10 Kasım 2011 Perşembe

İçinden Öykü Geçirdiğim Filmler 2 - Boşver Arkadaş



"Şu ağlamaklı halime sebep o padişahım
O ağzı, yüzü, elleriyle avare olan
İçtiğim suya, daldığım havaya düşman
Sebebî felaketim
Bir haliyle bikarar, bir haliyle belâdır
Efendim
Böylesini kimse bilmez sevdanın"

İlhan Berk


Yooo... Ben masumdum. Sevmiştim. Yalanım yok... Aşkın gözü söylendiği gibi kördü. Ona tüm yüreğimle inanmıştım. Ne safmışım. Osman Şahin'in bir öyküsünden iki cümle çıkarma yapıp,  kendime rumuz edinmiştim... "Ruhumu sürmüşem sana... Ruhumu... Seni içime manzara yapmışam." Ne  vakit onu karşıdan görsem... Bu cümleleri içimden geçirirdim. Allahım yarabbim... Nasıl da körkütük aşıktım. Bu duyguyu ilk kez yaşıyordum. Çok yakışıklıydı. Daha doğrusu o vakitler bana yakışıklı geliyordu. Ne aptalmışım... "Bir zamanlar uğruna kahkül  diye göz yaşı döktüğüm meğer bir tutam saç imiş" denir ya hani... O hesap..  Harbiden sonra çakmıştım gerçek manzarayı ama... Kaç yazar? Çocukta ya Nostradamus marifeti ya da özel parapsikoloji, psikoknetik, telepati güçleri vardı... Ne dersen de... Öyle işte... Bildiğim onda acayip bir şeytan tüyü vardı.. Elimi vicdanıma koyup söylüyorum... Konuştuğu zaman okulun tüm kızlarını- ben de dahil tabii- kendine  hayran edecek insanüstü bir yeteneğe sahipti. Sanki kızların beyinlerine hükmediyordu. Onunla asla tartışmak mümkün değildi. En kabul edemeyeceğim konularda bile, nasıl laf canbazlığı yapıyorsa artık... Ağzından çıkan her sözü kendi düşüncem sanıyordum. Askeriyedeki nizamiye kapısı gibi, tüm ruhumu, değer yargılarımı, hayata dair görüşlerimi gözüm kapalı ona emanet edebilirdim. O ne diyorsa doğru oydu. Yani o vakitler bana öyle geliyordu. Bu çocuğun karşısında kendime olan direncimi gün be gün kaybediyor,  köle izahura olma yolunda uygun adım marş marş ilerliyordum. Durumum tuhaftı. Ben bildim bileli hiç böyle ben olmamıştım çünkü... Yok bazan kendime "bu kadar salak olma. toparla kendini" diyordum ama  feci bir değişim rüzgarı sarmıştı dört yanımı... Duygularıma mukayyet olamıyordum. Oysa onu tanıyana kadar hep sevilmiş hiç sevmemiştim. Üstelik çok güzel değildim. Sade giyinirdim. Asıl mühimi erkeklere hiç pas vermezdim. Etrafta o kadar fettan, maceraya dünden hazır kızlar dururken bana meftûn olan erkekler nedense çoktu. Aşklarını belli etmek için türlü numaralar yaparlardı. Aşkını itiraf edemeyenler mi istersin, mail atıp dolaylı yoldan içini  dökenler mi? Ya da karşıdan karşıya kesenler mi, ne bileyim seviyeli üslupla ince bağlama ayarları çekenler mi? Neler görüp geçirmiştim. Hiç bir  erkeğin karşısında civatalarım  milim oynamamıştı yerinden.. Ya feleğin cilve yapma sırası bana gelmişti. Ya da birinden büyük bir  ah almış olmalıydım ki bir erkeğin ağına sazan gibi düşüvermiştim.. Çıralar gibi yanmıştım. Dumanım buram buram tütüyordu. Sadece ağlayanım yoktu. Yoo...Karşılıksız değildi. Sözüm ona benim sevgim neydi ki? O söylediğine göre beni dağları delen Mecnun kıvamında seviyordu. Aynı üniversitenin farklı fakültelerindeydik. Arkadaşlarımız müşterekti. Kalabalık arkadaş güruhu içerisinde güya  kimseye belli etmeden aşkımızı gizlice birbirimize ilan etmiştik. Kimseye daha bir şey söylemememi sıkıca tembihlemişti. O ne derse kanun emrinde kararnameydi ya en yakın kız arkadaşıma bile söylememiştim. Zaten oldum bittim ket'umdum. Erkek arkadaşlarıyla olan ilişkilerini uluorta lömbürtek dışarıya bırakan çalçene kızlardan hiç haz etmezdim. İftiharla söyleyebilirim ket'umluk prensibimi ömrümce ihlal etmedim. Bakma, zaten henüz pek bir anı biriktirmemiştik. Sadece beni çılgınlar gibi sevdiğini itiraf etmişti. Ben de için için fena halde yanıp halvet olsam da sadece karşılıksız olmadığımı belli etmiştim. Sinema hastasıydım.  O da film seyretmeye bayıldığını söylemişti. Dün bir bugün iki,  göz süze süze  filmler üzerine şahane muhabbetler ediyorduk. Hafta sonu beni motoruyla alacaktı. İlk kez bekar evine gidecektim. Başbaşa yemek-sinema keyfi yapacaktık. Filan...


O gün okula gidemeyecek kadar  hastaydım. Telefonlaştık. Vaziyetimi anlattım. Ertesi gün buluşmak üzere sözleştik. Takdir i ilahi mi yoksa aptala malum olma vaziyetimi, bilmiyorum... Bir şey dürttü beni.  Öğlene kadar uyuyunca birdenbire üzerime bir canlılık geldi. Ben o gün kalktım ikindiye doğru okula gittim. Ve... Okulun arka bahçesinde, bizim sınıfın  en sünepe kızıyla onu öpüşürken gördüm. Birden çizgi romanlardaki "dooinnk" efekti çaktı beynimde... Gözümdeki kalın sinema perdesi usul usul yukarıya doğru kalktı. Gerçek manzarayı ayan beyan görmeye başladım. Meğer küçük bey, sadece benimle ve o sünepe kızla değil, okulun pek çok kızıyla fink atıyormuş. Yuf olsun bana!.  Tadım fena kaçmıştı. Süngüsü düşmüş tüfek gibi omuzlarım düştü. Hayalkırıklığını dibine kadar hissettim. Ağlaya zırlaya eve döndüm. İki gün telefonlarına cevap vermedim. Onun diğer numaralarını, beni merak edip eve  gelen en yakın kız arkadaşımdan öğrendim. Üzgündü çünkü... Ona da aşık olduğunu söylemiş önce. Sonra umduğunu bulamayınca terk edivermiş. Gözümün kenarındaki ilk çizgi... Saçımdaki  ilk beyaz tel... O gün belirdi işte. O gün bugündür kadınların gün be gün büyüdüklerine inanmıyorum. Temiz yürekli çocuklarız aslında herbirimiz... Erkek insanlardan düşünemediğimiz fenalıkları göre göre büyüyoruz biz! Resmen  aldatılmıştım. Üstelik okulun kızlarını sıraya diziyordu öyle mi?  Kendi çapında Don Juan mı sanıyordu kendini? İyi huylu kız olma hususunu fazlasıyla abarttığımı anlamıştım. Öyle böyle değil!.. Körleşme bu değil de söyler misin neydi?



Öyle öfkelenmiştim ki acısını önce iyice dayak atarak kendi ruhumdan çıkarmak istedim. İşe yaradı. Uzun zamandır beynimin karanlık odasında gizlediğim şirret yanım tüm cazibesiyle yeniden hortladı. Bu çocuğun foyasını açığa çıkarmazsam,  okuldaki beğendiği kızları ne idüğü belirsiz  büyüsüyle ele geçirip harem kurmaya niyetliydi besbelli. En şirret halimi takındım. Kafam kendi emrine girdi ya birdenbire çarkları hızla dönmeye başladı. Zeki Ökten'in Boşver Arkadaş filmindeki Tarık Akan'la Semra Güneri arasında geçen o muhteşem replikleri hatırladım. Bu kez rolleri değiştirecektim. Öyle olması icap ediyordu çünkü. Tarık Akan'ı kadın versiyonunu ben oynamaya niyetlendim. O kim mi olcaktı?  Kendisi bilmeyecekti ama Selma Güneri rolünde olacaktı tabii! Bunu akıl ettiğim an öpebilsem kendimi alnımdan öpecektim. Nananommm... Pazartesi günü geldi çattı. Süslendim püslendim.  Ninja misali, tepeden tırnağa kapkara giysilerimi giydim. Öğlene doğru okula gittim. Bizim grup, Don Juan'ı  aralarına almışlar yemekhanede oturuyorlardı. Öyle bir dalmışlardı ki muhabbete... Şeytani fikirlerimle cehennemin kapısından içeriye süzülüverdim. Hayır, anlamıyorum...  Sadece kızlar değil erkekler de onun ağzının içine bakıyorlardı... Kesin gizli büyücüydü o... Kafamı bunlarla daha fazla bulandırmadım. Hemen "Selam" deyip boş bulduğum bir sandalyeye uzandım.  Hatır sormalar filan... Derken kalkıp yanıma geldi. Kolunu şefkatle omuzuma attı. Usulca eğilip kulağıma "Nazlı kız! Hafta sonu telefonlarıma neden cevap vermedin. Seni çok özledim." dedi.  Gereğinden fazla abartarak şımarık bir eda takındım. "Ay ciddi misiiin? Çok tatlı çocuksun vallaaa" dedim. Sonra ayağa kalktım. Ben ayağa kalkınca o da ayağa kalktı. Allahım eskiden gözüme ne kadar uzun görünüyordu!.. Meğer  kısaymış. Boyu ancak benim kadar filandı. Halimde bir tuhaflık vardı var olmasına ama... Çözemiyordu. Felfecir okuyan soru işareti dolu pörtlek gözlerle yüzüme baktı. (Daha önce bu gözler bana nasıl manalı görünürdü...) Gözlerine  fazla dalmadım. Hemen film çevirmeye başladım...
 

