20 Nisan 2010 Salı

Çok Bir Şey De Getirmez Eli Boş Da Gelmez!

Her ziyaretlerine gittiğimde, bayram öncesinde hele,anneler, kardeşler, arkadaşlar için çam sakızı çoban armağanı hediyeler alırım. Herkes büyüklere çikolata veya tatlı alır bayramlarda yada ziyaretlerinde. Bense öyle bir şey almalıyım ki bitmemeli, kullanışlı olmalı, hep eline gelmeli, işine yaradıkça memnuniyetle adımı anmalı. Yenip bitirilecek yiyecek yada koklanıp atılacak çicek değil de, genelde mutfakta kullanılacak bir gereçtir aldıklarım. Elma şeklinde komik bir komposto takımı mesela, birbirine sarılan romantik bir tuzluk karabiberlik ya da, bir cam sürahi veya salatalık kasesi ama pratik mi pratik, hiç olmadı süzgeç bile olabilir plastik... Hediyenin azına çoğuna bakılmaz. Bilinmelidir ki ama asla boş olmaz!

Bizde adet böyledir. Bu ailemin kadınlarından bana intikalen geçmiştir. Anneannem , annem ve şimdi de ben. Böyle gördüm, bu adet böyle gidecek. Çok küçükken yadırgardım annemi. Yolda aklımıza geldi ve misal bu ya, annemin bir arkadaşının evine gireceğiz ayaküstü. Boş gitmek olmaz ama. Mümkün değil! Etrafta bakkal varsa bir paket çay, bir paket kesme şeker belki... Ya da bir kutu pötibör bisküvi... Fırın varsa etrafta bir yada iki tane ekmek bile alıp götürürdü. Nasıl utanırdım! Bir şey söylemezdim ama "Böyle şeyler hediye diye götürülür mü?" diye aklımdan geçirirdim. Annem götürürdü. Göğsünü gere gere girerdi misafir gittiğimiz eve, hiç aldırmazdı. Girdiğimiz evde de, nasıl hora geçerdi götürdüğümüz hediye inanamazdım. Hemen çay yapılırdı misal, "Çay yanına evde başka bir şey kalmamıştı vallahi !"deyip bizim bisküviler ikram edilirdi. Nasıl da yerdik iştahlı iştahlı, anneme hayretle bakardım. Ne rahattı!!

Bende de vardır aynı huy şimdi. Besbelli ki geçmiş genlerle. Bayramlar özel tabi, ama gene de çok büyütmem gözümde. Elime ne gelirse, ne uygunsa keseme, içime ne sinerse, karınca kararınca mutlaka alırım bir hediye. Boş gitmem kimseye... Mümkün değil! Bazen arkadaşıma giderken alırım bir paket kahve veya halama giderken ekmek bir yada iki tane, amcama uğrayacağım baktım misal, vitrinde saplı büyük bir bardak var, ne olacak rahatça su içsin diye; hiç aldırmam alırım ve götürürüm göğsümü gere gere... Eğer yeni tanıdığım birilerine, böyle bir hediyem denk geldiyse, gülerler götürdüğüm hediyelere önce, sonra şaşarlar nasıl da hora geçti diye, ayrıca gıpta ediyorlardır nasıl yapıyorum diye... Eminim, kesinlikle! Bilirim bazı arkadaşlarım, bebek yada ev nedeniyle, hayırlı olsun demeye gidemezler, ellerinde iyi bir hediye yok diye... Bebek büyür, ev eskir, bizimki halen bir hediye beğenememiştir. Ben bebek mi oldu? Yol üstünde varsa bir eczane, alırım bir paket çocuk bezi. Ne var? Komik mi şimdi? Kaç bebekli arkadaşıma denk gelmişimdir. Tam bezleri bitmiş, ne yapacaklarını bilemezken, ben elimde çocuk bezi paketiyle ile salına salına gelmişim. Hem çok şaşırmışlar hem de sevinçlerinden havalara uçmuşlar! Hala anlatırlar! Bizim için şöyle derler : "Çok bir şey de getirmez ama eli boş da gelmez!" Bu geleneği bozamam ben! Üzgünüm arkadaşlar... Çok bir şey de getirmem ama eli boş da gelmem!!... Böyleyken böyle işte!

Her Şerde Bir Hayır Vardır!

Haydi bakalım! Son iki gündür şakılarını dinlediğim Julio Iglesias, bugünkü blog konuğum olsun!Bakar mısın şu fotoğrafa! 1943 doğumlu diyebilir misin bu şarkıcıya? Tam 64 yaşında!. Julio Iglesias başarılı bir atletizmciyken, öğretimine de devam etti ve Madrid Complutense Üniversitesinde hukuk eğitimi aldı. Real Madrid’in kalecisiyken, bir trafik kazası geçirdi ve bir buçuk yıl yarı felçli gibi yaşadı. Bu arada kendini müziğe verdi. Hay Allah'ım! “Her şerde bir hayır var!” sözüne inanmak lazım. Eğer o kaza olmasaydı, kadife sesli İspanyol şarkıcının o harikulade şakılarından mahrum kalacakmışız yani... Her otuz saniyede bir dünyanın herhangi bir yerindeki radyolarda onun şarkıları çalıyor. Kendisini yıllar önce, Efes’te canlı dinleme şansım olmuştu. Julio Iglesias, bu hafta araba kullanıyorken, şarkılarını dinlediğim yoldaşım anlayacağın. Şu anda bu yazıyı yazarken Crazy’yi dinliyorum. Peki La Cumparsita’ya, El Amor’a, Momentos’a veya Manuela’ya ne diyeceksin? Of of of!! Ya Hey veya Gozar la Vida… Bu şarkılarıyla beni kendimden geçirebilir! Bu müzikleri dinlerken, dünyanın sonuna kadar araç kullanabilirim. Şimdi sen: " Esas yakışıklı bir oğlu var. Şarkı söyler, hani Enrique İglesias!" diyeceksin, bilirim. Ama söyler misin, babası dururken oğlunun şarkılarını kim dinlemek isteyebilir?!..

18 Nisan 2010 Pazar

Fırat Budacı İle Birlik Oldum Soruyorum: Orhan Kemal'in Katili Kim?

Fırat Budacı’nın, haftalık mizah dergisi Uykusuz’daki yazılarını okumayı çok severim. “Kendimi Durduracak Değilim”in tam manasıyla takipçisiyim. Hayal Kahvem’de daha önce de Fırat Budacı hakkında bir yazı yazmıştım. Bu hafta “Bir Şeyler Duydum” köşesinde, “Orhan Kemal’in Katili Kim?” başlıklı bir yazısı vardı. Yazdıklarına okadar katılıyorum ki, okumayanlar için aynen bloğuma geçirmek istedim. Fırat Budacı ile birlik oldum soruyorum: Orhan Kemal'in katili kim?

“Orhan Kemal’in yazdığı üç ciltlik dev gibi bir roman varken geçen hafta gazetelerde, “Acaba katil Güllü olabilir mi?”,“Hanımın çiftliğinde şok! Muzaffer’in katili Güllü mü?”, "Hanım’ın Çiftliği’nde katil kim?” başlıklarıyla onlarca haber yapıldı. Hatta Hürriyet Gazetesi Adana’ya giderek dizinin oyuncularına tek tek “Katil kim?” sorusunu sordu. Alınan cevaplar şöyle:

· “İnanın ben sizden daha çok merak ediyorum…”
· “Herkes olabilir, tahmin yürütüyoruz ama bulamıyoruz.”
· “ Bilen birileri varsa bana söylemesin; böyle daha heyecanlı oluyor çünkü…”
· “Yok, ben öldürmüş olamam. Sanmıyorum, ben değilimdir her halde…”

16 Nisan 2010 Cuma

Şu Ahir Ömrümde Kaç Renk İsmi Öğrenebildim Ki?

