24 Mart 2013 Pazar

Hayat Atölyesi - Arkadaşlık


"Biz hayatın kardeş ettiği insanlarız."

Murathan Mungan


-Gizli Not-
Bu kareyi gördüğümde, arkadaşlarım Dilek ve Şeraza'yla yaptığımız gece oturmaları gözümde canlandı.
Ellerimizde tek parça çalabildiğimiz gitarlar...
Biz hayatın kardeş ettiği insanlardık.
Küçük bir öykü uyduracaktım.
Uykum geldi.
Yattım.
Rüyalar alemine daldım:)





Köşedeki Minderde Otur, Eski Günlerdeki Gibi

 

  "köşedeki minderde otur
eski günlerdeki gibi,
usul sesle bir şeyler anlat bana,
bana bir şeyler söyle
her şey eskisi gibi olsun
ben hiç gitmemiş olayım"

  Murathan Mungan 



İlkbahar günleri böyledir işte.  Güneş bulutların arasından gizli gizli görünür.  Deniz sanki uçup göğe karışıverecekmiş gibi görünür.  Elimde kahve fincanı, evin camından denizi seyrederken, acaba gene o günlerdeki gibi hayal edebilir miyim, diye aklımdan geçirdim. Böyle ilkbahar aylarında, okul çıkışı ve hafta sonları bütün sokaklar benimdi.  Bahar yağmuru yağıyorsa, sokağa çıkmama izin vermezlerdi. Eğer evdeysem, elbette her hareketim göze değerdi. "Uslu dur, çok terliyorsun, ceryanda kalma, hasta olmayasın!" diye ardımdan seslenirlerdi. Ben söz dinlerdim. Hemen balkonun güneşli bir köşesine çöküverirdim. Dizlerimi göğsüme toplardım. Ellerim çenemde, evlerin çatılarının arasından gözüken denize bakarak oyalanırdım.  Ah, hele annemin ütü gününe denk gelmişsem eğer... Hiç unutmam, hepsi dün gibi sanki... İlkbahar güneşinde kurutulmuş çamaşırların saf sabun kokusu, çabucak tüm eve yayılıverirdi. Annemin küçük radyosu hep açık olurdu. Radyodan efkârlı bir şarkı sesi gelirdi.  Annem ütü yaparken şarkıya eşlik ederdi. Radyodan gelen efkârlı şarkının melodisi, annemin huzurlu sesi, ütülenince çamaşırın saldığı o harikulade kokuyla birleşirdi. Büyülenirdim. Hemen başım dönüverirdi. İşte o zaman hayale dalar, beton binalar üzerinden atlayarak denize ulaşacağımı, denize ulaşınca da, vapurla filan değil, dalgaların peşisıra  suların üzerinde yürüyerek İstanbul'a varacağımı düşlerdim. İstanbu'u çocukluğumdan beri sevdim. Tam o anda bir el usulca omuzuma dokunuverirdi. Büyükannem... Ah, büyükannem gülerek "nerelere daldın gene kızım?" der, elindeki  gazozu yanağıma değdiriverirdi.  Ben de gülerdim. Tam onun gibi gülmek için gözlerimi iyice kısar, kirpiklerimin yanaklarımın içinde kaybolmasını arzu ederdim. Hemen elindeki gazozu alıverirdim. Ayağa fırlardım bu durumda... Gazozu kafama dikiverirdim. Mavi marleylerin üzerinde  parmaklarımın ucunda seke seke yürür, kendimi denizin üzerinde yürürmüş gibi farzederdim. Büyükannem "ne olacak bu kızın sonu?" diye seslenirdi... Ruhuna rahmet... Büyükannemin boynuna atlar, buruşuk yanaklarından defalarca öperdim. Çok hoşuna giderdi... Gülerdi... Gülerdim... Gülmekten ölürdüm...    

 
2012

23 Mart 2013 Cumartesi

Ve Hayal Ve Portofino Ve Kübra


*Aşkı Portofino'da buldum
Çünkü hâlâ hayallere inanıyorum."
Love in Portofino



"Yok artık!" diye bağırdım. Akabinde kocamaaan bi "Pes!" diye ekledim. Neydi bu olan biten? "Yuf  yani!" Abartmanın da bir endamı, bir ölçüsü olur, öyle değil mi?"  

