12 Şubat 2013 Salı

Edebiyat Aşk Değil De Ne?



 "AŞK'ın hiç bir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındasındır, merkezinde,
ya da dışındasındır, hasretinde..."
Elif Şafak - Aşk
 
Bir saat boş vaktim vardı. Ne yapacaktım? Kardeşimi ayarttım. Gene bir saat evinden kaçırdım. Kimi zaman böyle dar zamanlarda buluşuveririz. Birlikte hasbihal ederiz. Kardeşim öğretmendir. Uzmanlığı Türkçe olunca, değmeyin edebiyat muhabbetine… Edebiyata meraklı bu öğretmen bir de balık burcuysa hele... Ohhh, şahane aşk sohbeti yapabilirsiniz böyle biriyle. Balık burcu bilir misiniz ki, en romantik, en gizemli, en duygusal, en hayalperest ve depresyona en meyilli kadın tipidir. İki hafta çocukları hasta oldu diye döküntü oldu vücudu sıkıntıdan vallahi. Ama hastalığının adı da pek yakışmış haspaya; Rose! O kadar romantiktir ki, döküntüleri bile gül şeklinde!. Neyse iyileşti şimdi çok şükür!... Gene bir kaçamak yaptık kardeşimle. Önce bir kafeye gittik. Kahvelerimizi sipariş ettik. Şöyle koltuklarımıza rahatça yerleştik. Yaslandık arkamıza. "Bu gün konumuz edebiyatımızda aşk olsun! Ne dersin?” dedik göz kırparak birbirimize. Kahvelerimiz geldi. Şöyle bir kahveleri kokladık çektik içimize. Sonra fincanların uçlarını birbirine değdirdik “Aşk olsun!” diye bağırdık çevreyi umursamadan gene... Vee.. Başladık muhabbetimize…


Önce ben Atilla Atalay'ın çok sevdiğim Ebekulak adlı öyküsünden bahsettim. Benim kardeş de çok sever Ebekulak'ı. Her öyküseverin ayrıcalıklı öyküleri vardır. Ebekulak benim için öyledir. Zaman zaman kitabını açar okurum. Tekrar tekrar okumaktan bıkmam. Bilakis öyküyü bildiğim için yüreğimde hissederim. Haa.. Bir de mutlaka sesli okurum. Gözümün görmesi yetmez, kulaklarım da duysun isterim. Çok severim.


Ama asıl benim kardeş, Nezihe Meriç’in Keklik Türküsü öyküsünü o  kadar güzel anlatır ki doyamazsınız tadına. Dinlerken kardeşimi, kendinizi bir kaptırırsınız konunun akışına... Öykü bir kara tren olup, tünelden geçer gibi gönlünüzü delip geçer. Öyyyle bakakalırsınız ardından. Çok güzel anlatır gerçekten. "Keklik Türküsü’nü anlatsana bana kardeş" dedim. "Tamam!” dedi. Hiç itiraz etmedi… Canım benim ya… Bu bildiğim hikayeyi kimbilir  kaç kez dinledim kardeşimden. Neden yeni duymuşum gibi geliyor bana her seferinde? Neden gözlerim doluyor ve zor tutuyorum ağlamamak için kendimi… Bu gün de müthişti anlatımı! Sakın bilmeyenler adında keklik var diye fabl gibi bir şey sanmasınlar. Yoo! Bu bir genç kızın İstanbul'da her gün bindiği vapurda karşıdan karşıya aşık olduğu bir çocukla ilgili... Şehir hikayesi yani.. Ama daha eski yıllarda geçer... Gene içten içe çekilen, dile dökülmeyen aşklardan. Eski aşklardan! Yazarın Bozbulanık adlı kitabında yer alan öykülerinden...

Uykusuz haftalık mizah dergisinde sürekli takip ettiğim Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’den bahsetmeye başladım. Bir keresinde anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama çarpması ile başlıyordu. İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken nasıl da eğlenmiştim anlatamam. Tam onu anlatırken kardeşime, bende ilgi dağınıklığı vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses duyarsın ve sinir olursun ya" diye söze başladım şimdi de. “Hişt” ne kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt”e atladık. Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa, bir hişt diyenim bile olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?


İlk olarak nedense Sezai Karakoç geldi aklımıza… Monna Rosa şiiri… Hani üniversitede okurken gizliden gizliye aşık olduğu kız için yazmış bu şiiri de kızın haberi yokmuş… Kızın ceplerine gizli gizli aşk şiirleri koyarmış. Kız, bu şiirleri erkek arkadaşı yazıyor sanırmış. Oysa Sezai Karakoç yazarmış. Mona Roza'yı okuduğunuzda kızın adı çıkar ya şiirden sahiden. Kızın adı da aramızda kalsın Muazzez Akkaya. “Monna Rosa siyah güller akgüller” diye başlayan uzun şiiri. Kız yıllar sonra bu şiir ortaya çıkınca sevildiğini öğrenmiş. Bunu duyduğunda evliymiş tabii ki! Yoksa kızı, Muazzez Akkaya benim annem diyerek ortaya mı çıkmış? Muhtelif söylentiler var ama bildiğimiz kadarıyla şair hiç evlenmemiş. Ne aşklar var! Aaa biraz dedikodu yapalım artık bu kadar da öyle değil mi? Hemen büyük şairimiz Attila İlhan'a geçtik ki kardeşimin telefonu çaldı...