Birkaç gündür evdeki kitaplıkta eski kitaplarıma göz atıyorum. Buna bir nevi eski dostlarla hasret giderme diyebilirim. Hatta bazılarının varlığını bile unuttuğumu şaşkınlıkla farkediyorum. Mahcup mahcup elime alıyorum tabi... Bazı kitaplarımla ne uzun olmuş görüşmeyeli!.. Bazıları o kadar eski kitaplar ki, resmen öpüp başıma koymak istiyorum. Büyükbabamın mübarek eli misali. Her biri tek tek karşıma çıkıyor. Bazılarında bir naz, bir eda, sitem... Yüzüme bile bakmıyorlar resmen. Of!.. İşte elimde tuttuğum, Fena halde Leman sözgelimi. Attila İlhan'ın 1960 larda yayımlanmış ve zamanında ortalığı toza dumana katmış romanı. Kimbilir ne zaman en son elime aldım? Kitabın ilk sayfasına baktım. 02.12.1991 yazıyor. 19 yıl önce okumuşum. Kitabın ilk iki sayfasına da dayanamamış, o güzeller güzeli Üçüncü Şahsın Şiiri'ni yazmışım. Şimdi gözgöze geldik Fena Halde Leman'la... Anladım. Kitap resmen bana küs... Sanki başladı şiiri okumaya: "Gözlerin gözlerime deyince / Felaketim olurdu ağlardım" Nasıl mahcup oldum nasıl utandım anlatamam. Devam etti: "Beni sevmiyordun bilirdim / Bir sevdiğin vardı duyardım." Vallahi bunları duyunca neredeyse ağlayacaktım . Dedim ki ünlü romana: "Hayır, inanma! Yok öyle bir şey! Her kitabın yeri ayrı. Senin yerini başka kitap tutar mı?" Kitabın adı Fena Halde Leman ya, kitabı bir an kadın sandım. Kirpiklerini eğdi sanki... Of, üşüdüm içim ürperdi inan ki!.. "Yapma Fena Halde Leman! Unutur muyum hiç seni. Baksana ne kadar çok çizmişim içindeki cümleleri. Şu ahir ömrümde kaç renk adı öğrendiysem senden öğrendim. Bak söyleyeyim istersen!" dedim. Şaşırdı... Söylediklerim hoşuna gitti!.. Güldü. " Herkes benim için neler neler söyledi. İlk kez hakkımda böyle bir şey işittim. Söyle bakalım. Merak ettim." dedi. Attila İlhan'ın Fena Halde Leman adlı romanında, ne kadar çok renk ismi bulup altını çizmişim. Kitapta bulduğum renkleri tek tek saymaya başladım. Ama var ya... Eğer kitap küsseydi bana... Ama... Eğer Fena Halde Leman küsseydi bana.. Eğer Attila İlhan küsseydi bana... İşte ozaman... FELAKETİM OLURDU AĞLARDIM!
Çatlkaya, zakkum pembesine çalan havai eflatun.
Deniz, Körfez’in içlerine gelindikçe, erguvan rengi.
Bu hakiki bir elektrik mavisi olup… Asit yeşili bir masal yaratığı gibi görünüp kayboluyor.
Yangın kızılı bir loşluk.. Soğuk gri gözlerinde örümcek kızılı bir parıltı belirir.……
durduğu yerde duramayan, çarpıcı renkler: safra yeşili, buz beyazı, deliksiz siyah, ateş kırmızısı, ölü eflatun.….
vırt zırt yer değiştiren oje kızılı aydınlıkla kör karanlık, oturanı serseme çevriyordu.….
batan güneşin pembe yaldıza buladığı başıboş martılar……. mavi yeşil bir sonsuzluğa ağır ağır demir alan, dalgın gemi…… güzel atmaca gözleri vahşi yeşil...…
delimsirek renkler ortasında yaşayan…
Gözleri porselen akı…… su yeşili bir ışığa bulanmış, tavanı alçak bir salon…
Hardal sarısı bir loşluğa boğulmuş salon…….
Ölgün renklerin doğurduğu külrengi pus, sütlü bir gece izlenimini veriyor……
kederli külrenginden subay hakisine kadar renkler, açıklı koyulu…....
örümcek kızılı ellerini uzatıp… Şehvet kırmızısı bir aydınlıkta yüzüyorum,……
altın sarısı ve yosun yeşili….. morla eflatun arası gece!.. saçları platin beyazı
Koyu menekşe rengi, minnacık bir ağız. Aydınlığı kükürt sarısı....
Pere Duparc'ın masmavi kahvesinde... Sivas ve Isparta halıları: boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi kırmızı ve ördek başı yeşil, imgelem çiçeklerinden derlenmiş bir masal bahçesi....
yaldızlı sarı, kızılcık kızılı, yaprak yeşili, kehribar siyahı...
...şu bonbon pembesi dantelli yatak örtüleri.....
cırlak kırmızı ufak bir reno-alpine... ışıklı reklamın kömür siyahı ve kan kızılı tokatlarını yiye yiye......
yaldızlı lacivedden sütlü sarıya kadar...... cesed mavisi bir kız...... süpürge sarışını......

15 Nisan 2010 Perşembe

Kitap Okurken Kitap Dışı Konuları Merak Etme Durumları

Elimde Solmaz Kamuran’ın Bir Kadın Bir Erkek Bir Levrek İskeleti adlı kitabı var. Okumaktayım. Nasıl akıcı! Bugün belki de kitabı bitirebilirim. Bir ara kitabın başındaki, yazarın hayatını anlatan sayfaya döndüm. Baktım yazar 1954 doğumlu. Çetin Altan’la evli ya Solmaz Kamuran, Çetin Altan kaç yaşındadır acaba diye merak etim. Biliyorum Çetin Altan yaşsız bir yazar. Denildiği gibi "kuşakları birbirine bağlayan bir ibrişimdir" Çetin Altan. Gene de merak işte. Baktım sanal ansiklopediden doğum tarihine. 1927 doğumlu. Yani aralarında 27 yaş var. Hımm! Son zamanlarda Halis Toprak ve minik eşi ile ilgili epeyce yazılar yer aldı ya basında… Merakımı cezbetti bir şairimiz daha aklıma geldi. Onun hayatına daldım az önce:

