20 Nisan 2010 Salı
Çok Bir Şey De Getirmez Eli Boş Da Gelmez!
Her Şerde Bir Hayır Vardır!
18 Nisan 2010 Pazar
Fırat Budacı İle Birlik Oldum Soruyorum: Orhan Kemal'in Katili Kim?
Fırat Budacı’nın, haftalık mizah dergisi Uykusuz’daki yazılarını okumayı çok severim. “Kendimi Durduracak Değilim”in tam manasıyla takipçisiyim. Hayal Kahvem’de daha önce de Fırat Budacı hakkında bir yazı yazmıştım. Bu hafta “Bir Şeyler Duydum” köşesinde, “Orhan Kemal’in Katili Kim?” başlıklı bir yazısı vardı. Yazdıklarına okadar katılıyorum ki, okumayanlar için aynen bloğuma geçirmek istedim. Fırat Budacı ile birlik oldum soruyorum: Orhan Kemal'in katili kim?
“Orhan Kemal’in yazdığı üç ciltlik dev gibi bir roman varken geçen hafta gazetelerde, “Acaba katil Güllü olabilir mi?”,“Hanımın çiftliğinde şok! Muzaffer’in katili Güllü mü?”, "Hanım’ın Çiftliği’nde katil kim?” başlıklarıyla onlarca haber yapıldı. Hatta Hürriyet Gazetesi Adana’ya giderek dizinin oyuncularına tek tek “Katil kim?” sorusunu sordu. Alınan cevaplar şöyle:
· “İnanın ben sizden daha çok merak ediyorum…”
· “Herkes olabilir, tahmin yürütüyoruz ama bulamıyoruz.”
· “ Bilen birileri varsa bana söylemesin; böyle daha heyecanlı oluyor çünkü…”
· “Yok, ben öldürmüş olamam. Sanmıyorum, ben değilimdir her halde…”
16 Nisan 2010 Cuma
Şu Ahir Ömrümde Kaç Renk İsmi Öğrenebildim Ki?
15 Nisan 2010 Perşembe
Kitap Okurken Kitap Dışı Konuları Merak Etme Durumları
Türk Edebiyatı’nda Şair’i Azam sıfatı ile nitelendirilen ünlü şair ve oyun yazarı Abdülhak Hamit Tarhan 1852 ile 1937 yılları arası yaşar. Şairin hayatındaki kadınların durumları çok ilginçtir. Hatta trajik de diyebilirim. İlk eşi Fatma genç yaşta veremden ölür. Fatma Hanım’ın ölümü şairin üzerinde o kadar büyük bir etki bırakır ki, Türk Şiir sanatının şaheserlerinden biri olan, okuyunca tüyler ürperten, okuyucusunun ruhunda ölüm korkusunu hissetiren “ Eyvah ne yer ne yar kaldı, Gönlüm dolu ah u zar kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.” dizeleriyle başlayan o meşhur Makber şiirini yazar. Hayatın garip cilvesi ikinci eşi Nelly Hanım’da ince hastalıktan vefat eder. Daha sonra evlendiği Cemile Hanım’la ise evlilikler 20 gün sürer. Ve nihayetinde hayatının son 25 yılına damgasını vuracak olan dördüncü eşi Lüsyen Hanım’la evlenir. Artık evliliklerin trajik yanı bitiyor dramatik yanı başlıyor diyebilir miyim bilmem? Çünkü evlendiklerinde Lüsyen Hanım 19, Şairimiz ise 61yaşındadır. Aralarında tam 42 yaş fark vardır. “Var ol Lüsyen, tavaf et ey nur, Ey ahır-ı ömrümün baharı” diye seslenmektedir Abdülhak Hamit Tarhan Lüsyen Hanım’a. İşgal yıllarında Viyana’da yaşarlar. 1920 de İstanbul’a döndüklerinde Lüsyen Hanım Dük dö Soranzo’ya aşık olur ve şairimizden ayrılır. Venedik’e yerleşir dükle. Bu arada şairimizle mektuplaşmaktadırlar. Abdülhak Hamit Tarhan boşuna “sensiz de seninle de yaşanmaz!” dememiştir anlaşılan. Dükle evliliğinde hüsran yaşayan Lüsyen Hanım yedi yıl kadar sonra şairimize geri döner. Lüsyen Hanım 33, şairimiz ise 75 yaşlarındadırlar artık. Evlilikleri şairin 1937 de ölümüne kadar sürer. Lüsyen Hanım’ın Abdülhak Hamit Tarhan’a yazdığı mektuplar bir kitapta toplanır. Ve bence en kısa zamanda bu kitap alınıp okunmalıdır.