Herkes duysun diye sesimi yükselterek... "Özür dilerim. Cuma gününden beri hiç görmedim seni. Telefonlarına da cevap vermedim. Çünkü sen haklıydın. Hep tuttum kendimi sana karşı. Çok kısa bişey soracağım. Sen de öyle cevap ver olur mu ?" dedim.  Şaşırdı. Sesimi duyan yemekhanedeki herkes bize baktı. Kararlıydım. Sonu ne olursa olsun ağzının payını verecektim. Sinirlendiğim zaman üst dudağım titrer. Oram kaşınıyormuş gibi elimle dudağımı örterek yüzümü şirinleştirdim. Ne olduğunu anlayamadı. Benim şirret halime hiç denk gelmediği için gönül rahatlığıyla muzurca  gülümsedi. "Peki, bekliyorum. Sor." dedi.  Ortalık tam manasıyla sessizliğe bürünüverdi. Yüzümü daha da yumuşattım. Kamu aleme ifşa edercesine sesimi iyice yükselterek... "Sana olan gerçek duygumu dinlemek ister misin?" dedim. Sahnede sanat icra eden tiyatrocu ayağına yattı. Olanca kendine güveniyle etrafına zaferle baktı. "Evet, isterim." dedi. Tarık Akan'ın filmdeki sözlerini ezbere biliyordum. Aynen söyledim...  "Seni çok seviyorum inan bana. İster misin sevgimi?" dedim. Güldü. Galiba kafa yaptığımı sandı. Elini kalbinin üzerine koydu. Sesini romantik ayara akortladı. Gözlerini süzerek hicranlı hicranlı bana baktı... "İsterim. Bütün kalbimle!" dedi. Egosunun tavan yaptığını söyleyebilirim. İyice mayışmıştı. Bir kız yemekhanenin ortasında ona aşkını ilan ediyordu... Adına bundan daha hoş reklam olabilir miydi?  Gözlerimi kısarak tiksintiyle inledim. "Bilirim. Çok şey istersin sen!" dedim.  Artık onu iyice şaşırtmaya sıra gelmişti. "Anlamadım." dedi.  "Mesela beni istersin. Okulun bütün kızları sana aşık olsun istersin. Seni sevenlere ihanet etmek istersin. Sen gelecekte karına da ihanet etmek istersin. Ama aslında bi tek şey istiyorsun sen. Şimdi onu veriyorum sana ..." dedim. Dehşet dolu gözlerle bana baktı.  Hiç duraksamadım. Aynı filmdeki gibi  suratına hakettiği şiddette "şraaaaakkk" diye  bir tokat attım. Kendi etrafında 360 derece döndü. Tam yere düşecekken kolundan tuttum. Kaldırdım.  Boş olan sandalyeye  oturttum. Usulca kulağına en bilindik klişe sözü söyledim. "Her kuşun eti yenmez!" dedim. Onu olanca şaşkınlığıyla oracıkta bıraktım. Çantamı  kaptığım gibi yemekhaneden fırladım. Dışarıya çıktığımda sonbahar ayazı yüzümü sardı. İşini tamamlamış sigortacı sevinciyle ıslık çalarak  hayata daldım.


Balkondayım... Boşver Arkadaş'ın film replikleri işime yaramıştı yaramasına ama... Okula tekrar gittiğimde  hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim... Bütün gece var  önümde... Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Sana Bir Şiir Getiririm... Sözler Rüyamdan Fışkırır...


Bugün gökyüzüne baktın mı bilmem? Hele ikindi ile akşam arası saatlerde baksaydın eğer, kocaman mavilikte sanki muhtelif fırça darbeleriyle, beyaz bulutların oya gibi işlenmiş olduğunu görürdün gökyüzüne... Öyle şahaneydiler. Kulağım arayınca bir melodi, elim gayri ihtiyari torpido gözüne gitti. Tek elim direksiyonda, diğeri karıştırırken cd leri, uzun zamandır dinlemediğim bir cd elime geldi. Of of of! 1997 tarihli Ataol Behramoğlu Şarkıları - Aşk İki Kişiliktir adlı albümü. Şairin bestelenmiş şiirlerinden oluşuyor. Edip Akbayram söylüyor; "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm... Çocuklar sinemaya gider... Yüzümü bir çiçeğe gömüp, Ağlamak gibi isterim... Derinden bir tren geçer... Ben ölürsem akşamüstü ölürüm... Uzaktan bir bulut geçer... Karanlık bir çocukluk bulutu... Gerçeküstücü bir ressam... Dünyayı değiştirmeye başlar... Kuş sesleri, haykırışlar... Denizin ve kırların Rengi birbirine karışır... Sana bir şiir getiririm... Sözler rüyamdan fışkırır... Ben ölürsem akşam üstü olürüm. " Bu şarkı sözleri, Ataol Behramoğlu'nun ama benim aklıma nedense, başka bir sevdiğim şair Orhan Veli geliyor. Hani şu meşhur fotoğrafı vardır ya, hani arkadaşlarıyla bir bankta oturuyor.



Of! Bu fotoğrafa hem bayılırım, hem de baktıkça tuhaf bir hüzün duyarım. "Dört kişi parkta çektirmişiz... Ben, Orhan, Oktay bir de Şinasi... Anlaşılan sonbahar... Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli... Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...  Babası ölmemiş daha Oktay'ın...  Ben bıyıksızım... Orhan Süleyman Efendi'yi tanımamış... Ama ben hiç böyle mahzun olmadım... Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz" demiş bu fotoğraf hakkında Melih Cevdet Anday. Fotoğrafta yer alan kişiler, soldan sağa Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday'dır. Orhan Veli'nin yaşamı boyunca hep dostu kalmış kişilerdir. 1914'de doğmuştur Orhan Veli. 10 Kasım 1950 akşamı Ankara'dadır. Kimbilir belki dilinin ucunda hüzünlü şiir cümleleri Ankara'nın karanlık yollarında yürümektedir. Belediyenin kazdırmış olduğu çukuru görmez ve düşer. Başından yaralanmıştır ama aldırmaz. Bir iki gün sonra İstanbul'a döner. Zaten o sıralar aklı fikri hep İstanbul'a dönmektir. Sevdiği kadın İstanbul'dadır çünkü. İstanbul'a gelir. 14 Kasım akşamı yemek yerken olduğu yere yığılır kalır. Sebep alkol sanıldığından alkol tedavisi yapılır. Oysa sevgili şair beyin kanaması geçirmektedir. O akşam hayata veda eder. 36 yaşındadır. Yüreğinde sevdiği kadın, cebinde 28 kuruş vardır.

Şairimiz Ataol Behramoğlu "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm." diyor. Başka bir şairimiz Orhan Veli 36 yaşında böyle Kasım ayının bir akşam üstü ölüyor. Bu akşam araba kullanırken, Edip Akbayram'ın etkili sesinde benim aklıma işte bunlar geliyor.
 


10.12.2010

8 Kasım 2011 Salı

Korkuyu Bekliyordum ki! Yerine Beyaz Mantolu Adam Geldi.


Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar adlı romanının seneler önce satın aldım. Okumadım. Kitapla aramızda mesafeli bir ilişki var. Arada elime alıyorum. Sayfalarını dalgalandırıyorum. Kitap hoşlanıyor bundan farkediyorum. Sonra her defasında tuhaf bir endişeyle, usulca yerine bırakıyorum. Doğrusu Oğuz Atay hakkında elime geçen her yazıyı ve kitabı okumuşumdur.  Yani yazarın efsanesini iyi bilen ama tek kitabını okumayan biri olduğumu mahcubiyetle itiraf edebilirim. Sadece babasına yazdığı mektubu okumuştum.  O kadar.  Nedense  korkuyorum.  Sanırım kitabın beni çağırmasını bekliyorum. Vardır benim böyle tuhaf hallerim. Kitapları elime aldığımda okunmak isteyip istemediğini hissedebildiğimi düşünüyorum. "Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" mi demeliyim, yoksa "elbet bir gün buluşacağız"ı mı,  misal vermeliyim? Bilmiyorum. Ya da kitabın bana sürpriz yapmasını, beni şaşırtmasını, beklenmedik bir anda karşıma çıkmasını bekliyorum. Böyleyim işte. Zorlamam kendimi illa okumalıyım diye. Kitapla ilişkimi önemserim. Hele yazarı çok özel biri ise... Memleketimin öncü edebiyatçısı ise... İlla okuyacağım diye dalamam kitaplarına... Onun davet edeceği saatini beklemeliyim... Neyse... Cuma günü İstanbul'dan bizim köye otobüsle dönmem gerekti. Elimde kitap yoktu. Kitapçıya girdim. Girer girmez tuhaf bir illüzyonla gözümün  ilk gördüğü  kitaba doğru yürüdüm. Kitabın adını okudum.  Korkuyu Beklerken'di. Yazarını bilmez miyim? Oğuz Atay'dı tabii. Zaten kapağında Oğuz Atay'ın bir fotoğrafı vardı. Kitabı elime aldım. Beklemeden kasaya gittim. Satın aldım. Otobüse bindim. Koltuğuma yerleştim. Kitabı açtım. Okumaya başladım. Bu bir öykü kitabıydı. İlk öyküsünün adı Beyaz Mantolu Adam'dı. Normalinde bu öykü adını okuduğumda "Adam manto giyer mi? Pardesü ya da palto denmeliydi." diye aklımdan geçirebilirdim. Asla geçirmedim. O kadar çok yazı okumuş, video seyretmiştim ki bu öyküyle ilgili. Sadece hüzünlü gülümsedim. Sonra Oğuz Atay'ın yukarıdaki beyaz pardesülü fotoğrafını hatırladım. Ardından ise Lale Müldür'ün bir şiirini... Der ya hani... "bana gelince ben... hazan yüzlü bir adamı aradım hep... bir sonbahar günü beyaz pardesüyle... kurumuş yaprakların üstünden... kapımı çalmasını bekledim..." O misal... Hazan yüzlü, beyaz pardesülü adamın bir kitabı, kurumuş yaprakların üstünden, ne yaşayacağımı bilmeden kapımı çalmıştı işte... Keşke ilişkiler gibi kitapları da aceleyle tüketmesek, sabredebilsek... Herşeyin yeterince keyfine varılabilsek... İyi de şiir nasıl devam ediyor peki? Diyor ki Lale Müldür... "gelse ne olacaktı... onu bilmiyordum ya... olanaksız bir şey istediğimin farkındaydım... yine de gemilerde, otobüslerde, uçaklarda... onu aradım..." Yoo.. İyi ki beklemişim zamanını...  Senelerce bekledim. İyi ki beklemediğim bir anda Oğuz Atay'ın bu kitabı karşıma çıktı... Hiç korkmadım.  Bu kitabın en son cümlesi şuydu: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" Bu soruyu bana soruyordu. Kitabın kapağını kapattım.  Yüzüme yaklaştırdım. Kokladım. Sonra usulca fısıldadım... "Ben buradayım sevgili yazar, sen de yanımdasın. Eminim."  

Oğuz Atay'ın öykülerini sevmek mi? Hiç yabancılık çekmedim ki... Öykülerine tek kelimeyle bittim.  

7 Kasım 2011 Pazartesi

İçinden Öykü Geçirdiğim Filmlerden İlki - Rezervuar Köpekleri


Aynı ofiste çalışan altı kadındık. Ben beş ay önce iş değiştirmiştim. Son üç yıldır çalıştığım bankanın şubesi kapatılmıştı. Tüm şube çalışanlarını gözlerinin yaşına bakmadan kapı önüne koymuşlardı. Benim için hava hoştu. Yalnız yaşıyordum. Bir süre aldığım tazminatla idare edebilirdim. Hiç hayıflanmadım. Küçük yaşta çalışmaya başlayan benim gibi biri için bu "hayat molası" iyi gelmişti ne yalan söyleyeyim. Nasılsa iş bulurdum. Niteliklerim, tecrübem yabana atılacak gibi değildi. İş başvurularıma çoktan yanıt almaya başlamıştım zaten. Sinema delisi biriyim. Üç ay kadar gece gündüz, sürekli  film seyrettiğimi iftiharla  söyleyebilirim. İlk iki aydan sonra iş görüşmeleri yapmaya başladım. Üçüncü ayın sonunda şimdi çalıştığım sigorta şirketine girdim. Yeni işime ve arkadaşlarıma hemen alıştım.  Samimi insanlardı. Zaten genelde uyar kafa biriyimdir, dalıma basan olmazsa  kimseyle kolay kolay zorum olmaz. O akşam yemeğe çıktığım arkadaşlarım yıllardır bu şirkette çalışmışlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez. "Beşibir yerde" diyorlar onlara.. Her fırsatta kakaka kikiki... Ya da ıngalama vıyaklama...  Hali ruhiyetlerine  göre yani... Ben ise kendi halinde biriyim. Pek kadın kadına muhabbetlerden haz etmem. Ailem Zonguldak'ta. Yatılı anadolu lisesini kazandığımdan beri İstanbul'da yalnız yaşamaya alıştım.  Arada lise ya da üniversite arkadaşlarımla gider gelirim.  Genelde kendimle kalmayı severim. En yakın arkadaşım ise sinema! Çılgınca film seyrederim.  Özellikle Quentin Tarantino filmlerini ezbere bilirim.


Neyse...  Geçen gün Selin yanıma geldi. İki ay kadar beni gözlemlemiş olduklarını, artık aralarına almaya karar verdiklerini söyledi. Cuma akşamı iş çıkışı onlarla yemeğe gitmemi teklif etti. Şaşırmadım. Söylediklerini duyunca içimden gülmek geldi. Hatta, dışımdan da gülmek geldi. Kendimi tutamadım. Hıçkırır gibi güldüm. Ne bilsin şirret halimi. Buram buram merhamet kokan bir ifadeyle gülümsedi. "Tamam, gidiyoruz birlikte." dedi. Yalnız yaşayan biriydim ya  gene acımış olmalılar... Alışmıştım bu muamelelere... Üzerlerine vazife edinmişlerdi... Akılları sıra anaç tavuk misali bana kol-kanat gereceklerdi... Kıl olduğum insan tipleri... Ne bu, ölü ozanlar derneği mi kurduklarını sanıyorlardı. Bak, bak, bak... Çaktırmadan izlenmişim. Tartılıp biçilmişim. Gruplarına alınmaya layık görülmüşüm.  Şaşkınlar ya! Ne sanıyorlardı kendilerini... Sorsana bakalım ben istiyor muyum sizinle iş dışında görüşmeyi, demek aklımdan geçti. Bir şey söylemedim. Sadece kafamı emme basma tulumba gibi öne arkaya salladım. Saatin akreple yelkovanı birbirini kovaladı. O gün geldi çattı. Ne konuşacaktım ki ben bu kadınlarla? Tamam, iş yerinde sessizce uyar kafa dolanıyordum. Sonrası bana kalan zamandı. Sinemaya gittiklerini biliyordum mesela... Ama romantik ya da komedi filmlere filan. Hayatlarında bir kere Tarantino filmi seyretmemişler. Adını bile duymamışlar ne Rezervuar Köpekleri'nin, ne benim kıymetlim Kill Bill'lerin ne Ucuz Roman'ın... İşim olmazdı iş dışında bu kadınlarla... Ama gene de yemeğe çıkmaya niyetliydim. Bütün fena önyargılarımı  aklımdan kovup, bu anaç tavuklara bir  şans vermeliydim.  Neticede o gün geldi çattı. Gittim. Çoluk çocuk, koca, sevgili muhabbetleri edildi bir vakit. Darlandım. Poliçe satmaya çalışan sigortacı alışkanlığıyla iştahla beni sorgu suale tuttular. Geçiştirdim. Allahım, doğru düşünmüşüm. O kadar sıkılmıştım ki onlarla aynı masada olmaktan, her an pılımı pırtımı toparlayıp çıkıp gidebilirdim. Ama olmazdı öyle... Tescilli beş duyularına etki edecek, şöölee akıllarından silinmeyecek bir film çevirmeliydim.  Dualarım takdiri ilahi tarafından kabul edilmiş olmalı ki böyle bir durum cereyan etti. Masada herkes güle oynaya  konuşuyor, 70'lerden  neşeli bir müzik çalıyordu. Yemeğin hesabı ödenecekti. Her hafta biri ödüyormuş. O gece Selin ödedi. Bahşiş ise alman usulüymüş. Bizim masaya servis veren garson kız için herkes bir miktar bahşiş  parasını Selin'in eline koymaya başladı. Bana sıra gelmişti. İşte o anda aklıma Rezervuar Köpekleri'ndeki bahşiş muhabbeti geldi. Nanananooomm... Vakit geçirmeden film çevirmeye  başladım...


Selin bana dönmüş bahşiş koymam için avucunu uzatmıştı. Kayıtsız bir tavırla "Ben bahşiş vermem" dedim. Şaşırdı. Ağır bir halt işlemişim gibi yüzüme baktı.  "Bahşiş vermez misin?" diye sorusunu yineledi.  Bahşiş vermeye inanmadığımı söyleyince kirpiğini dahi oynatmadan gözlerimi okumaya koyuldu. İşletiyormuydum sahi mi söylüyordum  bilemedi. Umursamazlığımı görünce  avuç açmaya yeni başlamış, ilk hevesi kursağında kalmış dilenci hayalkırıklığıyla elini yana indirdi. Diğerleri hokkabaz sahnesi izliyorlardı sanki.  Şapkadan bakalım kim tavşan çıkaracak? Sus pus olmuşlar bir bana bir Selin'e bakıyorlardı. Selin dayamadı... Önce sesinin akorduna ince ayar yaptı. Akabinde gözlerini süzerek... "Bu garson kızların kaç lira kazandıklarını biliyor musun?" dedi. Umursamıyormuş ayaklarına yatttım. "Hadi, bırak bunları! Kazanmıyorsa işi bıraksın." dedim. Söylediklerime inanmış görünmüyordu. "Dur bakalım anlamış mıyım, hiç bahşiş vermezsin öyle mi?" dedi.
 