Türk Edebiyatı’nda Şair’i Azam sıfatı ile nitelendirilen ünlü şair ve oyun yazarı Abdülhak Hamit Tarhan 1852 ile 1937 yılları arası yaşar. Şairin hayatındaki kadınların durumları çok ilginçtir. Hatta trajik de diyebilirim. İlk eşi Fatma genç yaşta veremden ölür. Fatma Hanım’ın ölümü şairin üzerinde o kadar büyük bir etki bırakır ki, Türk Şiir sanatının şaheserlerinden biri olan, okuyunca tüyler ürperten, okuyucusunun ruhunda ölüm korkusunu hissetiren “ Eyvah ne yer ne yar kaldı, Gönlüm dolu ah u zar kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.” dizeleriyle başlayan o meşhur Makber şiirini yazar. Hayatın garip cilvesi ikinci eşi Nelly Hanım’da ince hastalıktan vefat eder. Daha sonra evlendiği Cemile Hanım’la ise evlilikler 20 gün sürer. Ve nihayetinde hayatının son 25 yılına damgasını vuracak olan dördüncü eşi Lüsyen Hanım’la evlenir. Artık evliliklerin trajik yanı bitiyor dramatik yanı başlıyor diyebilir miyim bilmem? Çünkü evlendiklerinde Lüsyen Hanım 19, Şairimiz ise 61yaşındadır. Aralarında tam 42 yaş fark vardır. “Var ol Lüsyen, tavaf et ey nur, Ey ahır-ı ömrümün baharı” diye seslenmektedir Abdülhak Hamit Tarhan Lüsyen Hanım’a. İşgal yıllarında Viyana’da yaşarlar. 1920 de İstanbul’a döndüklerinde Lüsyen Hanım Dük dö Soranzo’ya aşık olur ve şairimizden ayrılır. Venedik’e yerleşir dükle. Bu arada şairimizle mektuplaşmaktadırlar. Abdülhak Hamit Tarhan boşuna “sensiz de seninle de yaşanmaz!” dememiştir anlaşılan. Dükle evliliğinde hüsran yaşayan Lüsyen Hanım yedi yıl kadar sonra şairimize geri döner. Lüsyen Hanım 33, şairimiz ise 75 yaşlarındadırlar artık. Evlilikleri şairin 1937 de ölümüne kadar sürer. Lüsyen Hanım’ın Abdülhak Hamit Tarhan’a yazdığı mektuplar bir kitapta toplanır. Ve bence en kısa zamanda bu kitap alınıp okunmalıdır.

Peki hani derler ya, "erkekler sevdikleri kadınların yaşındadır!" diye. Doğru mu bu söz sahiden?Halis Toprak 71 eşi için haydi 18 diyeyim... Aralarında 53 yaş var ya hani... Doğru olur mu böyle bir şey? Aklım almıyor bu kadarını ne yazık ki! Bilmem... Bu yazıyı yeni evlendiklerinde yazmıştım. Geçenlerde Halis Toprak'ın eşi intihara teşebbüs etti diye bir haber okuyunca, canım sıkıldı. Üzüldüm Nazlıcan için. Ne hayatlar var değil mi? Her biri film gibi!

Hangi Durumlarda Baskı Rejimine Evet Denir:)


Kanat Atkaya'nın yazılarını okumayı severim. Hele eskiden kankaları Riko ve Topestolu yazılarına bayılırdım. Uzun zamandır Riko ve Topestolu yazılarına denk gelmedim. Kendine has muhabbetleri vardır. Mesela Topesto "iyi misin?" diye sorarsa, Kanat Atkaya "Bebek bisküvisinin kapak güzeli kadar gürbüzüm." diye cevap verebilir. Oturur günler boyu şampiyonlar liginde kimi tutacaklarını tartışırlar. Belki bu muhabbette Kanat Atkaya Liverpool'u sırf forması kırmızı olduğu için bile tutabilir. Bir Beyoğlu çocuğudur. Cimbom hastasıdır. Kahramanlarını saymaya kalksa, country şarkıcısı Johnny Cash'ten Rezervuar Köpekleri'nde Michael Madsen'ın canlandırdığı karaktere, Hegel'den Zagor Tenay'a kadar uzanan bir liste karşımıza çıkabilir. En sevdiği yemek yaprak sarma, en sevdiği yer Arkeoloji Müzesi'nin bahçesi, en sevdiği Türk filmi Neşeli Günler, en sevdiği Türk tiyatrocusu Ferhan Şensoy, sevdiği çizgi roman kahramanlarından bazıları Krazy Kat ve Pekos Bill... Ruh haline göre, seyrettikleri ya da dinledikleri değişebilir. Kimi zaman sadece Brazil filmini seyredebilir. Lee Perry'nin Kung Fu Meets The Dragon albümünü dinleyebilir. Evcimendir. Günlerce evden çıkmadan yaşayabilir. Hey! Martı Göve li yazılarını da unutmamak lazım. Bir de ev taşıma hikayelerini tabi... Ya müzik festivalleri nasıl seçilir, nasıl gidilir vaziyetleri... Ondan öğrenmişimdir inan ki. Şapka, çamura karşı lastik çizme, iki tişört, diş fırçası, bi bermuda, her gün için bi don, güneş gözlüğü ve yağmurluk. O kadar. Daha kısmet olmadı bir müzik festivaline gidebilmek. Gitmeye niyetlenirsem sayesinde neleri götüreceğimi öğrenmişim işte. Neyse.. Şimdi anlatmak istediğim başka bir şey. Kanat Atkaya ne tip kadınları beğendiğini ve hangi durumlarda hayata bakışını değiştireceğini illa ki eski yazılarında yazmıştır. Demek ki ben kaçırmışım. Çünkü hatırlayamadım. İşte o gün bugün. Şimdi öğrendim. Bugünkü köşe yazısında şöyle bir başlık gördüm. "Mara gibi bakanım olsun, isterse baskı rejimi olsun" Mara Carafagna'dan söz ediyor. Kim mi? İşte yukarda fotoğrafı. İtalya Başbakanı Berlusconi'nin "Bekar olsam seninle hemen evlenirdim" dediği, eskinin erotik modeli, şimdinin İtalya'nın Eşit Haklar Bakanı bir güzeller güzeli hatun. Yazarımız kadınla fotoğrafını görene kadar pek ilgilenmemiş. Fakat Maxim Dergisi'nin "En Seksi Kadın Politikacı" seçtiği Mara'nın fotoğraflarını görünce, "Bu insan hangi ülkede politika yapıyorsa ben o ülkenin vatandaşı olmak istiyorum" diyor. Ardından devam ediyor "Mara gibi bakanımız olsun rejime filan bakmam. İsterse baskı rejimi uygulansın umrumda değil. Nasıl yönetirsen yönet gönül mülkünü ey Mara!" diyor. Keşke kalsa Mara buralarda! Çünkü Kanat Atkaya'nın oyu artık Mara'ya. Mara'yı seçmezse taş olsun!

Senden Başka Gözüm Görmez Hiç Kimseyi...

Çok eski günlerdi. Epeyce ufaktım bu günlere göre tabi. Ya orta birdeyim ya da iki. Radyo günleri çocuğuğum ben. En sevdiğim radyo programı Orhan Boran ve Yuki. Daha televizyon her evde yoktu ki. Üst kat komşumuz amca bir astsubay... Denizci. Siyah beyaz televizyon getirmiş, bir deniz aşırı memleketten evlerine... Tatlı cadı Sementa veya varsa o gece Arsen Lüpen, evden kaçıyorum Zerrinler'e. Üst kat komşumuzun kızı Zerrin, yaşı da bana yakın, bu dizi filmleri seyrediyoruz birlikte. Uzaktan kumanda var mı ki, nerdeee? Ses açılıp kısılacağı vakit bakıyoruz birbirimize, diyoruz 'Eee, haydi şimdi sıra sende!' Annem az sonra farkedecek evde olmadığımı, kızacak bana biliyorum. Diyecek ' Gene mi kaçtın, gene mi?' Evet, gene. Ne var yani? Dövsün isterse valla, ben bayılıyorum televizyona. O zamanlar ergenlik var ya serde, işime gelince annemi dinlerim, gelmeyince kafamın dikine giderim modundaydım herhalde.