Tam Attila İlhan’a geçtik... PiaYağmur Kaçağı ve Üçüncü Şahsın Şiiri ile sohbetimize devam edecektik ki... Devam edemedik… Bitirdik… Çünkü küçük yeğen evde “Anne..Anne!” diye tutturmuş. Hemen hesabı ödedik. Arabaya bindik. Birbirimize baktık.. Bir ağızdan: “Gözlerin gözlerime değince Felaketim olurdu ağlardım. Beni sevmiyordun, bilirdim. Bir sevdiğin vardı, duyardım. Çöp gibi bir oğlan, ipince, Hayırsızın biriydi fikrimce. Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım. Felaketim olurdu, ağlardım!" Üçüncü Şahsın Şiiri adlı muhteşem şiirin ezberimizdeki ilk dizelerini aşkla seslendirdik… Kardeşimi bıraktım evine... Araba kullanırken devam ettim şiire: "Ne vakit Maçka'dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi öterdi. Bir rüzgar aklımı alırdı. Sessizce bir cigara yakardın. Kirpiklerini eğerdin bakardın. Üşürdüm içim ürperirdi. Felaketim olurdu, ağlardım!" Bu kadarı kalmış ezberimde... Söylesene... Edebiyat AŞK değil de ne?

11 Şubat 2013 Pazartesi

Yazmaca... Eğlenmece... Yıkmaca... Devirmece...


Aralık ayının son günleriydi. Bizim şirketin yeni yıl kutlaması her zamanki gibi holding binasının  en üst katındaki şık kafede yapılacaktı. Israrla tüm çalışanların katılması  isteniyordu. Kanun  hükmünde kararname tadındaki davetiyeler, her birimizin elektronik postasına çoktan düşmüştü bile. Tepedekilerin her emri şıppadanak kabul edilmeliydi. Bu işin bahanesi filan yoktu. Herkes şimdiden planını, programını o güne göre ayarlamalıydı. Benden başka tüm çalışanları hummalı bir heyecan sarmıştı. Sinirlerim nasıl zıplamıştı anlatamam. Tadım kaçmıştı gene... Böyle dayatmalarla yapılan kutlamalardan oldum bittim haz etmem. Ne o? Her nevi irili ufaklı  şirketler, yılbaşı kutlaşması yapıyorlardı ya, bizimkiler geride kalmak ne kelime, her yıl olduğu gibi bu yıl da en şaşalısını yapacaklardı elbette. Muhtelif popüler sigorta dergilerinin baş köşesine geçmeliydiler. Öfkeden kuduruyordum bu vaziyetlerine yeminle... Giderleri kısacaz diye maaşlara zam yapmayanlar, eğlence, gösteriş oldu mu paraları hava cıva işlere savurmaya bayılıyorlardı. Ayrıca çalışanlara ne demeli? Öyle hissediyordum... Bütün sene yöneticileri virgül bırakmadan arkadan çekiştirenler... Ya da ne bileyim arkadaş ayağına yatıp birbirlerinin gözünü oymak, çelme takmak, yerinden etmek için numaralar çevirenler... O gece bedava yemekleri lüp lüp götürüp, beleş içkileri birer birer devirecekler... Kakara kikiri gülüp eğlenecek... Hoppidi hoppidi dans edeceklerdi öyle mi? Yuf yani!.. Bu iki yüzlülüğün feriştahı değil de neydi? Katlanamazdım. Üç yıldır çalışıyordum bu sigorta şirketinde. Bir defa bile yılbaşı partisine gitmedim. Öldürseler gitmem... Yani bu yıla kadar gitmedim. Hoş onlar da benim yokluğumu hiç farketmediler. Bir kişi bile sen nerdeydin diye sormadı.  Doğrusu biraz içe kapanık, çokca evhamlı, dahası  feci önyargı kumkuması biriyimdir. Ofistekilerle iş dışında merhabam yoktur. İnsanlar yerine kitaplar ve filmlerle hasbihal etmeyi severim. Bu benim tercihim. Ömrümde bir defa bile danslı, eğlentili bir partiye katılmadığımı söylesem yalan olmaz. Öldürseler katılmam. Yani bu yıla kadar katılmazdım. Zaten antipatik bulunduğuma emnim.  Ket'um, sır küpüyüm. Bu kadar zamandır, ofisten kimseye gelmişim geçmişim hakkında tek kelam etmedim. Yooo. Bak, bu yıl çalışmakta olduğum müdürümü seviyorum. Altı aydır birlikte çalışıyoruz. Sigortacılığın çetrefilli  durumlarında, soğukkanlı tespitlerine ve ilginç uygulamalarına hayranlık duyuyorum. O da beni sever.  Övünmek için söylemiyorum, çalışkan, işinin uzmanı biriyimdir. Neyse... Bu yıl... İlk kez... Biri... Müdürüm... Akşam iş çıkışına doğru...  "Bu gece partide görüşürüz." deyince kalakaldım. Ne deseydim de kıvırsaydım acaba? Yooo, geçmiş yıllarda biri bana  partide görüşeceğimize dair bişi söylemiş olsaydı, böyle durumlarda beni kurtaracak şeytani  yalanlar hazırlardım illa ki... Hazırlıksız yakalanmıştım. Ne diyebilirdim? Görüşürüz." dedim. Sanki sözlü davet bekliyormuşum gibi hevesle partiye gittim. Herkes bana karşı nasıl güler yüzlüydü anlatamam. Şaşırdım. Bir saat kadar kuytularda dolandım. Müdürüm bir grupla muhabbet ediyordu. Beni görünce yanlarına çağırdı. Gittim. Ortama  bu kadar kolay nasıl ısındım anlamadım. Sanki böyle partilere alışkındım. Dakikalar içinde sohbet ballanıp gidiyordu. Gerisini anlatmaya dilim varmıyor. Utanıyorum. Şu kadarını söylemeliyim. Valla ben hiç böyle ben olmamıştım. Birden Gipsy Kings'in  Volvare adlı şarkısı çalmaya başladı. Dayanadım. Sahneye fırladım. Müziğin ritminde tek başıma oynama başladım. Bir saat içinde evrim geçirmiştim sanki. Baksana halime, dansçı olup çıkmıştım.  Zembereğim boşalmıştı bir kere... Kendimi durduramıyordum. Acaba benim görüntüm karşıya nasıl gidiyordu? Bilmiyorum. Amaaa... O günden sonra işyerine çok mutlu gittiğimi adım gibi biliyorum. Ne tatlı insanlarmış meğerse...  Halim böyleyken böyleydi işte... Bu yaşıma kadar ördüğüm önyargı duvarını, bizzat kendi balyoz darbemle yıkmıştım.