Bu dünyada ya şirret olacaktın ya korkak. Bu kadınlara azıcık yüz verirsem, iş dışında rahat komazlar anamı ağlatırlardı benim. Orta ayarlı şirret halimle film repliklerine devam ettim... "Sırf toplum istiyor diye bahşiş vermem." dedim. "Biri gerçekten hak ediyorsa, yani benim için ekstra bir şey yaptıysa veririm. Ama böyle otomatikman bahşiş vermeye karşıyım. Bana sorarsanız kız sadece işini yapıyordu." dedim. Diğerleri konunun bu kadar uzayacağını düşünememişlerdi. Yüzlerindeki tebessümler teker teker kayboluyordu. Aralarından biri "Kızcağız iyiydi." dedi. Hiç istifimi bozmadan, aynı kayıtsızlıkla sözlerime devam ettim. "Kız normaldi. Özel bir şey yapmadı." dedim. Sonra tek tek herbirine dönerek... "Bakın, kahve ısmarladım, tamam mı? Fincanımı sadece üç kere doldurdu. Altı kere doldurmasını istedim." dedim. Tavrıma iyice sinirlenmişlerdi. "Altı kere mi? Peki ya çok işi varsa?" dedi biri...  ""Çok işi olmak" cümlesi bir garsonun cümleleri arasında olamaz bir kere. Ayrıca bu kadınlar açlıktan ölmüyorlar ya... Ben de asgari ücretle bir işte çalışmıştım. Ama ne yazık ki toplumun bahşişe layık gördükleri işlerden biri olacak kadar şanslı değildim." dedim. "Bahşişe ihtiyacı oldukları seni sahiden hiç ilgilendirmiyor mu?" diye sordu Selin.  Sağ elimi kaldırdım. Baş parmağımla işaret parmağımı birbirine sürtterek argodaki o meşhur mangır sayma işaretini yaptım. "Bunun ne olduğunu biliyor musun?" dedim. "Dünyanın en küçük kemanı. Sadece garsonlar için çalar." En son etrafımda hayretten faltaşına dönmüş on göz gördüğümü hatırlıyorum.  "Mc Donalds'ta çalışmak da çok zor bir iş.  Sana yemek servisi yapıyorlar. Bahşiş vermelisin. Ama orada çalışanlara bahşiş vermek ihtiyacı hissetmiyorsun. Çünkü kime bahşiş verileceğini toplum belirliyor. "Bunlara vereceksin, bunlara vermeyeceksin" "şuna vereceksin, buna vermeyeceksin"... Yoo...  Yağma yok! Bana göre değil. Bahşiş mahşiş vermem!" diye bağırdım. Çantamı, ceketimi kaptığım gibi lokantadan dışarıya fırladım.


Balkondayım... Rezervuar Köpekleri'nin bahşiş muhabbeti işime yaramıştı yaramasına ama... Bayram dönüşü ofiste hangi filmi çevirmem gerektiğini düşünmeliyim... Üç gün var önümde... Az önce bir rüzgâr geçti  gözlerimden... Uzattım elimi yetişemedim...


NOT: işte burada. http://osahne.blogspot.com

6 Kasım 2011 Pazar

Mutluluk Neydi?



Bugün yolum düşünce çok küçükken yaşadığım mahalleye, bir zamanlar oturduğumuz eve doğru yürüdüm. Apartman aynen duruyordu. Yerinde olmayan sinema… Oğuz Bahçe Sineması. Sinema yıllardır yoktu yerinde. Her güzel şeyin sonu vardır diye, yıkmışlardı geçmiş zaman günlerinden birinde… Radyonun gözde olduğu bir dönemdi benim çocukluğum. Kulak kesiyorduk her sese, radyoya, teybe… Düşünebiliyor musun? Çocukluğumda, taşınmak ne büyük bir kıyaktı bana, sinema bahçesine çıkıntısı olan bir eve! Çünkü balkon adeta bir locaydı. Her gece film seyrederdim. Ah bir bilsen, nasıl sabırsızlanır, yaz mevsiminin gelmesini beklerdim! Demek ki o zamanlar, yaz günlerinin kıymetini bildiğim dönemdeydim. Sanıyorum güneşi gene pek sevmezdim. Çünkü güneşin dağların arkasına gitmesini, havanın kararmasını dört gözle beklerdim. Of! Günler ne uzun olurdu! Güneş bir türlü uyumaya gitmezdi. Vakit geçmek bilmezdi. Ne zaman ki gün döner akşam olurdu, heyecandan adeta kalbim dururdu. Hep gece olsun, zaman dursun isterdim. Sonra da sandalyeler boş kalmasın, sinemanın tüm biletleri satılsın diye dua ederdim. Eğer bilet satılmazsa, film oynatılmazdı. Of! Ne fenaydı!... Bazen yağmur yağdığı akşamlar sinema hiç açılmazdı. İçimi çeke çeke ah ne ağlardım!.. Çocuktum… Her şey istediğim gibi olsun isterdim. Olmazdı. Ben de ağlardım… Bazen filmin ortasında bir yerde yağmur yağmaya başlardı birden… Hani ahmak ıslatan cinsten…Kaçışırdı insanlar… Şaşardım. Yağmurda ıslanmayı çocukluktan beri sevdim. Neden kaçıyorlar, yağmur altında seyretmiyorlardı ki film? Hava zaten sıcaktı. Yağmur altında film seyretmek, şahane olmaz mıydı? Olurdu elbette! Küçüktüm... Bu duruma anlam veremezdim… Onlar koşuştururken, ben olduğum yerde bir film sahnesi gibi donar kalırdım öyle... Annem beni fark eder “haydi yatağa!” derdi. Derinden bakınca gözlerime… Dökülen yaşları görmesin diye, başımı yere eğerdim… İçimi çeke çeke yatmaya giderdim.

Ama eğer o gece sinemada... Eğer biletler satılmışsa … Eğer o gece gökyüzü yıldızlarla doluysa... Hele göyüzünde bembeyaz bir mehtap varsa... Ah! Eğer o gece yağmur yağmamışsa... Film oynarken yağmazsa ya da… Eğer film kesintisiz oynamışsa o gece… Hani bilirsin ya, tastamam... Bütünüyle... Ah! Şu dünyanın en güçlü, en zengin kişisi ben olurdum! Hayat bayram olurdu… Mutluluk buydu işte! Mutlu olurdum!


08.10.2010

5 Kasım 2011 Cumartesi

Sadık Yemni Öyküleriyle Yemek Tarifi -3 - Kabak Tatlısı


İÇİNDEKİLER:
2 kilo dilimlenmiş bal kabağı
1 kilo toz şeker
2 kaşık bal
100 gram dövülmüş ceviz


İsteksiz adımlarla sokağı geçip Arzu marketine doğru yürüdüm. Gözlerim yaşlıydı. Kendime hakim olmasam hüngür hüngür ağlayacaktım. Marketin önündeki manav bölümünde duran başıbozuk soğanları kümeleyen delikanlının yan gözle bana baktığını farkettim. Bakışları hızla endamımı ölçtü biçti. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluşmuştu. Bozulmak üzere olan bir ampulun son kez sönük bir ışıkla parlaması gibiydi. Beni tanımamıştı. Bu delikanlı altı yıldır bu markette çalışıyordu. Bütün alışverişimi neredeyse buradan yaptığım için  sayısız kereler konuştuğum biriydi. Ve şimdi beni tanımadığı belliydi. Belleğinden  silinmiştim. Yaşayan varlıkların ölümlülüğü gibi baştan bildiğim bir süreç çalışıyordu. Hazırlıklıydım, ama hislerimi tümden kontrol edemiyordum. Çevremdeki herkes unutma sürecine girmişti. Sabah evden çıkarken annem kapının ağzında durmuş bir şey diyecekti. Yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Adını şey yaptım bir an. Çok tuhaf." dedi. Bunun yarım saat öncesinde okula yetişmenin telaşıyla kardeşim  holde karşılaştığımızda  sanki yabancı birini görmüş gibi önce irkilmiş, sonra normal faza geçmişti. Ben bütün bunlara hazırlıklıydım. Kurduğum ailenin benim açımdan bir son kullanım tarihi mevcuttu. Baştan kesinlikle biliyordum. Tam on bir birbuçuk yıl dayanmıştım. Rekor değildi, ama bayağı üst düzey bir dereceydi. Aslında şükretmem lazımdı. Son birkaç haftadır annem, babam ve kardeşimle çözülmeyi, kopmayı adım adım yaşamaktaydım. Daha seyrek konuşuyorduk. Birlikteyken annem dalgınlık fazlarına girip çıkmaktaydı. Böyle devam ederse herbiri ruhi bunalıma girebilirdi. Şimdiden belirtileri vardı. Özellikle annemde ve kardeşimde.


