiirlerine şimdi fazlaca değinmeyeceğim. Veeee.... Aşkın Güngör'ün kitaplarının kapaklarına da bayılırım. Şimdi Hayal Kahvem'i Yazar'ın sevdiğim kitaplarının kapakları ile süsleyeceğim...
NOT: Sevgili Salak'ı okumak isteyenler askingungor [at] yahoo.com adresine, ad ve soyadını, açık adresini ve kargo gönderisi için gerekli olan bir telefon numarasını gönderirse (ve tabii üç - dört lirayı geçmeyeceğini sandığım kargo tutarını ödemeyi de göze alırsa), Aşkın Güngör okurlarına bu kitabını ücretsiz olarak ulaştırıyor. Size sadece okumak kalıyor :)
Etiketler:
aşkın güngör,
ay kolik,
ben bir kediyim,
düşler diyarı,
geceyle gelen,
gohor,
kardan adam masalı,
kitap kapakları,
mesih klonu,
öykü,
sevgili salak
Kitap Kapaklarına Odaklanan Kamera
"Jean Luc Godard'ın Aşka Övgü adlı filmini seyretmeliyim" dedim kendi kendime. 2001 yapımı bu filmi seyretmek için o kadar çok heveslendim ki anlatamam. Neden mi? Bak şimdi... Filmde kitaplara bir oyuncu muamelesi yapılıyormuş. Kamera kitapların kapaklarına bir oyuncunun yüzüne yaklaşır gibi odaklanıyormuş. Ne hoş! Demek Godard kitap kapaklarına meraklı biri. Aslında sinema yoluyla, körleşen algılarımızı, bakıp da farkedemediklerimizi hatırlatmak istiyor belli ki. Bunu okudum ya... Artık mutlaka seyretmeliyim bu filmi! Hemen bulmalıyım hemen... (12.02.2010)
Godard'ın Filmindeki Kitapların Peşine Bir Dedektif Gibi Düşünce...
Fransız yönetmen, Jean Luc Godard'ın çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde kitaplara oyuncu muamelesi yaptığını öğrendiğimde çok merak etmiştim. Filmi seyrettim. Doğruydu. Filmde oyuncuların elinde, masada, sehpada hep kitaplar vardı. "Ne var bunda?" denebilir. Kitapların bolca yer aldığı kütüphanede veya kitapçıda çevrilen filmler yok mudur? Vardır. Ama bu filmde durum farklıydı. Kamera kitapların kapaklarına bir oyuncunun yüzüne yaklaşır gibi odaklanıyordu. Adeta her kitap bir oyuncu yüzü gibiydi. Bu durum çok hoşuma gitti. Çünkü ben kitap kapaklarına meraklı biriyim. Beğendiğim kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Ayrıca filmde oyuncular da kitap gibi konuşuyorlardı. Sanki Godard kitap yazmak istemiş, kitap yazacağına kitap gibi bir film çekmiş. Filmi seyrederken, kameranın odaklandığı kitapların yazarlarının adlarını not ettim. Acaba Godard niye bu yazarların kitaplarını seçmişti? Merak ettim. Şimdi bu yazarları ve kitaplarını tek tek incelemeye karar verdim. Jean Luc Godard'ın Aşka Övgü adlı filminde, uzun uzun gösterilen kitaplardan birinin yazarı Peter Cheyney'di. Sanal ansiklopedide yazarın kitaplarını buldukça kapaklarına bayıldım. Bakınız işte aşağıya ve yukarıya ekledim.
İngiliz polisiye yazarı Peter Cheyney, bugün adı pek bilinen bir yazar değil. Yazarın kitapları Çağlayan yayınlarının değişik kapak tasarımlarıyla 1954 yılında bizim memlekette yayımlanmaya başlamış. Ve zamanında oldukça fazla satmış. Tükçe'ye çevrilen 25 civarında kitabı varmış. Öykülerinin konuları Avrupa'da geçiyormuş ve türdeşlerinden daha az şiddet içeriyormuş. Malum, İngiltere'de polis bile tabanca taşımaz. Bu nedenle İngiliz yazar Peter Cheyney'in dedektifi, sıkıştığında 45 liğine davranan ünlü dedektif Mayk Hammer tiplemesi gibi değilmiş. Peter Cheyney'in kitaplarındaki dedektif iş kavgaya geldi mi, sanıyorum bizim şimdi Ju do diye bildiğimiz, o dönemin tabiriyle Jui Jutsu ile düşmanlarını alt edermiş. Ama çapkınlıkta ABD'li meslektaşlarını aratmazmış. Şimdi ilginç bir tespit yapacağım. Romanlarının edebi değeri tartışılan Peter Cheyney'in Türkçe metinlerde Lemi Kovşun olarak adlandırılan, orijinalinde ismi Lemmy Caution biçiminde geçen ünlü dedektif karakteri var ki, bu dedektif sinemada da tanınmış biri değil mi? Hatırlasana Jean Luc Godard'ın Alphaville(1965) adlı filmini.. Bu filmde Alphaville adlı ilginç bir şehre gelen özel dedektifin adı nedir? Lemmy Caution.
Çok tuhaf bir filmdir Alphaville. Alpha 60 adında bir bilgisayar şehri yönetmektedir. Şehirde aşk, vicdan gibi kelimeler yokedilmiştir. İnsanlara ağladıkları için ölüm cezası verilebilmektedir. İnsanları her an gözlemekte ve denetim altında tutmakta olan bilgisayarı tasarlayan bilimadamının kızına aşık olur bu ünlü dedektif Lemmy Caution... Neyse.. Şimdi anlatmak istediğim film konuları değil. Jean Luc Godard'ın, yazar Peter Cheyney'in bir kitabına, 2001 yılında çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde rol vermesi haybeye değil demek ki. Çünkü Godard yıllar önce, taa 1965 de çevirdiği Alphaville adlı filminde yazarın kitaplarının ünlü kahramanı dedektif Lemmy Caution'un adını kullanmış. Bundan yıllar sonra Godard, çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde Peter Cheyney'in kitabına rol vermekle, kendi tarzında yazara teşekkür ediyordur belki, kim bilir? Bakar mısın sen şu işe? Neler öğreniyor insan... Seyirci olarak yönetmenin filmindeki kitapların peşine dedektif gibi düşünce... 10. 07.2010
1 Temmuz 2011 Cuma
Kill Bill ve Murathan Mungan ve Yeni Türkü
Olmasa mektubun,
Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza
Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza
Sanma unutulur,
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.
Neydi bir arada tutan şey ikimizi
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır.
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır.
Baksana geçmişe,
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema
Harcanmış zamanlar
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa!
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa!
NOT: Murathan Mungan'ın sözleri, Yeni Türkü ezgileri ve Kill Bill film kareleri... En bayıldığım üçlü...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)