10 Şubat 2013 Pazar

Wes Anderson'un Lolipop Tadındaki Filmlerini Seviyorum.




 
 
 


Filmin Adı - The Royal Tenenbaums - Tenenbaums Ailesi
Yönetmen - Wes Anderson

Gizli Not- Bu filmi az önce seyretmeye başladım. Bu yönetmenin filmlerindeki oyuncuların, renklerin, müziklerin, aile etrafında dönüp dolaşan konularının hastasıyım. Filmlerini seyrederken lolipop tadı bırakıyor. Bu filminde de gene aynı tadı almaya başladım. Du bi... Filmin başlarındayım. The Beatles Hey Jude'u söylüyor!..  Bayıldım...  Ne yapabilirim? Vaziyetimi paylaşmadan yapamadım. Şimdi filme devam...  Bi dakka... Aşağıdaki fotoğraftaki kişi filmin oyuncularından biri değil... Yooo... Filmin yönetmeni... Wes Anderson'dır kendisi:)


San'at Romanı Mı? Hoppala! O Ne?

 

Elimdeki kitabı nerden ya da kimden aldığımı düşündüm. İnan, hatırlayamadım. Yazarın adına baktım. Kemal Safa Güntekin. Ömrümde duymadım. Kitabın adı Rita. Hımm... Ne yalan söyleyeyim, bu kitap uzun zamandan beri masamın yanındaki sehpada öyle uslu uslu  değil, resmen  eteklerini savura savura demlenmekteydi. Ancak sanırım bu kitap henüz kendi ayarında bulmuyor beni.  Çünkü kaç zamandır oturduğum yerden yan yan bakıyorum. Halen okumaya davet etmedi.  Neyse canım.... Zaten benim canım bugün kitap mitap okumak istemiyor. İşte az önce Rita'yla gene göz göze geldik. Ne bende ne Rita'da tık yok. Acayip!.. Şimdi durup duruken kitabın kabı  ilgimi çekti. Rita'yı elime aldım. Kabını inceleme başladım. Eskileri çağrıştıran kitap kabı. Yooo... Kaçın kurasıyım? İnsanlardan çok kitaplarla hasbihal yaparım. İnsanları yüzünden anlamam ama kitaplardan anlarım. Bu kitap eski filan değil bence. Oyun bu. Kemal Safa Güntekin oyunbaz bir yazar olmalı. Severim okuruyla oyun oynayan yazarları. Hımm... Kitap kabının yarısından çoğu renkliyken iki parmak ölçüde siyah beyaz bırakılmış. Hoş bu! Bir an geçmişle bugüne git gel yaşatıyor. İçine baktım. Heyy!.. Kapağı  Suat Aysu yapmış. İşte bu ismi hemen hatırladım. Çünkü güzel kitap kaplarının hastasıyım. Rita'yı ve Kemal Safa Güntekin'i zihnimin gerisine attım. Suat Aysu'nun hazırladığını düşündüğüm kitap kaplarını aramaya başladım.