Beynimin içinde patlayan ses üzerine toparlandım. Sol elimle gözlüğümü biraz öne alıp elimin tersiyle gözlerimin yaşını sildim. Marketin kapısına yakın durup arkama baktım. Çapraz karşıdaki taksi durağında az önce hiç araba yoktu. Şimdi bir tanesi yanaşmaktaydı. Kabak ve toz şeker alacak  zamanım çok az kalmıştı. Hemen dilimlenmiş 2 kilo bal kabağı, bir kilo toz şeker, küçük kavanoz bal ve 100 gr. ceviz  satın aldım. Adımlarımı hızlandırarak yolu geçtim. Taksiye doğru yürüdüm. Neyse ki, benden önce davranan biri yoktu. Hava güneşliydi ve iş çıkışına daha saatler vardı. Taksi arama rekabetini azaltan şartlardı bunlar. Bu arada az ilerisinde bir süredir içinde bir müşterisiyle duran taksi hareket etmişti. Arka koltukta sarı saçlı genç bir kadın vardı. Kadın araba yanından geçerken bana  gülümsedi. Ben ise belli belirsiz sırıtmakla yetindim. Hiç neşem yoktu. Kısa siyah saçlı, bıyıklı, esmer şoför geldiğini görmüştüm. Hevesle endamımı süzüyordu. ‘Güzele bakmak sevaptır abla‘ şeklinde bir mazereti vardı haliyle. Bu semti, evimi, annemi, babamı, en zoru da kardeşimi uzun bir süre göremeyecektim. Gözlerim dolmuştu yine. İyi ki, yüzümde güneş gözlükleri vardı.

“Söğütlü Çeşme caddesine. Kayadibi apatmanına .” 




Kozyatağı’ndan oraya trafik yoğun olmadığı için yirmi dakikada giderlerdi. Yolda adamla birkaç kelime konuştum.  Kayadibi apartmanından içeri girerken kendimi iyice kısmıştım. Kalbim kanıyordu. Onbir buçuk yıldır birlikte yaşadığım ailemi uzun bir süre göremeyecektim. Onlarla birlikte olmaksa bugünden itibaren sonsuza kadar bitmişti. Asansörle dördüncü kata çıktım. Zamanlama iyi gidiyordu. Asansörden çıkınca sola döndüm. Anahtarla usulca kapıyı açtım. İşin en zor tarafına gelmiştim. Salonda televizyon seyrediyorlardı. Beni farketmediler. Mutfağa girdim. Dilimlenmiş 2 kg balkabağı, yarım çay bardağı su ve 1 kg. toz şekeri tencereye koydum. Orta hararetli ateşte kabaklar yumuşayana kadar pişirdim. Bu arada sürekli mutfakta tencerenin başında durdum tatlı taşmasın diye... Üzgündüm. Tek tesellim kullanma süresi dolan ailemin, çok sevdiğim arkadaşım tarafından iyi bakılacağını ve göz kulak olacağını bilmemdi. Ben  zamanla insan bedeni içinde yaşayabilen cin soyundan gelen biriydim. Tebdilciler... Bizim taifeden gelenlerin ortalama ömrü 300 yıldır. Ben 101 yaşındaydım. Bizler  on binlerce yıldır insanlarla ilişki kurabiliyoruz. Genellikle ölümcül hasta ve kimseleri olmayan genç kadınların yerine geçebiliyoruz. O şahıs evinde ölüm döşeğindeyken yanında bulunur, hizmet eder, alışverişini yapar, fakirse mali yönden yardım edip ve avuturuz... Büyük şehir ve metropollerde yaşadığımız için  sahte kimlik edinmemiz  zor olmuyor. Bu kategoride bir sürü kimse var. Bedenine girdiğimiz kimse ölünce kumandaya bizler geçeriz. Bedeni A’dan Z’ye yenileriz. Sonra kapı gibi gerçek bir kimlikle nezih semtlerde ev tutar, yeni hayata başlarız. Bu arada büründüğümüz kalıp bayağı tekamül eder, güzelleşir, cildimiz parlar ve zihnimiz de kükrer haliyle. Ayrıca gelecek öngörüsü yapabilme özelliğine sahiptiz. Bu nedenle para asla sorun olmaz. Piyango, lotto, at yarışları bile tek başına gelir kaynağı olarak fazlasıyla yeterlidir bizler için. İnsan bedenlerinin içinde karşılaştığımız  en ciddi sorunlardan biri içine girdiğimiz bedenin kullanım süresidir. Bu ortalama sekiz yıldır. Bazen bedenin bir yılda bile kullanılmaz hale geldiği olur. Ben  bir çeşit rekora imza atmış, onbir buçuk yıl aynı bedende kalmıştım.  Bedenin iç tepkisi zamanla yapıbozum yaratır ve yeni bir beden arama zamanı gelir. Bu sevdiklerimizden  uzaklaşmak demektir. Bu süreci en az sıkıntıyla atlatmanın tek yolu aile değiştirme yöntemidir. Ben en yakın arkadaşımla  bunu yapabilecek kıvamdaydım. Çünkü beden yapıbozumu aynı tarihe denk gelmişti. Yaşlarımız da aynıydı. İlk belirtiler başlayınca birbirlerimizi bulmuş ve  bu konuyu enine boyuna görüşmüştük. Arkadaşımın birazdan bir ailesi olacaktı. Benim ise bir kocam ve çocuğum. Arkadaşımla bugün buluşmuş cep saatlerinin kendi hafızaları gibi eski bedenlerimizde uyum için gerekli bütün bilgileri birbirimize bırakmıştık. Yoksa birimiz diğerinin yerine geçemezdik. Kabak tatlısı pişmişti. Bal kavanozunu çıkardım. Tatlı tenceresine iki kaşık bal attım. Tencereyi ocaktan aldım. Kapağını kapattım.  Gözlerim yaşarmıştı. Bu anlara haftalardır hazırlanmaktaydım. Yine de kalbim yırtılmıştı. Son ailemi çok sevmiştim. Bu akşam ailem ben zannettikleri arkadaşımla bir araya gelince birkaç haftadır hissettikleri anlam veremedikleri endişeler ve şüphelerden sıyrılacaklardı. Ben ise az sonra elimdeki kabak tatlısı tabaklarıyla içeriye girecektim. En çok kabak tatlısını sevdiklerini öğrenmiştim. Bakalım kaç yıl sürecekti bu defa.

“Hey, sen ne zaman geldin?" 


Hoş yüzlü, kumral adama sarılıp dudaklarına hafif bir öpücük kondurdum. Yeni formatımın havasına iyice girmiştim.  Önceki yanım bayağı uzaklarda kalmıştı birden.

“Sen, cilt bakımı mı yaptırdın. Bu akşam gözüme çok güzel göründün."


Çocuk  elimdeki kabak tatlısına baktı. Yüzündeki  arzulu ifadeyi görünce tebessüm ettim.


“Annecim, nefis görünüyor!"


Diğer kimliğimle  ilgili bilgiler, kaygılar, özlemler vakumla emilmiş gibi incelmişti. Televizyonda  Stairway to Heaven  çalıyordu. Gözlerimdeki şimşek kıvamındaki kırmızı ışığı kimse farketmedi. Onlar  iştahla kabak tatlısı yemekle meşguldü çünkü.  Bugün özel bir gündü. Öyle değil mi?



 NOT: Yukarıdaki kabak tatlısı tarifini, Sadık Yemni'nin Tersninja'daki Tebdilciler adlı öyküsünden alıntılar yaparak ve Sadık Yemni'nin hoşgörüsüne sığınarak yazdım.

Kim Kızarsa Kızsın Söyleyeceğim İşte...


Her Kasım ayında mutlaka seyrettiğim filmdir V For Vendetta. V'yi o kadar severim ki hem çizgi romanını okudum hem filmini seyrettim. Kusura bakma ama... Şimdi filmi anlatacak hiiç halim yok. Bilenler bilir zaten. Bilmeyenlerse bir zahmet niyet edip ister çizgi romanını okusunlar, ister filmini seyretsinler. Bugün dert edemem.  Kısaca diyeceğim odur ki "fikirlere kurşun işlemez" o kadar... Evet gerçekten böyledir. Ben  her daim bunu bilir bunu söylerim. Tabii film boyunca maskesini çıkarmayan kahramanımız V, bu cümleyi söyler  söylemesine ama arkasından şöyle devam eder... "Fikirlere kurşun işlemez ve intikamı hiç bir şey unutturmaz." Bak şimdi... Filmini ve çizgi romanını çok beğeniyorum, V'yi kahraman olarak görüyorum diye illa  V'nin her söylediğine inanmam gerekmez ki. Tamam, V'nin ilk cümlesini yürekten kabul ediyorum. İkinci cümlesini ise ne yalan söyleyeyim kabul edemiyorum. İntikam iyi bir şey değildir. Evet, gerçekten intikam iyi birşey değildir. Neden mi?  Şeyyy..  Çünkü.... Bana öyle öğretildi. Ama her öğretileni araştırmadan kabul etmemeliydim öyle değil mi? Ne bileyim? Bu yaşıma kadar üzerinde düşünmüşümdür illa ki. Aslında sana bir şey söyleyeyim mi, intikam filmlerine de bayılırım öte yandan. Diyeceksin "bu ne yaman çelişki!" İnsanım işte... Gördüğün gibi ironiler zinciri... Hımm... Şimdi bu cümleyi nasıl bitireceğimi bilemedim. Aklıma başka bir filmin repliği geldi. Dur bakayım... Nasıldı?  Şöyle... "İntikam soğuk yenen bir yemektir."  Yoo... Olmadı. Zeytinyağlılar dışında soğuk yemeği asla yemem.. Öyle cümleler kurmalyım ki, söylediğimin arkasında durmalıyım. Dur, bir film repliği daha hatırladım. "İhanet kan doğurur.. Bu, Dokuz Klan’ın kanunudur.. Bu, ninjanın yoludur” Olmaaaz... Olmadı! Of, şöyle intikamın kötülüğünü anlatacak bir tek film repliği söyleyemiyecek miyim? Valla nedense intikamın neden kötü olduğunu anlatamayacağım şimdi. İntikamın kötü bir şey olduğunu kabul ediyorum. Kesinlikle kabul ediyorum. Ama içimden gelmiyor anlatamıyorum. Allahım yoksa ben intikam almayı seven biri miyim? Olabilir miyim?  Olabilirim inan ki. Çünkü yazı yazmaya başladığımdan beri kendimi daha iyi tanımaya başladım  biliyor musun? Sözlü ifade edemediklerim yazarken parmaklarımdan pıtır pıtır dökülüveriyor.  Kalakalıyorum. "Yarabbim... Ben kimim?" oluyorum... Neyse fazla geyik yapmayayım. Şu güzelim ve ciddi filmi daha fazla sulandırmayayım. Şimdilik intikam konusu kalsın aynen böyle. Bu minvalde  biraz daha devam edersem  iyice  çuvallayacağım kesin!  Ne diyordum? "Hatırla 5 Kasımı hatırla..." diyordum.