Bugün köyümden giderken İzmit'e, Göksel'in son cd'sini dinliyordum. Bir şarkı söylemeye başladı eskilerden. Aaa! Bunu ben çok iyi biliyorum. Kim söylüyordu düşünüyorum. "Benden sorsan ummanlardı derdim / Hani gözlerin var ya / Bülbülleri susturup dinlerdim / Tatlı Sözlerin var ya" diye başlayıp, ıslıklarla devam eden bu şarkıyı kim söylerdi ki? Buldum. Füsün Önal! Bayılırdım hem bu şarkıya hem de Füsun Önal'a... Mini etekler giyerdi, sarı bukleli saçlarını sallaya sallaya ne güzel dans ederdi! Off! Ne günlerdi? Birden o günlere ışınlandım oturduğum yerde. Dayımlar Almanya'da yaşardı. Her yaz memlekete geldiklerinde ailece bizde kalırlardı. Üç kuzenim var yaşlarımız yakın... Adları Jale, Hale, Lale... Valla doğru söylüyorum ha şaka yapıyorum zannetme! İlk teyp ve kasetleri dayım Almanya'dan getirdiğinde, kuş olup uçacağım sanmıştım. Demiştim ki "Beni tutun, şimdi sevinçten kanatlanacağım!" İşte biz dört kız bir araya geldiğimizde, hele kimse yoksa evde, takıp takıştırırdık. Füsun Önal'a eşlik eder, çılgınca dans ederdik. Yorulunca iyice, ne yapalım şimdi diye birbirimize bakardık. O zaman işte, bu şarkıyı söyler, kendi sesimizi kasede kaydederdik. Jale'nin sesi güzeldi. Şarkıyı Jale söylerdi. Biz de nakarat kısmını tekrarlar, vokal yapardık... Bakın şöyle: "Senden başka, senden başka / Gözüm görmez hiç kimseyi / Senden başka, senden başka / Duyamam ben hiç kimseyi" Ah, ne günlerdi? Şimdi bugün araba kullanırken dinliyordum ya... Valla yoldan geçenlere aldırmadan, bağıra bağıra bu şarkıyı söyledim gene. Şaşırdım. Üzerinden yıllar geçtiği halde, unutmamışım. Hatta bir ara bir elimi çektim direksiyondan, iki parmağımı ağzıma sokup, ıslık çaldım kimseye aldırmadan!Üüüffft! Üüüüfffff! Üüüüüüfffff!

14 Nisan 2010 Çarşamba

Sen Hayatında Öykü Özledin Mi Hiç?

Sevdiğim bazı öyküler vardır. Zaman zaman kitaplarını açar okurum. Tekrar tekrar okumaktan bıkmam. Bilakis öyküyü bildiğim için tüm hislerimi katarak okurum. Atilla Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünü okurken her defasında yüreğimle hissederim. Çok severim! Bir haftadır Ebekulak'ı arıyorum. Yok...Yok.. Bulamıyorum...Olmaz olur mu? Kütüphanemin bir yerinde. İyi de nerede?Bu hafta canım nasıl çekti, nasıl istiyorum Ebekulağı okumayı. Kitap sanki yer yarıldı da içine girdi. İş gereği iki kez İstanbul'a gittim. Uğradığım hiçbir kitapçıda yoktu. Atilla Atalay diyorum. "Tamam,var "diyorlar. Kitaplarını gösteriyorlar. Hepsi var. Ebekulak yok. Benim kardeş "Bende var abla. Ben sana veririm." demişti. Görüşemedik bir daha. Kitabı kardeşimden de alamadım. Bu akşam baktım dayanamayacağım. Hamilelerin canı bir şey çeker de tuttururlar ya "illa istiyorum!" diye... Durumum aynen öyle... Sanal aleme dalayım bir bakayım belki rastlarım izine dedim. İyi ki bakmışım. Buldum. İşte Ebekulak! Ohh! Şükür kavuşturana! Sanki çocukluk arkadaşıma rastladım. Öyle sevindim, öyle sevindim anlatamam. Aslında Ebekulağı sen okuyacağına, ben sesli okuyabilsem sana keşke! Tadından doyamazsın. Zaten bu öyküyü gözle okumam yetmez, kulağım da duymalıdır. Bu nedenle mutlaka sesli okurum. Ancak, üzgünüm yalnız başıma!.. Of! Kişi Başına Bir Yalnız adlı öyküsü geldi şimdi aklıma. Of! Ne muhteşem öyküdür o da! Neyse.... Ebekulağı bulduğum bir siteden aldım. Bloğuma yapıştırdım. Burada elimin altında dursun. Artık canım çektiğinde kolaylıkla okuyacağım!

EBEKULAK

orda duruyor. nasıl olsa eninde sonunda göz göze geleceğiz; ama ilk hareket ondan gelmeli, bekliycem. allah kahretsin... yine çok güzel, çok... aklıma tüküreyim, nasıl da terk ediştik yasemin’le. okulun kantinindeydik galiba, “sen” dedi, “hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olursun.” sana ne kızım, gönlümün kâhyası mısın gibisinden lâfı ağzımda geveledim. “köpek gibi geri dönersin ama!” dedi. o lâfı demeseydi, hemen ertesi gün dönerdim belki. ne o ne ben döndük ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti. olanca güzelliğiyle hâlâ orda duruyor. beni gördüğünü biliyorum. yanına gidip “merhaba!” desem, çok büyük bir taviz sayılmaz. yanındayım... ilk darbeyi:
-şişmanlamışsın, diyerek indirdim. karşı saldırı anında geldi, beni öldüren gülümseyişle:
-senin de saçlar gidiyor galiba (!) dedi. arada boşluk kalmadan:
-gamzeni n’aaptın? diye sordum. yanağında gamze vardı, aldırttın galiba ya da fondötenlerin altında kalmış, gözükmüyor (!) kıvılcımlar saçarak:
-hayatımda suratıma fondöten sürmedim ben, dedi. güzel, sinirlendi... yumuşatmalıyım...
-o zaman gül bakalım, gamzen yerinde mi, görelim? hemencecik güldü. yavru kedi mi yuttum, içimi ne cırmalıyor? niye kalbim küt küt atıyor ki? bir gülüşte böyle olursam, sonrası n’aapar beni?
-sahilde yürüyelim mi banklara otururuz, dedi.
-işte zafer! belli ki o yavru kediden yasemin de yutmuş. yürüyoruz... saatine baktı:-
iki saat sonra özkan işten çıkar, dedi.
-özkan haa!... demek özkan... kasten ismini yanlış söyleyerek:
-ne iş yapıyo bu öztan? dedim.
-reklâmcı, diye yanıtladı.
-ben tanıyo muyum bu özcan’ı? durdu, kızdı; ama belli etmiyor.
-tanımazsın, özkan boğaziçi’nden. demek özkan boğaziçi’nden. iyi... aferin özkan’a... bravo yani... aşağılık özkan... ibibik, badem... bakışlarımdan düşüncelerimi okumasın diye denizi seyrediyorum.
-senin minö n’aapıyo? diye sordu. minö ne demek be kızım!.. benim taktiğimi kullanıyor.ben ısrarla “umurumda değil!” muamelesi çekerek herifin adını yanlış söyledim ya... o da benimkinin adını tahrif ediyor. mine yerine minö. pes yani... bari emine filân de be kızım. yuh yani! feci dalga geçti benle.
-gitti, amerika’da, dedim.
çay bahçesindeyiz. o da ne? yasemin’le şarkımız çalıyor: “arapsaçı.” ha ha hey!.. şimdi bittin işte kızım! sen dayanamazsın bu şarkıya... kim kime köpek gibi dönermiş görücez! hele bir şarkının o bölümü gelsin.“gönlüm söz dinlemiyoor / sevdiğimi ver diyoor / kim görse şu hâlimi / bir daha sevme diyoor / aaah aşk yüzünden / arapsaçına döndüm / çöz beni arapsaçı / çivi çiviyi sökeer /budur bunun ilâcı. peki, bana n’ooluyo? şarkıyı dinlememek için içimden “gün doğdu hep uyandık / siperlere dayandık.” marşını söylüyorum. o da kafasını daldırıp bir şeyler arıyormuş rolü kesiyor. şarkı yüzünden iki tarafta da zayiat yok. bravo! direncine hayranım bu kızın!
-gitmeliyim, dedi.giit... kal mı diycem sanıyorsun.
-iyi, sen bilirsin...git... git... özkan bekliyodur... yürrü... son bıçağı sapladım:
-kilo vermeye çalış. özton’a benden selâm...usulca kalkıp masadan uzaklaştı.
ardından bakıyormuş gibi olmamak için masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim. bir... beş... on... allahım! ebekulak... beykoz’da dolaşırken tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim.
-bizim köyde bunlara ebekulak derler. yağmurdan sonra çimenlerin üstünde bir sürü olur. çocuklar avucuna alıp şarkı söyler. al, senin olsun, beni hatırlarsın.
şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öölece duruyor... şarkı sırasında çantasını karıştırıyordu. o zaman koymuş olmalı. silâh olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım.içimdeki yavru kedi debelendi. diyememeklerle geçen ömrüme bir de “yasemiiin”
sözcüğü eklendi. yüz kırmızı kare... bin kırmızı kare...SON