Misal, şu yukarıdaki kitapların kapaklarının hepsini Suat Aysu hazırlamış. Ne güzeller!.. Hep merak ederim, acaba yazarlar mı kitap kapaklarının nasıl olacağına karar verirler? Kimbilir? Onu bunu bilmem... Benim kesin olarak bildiğim  şey, okumayı sevdiğimden beri güzel kabı olan kitaplara düşkün biriyim. Elimdeki kitabı nerden ya da kimden aldığımı hatırlayamadım ya, yazarı Kemal Safa Güntekin'i hiç tanımıyor olsam bile, Rita'yı sırf kabına bayıldığım için almış olabilirim.  Çünkü Rita'nın kabını sevdim. Acaba konusu ne?  Kapakta San'at Romanı yazıyor. San'at romanı mı? Hoppalaa... O ne? Hımmm... Rita fena halde merakımı kışkırttı. Hemen okumaya başlayacağım müsadenle...



9 Şubat 2013 Cumartesi

Bugün Okumaca, Seyretmece Yok, Dinlemece Var.


 Bir kız tanırdım eskiden
Durup bakardı öylece
Herkese ve herşeye
Umursamazdı bence




Yere bakardı




Göğe bakardı




Saatlerce size bakardı
Nedeni kendisinde saklı




Yerel bir bakma yarışmasında birinci oldu

 


 Nihayet gözleri bir tatil fırsatı buldu.


Tim Burton/İstiridye çocuğun hüzünlü ölümü adlı kitabından
Bakan Kız adlı öyküsü







Cumartesi Günü Ve Gitar Keyfi

 

Raul Midon yeni keşfettiğim bir şarkıcı. İlginç bir gitar çalma tekniği var. Doğuştan kör olan Raul Midon'un gitar çalarak söylediği şarkıları dinlemeyi seviyorum. 




8 Şubat 2013 Cuma

Kahve Molası - Zagor Tişörtümle Dışarıda İlk Günüm.