Onu bunu bilmem. Sana bir şey söyleyeyim mi V var ya acayip romantik biridir. V'nin maskesi bilindiği gibi hep gülümser. Filmin bir sahnesinde V maskesini bir kez çıkartır. Ben bu sahneyi çok önemserim. Çünkü sürekli gülümseyen bu maskenin  altında, esasında acı çeken ve ağlayan bir devrimci gizlidir. Ve bu sahnede  V, aşık kahraman vaziyetini çok etkili sergilenmiştir. İnan  şimdi düşündüğümde bile tüylerim diken diken oldu. Müthiştir.

 
 

Şimdi  ben var ya, V'nin Evey'le dans ettiği sahneyi anlatmaya kalkarsam ağlayabilirim.Ve ben bu filmi böyle romantik filimmiş gibi anlatmaya devam edersem, düşman kazanabilirim. İş intikam almaya kadar gidebilir. İyisi mi ben yazıma  V For Vendetta'nın şu  meşhur sözleri ile  nihayet vereyim:

” Bu maskenin altında bir yüz var, ancak benim değil.
Ne altındaki kaslardan daha ‘ben’dir o yüz…
Ne de altındaki kemiklerden.
Bu maskenin altında etten daha fazlası var.
Bu maskenin altında bir fikir var!
Ve fikirler kurşun geçirmez. ”
(V)

Hayır!.. Ben asıl sevdiğim repliğe geçeceğim. Hani V ile Evey'in... Devrimden önceki muhabbetlerine...

- Benimle dans eder misin?
- Şimdi mi? Devrim öncesinde mi?
- Dans edilmeyen bir devrim olacaksa hiç olmasın daha iyi!
-Memnuniyetle.

Kim kızarsa kızsın, söyleyeceğim işte... V tanıdığım en romantik kahramanlardan biridir... Böyle biline!



4 Kasım 2011 Cuma

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum 8 - Alev İpek


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


Geçen ay Filmekimi için Beyoğlu'na gittiğimde, biletimi almak için Atlas Sinaması önünde sıramın gelmesini bekliyordum.  Bu arada etrafımdaki insanlara bakıp zaman geçiriyordum.  Pasajın dışında sigara içmekte olan frapan giysili bir kadın dikkatimi çekti.  Orta yaşın kıyısında olmalıydı. Boyu bir yetmişe yakındı. Uzun boyuna göre bacaklarının orantısız kısalığını farkettiğim an bu kadını, Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki, ağzı kötülüklerle dolu kahramanı, kara sinemacı Alev İpek olduğunu farzettim.  Kadına göz ucumla  baktım. Belki çocuk  yaşından beri hayali iki uzun bacağa sahip olmaktı, diye aklımdan geçirdim. Bacakları inceleceği ve uzayacağı yerde, boyları neredeyse çocuk yaşındakilerle aynı kalmıştı. Üstelik biraz da kalınlaşmaları onu  iyice çileden çıkarmıştır, diye hayal ettim. O nedenle belki pantolon fazla giymemişti de, frapan elbiseleri tercih etmişti. Bu tarz elbiseler içinde boğuluyor ve kıvranıyordu belki. Boyalı saçlar, topuklu ayakkabılar arasında sıkışıp kalmıştı. Gözlerimle değil yüreğimle baktım. Güzeldi aslında, hiç de çirkin değildi. Ama belli ki vücudundan hoşnut değildi. Bunu kadınlığının bir cezası olarak düşünüyordu. Çünkü ona göre kadınların en büyük arzusu güzellikti. Sanırım en çok ellerini beğeniyordu.  Parmakları ince ve narindi. Dışarıdan bakıldığında görülmeyen taraflarının görünenlerden daha güzel olduğunu düşünüyordu. Sinemacıydı. Genç yaşta kara filmler çekmişti. Şimdi ısrarla sadece iki dudağının ortasında soluk ve sıvı almasını sağlayacak küçük bir delik bıraktırarak, ağzının kalan kısmının dikilmesini arzu ediyordu. Acaba kadın geçmişte çok günahlar işlemişti de kendine "susma cezası" mı vermek istiyordu?  Aslında Tanrı konuşmak için değil susmak için mi vermişti ağzı insanlara? Sükûtun değeri belliydi: Altın. Yoksa konuşmak insana verilmiş en büyük ihtiras mıydı? İnsanın korkunç söz deneyimi, nasıl bir aşamaya gelmiş olmalı ki orada susmak değerli olsun ve altın katına çıksın?

 
Filmin başlamak üzereydi. Önüm sıra sinemaya yürüdü. Kederli gözlerle etrafına bakındı. Dişleriyle dudaklarını çok sert bir biçimde ısırdı. Şaşırdım. Ardından elbisesinin yakasındaki toplu iğneyi ısırdığı dudağına batırdı. Usulca elini ceketinin sağ cebine soktu. Kanayan dudağını silmek için mendil çıkaracağını zannettim. Hayır. Bir beyaz kağıt çıkardı. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi elindeki kağıda dikkatle baktı. Sonra iyice buruşturup yere attı. Yerden kağıdı aldım. Açtım. Kağıtta sadece iki kelime  yazıyordu. "Vadeli rüyalar"...  Biletçinin gösterdiği koltuğa oturdum. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Alev İpek" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.

   
NOT:  Halil Gökhan'ın Konuşan Kadın adlı romanındaki bazı cümleleri  bu yazıya alıntıladım.

Ben Var Ya, Zagor Dövüş Tekniklerini Sular Seller Gibi Bilirim.

 
 
 

Zagor'un Kalede Yangın adlı macerasına ait olan bu kareleri okumak ve seyretmek çok  keyiflidir. Zagor'u nasıl da  severim. Bir kere acayip eğlenceli biridir. Tamam. Doğru.  Zagor Darkwood ormanında yaşıyor. Dans etmeyi nereden bilecek öyle değil mi? Bu öyküde  gördüğün gibi güzel bir kadın tarafından dansa davet ediliyor. Bakar mısın nasıl mizahi bir taktikle durumu kurtarmayı beceriyor. Albay Hudson'un güzel kızını yaptığı esprilerle nasıl  şaşırtıyor ve ikna ediyor. Bu Zagor'un bir dans hikayesi...  Sence de siyah beyaz film gibi değil mi? Bir şey söyleyebilir miyim? Ben var ya Zagor dövüş tekniklerini sular seller misali bildiğim gibi Zagor'un söylediği dans çeşitlerini de çok iyi bilirim. İnan mübalağa etmiyorum. Tamamen doğru. Hele Mohawklar'ın işkence dansında var ya üzerime yoktur. Hele Gitar Jim'in  gitarıyla çaldığı  Mohawklar Kalender Olur koçaklamasıyla  nasıl yaparım bu dansı görmeni isterim. Arkasından Fridanın Nikahı adlı şarkı ile Senecanların Yağmur Dansını yapabilirim mesela... En son Hellingen'in Entarisi Ala Benziyor'la  senle halay çekmeliyiz illa. Of! En son.. Yorulduk ya... Otururuz... Kahveler elimizde... Gitar Jim'e sesleniriz... "Çal Gitaaarrr!" deriz. "Çal! Bize Darkwood'u Özledim adlı sılov şarkıyı çal!" deriz mesela... Hey! Şahane olur valla! Of! Kendim hayal ettim. Kendim havaya girdim gene! Kaçıyorum bennn... Eyvahhhh!


13.02.2011

3 Kasım 2011 Perşembe

Hani Güneşe Küsmüştüm Ya Ben... Hah İşte...