Eve gelip, kendime geldiğimde  hemen bilgisayar başına oturdum. Acele acele gugıla "Portofino nere bizim köy nere?" diye sordum. Gugıl sorumu ikiletmedi... Hemen "Adı üstünde "Aşk Sehri". Aşka aşık olanların doğru adresi: Portofino... Adına şarkılar yazılmış, şiirlere konu olmuş ve en güzel aşklara tanıklık etmiş, şahit olmuş... " diye cevap verdi.  İyi de güzelim... Portofino'yla benim ne işim olur?  Köyde yaşayan biriyim... Bizim köy nere...  Taaaa.... İtalya'nın Akdeniz Kıyı Şeridi'nde bulunan  Portofino nere, öyle değil mi? Onu bunu bilmem... Resmen Portofino'daydım işte. Rengarenk evlerin dört bir köşesi ışıklarla aydınlatılarak büyüleyici  bir ortam yaratılmıştı... Nasıl ummanlar dolusu şımşıkırdak insan topluluğu vardı anlatamam. Şahane bir geceydi. Gökyüzünde muhteşem bi dolunay, kocaman sahne üstünde ise dünyaca  tanınmış müzisyenler vardı.  Ya elinde mikrofonuyla ayakta duran o adama ne demeli... Hey!...  Yoksa Andrea Bocelli mi?   Evet, kesinlikle oydu. Harikulade sesiyle şarkı söylemeye başlamıştı bile. Adeta bir varmış bir yokmuş'la başlayan... Masal gibi bir geceydi yeminle..




Vay canına sayın seyirciler!.. Dünyanın en ünlü tenoru Andrea Bocelli, İtalya'nın en güzel beldelerinden biri olan Portofino'da konser veriyorsa, seyirci olmak için kimbilir kaç papel para verip bilet almak  gerektiğini, müsadenle benim şu küçük aklım bile hesap edebilirdi elbette. İyi de, nereden bulacaktım o kadar parayı? Bilet alamayınca, sevdiğimiz şarkıcıyı, sahildeki sandallardan birinden kaçak seyrediyorduk belki de. Çünkü yan gözle baktım. Bu şık seyirci gurubu içinde değil, denizin açığındaki sandaldan birinde iki kişiydik. Yanımda bizim ofisin eski stajyeri, şimdilerde memleketin ithalat ihracat bilgesi Kübra vardı. Kübra müziğin ritminde  oturduğu yerde salınmaktaydı.

 
 
 

Sessizce "Ne işimiz var bizim burada?" diye fısıldadım. Duymadı. İllüzyonda gibiydi. Günahını almak istemem ama... Bilmiyorum  duymuyormuş ayağına yattı belki. Pirelendim. "Hey, sana söylüyorum. Ne işimiz var burada bizim? Bana bak, bu güzelim konseri kaçak seyrettiğimizi bi anlarlarsa var ya, sadece İtalyan sosyetesine rüsva olmakla kalmayız, popüler dünyaya da kapak oluruz." dedim.  Havalı bir  kafa  hareketiyle, yüzüne düşen  kıvırcık saçlarını arkasına doğru attı. Tepeden tırnağa endamıma küçümser bir nazarla baktı.  Dudaklarını alay edercesine kıpırdattı. "Şaka mı yapıyorsun?" dedi. Afalladım.  Aşağılandığımı hissettim. Ne yapayım yani? Bu vaziyetlerde hüngürdemeye meyyal bir bünyeye sahibim.  Neyse ki, kendime mukayyet oldum. Göz pınarlarıma hücum eden gözyaşlarımı tuttuğum gibi, anında gerisingeri içime gönderdim. Akabinde epeyce çaba sarfederek, gülümsemeyi becerdim.  Rüzgar saçlarımızı usul usul dalgalandırıyordu.  İnanılır gibi değildi. Resmen sahnede Andrea Bocelli, yüreğime tesir eden o muhteşem  sesiyle Besame Mucho'yu  söylüyordu. Parmaklarımı heyecanlı heyecanlı çıtlattım. Portofino'ya hangi ara gelmiştik? Manzaranın kenar köşeşinden de olsa bu konser alanına nasıl girebilmiştik? Şaşkın bir ifadeyle suratına baktım. Parmağını dudağının üstüne koyarak, hastane duvarlarındaki hemşire pozu verdi. Her zamanki bilmiş gözleriyle bana bakarak."Şıııhht! Sinemadayız. Seyirciler rahatsız olacaklar." dedi. Sarsıldım. Sanırım o sarsıntıyla kendime geldim. Etrafıma tekrar baktım. Tıklım tıklım dolu bir sinema salonunun ortasında oturmaktaydık. Hatırladım. Portofino'da Aşk adlı konser filmi gösterisi sebebiyle İstanbul'daki Paladyum'daydık.



21 Mart 2013 Perşembe

Gündüz Niyetine Diyelim, Bu Fasıl Kapansın.