Uzun zamandır aklımdaydı. Bir türlü cesaret edip bu hayalimi gerçekleştirememiştim. Dün ilk kez becerdim. Zagor gömleğimi giyerek işe gittim. İçeri girip ceketimi çıkarınca, ofistekilerin arkamdan işaretleşerek gülüştüklerini işittim. Evden çıkarken hazırlıklıydım esasında... Elbette irili ufaklı tepkiler alacaktım. Hiiç dert etmedim. Hiiç... Kendimi onların yerine koysam, harbiden haklı çıkabilirlerdi çünkü.  Düşünsene... Bir sigortacının  Zagor tişörtüyle  işe gittiği nerede görülmüş? Hele bu yaşta... Bari erkek olsam... Pes yani değil mi? Hem kadın halimle Zagor tişörtü giyiyordum... Hem de Zagor tişörtüyle işe gidiyordum öyle mi?  Vaziyetim hem karamba, hem karambitaydı  yani... Sülalemin bütün bıyıklıları adına değil de... Sülalemin bütün eli hamurluları adınaydı yaptığım...  Şaşırmışlardı tabii. Olacaktı o kadar... Hiiç aldırmadım. Bilakis Darkwood Ormanı'nda, ezeli düşmanı Profesör Hellingen karşısında zafer kazanmış Zagor edasıyla gerim gerim gerilerek odama yürüdüm. Koltuğuma kuruldum. Sana bir şey söyleyeyim mi,  ofiste kendimi nasıl güçlü hissettim anlatamam... Bundan böyle haftada bir gün Zagor tişörtümle işe gelmeye karar verdim. Neyse... Diyeceksin ki, "Haydi anladık, hava atmak için  yukarıya Zagor tişörtlü fotoğrafını koymuşsun... Peki yanındaki o elmanın bu yazıda işi ne?" Du bi... Anlatacağım işte. Gün boyu çok çalışmıştım ya...  Üstelik sırtımda  Zagor gömleğim vardı. Ah!.. Dışarıda hava nasıl güzeldi anlatamam... Şerbetti... Şerbet... Harikuladeydi inan... Bir ara  dayanamadım. Elimi çeneme dayayıp gene hayal alemime daldım. Ah! O anda Darkwood Ormanı'nda, sarmaşıklarla ağaçtan ağaca  uçmak vardı ama... Bizim köy nere... Darkwood neree... Elbette yapamazdım. Neyse...  İşten erken kaçtım. Benim kardeşi üç gündür görmemiştim. Özlemiştim. Arabama biner binmez kardeşe telefon ettim. "Evdeyim ablam gelsene. Misafirlerim var." dedi. Of... Bunu duydum ya... Kadın kadına toplaşma ha... Binlerce kasırga aşkına! Ne güzel!... Kardeşin evine gidene kadar, çay yanına hazırlanmış güzelim yiyecekleri gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçirdim.  Güle oynaya arabamı park ettim. Hava mevsim normallerinin çok üstündeydi. Kış güneşi bembeyaz bulutların arasından çapkın çapkın gülümsemekteydi. Baktım hava sıcak, ceketimi giymedim. Yoldan geçenlerin Zagor tişörtlü vaziyetime kimi şaşkın kimi alaylı bakmalarına aldırmadan apartmanın kapısına kadar gittim. Becermiştim. Zagor gömleğimle dışarıya ilk kez çıkmıştım. Kimseye aldırmadan dolaşabiliyordum işte... Niye böyle söylüyorum biliyor musun? Bakma böyle rahatmış gibi olduğuma, tepeden tırnağa kompleksliyimdir aslında. Biri bana eskaza alaycı tavırla  baksa var ya... Kızarırım, yerin dibine girerim valla.... Neyse... İşte apatman kapısına kadar sağ sağlim ulaşmıştım çok şükür... Zili çaldım. Açtı. Asansöre bindim. Beşinci katta indim. Hani bu elma neyin nesi diye soruyorsun ya... Hah... Anlatacağım şimdi sana...  Bir şey söyleyeyim mi? Kardeşim... Kapıda durmaktaydı. O nasıl bişiydi... Abartmıyorum, resmen spotsuz ışıldamaktaydı. Yarabbim ne güzeldi! İki dirhem bir çekirdek... Of!.. Şahaneydi yeminle!.. Sütlükahverengi parlak ipekli kumaştan çok hoş bir elbise giymişti. Ayaklarında parıltılı, nasıl diyorlar, o gökdelen tipi, hani platform topuklu ayakkabılardan... Saçlar lüle lüle omuzlara dökülmüş... Makyaj desen tastamam... Boynunda altın üzerine taşlı madalyon kolye... Nasıl şıktı, nasıl güzeldi, nasıl kraliçeler gibiydi anlatamam. Giydiğim Zagor tişörtümü görünce tebessüm etti. O meşhur öğretmen kaşını kaldırarak "Bu ne hal ablam. Zagor başına mı vurdu?" dedi.  İşte o anda elma aklıma geldi. Sözümona kardeşimle annemiz babamız birdi. Eee... Bir elmanın iki yarısı gibi niye değildik peki?  Kardeş, annem gibi  kraliçe ruhlu, ışıltılı biriydi. Evlatlık olmalıyım... Bense sanki Darkwood'tan gelme, tuhaf halli biriydim... Kapıda kalakaldım. Her zamanki gibi hayran hayran kardeşime baktım. Kardeş boynuma sarıldı. "Çok özledim seni. Ne duruyorsun, gelsene içeri." dedi. Postallarımı çıkardım. İçeriye girdiğimde, kardeşimin şımşıkırdak giyimli arkadaşları, üstümdeki Zagor tişörtüme gülümseyerek bakıyorlardı. Kızardım. Biraz utanmış olmalıyım. Kardeş yanaklarımdan öptü beni. Usulca "Aldırma kimseye, böyle çok şekersin" dedi. Sevindim. O sevinçle başımızın üstünde resmen şimşek çakmış gibi hissettim. Anlarsın ya... Tıpkı Zagor maceralarındaki  gibi... Tabii bu hislerimi kimseye belli etmek istemedim. Sadece şimşek ışıltısını  görmek maksadıyla otomatikman başımı tavana diktim. Kardeş şefkatle baktı bana.  Kulağıma  eğildi. En kardeş sesiyle  "Belli etme kimseye. Rrummmblee!" efektini ben de işittim" dedi.  Gülümsedim. Gözlerine sevgiyle baktım.  Biz bir elmanın iki yarısı gibi değildik belki. Olsun varsın. O benim kardeşimdi. Zaman zaman nerden geldiğini bilmediğim sesler işittiğimi  bilirdi.  Anlamıştı beni. Kardeşlik ne güzel bir şeydi. Yüreğim sımsıcak  güven hissiyle doldu. Tüm mahcubiyetim gitti.  Zagor tişörtümle gurur duyarak, emin adımlarla salona  yürümeye başladım.  İnsanlık için küçük, çizgiroman sevdalısı  için büyük bir adım attım. :)



7 Şubat 2013 Perşembe

Kahve Molası - Kenardaki Adam


“Kalın perdenin altında dehşetle fark ettiği
 siyah ve parlak ayakkabıları yalnızlığın.” 

Barış Bıçakçı - Kenardaki Adam şiirinden 






6 Şubat 2013 Çarşamba

Müptelalığın Daniskası Değil De Ne?