Hangi Durumlarda Baskı Rejimine Evet Denir:)
Senden Başka Gözüm Görmez Hiç Kimseyi...
14 Nisan 2010 Çarşamba
Sen Hayatında Öykü Özledin Mi Hiç?
orda duruyor. nasıl olsa eninde sonunda göz göze geleceğiz; ama ilk hareket ondan gelmeli, bekliycem. allah kahretsin... yine çok güzel, çok... aklıma tüküreyim, nasıl da terk ediştik yasemin’le. okulun kantinindeydik galiba, “sen” dedi, “hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olursun.” sana ne kızım, gönlümün kâhyası mısın gibisinden lâfı ağzımda geveledim. “köpek gibi geri dönersin ama!” dedi. o lâfı demeseydi, hemen ertesi gün dönerdim belki. ne o ne ben döndük ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti. olanca güzelliğiyle hâlâ orda duruyor. beni gördüğünü biliyorum. yanına gidip “merhaba!” desem, çok büyük bir taviz sayılmaz. yanındayım... ilk darbeyi:
-sahilde yürüyelim mi banklara otururuz, dedi.
çay bahçesindeyiz. o da ne? yasemin’le şarkımız çalıyor: “arapsaçı.” ha ha hey!.. şimdi bittin işte kızım! sen dayanamazsın bu şarkıya... kim kime köpek gibi dönermiş görücez! hele bir şarkının o bölümü gelsin.“gönlüm söz dinlemiyoor / sevdiğimi ver diyoor / kim görse şu hâlimi / bir daha sevme diyoor / aaah aşk yüzünden / arapsaçına döndüm / çöz beni arapsaçı / çivi çiviyi sökeer /budur bunun ilâcı. peki, bana n’ooluyo? şarkıyı dinlememek için içimden “gün doğdu hep uyandık / siperlere dayandık.” marşını söylüyorum. o da kafasını daldırıp bir şeyler arıyormuş rolü kesiyor. şarkı yüzünden iki tarafta da zayiat yok. bravo! direncine hayranım bu kızın!
ardından bakıyormuş gibi olmamak için masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim. bir... beş... on... allahım! ebekulak... beykoz’da dolaşırken tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim.
şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öölece duruyor... şarkı sırasında çantasını karıştırıyordu. o zaman koymuş olmalı. silâh olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım.içimdeki yavru kedi debelendi. diyememeklerle geçen ömrüme bir de “yasemiiin”
NOT: Fotoğraflar- Numan Serteli'nin Fotoğraf arşivinden alınmıştır.
Bu yazıyı ilk kez Şubat 2009 da yazmışım. Tekrar ordan aldım buraya yapıştırdım:)
13 Nisan 2010 Salı
Şiir Çarpması Diye Bir Şey Duymuş Muydun?
Yolculuk Meselesi
Bu Öykü Dünyanın Gidişatını Değiştirmeyecek Mi?
Büyük usta Suavi Süalp'in "Gene İyi Dayandık" adlı oldukça hüzünlü öyküsünün bir bölümünü yazarın cümlelerine sadık kalarak yazmaya çalıştım. Geçimini yazarak ve çizerek kazanan, hakkı yenen bütün yazarlara ve çizerlere ithaf edilesi bir öyküdür. Suavi Süalp'in belki 40 sene önce yazdığı yazının halen güncelliğini koruduğunu, emeğe saygısızlığın devam ettiğini görmek ne kadar hazin ve düşündürücü!