NOT: Fotoğraflar- Numan Serteli'nin Fotoğraf arşivinden alınmıştır.

Bu yazıyı ilk kez Şubat 2009 da yazmışım. Tekrar ordan aldım buraya yapıştırdım:)

13 Nisan 2010 Salı

Şiir Çarpması Diye Bir Şey Duymuş Muydun?

Bak ne diyeceğim. Hiç şiir çarpar mı seni? Hiç Şiir Çarpması'na uğradın mı yani? Duymadın mı yoksa? O zaman anlatayım başıma gelenleri... Hafta sonu nasıl olduysa Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun Sevgi Üstüne adlı şiirinine denk gelmiştim.. Okumaya tövbeliydim üstelik. Kendime sözüm vardı, gördüğüm anda yüz çevirecektim. Evet, tövbeliydim ne var ki? Bazı şiirler efsunludur, bilirsin… Okuyunca, insanın içini dışına çıkarırlar sanki. “Bütün kitapları yakmalı./ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır” diye devam edince şiir… Her okuduğumda olduğu gibi, önce şöyle bir silkeledi… Gene yaptı yapacağını.. Sonra duvardan duvara çarptı beni… Ardından “Şiir denen o kalleş” diye başlayan, Aşkın Güngör'ün "Kakafona Silsilesi"ni arka arkaya okuyunca, artık benden hayır beklemesin kimse yani… Hey gidi şiir! “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın”... Hay Allahım! Siz de mi Ümit Yaşar Oğuzcan, siz de mi? Ne sözler yazmışsınız böyle damardan, anlarsınız ya hisli hisli? Ben ordan nereye gittiysem artık, bensiz kalakaldım bir süre… “Sanki ben / Öylece kalakaldım / Hepimiz kalakaldık/Elimizde tetiği çekilmeyen / Namlusu yönsüz bir tabanca gibi” Aynen böyle kalakaldım yeminle… İyi de bu bir Edip Cansever şiiri değil miydi? Yoo… Hafızamın içinde bir şiire mi çarptım gene? Gene mi şiir? Sonra kafamı çevirmemle, gözüm denk gelmesin mi bir Metin Altınok şiirine? “Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden,/ Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden” diye… Yok artık.. Yok mu kurtaran? Yok mu kurtaran? İmdat! İmdat, yani? Tamam.. Dedim ki en iyisi ben içimden tekrar edeyim kerat cetvelini… Unutayım aklımın kuytularındaki tüm şiir dizelerini… İki kere iki dört.. İki kere üç altı…İki kere on yirmi …. Üç kere bir üç… Üç kere iki altı.. “Üç kere üç dokuz eder/ Bilirsin / Birin karesi birdir / Karekökü de/ Bilirsin / Mutlu aşk yoktur /Bilirsin” Yooo… Bu kerat cetveli değil ki… Bu Turgut Uyar’ın bir şiiri… Yooo…. Yooo… Ağlıyor muyum? Daha neler? Dışarıya baksana… Bak… Bak… Dışarda dolu mu yağıyor ne? Of!.. Tamam... İtiraf ediyorum... Şiir Çarpma'sına uğradım gene!

Yolculuk Meselesi

Göbek bağı düştüğünde, nereye gömersen yada koyarsan, oraya çeker bebeği diye bir düşünce vardır ya hani... İyi okulların bahçelerine, bir kitap içine... Ne bileyim hayırlı bir yere hani... Bir arkadaşım üşenmemiş gitmiş, taa Amerika'da okuduğu üniversitenin bahçesine gömmüştü biliyor musun, kızının göbeğini... Pes vallahi! Benim göbeğimi ise ailem yollarda düşürmüş olmalı ki, o kadar çok severim yolla ilgili herşeyi... Tuhaf değil mi? İlla bir yere gitmem önemli değildir. Kendi kendime oturduğum yerde, iç aleme, rüya alemine, hayal alemine giden yollar bile daima ilgimi çekmiştir. Nereye gitmeye niyetlenmişsem oraya gitmek değil de, yola çıkmanın bizatihi kendisi heyecanlandırır beni. Gitmeden insanın içinde rüzgar estiren, burda değil de orda olmayı hayal edebilme sürecidir bir kere. Sonrası çok önemli değildir. Hani artık dilimize girdi ya yüreğinin götürdüğü yere gidersin yada gidemezsin... Hayal ettiğin gibi çıkar yada çıkmaz, yolun sonundaki yer yada kişi... Gitmeden bilebilir misin ki? Sadece hayal eder yada farzedersin! O nedenle yola çıkmayı düşündüğün süreçtir aslolan.. Galiba yolculuk meselesinin asıl güzelliği burda... Niyetlenmekte...

Bu Öykü Dünyanın Gidişatını Değiştirmeyecek Mi?

Bugün Tersninja'da "İşte hırsızlığın vesikası! Hırsız da pek tanıdık: Hürriyet Gazetesi..." başlıklı bir haber vardı. Landlord'un daha önce Tersninja'da yazarak tanıttığı bir kitabı, bu hafta Hürriyet Keyif eki Landlord'un yazılarından alıntılayarak tanıtımını yapmış. Fakat cümlelerin asıl sahibinin adını vereceğine, kendi yazılarıymış gibi yayınmamışlar. Feci bir durum tabii... Emeğe büyük bir saygısızlık.

Landlord'un başına gelen bu haksızlığı duyunca aklıma bir öykü geldi. Biliyorsundur belki. Bak şimdi... Anlatacağım öykünün kahramanı da bir yazardır. Peki yazar kime denir? Öyküdeki yazara göre; geçimini yazı yazarak kazananlara yazar denir. Söylediği doğru değil midir? Tabi ki doğrudur. İyi de geçimini kazanmak için yazı yazmak ne demektir ki? Yani aynı geçimini kazanmak için berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek ya da araba kullanmak gibi bir şey demektir. Yazarımız meşhur olup, televizyon programlarına çıkmak gibi bir niyetle yazarlığa başlamamıştır. Çünkü yazarlığa başladığında memlekette televizyon yoktur. Fakat otuzsekiz yıllık yazarlık hayatında aşağı yukarı 35464789983736353637387362782 (öyküde boşuna okumayın der) kelime yazı yazarak resmen bir rekor kırmıştır. Tuhaf bir durum vardır. Bu kadar yazı yazmıştır yazmasına ama yazılarının bedeli olan paranın %1’ini ancak kazanmıştır. %99 kazık yemiştir. Acaba yazar neden bu kadar çok sömürülmüştür? Önce bu işte Amerika veya Rusya’nın parmağının olabileceğinden şüphelenir. Fakat koskoca süper güçler bir yazarı sömürmek için zahmete girerler mi? Üstelik eğer durum böyleyse yazılarını alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı diye suçlaması hatta bu ajanlardan daha gaddar olduklarını ispatlaması gerekebilir. İyi de kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez ki! Sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı bile vardır der yazar. Oysa bizim yazarımızı sömüren kişiler daha vicdansızdırlar. Bu kişilerin içinde yazarın eserlerinin altına kendi imzalarını atacak kadar laubali olanlar, parasını vermek için alacağı paranın yirmi katı yol parası vermesine neden olanlar, yazdığı yazılardan pasajlar araklayıp sahnede oynayanlar vardır. Bunlar az şeyler midir?