Haydi bakalım. Bütün gün o kadar kahve içersem.. Gördün mü şimdi uykum kaçtı işte! Gece gece... Vampirella gibi oturuyorum bööyle. Ne yapabilirim? Sabahtan itibaren  koştur babam koştur. Nedir bu? "Başkaları için mi geldim dünyaya" dedim. Yooo... İntihar etmedim de onun yerine hışımla  bir kafeye girdim. "Kahve!" dedim. "Lütfen acil bir kahvee!" Enis Batur der ya hani... "Keyiflerim zehirlerimdir." şiarıyla... Evet itiraf ediyorum... Kahveye kul olmuş biriyim.  Kahvenin kokusuna bile delirebilirim. Zaten tiryaki meşrepliyim. İlaveten abartma sanatında şöhret sahibiyim. Tiryakilik ve abartma bir araya gelince... Müptelalığın daniskası oluyor böyle! Ne yapabilirim? Dikkatini çekti mi bilmiyorum... Şu yukarıdaki fotoğrafta masanın üzerindeki kitabımın yanında kahve yok. Neden? Sipariş verdiğim kahve bir türlü getirilmedi de o nedenle. Yoo.. Garsona tam seslenecek, "Sizin kahve Yemen'den mi geliyor?" diyecektim demesine... Ama... Aklıma  Enis Batur'un "Kahverengi tanede saklanan keyif" başlıklı  yazısı geldi.  Enis Batur sanırım fi tarihinde Paris'te kahve içmek için girdiği ünlü bir kafede, fincanın yanına iliştirilen küçümen şeker paketinin üzerinde "ilk kahvehane 1554'te İstanbul'da açılmıştır." yazısını görünce şaşırmış. Meğer kahve Yemen'deki kahveheneden gelmezmiş görüyor musun? Pekiii... Kahvenin nasıl bulunduğunu biliyor musun? Hani çok eski zamanlarda bir çoban tuhaf davranışlar gösteren, uyumaları gerekirken geceleri  aşırı hareketlenen keçilerin bu davranışlarının sebebini merak etmişte gün boyu gözlemiş ya keçileri.  Sonra keçilerin bir kısmının bodur ağaçların tanelerini yedikten sonra aşırı hareketlendiğini anlamış.  İşte bende yorgunluk kahvesi niyetiyle başladım sabahtan itibaren kahve içmeye... Önce geç geldi diye kesmedi beni. Üst üste iki Türk kahvesi içtim. Bööyle serum niyetine kana karıştı tabii. Sonra  yemekten sonra kahve içilmez mi? İçilir elbette. Bir ekspresso içtim. Öğleden sonra ofise döndüğümde bir iki neskafe içmiş olabilir miyim?  Bilemiyorum. Kendimi kahvenin esaretine kaptırmış olabilirim. Tamam... Yazıma Enis Batur'un cümleleriyle son vereceğim. Evet içtim kahve! "Uykuyu kaçırırmış, ne gam! Kaçan uyku olsun: Bu koku, bu tad, bu keyif kaçırılır mı?"  Bitti.  Şimdi anne sözü dinler gibi masum  gidip keçileri çitten atlatarak uyumayı deneyeceğim.
2012

5 Şubat 2013 Salı

Binlerce Kasırga Aşkına!.

 


Şu Dünyanın En Güzel, En Mutlu, En Zengin Kişisi Olma İhtimalini Seviyorum.


"...  Ama hepiniz, hepiniz...
Hepiniz geçim derdinde.
Bir ben miyim keyif ehli, içinizde?
....."
Orhan Veli Kanık

İstanbul'da film festivalleri vakti geldi mi, yüreğim bir kuş kanadı gibi nasıl pırpırlanır anlatamam. İşte buyrun! Dün !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bilet satışları başladı bile... Bu festival 12 yıldır İstanbul, Ankara ve İzmir'de yapılıyormuş. Ben son dört yıldır İstanbul Film Festivali, Filmekimi müdavimi oldum. Geçen yıl Suç ve Ceza Filmleri Festivali'ni de ucundan yakalamıştım. Bu yıl ilk kez !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali izleyicisi olacağım. Çünkü geçen yıl biletlerimi aldığım halde, son anda gidememiştim. Haftaya iş durumuma göre bir günü  kendim için belirledim. Dört gün ofiste çok çalışacağım. Bir gün ise, bir sinema salonundan  diğerine koşturacağım. Yaşasın!.. O gün bahtıma denk gelen filmlerden dördü için biletlerimi  satın aldım bile... Kısmetse, köyümden kalkıp İstanbul'a gideceğim. Önce Emek Sineması'nın ıssız sokağına dalacağım. Demir parmaklıklarına hüzünlü bir selam çakacağım. Emek Sineması'nın bir sonraki film festivalinde açılabilme ihtimaliyle umutlanacağım. Film aralarında Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki salaş kahvelerinde oturup, kız belli bardakta çay içip simit yiyeceğim. Hep insanları seyredeceğim. İçlerinden birinin okuduğum bir roman kahramanı olduğunu farzedeceğim. Herşeyin iyi ve güzel yanını göreceğim. Sinema yoluyla dünyayı dolaşacağım. Aynı bir film gibi bir gün yaşamımın  da sona erecek olacağını yeniden algılayacağım. Sanatın ve sanatçının yanında hiçliğimi farkedeceğim. İnsan duygularının müşterekliğini sezeceğim. Sevginin varlığının  en şifalı şurup olduğunu hissedeceğim. Sinema gene hayatı eşsiz hissettirecek bana...  Küçük sevinçlerin içimde uyandırdığı koskocaman  haz duygusuyla köyüme döneceğim. Eskaza biri o gün bana "Bu dünyanın en güzel, en mutlu, en zengin kişisi kim?" diye sorarsa...  Elbette burnumu havaya dikip "Ben!" diyeceğim!

