"AŞK'ın
hiç bir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına
bir dünyadır aşk.
Ya tam
ortasındasındır, merkezinde,
ya da
dışındasındır, hasretinde..."
Elif Şafak -
Aşk
Bir saat boş vaktim vardı. Ne yapacaktım? Kardeşimi
ayarttım. Gene bir saat evinden kaçırdım. Kimi zaman böyle dar zamanlarda
buluşuveririz. Birlikte hasbihal ederiz. Kardeşim öğretmendir. Uzmanlığı Türkçe
olunca, değmeyin edebiyat muhabbetine… Edebiyata meraklı bu öğretmen bir de
balık burcuysa hele... Ohhh, şahane aşk sohbeti yapabilirsiniz böyle
biriyle. Balık burcu bilir misiniz ki, en romantik, en gizemli, en duygusal, en
hayalperest ve depresyona en meyilli kadın tipidir. İki hafta çocukları hasta
oldu diye döküntü oldu vücudu sıkıntıdan vallahi. Ama hastalığının adı da pek
yakışmış haspaya; Rose! O kadar romantiktir ki, döküntüleri bile gül şeklinde!.
Neyse iyileşti şimdi çok şükür!... Gene bir kaçamak yaptık kardeşimle. Önce bir
kafeye gittik. Kahvelerimizi sipariş ettik. Şöyle koltuklarımıza rahatça
yerleştik. Yaslandık arkamıza. "Bu gün konumuz edebiyatımızda aşk
olsun! Ne dersin?” dedik göz kırparak birbirimize. Kahvelerimiz geldi.
Şöyle bir kahveleri kokladık çektik içimize. Sonra fincanların uçlarını
birbirine değdirdik “Aşk olsun!” diye bağırdık çevreyi umursamadan
gene... Vee.. Başladık muhabbetimize…
Önce ben Atilla Atalay'ın çok sevdiğim Ebekulak adlı öyküsünden
bahsettim. Benim kardeş de çok sever Ebekulak'ı. Her öyküseverin ayrıcalıklı
öyküleri vardır. Ebekulak benim için öyledir. Zaman zaman kitabını açar okurum.
Tekrar tekrar okumaktan bıkmam. Bilakis öyküyü bildiğim için yüreğimde
hissederim. Haa.. Bir de mutlaka sesli okurum. Gözümün görmesi yetmez, kulaklarım
da duysun isterim. Çok severim.
Ama asıl benim kardeş, Nezihe Meriç’in Keklik Türküsü öyküsünü o kadar güzel anlatır ki doyamazsınız tadına. Dinlerken kardeşimi, kendinizi bir kaptırırsınız konunun akışına... Öykü bir kara tren olup, tünelden geçer gibi gönlünüzü delip geçer. Öyyyle bakakalırsınız ardından. Çok güzel anlatır gerçekten. "Keklik Türküsü’nü anlatsana bana kardeş" dedim. "Tamam!” dedi. Hiç itiraz etmedi… Canım benim ya… Bu bildiğim hikayeyi kimbilir kaç kez dinledim kardeşimden. Neden yeni duymuşum gibi geliyor bana her seferinde? Neden gözlerim doluyor ve zor tutuyorum ağlamamak için kendimi… Bu gün de müthişti anlatımı! Sakın bilmeyenler adında keklik var diye fabl gibi bir şey sanmasınlar. Yoo! Bu bir genç kızın İstanbul'da her gün bindiği vapurda karşıdan karşıya aşık olduğu bir çocukla ilgili... Şehir hikayesi yani.. Ama daha eski yıllarda geçer... Gene içten içe çekilen, dile dökülmeyen aşklardan. Eski aşklardan! Yazarın Bozbulanık adlı kitabında yer alan öykülerinden...
Uykusuz haftalık mizah
dergisinde sürekli takip ettiğim Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’den
bahsetmeye başladım. Bir keresinde anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama
çarpması ile başlıyordu. İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken nasıl da
eğlenmiştim anlatamam. Tam onu anlatırken kardeşime, bende ilgi dağınıklığı
vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani
birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses
duyarsın ve sinir olursun ya" diye söze başladım şimdi de. “Hişt” ne
kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt”e atladık.
Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben
hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa, bir hişt diyenim bile
olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de
sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara
dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?
İlk olarak nedense Sezai Karakoç geldi
aklımıza… Monna Rosa şiiri… Hani üniversitede okurken gizliden gizliye aşık
olduğu kız için yazmış bu şiiri de kızın haberi yokmuş… Kızın ceplerine gizli
gizli aşk şiirleri koyarmış. Kız, bu şiirleri erkek arkadaşı yazıyor
sanırmış. Oysa Sezai Karakoç yazarmış. Mona Roza'yı okuduğunuzda kızın adı
çıkar ya şiirden sahiden. Kızın adı da aramızda kalsın Muazzez Akkaya. “Monna
Rosa siyah güller akgüller” diye başlayan uzun şiiri. Kız yıllar sonra bu şiir
ortaya çıkınca sevildiğini öğrenmiş. Bunu duyduğunda evliymiş tabii ki! Yoksa
kızı, Muazzez Akkaya benim annem diyerek ortaya mı çıkmış? Muhtelif söylentiler
var ama bildiğimiz kadarıyla şair hiç evlenmemiş. Ne aşklar var! Aaa biraz
dedikodu yapalım artık bu kadar da öyle değil mi? Hemen büyük şairimiz Attila
İlhan'a geçtik ki kardeşimin telefonu çaldı...
Tam Attila İlhan’a geçtik... Pia… Yağmur Kaçağı ve Üçüncü Şahsın Şiiri ile sohbetimize devam edecektik ki... Devam edemedik… Bitirdik… Çünkü küçük yeğen evde “Anne..Anne!” diye tutturmuş. Hemen hesabı ödedik. Arabaya bindik. Birbirimize baktık.. Bir ağızdan: “Gözlerin gözlerime değince Felaketim olurdu ağlardım. Beni sevmiyordun, bilirdim. Bir sevdiğin vardı, duyardım. Çöp gibi bir oğlan, ipince, Hayırsızın biriydi fikrimce. Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım. Felaketim olurdu, ağlardım!" Üçüncü Şahsın Şiiri adlı muhteşem şiirin ezberimizdeki ilk dizelerini aşkla seslendirdik… Kardeşimi bıraktım evine... Araba kullanırken devam ettim şiire: "Ne vakit Maçka'dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi öterdi. Bir rüzgar aklımı alırdı. Sessizce bir cigara yakardın. Kirpiklerini eğerdin bakardın. Üşürdüm içim ürperirdi. Felaketim olurdu, ağlardım!" Bu kadarı kalmış ezberimde... Söylesene... Edebiyat AŞK değil de ne?