Öyküdeki yazar, kendisini sömürenlere, yani iyi niyetini, kafasının ürünlerini saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üç kağıda getirenlere çok gıcık olduğunu söyler. Niye hep kendisine kazık atılmıştır ki? Mesela sabahlara kadar senaryolar yazmıştır. Gözleri kan çanağına dönmüştür. Paralarının ondabirini alamamıştır. Kendisine para yerine bono ya da elbiselik kumaş vermişlerdir. Resmen birileri kafasının içindeki ürünleri çalıp paraya çevirmeye çalışmıştır. Haklı olarak kendisini dolandıran herkese sinir olmaktadır. Tam bu düşüncelerle yolda yürürken, Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabela görür. Randevusu olmamasına rağmen birden muayenehaneye girer. Hemşireye muayene olmak istediğini söyler. Adını söylediğinde hemşirenin "Siz o meşhur yazar mısınız?" demesini bekler. Hemşire Yazar'ın beklediği kadar entellektüel çıkmaz. Yazar'ı tanımaz. Başka hasta yoktur zaten. Doktorun yanına girer. Durumu hiç iyi değildir. Bir yerlere oturamaz. Doktor neler hissettiğini sorunca, cevap olarak söze aslında yazar olduğunu söyleyerek başlar. Bunun üzerine doktor vizitesinin 1000 lira olduğunu söyler. Neden acaba doktor, yazar olduğunu duyunca vizitesini hemen söylemek ihtiyacını hissetmiştir?

Doktora, kafasını taktığı ve merak ettiklerini tek tek söyler. Mesela mesleği yazarlıktır ya, bizim memlekette bu meslek özellikli bir meslek midir, değil midir? Kafa ürünü bir ürün değil midir? Üründür. Öyleyse neden kafa ürünü bizim memlekette para etmemektedir? Tüm kitaplar, gazeteler, dergiler, tiyatro, film senaryoları kafa ürünleri ile yazılmamakta mıdır? Yazılmaktadır tabii ki. O zaman nasıl para etmez? İşte bunları düşünmek kendisine iyi gelmemektedir. Doktor, Yazar’ın anlattıklarına bir anlam veremez. Anlatılanlarla herhangi bir hastalığa ilgi kuramaz. Eğer yazarsa, yıllardır yazmışsa, parasını alamamışsa gidip almasını söyler. Yazarımız halen durumunu açıklamaya devam etmektedir. Mesela gece gündüz çalışıp kafa patlattığı bir oyun ve skeç yazmıştır. Birileri bunları araklamıştır ve beş kuruş da para vermemişlerdir. Bu ne vicdansızlıktır. Doktor hiç empati kuramaz Yazar’ımızla. Bu anlattıklarının bir hastalıkla ilgisi olmadığını, üstelik hayatında bir kez tiyatroya gittiğini söyleyince, Yazar doktorun hangi tiyatroya gittiğini nasılsa tahmin eder: Cimri! Doktor şaşırır tabii.. Yazarın beyni sömürülmüştür. Bunun huzursuzluğunu çekmektedir. Doktor anlamaz derdini. Her defasında doktor, Yazar'a nasıl hissettiğini sorunca, kendisini çamaşır mandalı gibi hissettiğini söyler sonunda. Doktor cevaben kendisini çamasır sepetine atmasını söyler. Yazar o kadar sinir olur ki doktora bırak ruh doktoru olmayı su motoru bile olamayacağını söyleyerek odadan çıkar gider.
Sonunda kaldığı otel odasına gider. Daktilosunun başına oturur. Sakinleşmiştir. Yazar’a kazık atanlar olmuştur. Fakat şimdi bununla uğraşacak hali yoktur. Başını kaldırarak düşünür. Gözünün önünden film sahneleri ve tiyatro galaları geçer. Kendisine ödenmeyen bonolar da şeref çiçekleri gibi havada uçarlar. Tam o sırada kiralık bir katil tetiğe basıp Yazar’ı vuracakken, burnu kaşınır ve attığını vuramaz. Yazar gene yazacaktır. Yazılarını çalacaklar gene yazacaktır. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiği için yazacaktır. … Oh be!... Aklına gelen bir yazının başlığını atmak için tuşlara vurur.
Bu öykünün ilk paragrafını yazımın sonuna sakladım. Şu cümleler ilk paragrafın tıpatıp aynısıdır: " Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır. Bu gerçekler belki de dünyanın gidişatını değiştirmeyecektir, ama, bu satırların yazarı olan benim, Suavi Süalp'in, Türkiye'nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir. Tabii kitap alınıp okunursa.."

Büyük usta Suavi Süalp'in "Gene İyi Dayandık" adlı oldukça hüzünlü öyküsünün bir bölümünü yazarın cümlelerine sadık kalarak yazmaya çalıştım. Geçimini yazarak ve çizerek kazanan, hakkı yenen bütün yazarlara ve çizerlere ithaf edilesi bir öyküdür. Suavi Süalp'in belki 40 sene önce yazdığı yazının halen güncelliğini koruduğunu, emeğe saygısızlığın devam ettiğini görmek ne kadar hazin ve düşündürücü!

12 Nisan 2010 Pazartesi

Durup Dururken...

Durup dururken uyandım. Sanki uyandırıldım. İçimdeki çalar saat beni sabahları uykuda hiç komuyor. Sanki bana karşı bir hırsı var da neredeyse gün doğmadan uyandırıyor. Üstelik hergün bir evvelki günden daha erkene ayarlıyor. Usulca süzülerek kalktım yataktan. Paraklarımın ucuna basarak çıktım odadan... Bahçe kapısını açtım. Dışarıya adımımı atar atmaz, serin serin esen rüzgarı tenimde hissettim. Aldırmadım. Çıplak ayaklarımla çimlere bastım. Bahçedeki şezlonga oturdum. Toplayıp göğsüme ayaklarımı, kollarımla kucakladım. Uyku mahmuru gözlerle şöyle bir karşıya baktım. Ağaçlar pembe beyaz giysilerini giymiş. Doğa yeşil mi yeşil... Göz alabildiğine... Yeşile sevdalanmam olabilir mi bu manzara sebebiyle? Hep kaçanı kovalayan huyumla, bu bahar günü sabahında, gözümün alamadığı kadar uzaktaki bir göçmen kuşun hayalinin peşine düştüm. Hülyaya daldım. Önümdeki çınar ağacından bir yaprak düştü durup dururken. Üstelik daha Nisan'dayız, yaprak dökümü için çok erken... Zamansız düşen yaprak acıtmış mıdır acaba ağacın canını? Bu duyduğum yaprağın ağaca vedası mı? Bilmem!