Keşke biletler daha ucuz olaydı da, ikinci hafta da bir günümü ayırabilseydim !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'ne... Du bakalım... Önce hayal edeyim... Nasıl denir? Hayal et, olur elbet:)
 

4 Şubat 2013 Pazartesi

Kahve Molası - Cinbaz


İstanbul'daydım. Beyoğlu'na her yolum düştüğünde uğradığım kitapçıdaydım. Zamanım dardı. Satın almayı düşündüğüm kitap ve dergiyi pürtelaş halde arandım. İkisini de bulduğum gibi, aceleyle ödeme yapıp, çıkış kapısına koşturdum. Tam sokağa adımımı atıyordum ki ani bir refleksle ayağımı geri çekip durdum. Niye durmuştum? Anlam veremedim.  Alışverişim bitmemiş miydi? Bitmişti. Hatta biraz daha oyalanırsam Taksim'deki yeni müşterimle olan ilk randevuma gecikecektim. Görüşmeye gecikmek elbette hoş değildi. Eee... Niye durmuştum peki? Şaşırmıştım. Haydi, diyelim kitapları ararken çok koşturmuştum ya, belki bir an  nefeslenmek için durmuştum... Tamam... İyi...  Şimdi yoluma devam etmeli, artık kitapçıdan dışarıya atmalıydım kendimi, öyle değil mi? Yooo... Yapamadım. Durum iyice tuhaflaşmaya yüz tutuyordu harbiden. Bir resmin içine hapsolmuştum sanki. Sonra aşina olduğum bir his yeşerdi içimde. Gerisingeri döndüm. Uyur-uyanık... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma...  Kontrol hiçbir şekilde bende değildi. Bir güç kumandayı eline almıştı. Bedenimi benden bağımsız çalıştırmaktaydı sanki. Ne oluyordu böyle? Bir anormallik vardı var olmasına ama neydi? Sırtımda soğuk bir esinti gezindi. Ürperdim. Vaziyetim bu minval üzerine biraz daha  uzayacak olursa, kararlıydım avazım çıktığı kadar "Kurtaran yok mu!" diye seslenecektim. İyi ama olan biten bir şey yoktu ki ortalıkta. Ben anlayamazken; bu vaziyeti kime, nasıl izah edecektim? Yalpalayan ayaklarım, daha önce hiç görmediğim bir dizi kitapların önüne götürdü beni... En baştaki kitapla gözgöze geldim. Garip bir kabı vardı. Kitabın adı Cinbaz'dı.  Yazarı ise Ege Görgün. Hey, Ege Görgün'ün Tersninja'daki tekinsiz öykülerini çok iyi bilirim. Öykü kitabı çıkmış öyle mi, diye düşündüm. Çok sevindim. Nerden geldiğini bilmediğim korkularım, gene nedensizce uçup gitti. Otomatiğe bağlanmış gibi kitabı elime aldığım anda ışık hızıyla kasanın önündeydim. Kitapçıdan çıkarken Cinbaz'ı çantama attım. Kafamı bu olaya fazla takmadım. Çünkü hemen işe yollanmalıydım. Tuhaf şey! Yeni müşterimle görüşmem hayal edemeyeceğim kadar mükemmel geçti. Hiç uğraşıp, dil dökmedim. Gittiğimde mevcut poliçelerini zaten  hazır etmişti. Tüm sigorta işlerini sorgusuz sualsiz bana verdi. Böyle inançlara meyyal bir bünyem olduğu için, bu kolaylığı Cinbaz'a  yordum. O günden beri  kitabı çantamdan çıkarmamıştım. Az önce Cinbaz'ı elime aldım. Rastgele bir sayfayı usulca araladım:   "Bir resmin içine hapsolmuştu sanki. Sonra aşina olduğu bir his yeşerdi içinde. Bu sayede bir yarı-rüya gördüğünün farkına vardı. Sabahları uyanmasına yakın, REM uykusunda gördüklerinden... Uyur-uyanık... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma... Tek fark, bu kez kontrol hiçbir şekilde kendisinin değildi. Zaman zaman duyduğu, nereden geldiğini bilmediği o sesler gibi…" Kitabı kapattım. Kapaktaki resme iyice baktım. Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı hissedince muzurca gülümsedim. İlk öyküyü tüm merakımla okumaya başladım.