Ne diyeceğim biliyor musun? Sanıyorum edebiyat ve sinemayı, insan ve yaşama dair sonsuz çokluktaki ayrıntılardan beslendiği için çok seviyorum. İnanıyorum  ki her kitap ya da film, farklı bir öykü anlatıcısının eseridir. Her öykü anlatıcısının hayata bakışı ve birikimi farklı olacağından, her okuduğum kitap, her seyrettiğim film; anlatıcısının kendi dili ve üslubunca, kendi yolu ve yordamınca beni bambaşka ayrıntılar dünyasına sokacaktır demektir. Sen de benim gibi, özellikle edebiyat ve sinemanın, bizim hiç düşünemediğimiz, göremediğimiz veya farkedemediğimiz yaşama mana katan ayrıntıları ortaya çıkardığını düşünmez misin? Bak şimdi sana iki misal vereceğim...

Memduh Şevket Esendal'ın, "Bir Haydut Kuş" adlı öyküsünü bilir misin? Yazar bu öyküsünde, yaşamın içindeki çok sıradan bir durumun tespitini yapar. Kırda kardeşini bekleyen çocuk gökyüzündeki uçan kuşa özenir. Sonra kuşun bir yılanı öldürmesine ve yemesine şahit olur. Şaşırır. Bu durumu kardeşine anlatır. Kardeşi kuşun evdeki tavukları yiyeceğine kırdaki yılanları yemesinin daha iyi olduğunu söyler. Çocuk o ana kadar bir kuşun ne yılan ne tavuk yiyeceğini aklına getirmemiştir. Bütün bunları düşününce neredeyse kuşlardan nefret edecektir. Akşam yemekte olanları babasına anlatınca babası, "sen tavukları düşüneceğine bizi düşün" der. Çünkü babası da tavuğu, öldürüp yemeleri için beslemektedir. Doğada vahşice gelen bu durum, insanlar için de mevcuttur. Öyküdeki her şey hayatta olduğu gibidir. Küçük bir ayrıntıdır, o kadar.



Son günlerde elimde, acele bitirmekten korktuğum için  aheste aheste okuduğum, cümlelerini bir sinema perdesinde seyreder gibi hayalimde canlandırdığım enfes bir kitap var. Engin Ergönültaş'ın Minare Gölgesi adlı romanı... 115. sayfasındayım. Bak şimdi... Tam bu sayfalarda... Kış mevsimindeyiz. Yoksul, gariban bir mahalledeyiz. Saat gece yarısını çoktan  geçmiş. Mahalleli uykuda... Çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyor. İki kedi ise pencere pervazına gelip oturuyor. Pencerenin aralığından sokağa bakıyorlar. İyi ki bakıyorlar... Çünkü... Yazar, hiçbir göz seyretmediği için ziyan olup giden güzellikte yağan tek bir kar tanesinin halini gözümde canlandırıyor. Her bir kar tanesinin, bir diğerinkine hiç benzemez bir güzergah ile, her seferinde havada bambaşka helezonlar çizerek ahenkle dönüşlerini, her nasıl oluyor ise, hiçbirinin bir diğerine çarpışmadan ayrı yollardan döne döne inerek, kendi kendilerine bir yere, bir dala, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeğin yatağına bırakılması gibi usulca konduğunu anlatıyor. Hani başta pencerenin aralığından sokağa bakan kediler var ya... Engin Ergönültaş'ın kitabında büyüleyici bir dille anlattığı karların başdöndürü raksı, taştan yapılmış gibi kıpırtısız duran o kedilerin gözbebeklerinde beyaz benekler halinde oynaşıp durmuştu. İyi ama... Uyuyan tüm mahalleli gibi, pencere kenarındaki kediler de gözlerini yumdu şimdi... Bakan hiçbir göz kalmayınca... Sence ne olur kar tanecklerinin durumu? Farkında değildik işte... Bakan hiçbir göz kalmayınca, olan biten, taşların, yokuşların, damların, viran evlerin, soba borularının, mezar taşlarının, yağan karların kendilerince durup seyrettikleri bir rüyaya dönüşüveriyorlardı. Kendi kendisini seyreden bir rüyaya... Yazarın anlattığı hayata dair küçük bir ayrıntıdır aslında...  Hayatın bir anını, bir kesitini, ama hepten önemsiz saydığımız bir durumunun tespitidir okadar. Alışageldiğimiz için bize rutin gelen her doğa olayı aslında bir mucizedir. Ve  bazan bir kitap bize bunu farkettirir.

Sahiden yazarın dediği gibi, hayatımızın içinde farketmeyip ıskaladığımız o  küçük ayrıntılar, o üzerine hiçbir ben-i adem gözü değmemiş, sırlanmış haliyle, görülmüş bütün rüyaların akıp biriktiği o sonsuz kuyunun girdabına mı dökülüp kayboluyor yoksa? Eyvah!

Neyse... Yorgunum.  Fazla derinde dalmayayım da uykum kaçmasın...  İyisi mi, gündüz niyetine diyelim, bu fasıl kapansın.