"İkilemeler"le Bir Deneme Yazısı

Bak şimdi olanları bir bir anlatacağım sana. Dün abuk sabuk bir nedenden, derdimi doğru dürüst dinlemeden, ordan burdan, yalan yanlış duyduklarıyla, aşağı yukarı bir yıllık sıkı fıkı tanışıklığımıza rağmen arkadaşım küstü, beni terk etti gitti! Oysa iyi kötü bilirdi beni. Aşağı yukarı tahmin ederdi ne deyip ne demeyeceğimi... Ivır zıvır lakırdılar etmeyeceğimi düşünmüş olması gerekmez miydi? Böyle mi olacaktı? Düşe kalka, bata çıka sürdürdük bugüne kadar ilişkimizi. Tamam, tek tük tartıştığımız olmuştur. Ama inan ki ipe sapa gelmeyen, saçma sapan nedenlerden! Ivır zıvır şeyler inan ki, anlatmaya bile değmez… Sağ salim gelmiştik işte bu günlere… Hiç sesimiz sedamız çıkmazdı ki… Ben biraz sesimi yükseltsem, o kem küm eder susardı. Ben tıkır tıkır söylerdim söyleyeceğimi, çatır çatır anlatırdım düşündüklerimi. O sus pus olurdu, hiç ses etmezdi. Tamam, bazen yarım yamalak bir şeyler söylerdi. Fazla dinlemezdim galiba. Fakat böyle paldır küldür asla çıkıp gitmezdi. Akça pakça, çıtı pıtı, ufak tefek biriydi. Severdim. Güçlü kuvvetli görünen bendim. Eve gelince, ortalığı gümbür gümbür inletirdim. Pata küte girişirdim işlere... Yemekleri yapan, ortalığı temizleyen hep bendim. Kıyamazdım ki ona… Geceleri horul horul uyuduğunda dahi ses etmezdim de, odamı değiştirirdim en fazla. Öteberilerini toplamazdı ki! Dolaşırdı eski püskü esvaplarla… "Yırtık pırtık gezilir mi bu zamanda? Malın mülkün var satsana, dolaşsana pırıl pırıl!" demezdim. Ne isterse yapsın diye düşünürdüm, yanımda ya! Eş dost, konu komşu kızarlardı, yakıştırmazlardı onu bana. Hiç dert etmezdim. Şimdi beni terk edip gitti ya, allak bullak oldum valla. Kendime gelemedim. Şimdi bunları yana yakıla anlatıyorum ya sana, kusura bakma, e mi? Bende akıl fikir kalmadı. Lütfen, beni biraz toparla!

11 Nisan 2010 Pazar

Efkarlı Günlerimin Gizemli Şehri


İki gün de olsa nasıl ihtiyacım vardı biraz uzaklaşmaya… Yüreğim ümitsizce aylarca dağlanmış, sonra da sanki hiç ısınmayacak gibi düşündüğüm acı bir üşüme duygusuna terkedilmişti. Annemi zalim bir hastalığın pençesinden tüm uğraşmalarıma rağmen kurtaramamıştım. Ellerimden kayıp gitmişti. Hakikaten içim hem acıyor hem de üşüyordu. Ne kadar belli etmemeye çabalasam da, farkındaydım bu ruh halim dışıma yansıyordu.

İnsanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırtımın sıvazlanması, avutucu sözler garip ve kifayetsiz geliyordu bana. Kendim aşmalıydım bu süreci ve içimde küllemeliydim bu acıyı. Zaman her şeyin ilacı olacaktı olmasına da zaman geçsin istemiyordum ki… Zamanı durdurmuştum kendimde… Bu gidişatım iyi değildi hissediyordum. Çevremdekilere haksızlık etmemeliydim biliyordum… Onlar sabırla bunu aşmamı bekliyorlardı. Viyana iyi gelecekti bana... Sıcak, hareketli, cıvıl cıvıl insanlarla dolu şehirler değil, soğuk, yağmurlu, gri, kasvetli bir yere ihtiyacım vardı. Ruhumu yansıtan, bir depresyon şehrine.. Belki biraz da olsa hayata asılmama yardımcı olabilirdi Tuna kanalı kıyısında yapacağım yürüyüşler… “Tamam “ demiştim. “Viyana'ya gideceğim."

Viyana ilk bakışta sakin bir şehir görüntüsü vermişti bana. Koşturma yok… Telaş yok… Panik yok… Sanki şehrin ritmiydi bu… Şehir de benim gibi bir içe kapanma halindeydi sanki… Tam içinde yaşadığım ruh halinin ritmindeydi. Mozart’ın notaları dolanıyordu şehrin üstünde.. Mozart’ın müziği eşliğinde Viyana ile aynı ritimde vals yapabileceğimizi hissetmiştim. Bu şehirle ruhum tam denk düşmüştü. Şehrin sokaklarında başıboş dolanmıştım. Viyana gizemli ve medeni bir şehir görüntüsü sunuyor, kültürü ve zenginliği ile göz kamaştırıyordu. Bir yerde okumuştum. Viyana’da iki günden fazla kalmayın diye yazıyordu. Eğer ruhunuzdan hoşnut değilseniz, önce görkemiyle göz boyarken, ardından ruhunuzu ele geçiriyormuş. İki yüzyıldan beri Viyana dünyanın psikoloji ve psikiyatri merkeziymiş. Gugging Hastanesi günümüzün en iyi “Bakırköy”u olarak bilinmekteymiş. Gercekten Viyana’nin deli ettiği değerli insan sayısı azımsanmayacak kadar çok Freud, Nietzche, Mozart, Beethoven hep delirerek ölmüşler… Bunları düşünürken sokaklarda kendi kendine konuşan, dalgın dalgın yürüyen insanları fark etmiştim.

Kentte bütün yollar Stephansdom’a çıkıyor. Haşmetli, gotik ve kapkara haliyle bu katedral de kesinlikle şehrin ruhunu simgeliyordu. Söylentilere göre katedralin mimarı ruhunu şeytana satarak bu binayı yapmış. Kilisenin altında, kara veba sırasında ölmüş insanların gömüldüğü mezarlar varmış. Ne cesaret nede metanetim vardı bu dehlizleri görmeye… Giremedim. Burası Stephansdom katedralinden adını alan güzelce bir meydan aynı zamanda . Her köşede bir kafe… Kafeler hareketli... Ama eksik olan bir şey vardı sanki. Demezler mi Viyana için; “Ne Paris kadar aşık, ne Roma kadar tarihi, ne Prag kadar görkemli, ne de İstanbul kadar gizemli “ diye … Hakvermiştim bu söze… Ya da gözlerim gene yüreğim gibi görmek istemişti! Ruhum yorgundu. Viyana kahve ve pasta demek ya aynı zamanda… O yağmurlu sonbahar gününde, Viyana’nın her köşesinde mevcut olan kafelerden birine dalmıştım. Söylentilere göre Viyana kuşatmasından sonra Türklerden kalan torbalar dolusu kahveyi bir Polonyalı bulmuş ve sonra da bunları satmak için bir kafe açmış…Böyle başlamış kahve ile Viyana’nın ilk tanışma hikayesi… Kendime sıcak bir melange söyleyip önce sokağı seyre koyuluyorum. Viyana önümden akıp geçiyordu. Bir süre insanları seyretmiş, sonra kitabımı açmıştım.