3 Şubat 2013 Pazar

İki Film Seyredeceğim...AZ SONRAAA...



BARBARA
Yönetmen - Christian Petzold
Tür - Dram
Ülke - Almanya




 
 COSMOPOLIS
 Yönetmen -  David Cronenberg
Tür - Dram
Ülke - Fransa/Kanada



Felek Bazan Komik Şakalar Yapar.

 
"İnsan çekmecelerini de temizlemeli zaman zaman
Kalbini de..."

Ahmet Oktay



Bugün çalışma odamdaki dolap çekmecelerimi düzeltirken,  okul yıllarıma ait günlüklerim elime geldi. Önce ne yapacağımı bilemedim. Şaşırdım. Ne kadar uzun zaman olmuş! Varlıklarını bile unutmuşum besbelli. Kimi defterlerimin ciltleri kopmuş. Sayfalar birbirine girmiş. Karışmış. Çekmeceleri tüm dağınıklığıyla öyylece bıraktım. Kopmuş sayfaların bazılarını  kaptığım gibi, kendimi en yakın koltuğa attım. Gözlerimi kapattım. Usulca içlerinden birini çektim. Okumaya başladım.  Yazdıklarımı okudukça, o günleri hatırladım...  Hımm... Elimdeki sayfaya şöyle yazmaya başlamışım...

"Keşke hislerimi ona açıkça anlatabilseydim. Ona deli gibi aşık olduğumu söyleyebilseydim. Göz göze geldiğimiz o anda... Sanki dilim tutuldu bir anda... Of!... Konuşamadım karşısında... Oysa bütün cesaretimi toplayıp ona gitmiştim. Onun için çarpan şu kalbi görsün istemiştim. Tam  elini tutmak üzereyken... Tam aşkımı ona itiraf edecekken. Sokaktan gelen o sesle yıkıldı dünyam!..  "Domates! Biber! Patlıcan! Domates! Biber! Patlıcan!" İnanabiliyor musun? Bu ses var ya... Bu... Sokak satıcısının sesiydi. Allahım!.. Bir anda bütün dünyam karardı. Bu sesle sokaklar yankılandı. Aklım başımdan gitti. Unuttum söyleyeceklerimi... İyi ama ne yapabilirdim? Adam bağırıyordu sürekli: "Domates biber patlıcan! Domates biber patlıcan!" 


"Şimdi benden çok uzaklarda biliyorum. Belki bir gün döner diye dualar ediyorum. Onu bir daha görsem yeter. İnan ki bu bir ömre bedel.  Yeter ki bitmesin bu rüyam. Nereye gitsem ne yana baksam hep onu görüyorum. Biliyorum artık çok geçti. Ama yine de bekliyorum. Her şey boş geliyordu bana. Sarılacaktım sımsıkı ona... Yeter ki yıkılmasın bir daha dünyam"


Günlüğümü okumayı tam burada kestim. Muzip muzip gülümsedim. Bu defterleri yazarken, hayat yolumun ne kadar başında olduğumu düşündüm. Zaman ne haşmetli bir öğretmendi. Yıllar içinde, feleğin başıma öreceği çoraplardan, feleğin hiç aklıma hayalime gelmeyecek kıyaklarından ve de feleğin ne kadar şakacı olduğundan o vakitler  nasıl da habersiz olduğuma dair düşünceler aklımdan geçti. Felek o gün ilk şakalarından birini yapmıştı bana  besbelli. Tam aşkımı itiraf edecekken, en sevdiğim sebzeleri bahane edip, hayatımın yönünü değiştirmişti.  Sokaklar o anda "Domates! Biber! Patlıcan!" diye yankılanmasaydı, şimdi bambaşka bir ben olacaktım belki.

Bak ne diyeceğim? Günümüzde satıcılar sokaklarda artık bağıra bağıra  dolaşmıyorlar ya.. Felek şimdilerde neleri bahane ederek şaka yapıyor da, sevenlere aşklarını itiraf ettirmiyor peki? Du bi... Onları da başka bir yazımda anlatırım belki:)





NOT: Barış Manço 1 Şubat 1999'da bu dünyamızı terk etmişti. Tam 14 yıl olmuş. Zaman ne hızlı akıyor. Önce ruhuna rahmet gönderdim. Cennet mekanı olsun. Sonraaaa... Şeyyy... Bu şarkısını bir öykü okuyormuş gibi dinledim.


2 Şubat 2013 Cumartesi

Yoksa Ben Özenti Biri Miyim? Az Bile... Feciyim!






Aylardır bu filmi bekliyordum.
Film nihayet şehrime geldi.
Bugün sinemaya gideceğim.   
Tarantino'nun son filmini seyredeceğim. 
Ah, benim deli gönlüm! 
Biliyorum, hemen intikam almaya heves edeceğim!!!

Yoksa ben özenti biri miyim?
Tamam, söyleme... Biliyorum...
Feciyim!