Hani anlatmıştım ya bir keresinde...  Hani bu yaz  kaçmıştım ben güneşten de…  Hani ne vakit denk gelip değse tenime… Kahverengi lekeleri tebelleş ediyordu ya  yüzüme… Hah işte... Ne yapayım yani? Küsmüştüm bende… Güneşten yüz çeviriyordum her denk geldiğimde... Öyle böyle değil. Nasıl nemrut biri olmuştum güneşe karşı anlatamam. Şefkate, merhamete, iyiliğe dair hiç bir şey düşünmüyordum... Gülümsememi esirgiyor, kaşlarımı sıkıca çatıyordum. Bakışları yüzüme değmesin diye şapkamı yüzüme iyice kapatıyordum. Peçe takacaktım neredeyse ya... Tövbe... Tövbe... Kendimi tanıyamıyordum biliyor musun? Birine küsmek ne fena şeymiş  meğerse… Neyse...  Artık sonbahar geldi diye sevinçliydim. Hani rüzgar, yağmur, bulut başrole geçecekti de güneş artık figüran olacaktı ya bana göre... Nerdeee? Hani iki gün önce... Anlatmıştım ya... Ben böyle düşünüp tedbirsizlik edince, beklenmedik bir sevdaya düşer gibi boş yakalanmıştım da... Efendime söyleyeyim, omuzumdaki çantaları yere atıp öfkeyle güneşe bakmıştım ya... Of, yüzümü açık görünce, ılık ışıklarını eros oku misali akıtmıştı tenime. Sonra ne olmuştu biliyor musun? Tenimden giren eros okları dosdoğru gidip bağdaş kurmuştu yüreğime.  İşte o an güneşi sevdiğimi hissettim. Her an tepemde duran, yakan, yıkan, kavuran bir sevgi değildi istediğim.  Ben en beklenmedik zamanda bulutların ardından ortaya çıkan, yumuşak, ılık, esintili sonbahar güneşini sevmiştim. İşte o gün... Tam o gün... Güneşle barıştım ya... Hemen babama telefon ettim.  Telefon uzun uzun çaldı... Tam kapatacaktım ki... Babam enerjik bir sesle: "Alooow!" diye bağırdı. Ben masum bir ses takındım. Bir kedi gibi mırıl mırıl... Şöyle  mırıldandım: "Afedersiniz bayım, sizin çok büyük hayranınızım. Bilirim siz hep çocuklarınıza "hayat kimseye kızmayacak, küsmeyecek kadar kısa" dersiniz. Üzgünüm ama ben güneşe küsmüştüm. Bugün barıştım. Çok sevinçliyim. Kutlamak için Seka Park'ta yürümek istiyorum. Acaba size çıkma teklif etsem, kabul eder misiniz" dedim.  Adımı seslendi.  "Buyrun benim!" dedim.  Güldü...  "Komik kızsın vesselam." dedi. "Aşağıdayım. Sizi arabada bekliyorum. Umarım beni kırmazsınız. Bakın hayat kısa filan demem sonra feci küserim. Sizden yüz çeviririm." dedim. Sanıyorum korktu küsmemden babam. Hemen "Tamam. Geliyorum." dedi. İşte o gün... Hani ben güneşle barışmıştım ya...  Hah, işte o gün... Ben, babam ve güneş eğlenerek yürüdük. Oh! Rahatladım vallahi. Çok şükür. Küsmek meğer  ne feci bir  hismiş!

İstanbul Sokaklarında Hayallere Dalmaya Gidiyorum.


Şimdi Hayal Kahvem'e mübalağa ederek  bir yazı yazsam. Sonuna  kadar avaz avaz abartsam.. İstanbul desem misal. İstanbul'u nasıl özledim desem. Of, nasıl gidesim... Nasıl göresim... Nasıl  İstanbul'u içime çekip koklayasım var desem.  "Ne hayalcisin! Şehir canlı mı, özlenir mi?" deme sakın, e mi? Ben sevdiğim şehirleri özlerim. Hele İstanbul diyorum sana... İstanbul... Dünyanın en güzel şehri değil mi? Benim için öyledir. İstanbul aşktır... Sevdadır... Hımmm... İstanbul deniz ve balık kokusudur... Özlenendir... Hüzündür İstanbul... Sevinçtir... Minareler uzanmış gökyüzüne bağırır...  Kara sevda nerelerden yüreğimi çağırır... Dua gibi... Büyü gibi hasretini ezberlediğim... Yeditepe üzerinden saçlarını dağıtan, hatıraların tarihin küllerini savurduğu, kadın gibi, kısrak gibi ince beline sarılıp gerdanından öpülesi bir Levent Yüksel şarkısıdır. İstanbul sinemadır... Kitaptır... Ben içinde yaşamıyorum ya... Zaten taraftar ruhlu, yani sevince bırak kusur görmeyi, kusurlarıyla topyekün seven biriyimdir. İstanbul'un derinine dalmak, arnavut kaldırımlı eski sokaklarında dolanmak, yandan çarklı vapuruyla bir kıtadan diğerine geçerken kız ve galata kulesine  usulca el sallamak... Hayal etmeyi ve uyanıkken  rüya görmeyi seven benim gibi biri için  İstanbul'un her köşesi  adeta  bir film stüdyosu ya da  bir roman sayfası gibidir. İstanbul'un suretine asla aldanmam. Bana göre İstanbul'un  sırrı... İstanbul'un sırrı o gizemli ruhunda saklıdır. Sokaklarında dolaşırken bir vakitler İmparator Konstantin'den  Fatih Sultan Mehmet'e,   Mimar Sinan'dan  Hazarfen Ahmet Çelebi'ye ya da Hürrem Sultan'a   kadar   milyonlarca ruhun aynı  sokaklarda yürüdüğünü düşünüp hissedebilmek var ya illizyona sokar beni de yüreğimi zangır zangır titretir. Şehrin ruhunu ve sırlarını  keşfetmeye  çıkmış bir derviş olduğumu farzederim kimi zaman.  Düşle gerçeğin  arasında bir yerde... Zamanın içinde mi yoksa dışında mı olduğumu  unutarak... Büyülü bir atmosfer kurarım kendime. Yapayalnız... Adım adım dolaşırım. Hülyalarımla sadece... İstanbul'da atılan her adım tarih kokmaz mı? Kokar elbette! Of, o eski yapılar nasıl  kışkırtır insanı.  Durduk yerde o kadim zamanların izleriyle günümüzün keşmekeşliğini.. Aynı anda bir ortaçağ şövalyesinin aşk hikayesiyle, günümüzün metropol sevdasını harmanlarım ayak üstü... Hepsini  hayalimde birbirine karıştırır yekpare zamanın hazzını  hissederim. Tevfik Fikret'in dizelerindeki gibi... "Evet hakikati hülyaya hep feda ederim. Zaman olur ki vücudumdan ayrılır giderim."  İstabul içinde kendimi kaybederim.  Zamanla tıp oynarım da bir süre kendimi öncesiz ve sonrasız farzederim.


08.01.2011

2 Kasım 2011 Çarşamba

Ah, Kimselerin Vakti Yok, Durup İnce Şeyleri Anlamaya...


Çok merak ediyorum. Acaba şiir kitapları ne kadar satıyor? Acaba şiire ilgi var mı? Ben  hayatında bir kez bile şiir yazmayan, buna karşın  şiir okumayı, şairlerin menzilinde dolanmayı seven biriyim. Sevdiğim şiirlerin  müziğinden etkilenirim. Ayrıca ben mi uydurdum bilmiyorum ama "şiir çarpmasına" uğrayabilirim.  Bazı şiirler çarpar, çiviler beni. Sözün kısası, memleketimin anadilimde şiir yazan bazı  şairlerinin hastasıyım. Malum günümüz hız ve teknoloji devri ya şiir seven, şiir  kitabı okuyan kaç kişi vardır ki acaba? Gençler "yaşlı şairlerin, nuh nebiden kalma şiirleriyle işimiz ne bizim?" diyor ve şiir kitaplarının kapaklarınıı açmıyorlar mıdır?  Galiba acı olan insanların hayal etmeyi  artık önemsememeleri ve  hayalci insanları  hakir görmeleri. Şimdi bu yazımı okuyan birileri, günümüzün  başdönüren hızlı  hayat mücadelesi, yarınımız ne olacak endişesi hayal kurmaya zaman bırakıyor mu diyeceklerdir belki... Gülten Akın  haybeye demiyor o güzelim dizelerinde "Ah, Kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya..." diye.  Şiir böyle bir şey... Benim kaç cümlede anlatamaya çabaladığımı tek dizeyle  insanın suratına şırak diye vuruyor böyle.


Peki şiir öğretilebilir bir şey midir? Hilmi Yavuz'un bir yazısında okumuştum. Yahya Kemal, "şiir yazdım" yerine, "şiir söyledim" dermiş.  Doğrusu bu mudur? Hilmi Yavuz'a göre doğrusu budur. Ya da kutsal kitapların diliyle söyleyelim: "Önce söz vardı..."  Doğru ya, şiir yazıdan önce vardı tabii... Ama hiç böyle düşünmemiştim. Şiir yazıdan eski, yazıdan yaşlı yani...  Hilmi Yavuz bir tespit daha yapmış. Okuyunca hoşuma gidiyor. Şimdi bir şair, kitabındaki şiirleri ezbere okusa, "inanılmaz belleği var" deriz değil mi? Oysa düşünsene, yazının bulunmasından çok önce var olan şiir, İlyada ya da Odysseia gibi binlerce dizelik destanlar nasıl ezberleniyordu, nasıl söyleniyordu? Üstelik genelde önceden ezberledikleri şiirleri okumuyorlarmış ki, o anda  doğaçlama okuyorlarmış. Ne ilginç!