Her seyahatimde yanımda mutlaka kitaplarım olur. Bu kez bana arkadaşlık eden Orhan Pamuk’un Kara Kitap'ıydı. Romanın baş döndürücü, uzun, mistik cümleleri ile Viyana’nın gotik mimarisi bu kadar mı denk düşer diye düşünmüştüm. İkisi de ne kadar karanlık… İkisi de ne kadar gizemli! Haliçteki hazineler, yeraltı dehlizleri, görev için yola düşen cellatlar, tebdil-i kıyafetler, her yüzün ardında başka birini görmek, küçük yaşta evlendirilen zavallı prenseslerin hikayeleri, büyülü kentlere yolculuk, neler yoktu ki Kara Kitap'da! Ya Viyana'nın anlattıkları? Veba salgınıyla, Yahudi katliamıyla ya da savaşlarda ölen insanlar… Habsburg Saraylarında gördüğüm o ihtişamlı yaşantıya karşın Kraliçe Elizabeth (Sisi) nin oğlu Rudolf’un, Mayerling de intihar etmesi… Kızı Marie Antoinette (Hani halkı için ekmek bulamıyorlarsa , pasta yesinler diyen Fransa Kraliçesi ) giyotinle idam edilmesi... Kendisinin de bir suikast sonucu ölmesi.. Orhan Pamuk İstanbul’u anlatıyordu. Viyana ise kendi karanlık geçmişini… Hanedanın yaşadığı görkemli salonları gezmiştim. Ne ihtişam. Ne şaşaa! Kraliçe Sisi’nin o meşhur tablosu hep gülümsüyordu. Kara Kitap’ta Galip’in peşini bırakmayan gölge gibi, sanki Sisi’nin gölgesi de benim peşimi bırakmıyormuş gibi gelmişti bana… Viyanalılar her şeye Sisi’yi resmetmişlerdi. Her yerde karşıma çıkıyordu. Viyana’da kitapçılar muhteşemdi. Kahve kokusu kadar kitap kokusunu da çok seviyorum.. Orhan Pamuk’un Almanca’ya çevrilmiş kitaplarını koklamıştım fırından yeni çıkmış memleketim ekmekleri gibi… İndirime girmiş 1960, 1970 1980,1990 yıllarını anlatan İngilizce dört kitap almıştım nasıl taşıyacağımı düşünmeden gene.. Uçaktan son kez şehre bakmıştım. Demiştim ki, "Hoşça kal Viyana ! Efkarlı günlerimin gizemli şehri !"

Bütün Kitapları Yakmalı Öyle mi?


Az önce şiirlere şöyle bir göz atıyordum. Değerli ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Sevgi Üstüne” adlı şiirine rastladım. Uzun zamandır bu şiiri okumamıştım. Yok, bu şiiri okumaya tövbeliydim aslında. Çünkü okuyunca çok fena olacağımı biliyordum. Yok, kendimi frenlemeyi bilmeli, okumamalıydım gerçekten. Bu şiirle aramda tuhaf bir ilişki vardır çünkü. Hem çok seviyorum. Hem çok korkuyorum. Olur mu böyle şey? İnsan sevdiğinden hele şiirden korkar mı hiç? Daha neler değil mi daha neler? Maalesef bende her türlü tuhaflık mevcut işte!

Bedri Rahmi Eyüpoğlu, “Sevgi Üstüne” adlı şiirine, “Bütün kitapları yakmalı” diye başlar. Benim gibi kitap sevdalısı biri, okursa böyle bir cümleyi, ne olur hali? Tamam.. Koskoca şair... Söylüyorsa böyle bir cümle, bir bildiği vardır elbette. Üstelik şairlere hayali yazdıklarını bile bile, acayip şekilde inanırım.Tamam… İyi... Güzel... Fakat şiir olduğunu bilsem de, bu şiirin sözleri benim bünyeme uygun değil işte. İnan sadece ellerim değil, yüreğim titriyor kitap yakmaktan söz edince.

Ardından şiir şöyle devam ediyor, “Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır.” Of!.. Şimdi söyler misin, inandığım her şeyi nasıl yıkıp geçeyim bir kalemde? Hem kitaplara, hem de sevda üzerine söylenmiş sözlere nasıl yalandır diyebilirim? Bak işte korkmaya başladım bile. İyi ama koskoca Şair yanlış bir şey söyleyecek değil ya. Bak ne diyor şiirin devamında,”Kitaplara göre insan/Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş/ Gözleri, yüreği kamaşmış insandır/Aptaldır, hastadır, kahramandır.” Of.. İnan okudukça kendimi kötü hissediyorum. Esas derdim, hissettiğim bu şeyleri, hissetmek istemeyişimden kaynaklanıyor tabi. Kendi korkularımdan korkuyorum.

Bütün kitapları yakmalı, Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır.” Şair bu sözleri şiirin devamında tekrarlıyor. Okudukça şiiri kafam iyice karışıyor, korkum katmerleştikçe katmerleşiyor.. Aklımın içindeki kara kuyuya düşeceğim sanıyorum. Düşmemek için, kenardaki taşlara sıkıca tutunuyorum. Sallanıyorum da sallanıyorum. Eyvah!.. Yüreğimin taşları sanki yerinden oynuyor. Bazı şiirler iyi gelmez ya insana.. Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Sevgi Üstüne” adlı şiirine hem bayılıyorum… Hem de… Okumaya dayanamıyorum! Yok.. Devamını okuyamayacağım. Aslında ne etkileyici bir şiirdir! Yapılır mı böyle? Şiir yarım bırakılır mı? Devam deyim iyisi mi? Düşeceksem düşeyim karanlık kuyulara... Korkunun okura faydası yok... Aklımı ve tescilli diğer duyu organlarımın radarlarını açayım şöyle... Şair ne dediyse okuyayım iyice!

Sevgi Üstüne

Bütün kitapları yakmalı,/Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır./ Kitaplara göre insan, /Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş, /Gözleri, yüreği kamaşmış insandır./ Aptaldır, hastadır, kahramandır./ Bütün kitapları yakmalı,/Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır./İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler./ Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar./ Bir tek meyve veren dalı keserler./İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı./ Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli. /Bir tek meyve veren dalı kesmeli./ İnsan dediğin derya misali, /Üstünde milyonlarca dalga, /İçinde kıyametler kopmalı/ İnsan dediğin derya misali, /Uçsuz bucaksız olmalı. /Gel çıkalım sevgilim gel /Gel kurtaralım birler hanesinden/ Çekelim gidelim bir uçtan uca/ Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar/ sevelim sevelim sevelim /Sevebileceğimiz kadar. Bedri Rahmi Eyüpoğlu

10 Nisan 2010 Cumartesi

İstanbul Avrupa Kültür Başkentiyse, Şiirlerle Analım Öyleyse!

Madem bu yıl İstanbul Avrupa Kültür Başkenti, o zaman arada sırada şiirlerle İstanbul'u anmalıyız öyle değil mi? Hele benim gibi taşrada oturup, İstanbul'un hep güzel yüzünü gören biri, İstanbul'a delirmez mi? Türk Edebiyatı'nda şiirlerinde İstanbul'u konu etmiş şair o kadar çoktur ki! Hangisinden başlamalı diye düşündüm. Aklıma ilk gelen Necip Fazıl'ın Canım İstanbul adlı şiiri.. Necip Fazıl Kısakürek doğma büyüme İstanbul'lu. İlginçtir, o kadar şiir yazmış. İki taneciktir İstanbul konulu şiiri. Biri Canım İstanbul... Karacaahmet adlı şiiri ise bir diğeri. Bugün içimden Canım İstanbul'u Hayal Kahvem'e yazmak geldi. İşte bak.. Hem şiir hem de harikulade İstanbul görüntüleri.

Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canim;
Vatanim da vatanim...
İstanbul, İstanbul...


Tarihin gözleri var, surlarda delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kir at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakısta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı olum, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul, İstanbul...





Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir katibi mi...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul, İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!
Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler...
Eyüp oksuz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, ucan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sümbül kokan Türkçe’si bülbül kokan,
İstanbul, İstanbul...

Necip Fazıl Kısakürek