12 Nisan 2010 Pazartesi
Durup Dururken...
"İkilemeler"le Bir Deneme Yazısı
11 Nisan 2010 Pazar
Efkarlı Günlerimin Gizemli Şehri
İnsanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırtımın sıvazlanması, avutucu sözler garip ve kifayetsiz geliyordu bana. Kendim aşmalıydım bu süreci ve içimde küllemeliydim bu acıyı. Zaman her şeyin ilacı olacaktı olmasına da zaman geçsin istemiyordum ki… Zamanı durdurmuştum kendimde… Bu gidişatım iyi değildi hissediyordum. Çevremdekilere haksızlık etmemeliydim biliyordum… Onlar sabırla bunu aşmamı bekliyorlardı. Viyana iyi gelecekti bana... Sıcak, hareketli, cıvıl cıvıl insanlarla dolu şehirler değil, soğuk, yağmurlu, gri, kasvetli bir yere ihtiyacım vardı. Ruhumu yansıtan, bir depresyon şehrine.. Belki biraz da olsa hayata asılmama yardımcı olabilirdi Tuna kanalı kıyısında yapacağım yürüyüşler… “Tamam “ demiştim. “Viyana'ya gideceğim."
Viyana ilk bakışta sakin bir şehir görüntüsü vermişti bana. Koşturma yok… Telaş yok… Panik yok… Sanki şehrin ritmiydi bu… Şehir de benim gibi bir içe kapanma halindeydi sanki… Tam içinde yaşadığım ruh halinin ritmindeydi. Mozart’ın notaları dolanıyordu şehrin üstünde.. Mozart’ın müziği eşliğinde Viyana ile aynı ritimde vals yapabileceğimizi hissetmiştim. Bu şehirle ruhum tam denk düşmüştü. Şehrin sokaklarında başıboş dolanmıştım. Viyana gizemli ve medeni bir şehir görüntüsü sunuyor, kültürü ve zenginliği ile göz kamaştırıyordu. Bir yerde okumuştum. Viyana’da iki günden fazla kalmayın diye yazıyordu. Eğer ruhunuzdan hoşnut değilseniz, önce görkemiyle göz boyarken, ardından ruhunuzu ele geçiriyormuş. İki yüzyıldan beri Viyana dünyanın psikoloji ve psikiyatri merkeziymiş. Gugging Hastanesi günümüzün en iyi “Bakırköy”u olarak bilinmekteymiş. Gercekten Viyana’nin deli ettiği değerli insan sayısı azımsanmayacak kadar çok Freud, Nietzche, Mozart, Beethoven hep delirerek ölmüşler… Bunları düşünürken sokaklarda kendi kendine konuşan, dalgın dalgın yürüyen insanları fark etmiştim.
Kentte bütün yollar Stephansdom’a çıkıyor. Haşmetli, gotik ve kapkara haliyle bu katedral de kesinlikle şehrin ruhunu simgeliyordu. Söylentilere göre katedralin mimarı ruhunu şeytana satarak bu binayı yapmış. Kilisenin altında, kara veba sırasında ölmüş insanların gömüldüğü mezarlar varmış. Ne cesaret nede metanetim vardı bu dehlizleri görmeye… Giremedim. Burası Stephansdom katedralinden adını alan güzelce bir meydan aynı zamanda . Her köşede bir kafe… Kafeler hareketli... Ama eksik olan bir şey vardı sanki. Demezler mi Viyana için; “Ne Paris kadar aşık, ne Roma kadar tarihi, ne Prag kadar görkemli, ne de İstanbul kadar gizemli “ diye … Hakvermiştim bu söze… Ya da gözlerim gene yüreğim gibi görmek istemişti! Ruhum yorgundu. Viyana kahve ve pasta demek ya aynı zamanda… O yağmurlu sonbahar gününde, Viyana’nın her köşesinde mevcut olan kafelerden birine dalmıştım. Söylentilere göre Viyana kuşatmasından sonra Türklerden kalan torbalar dolusu kahveyi bir Polonyalı bulmuş ve sonra da bunları satmak için bir kafe açmış…Böyle başlamış kahve ile Viyana’nın ilk tanışma hikayesi… Kendime sıcak bir melange söyleyip önce sokağı seyre koyuluyorum. Viyana önümden akıp geçiyordu. Bir süre insanları seyretmiş, sonra kitabımı açmıştım.