Peki şiir öğretilebilir mi? Hilmi Yavuz "Öğretilir tabii, neden öğretilmesin," diyor. Ama ardından ekliyor... Öğretilecek olan şiirin kurallarıdır, diyor.  Güzel sanatları bitiren herkes nasıl büyük ressam, büyük heykeltraş olamıyorlarsa, şiir eğitiminden geçenlerin de büyük şair olacakları söylenemez elbette.  Sabahattin Eyüboğlu bir yazısında, Ahmet Haşim'in o çok sevdiğim "Ağır ağır çıkacaksın merdivenlerden" dizesini almış, bu dizeyi Türkçe'nin en güzel dizelerinden biri diye nitelendirmiş sonra kelimelerinin yerini değiştirmiş. Şöyle yapmış: "Bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın." Bakar mısın, şiirin büyüsü hemen nasıl bozuldu değil mi?  Zaten Sabahattin Eyüboğlu'da bu örnekle, şairin kurduğu cümlelerde, sadece sözcüklerin yerini değiştirmenin, anlamı değiştirmediğini ama şiirselliği nasıl yok ettiğini göstermek istemiş. Bazı şairler şiirlerin anlamı üzerinde yorulmaktansa şiirin müziği ile ilgilenilmesini isterlermiş.  Mesela Ahmet Haşim öyleymiş. Gerçekten Ahmet  Haşim'in şiirlerini anlamasam dahi,  okuyunca hislerime tesir eder.  Sonra Nerval "Benim fiillerim açıklanmaya gelmezler, açıklanırlarsa büyülerini yitirirler" dermiş. Hilmi Yavuz'un şiir üzerindeki okuduğum bu tespitleri o kadar hoşuma gitmişti ki anlatamam sana.  O halde Yahya Kemal'in Çamlıca Gazelinden bazı dizeleri anlamadan okumaya ne dersin? Bakalım şiirin gizemini, büyüsünü, müziğini yakalayabilecek miyiz? Deneyelim mi? Haydi...

Esrar-ı nazmı şerhedemez akl-ı dünyevi
Eflake perr ü bal açan efkar söylesin
Biganeler bu sahada mazurdur Kemal
Erbab-ı zevk şiirimi her bar söylesin.

Ne yazık ki bu şiirden pek bir şey anlayamadım ama... Hey! Ben bu şiirin müziğini yakaladım mesela...



Geçmişten birazda  günümüze  gelsem... Bazıları eğer "şiir eskilerin işidir ne işimiz var bizim şiirle" diyorlarsa, bir karikatürist ve mizahçının şiir hakkındaki sözlerine kulak versinler öyleyse. Baksınlar şiir hakkında ne diyor Metin Üstündağ..."Şiir fesleğen çiçeği gibi. Geçerken eliniz değer, müthiş bir koku; genziniz bayram eder. Şiirin az okunması değil mesele, hayatımızdan iyice çekilmesi acı. Şiir sadece sözcüklerle yazılmaz. Bazen bir jest, bir mimik, bir ince marifet de şiir olabilir. Katır kutur bir hayat yaşıyoruz. Mizah ve şiir bu hayatı biraz inceltmeye çalışıyor."

İyi de ben ne yazacaktım. Yazı geldi gene nerelere.. Fazla uzatmayayım iyisi mi? Bugün durumlar bu merkezde...Yaa, böyleyken böyle işte.


13.09.2010

1 Kasım 2011 Salı

Filmin Adı - "Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm." İdi...



"adımı unuttum
olmayan yerlerde
ne in
ne cin
 ne benî adem
.........
..............
adımı unuttum
 adı olmayan yerlerde
 geçip gidenlere bakarak"

Asaf Hâlet Çelebi

Emrah Serbes'in ilk okuduğum kitabı Erken Kaybedenler'di. Bu kitabı satın aldığımda, Emrah Serbes'in meşhur televizyon dizisi Behzat Ç. nin yazarı olduğunu bilmiyordum. Çok defalar niyetine girdim. Bir defa bile bu diziyi  seyretmedim. Çok sevilen bir dizi olduğunu duyuyordum. Sinema filminin çevrildiğini okumuştum. Televizyon dizisini seyretmedim ya sanırım o sebeple sinema filmini seyretmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim. Bugün bir ara İzmit'teydim. Sinemada Behzat Ç. afişine denk geldim. Film başlamak üzereydi. Ayaklarım kendiliğinden gişeye yöneldi. Bilet aldım. Filmin oynayacağı salona doğru ağır adımlarla yürüdüm. Salona girdim. Kalabalıktı. Koltuğuma oturdum. Filmi seyrettim. Filmde normal hayatta kabul edemeyeceğim, onaylamayacağım ne çok şey vardı.  İyi ama ben bu filmi neden sevdim? Bahzat Ç.'yi oynayan Erdal Beşikçioğlu kendine has tarzı olan bir adamdı belki. Komiser Behzat Ç. olarak rolünün hakkını sahiden iyi vermişti. Tamam ama, işkenceci biriydi Behzat Ç... Kurmaca olduğunu bilsem bile vicdanımın kesinlikle onaylamaması gerekirken, o işkence  yapınca ya da yaptırınca  vicdanım niye onaylıyordu? Hatta kimi yerde Behzat Ç.'nin  bana çok zavallı göründüğünü bile söyleyebilirim. Tuhaf! Kamera  kadın polisin bacaklarında röntgenliyormuşum gibi dolanıyordu. Kadın gene nesne gibi kullanıldığı  için rahatsız olmam gerekirken yüreğim sesizce durumu kabulleniyordu. Acayip! İnsanlar hangi ara parkın görünen yerlerine gömülüyordu? Hiç inandırıcı değil diye düşünmem gerekirken...  Her defasında atıyordum bu düşünceleri beynimin sırlı dosyalarına... Gözüm sadece gördüklerime inanmak istiyordu. Ne oldu bana? Niye normal hayatta rededeceğim herşeyi  bu filmde doğal görmek istedim? Üstelik filmdeki küfürlü, argolu, fena sözleri iyice ezberledim. Film, içimdeki tanımadığım diğer ben'lerden birini daha mı  çıkarmıştı ortaya?  "Ben kimim?" dedim. Bu durumumu kimseye anlatmak istemedim. Filmi sessizce kalbime gömdüm.



Güneşe Küsmüştüm Ben...


Geçen haftadan sözleşmiştik. Çalıştığım sigorta şirketlerinin birinin eksperiyle bu sabah dokuzda outlette buluşacaktık. Riziko teftişi için bir müşterimin fabrikasını dolaşacağız. Ayrıca yeni makineler gelmişti. Elimdeki listeyle makineleri karşılaştıracağız. Ne güzel! Makineleri seyretmeyi oldum bittim severim. Hevesle erkenden kalkıp süslendim. Çabucak toparlandım. Hemen ön kapıdan bahçeye fırladım. Of, hava nasıl güzeldi anlatamam.. Şerbet gibi... Şaşırdım. Yeri gelmişken bir şey itiraf edeceğim. Biliyor musun, ben bütün yaz güneşe küstüm. Evet, küstüm. Yooo, gülme öyle... Hele "Güneşe küsülür mü?" filan hiç  deme... Vallahi küstüm. Çünkü ne zaman güneşle azıcık muhabbet etsem, kara kara lekeleri tebelleş ediyordu yüzüme... Çok kızgındım güneşe çook.. Yaz boyu güneşin suratına bakmadığım gibi, yüzümü kâh güneş kremiyle kâh şapkayla sıkıca gizledim. Neyse... Bu sabah... Mevsim sonbahar ya.. Üstelik artık  kasım ayındayız. Kış ha geldi ha gelecek. Eli kulağında. Güneşin ne hükmü kaldı, öyle değil mi? Güneş resmen bir figüran. Artık başrolde tüm haşmetiyle rüzgar, bulut, yağmur var.  Yani böyle olmalıydı. Ama öyle değildi işte. Üstelik beni tedbirsiz yakalamıştı. Ne şapkam vardı ne güneş kremim. Söyler misin güneşe karşı gardımı nasıl alabilirdim? Durduk yerde bir sevdaya düşer gibi boş bulundum. Of, ne fena! Omuzumdaki çantaları yere fırlattım. Ellerimi yumruk yapıp hışımla  belime koydum. Hoyrat bir poz takındım. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Aaa! Resmen afacan bir çocuk sureti bu... Gördüğüme inanamadım. Güneş beni hazırlıksız yakalamıştı ya  aklısıra benimle alay mı ediyordu Allah aşkına? Gözlerimi öfkeyle kıstım. Elimi gözlerime siper yaptım. Tüm hıncımla güneşe tekrar baktım. Aaa! Ben hayretle baktıkca kendisine... Sıcacık ışıklarını eros oku misali akıtıyordu tenime. Sonra ne oldu biliyor musun? Tenimden giren eros okları dosdoğru gitti bağdaş kurdu yüreğime.  Güneşe "Hey!" diye bağırdım ben. Bu kez şaşırma sırası güneşe gelmişti. Bütün yaz saklandım ya ondan... Sanırım kendisine sesleneceğimi tahmin edemedi. Önündeki tavşan şeklindeki bulutu yüzüne siper etti.  Şaşkın ya!  Ellerimi belimden çektim. Önce ne diyeceğimi bilemedim. Sonra ellerimi yüreğimin üzerine koydum. Beni iyice duysun diye bağırarak konuştum. "Hey, güneş! Sevgin yüreğime değdi. Artık seviyorum seni." dedim. Gülümsedi. Gülümsedim. Gülümsedik biz. Tam tavşan şeklindeki bulutun fotoğrafını çekecektim ki arkamdan Dilek'in sesi geldi. "Deminden beri sana bakıyorum. Ellerini gökyüzüne açmışsın.  Söylesene, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun?" dedi.  Güldüm. Güldü. Güldük biz.