Her seyahatimde yanımda mutlaka kitaplarım olur. Bu kez bana arkadaşlık eden Orhan Pamuk’un Kara Kitap'ıydı. Romanın baş döndürücü, uzun, mistik cümleleri ile Viyana’nın gotik mimarisi bu kadar mı denk düşer diye düşünmüştüm. İkisi de ne kadar karanlık… İkisi de ne kadar gizemli! Haliçteki hazineler, yeraltı dehlizleri, görev için yola düşen cellatlar, tebdil-i kıyafetler, her yüzün ardında başka birini görmek, küçük yaşta evlendirilen zavallı prenseslerin hikayeleri, büyülü kentlere yolculuk, neler yoktu ki Kara Kitap'da! Ya Viyana'nın anlattıkları? Veba salgınıyla, Yahudi katliamıyla ya da savaşlarda ölen insanlar… Habsburg Saraylarında gördüğüm o ihtişamlı yaşantıya karşın Kraliçe Elizabeth (Sisi) nin oğlu Rudolf’un, Mayerling de intihar etmesi… Kızı Marie Antoinette (Hani halkı için ekmek bulamıyorlarsa , pasta yesinler diyen Fransa Kraliçesi ) giyotinle idam edilmesi... Kendisinin de bir suikast sonucu ölmesi.. Orhan Pamuk İstanbul’u anlatıyordu. Viyana ise kendi karanlık geçmişini… Hanedanın yaşadığı görkemli salonları gezmiştim. Ne ihtişam. Ne şaşaa! Kraliçe Sisi’nin o meşhur tablosu hep gülümsüyordu. Kara Kitap’ta Galip’in peşini bırakmayan gölge gibi, sanki Sisi’nin gölgesi de benim peşimi bırakmıyormuş gibi gelmişti bana… Viyanalılar her şeye Sisi’yi resmetmişlerdi. Her yerde karşıma çıkıyordu. Viyana’da kitapçılar muhteşemdi. Kahve kokusu kadar kitap kokusunu da çok seviyorum.. Orhan Pamuk’un Almanca’ya çevrilmiş kitaplarını koklamıştım fırından yeni çıkmış memleketim ekmekleri gibi… İndirime girmiş 1960, 1970 1980,1990 yıllarını anlatan İngilizce dört kitap almıştım nasıl taşıyacağımı düşünmeden gene.. Uçaktan son kez şehre bakmıştım. Demiştim ki, "Hoşça kal Viyana ! Efkarlı günlerimin gizemli şehri !"
Bütün Kitapları Yakmalı Öyle mi?
Sevgi Üstüne
Bütün kitapları yakmalı,/Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır./ Kitaplara göre insan, /Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş, /Gözleri, yüreği kamaşmış insandır./ Aptaldır, hastadır, kahramandır./ Bütün kitapları yakmalı,/Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır./İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler./ Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar./ Bir tek meyve veren dalı keserler./İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı./ Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli. /Bir tek meyve veren dalı kesmeli./ İnsan dediğin derya misali, /Üstünde milyonlarca dalga, /İçinde kıyametler kopmalı/ İnsan dediğin derya misali, /Uçsuz bucaksız olmalı. /Gel çıkalım sevgilim gel /Gel kurtaralım birler hanesinden/ Çekelim gidelim bir uçtan uca/ Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar/ sevelim sevelim sevelim /Sevebileceğimiz kadar. Bedri Rahmi Eyüpoğlu
10 Nisan 2010 Cumartesi
İstanbul Avrupa Kültür Başkentiyse, Şiirlerle Analım Öyleyse!
Canım İstanbul
Necip Fazıl Kısakürek