18 Mart 2013 Pazartesi

Ve Hayallerim Ve Vesikalı Yarim Ve Sussam Olmuyor, Söylesem Olmaz


Sevinç İle Hüzün
Sevinci kapıştılar taşımayı bilmeden,
Şimdi bilen yok, nerede oturuyor.
Köyün delisi Hüzün, yalnız kaldı yollarda
Adam-adam, sınıyor, arıyor yoldaşını..
Kıskandıran özlemi, yüzünden okunuyor.

Görünüp siliniyor o günden beri.
Sevinç bin an gözlerde, dudaklarda.
Yerini sevgilisi Hüzün'e bırakıyor.
Sevinç'se, uzaklarda hep uzaklarda..
Şöyle bir görünüyor, hemencecik uçuyor.

İşte o günden beri gözlerde, dudaklarda
Hüzün, aramaktadır, yitik yavuklusunu.
O günden beri Sevinç yerinde durmaz
Ve kişiliğini ararken uzaklarda
O günden beri kimliksiz hüzün olmaz...
Özdemir Asaf


Herkesin ve dahi benim, daha ciddi sıkıntıları(-m) varken, hangi cüretle yazacağım bu düşündüğüm yazıyı?  Utanıyorum... İyi ama... Sussam olmuyor... Söylesem olmaz...

Bilmiyorum ki...  Nerden geliyor bu  bu aşırı heyecan... Aşırı sevinç... Aşırı duygulanma... Adeta kuşlar gibi uçabilme meziyeti...  Alt tarafı festivale film biletlerimi aldım. O kadar! İyi de nerede şimdi o sevinç peki? Yooo...  Özdemir Asaf der ya "Az önce bana bir mektup geldi.  İçinden ben çıktım."  diye... O hesap...  Az önce gene şaşırdım kaldım kendime... Yüreğimi geniş bir hüzün kapladı. Sevinç ansızın uzaklara gitti. Aynı şairin dediği gibi... Bu şiirini beni bilmişte yazmış sanki... Hoşgeldin!... Hoşgeldin köyün delisi hüzün...  Şimdi bilen yok, sevinç acaba nerede oturuyor? Sevinç bir an gözlerde, dudaklarda... Sonraaaa... Şöyle bir göründü... Uçtu gitti... Diplerdeyim...  Hüzün nasıl büyüyor anlatamam...  Abartma var ya bünyemde... Az sonra olacak bir zebella!  Korkuyorum. 
Niye mi? 

Bak şimdi.... İstanbul Film Festivali için biletlerimi aldım tamam mı?  Sevinçliydim ne güzel!.. Az önce biletleri dizim dizim masaya serdim... Baktım aralarında Vesikalı Yarim'in bileti yok. Niye? Sait Faik Abasıyanık'ın öyküsünden, 1968 yılında Lutfi Akad tarafından sinemaya uyarlanan, başrollerini Türkan Şoray ve İzzet Günay'ın paylaştıkları Vesikalı Yarim, İstanbul Film Festivali'nde  bir seans gösterime sokulmuş ve satışa çıktığında zaten biletleri tükenmiş, bitmiş... Vesikalı Yarim'i beyaz perdede seyretmeyi fena halde  hayal etmiştim. Kooskoca 32. İstanbul Film Festivali'nde Vesikalı Yarim, tek sinemada ve tek seferlik gösterimde... Oldu mu  şimdi yani?

Bu yazıyı neden yazdım biliyor musun?  Vesikalı Yarim'in o tek gösterimi  için elinde fazla bileti olan var mı acaba diye sormak istiyorum.  Anlatmak istediğim... Hüznün kimliği ben'im... Sevinci yakalamak istiyorum.

Merak etme ama... Eğer sende de bilet yoksa...  Elbette her hayal gerçek olacak diye bir şey yok...  Bu da geçer!..

İnan, bu beter yazıyı hüzün yazdırdı bana... Benim kabahatim yok!



başlık'ın orijinali  - " sussan olmaz, söylesen olmaz"  çelik'in sorma adlı şarkısının bir dizesi.


Kahve Molası - Çok Eskiden Yaşadım Bu Anı Ben

"çok eskiden yaşadım bu anı ben"
dersiniz şaşkınlık içinde.
..................
yaşamak anımsamak mıdır yoksa?
sanmam, biz de bir sestik belki
birileri için yıllar önceki
şaşırtıcı karşılaşmada."

melih cevdet anday / şaşırtıcı karşılaşma
 
"Ben buradayım ey okuyucu, peki sen neredesin?" der ya Oğuz Atay..  Aynı duygularla yazıyorum sana bu mektubu ey okur. Ben buradayım. Kimbilir sen nerelerdesin? Ben İstanbul'dayım.  Öğlene doğru geldim. Bir iş görüşmem vardı. Mutlu sonuçlandı. Sevinçliyim. Şimdi ödül zamanım. Yemek yemeliyim. Değişiklik olsun istedim. Az sonra Çin usulü acılı ekşili çorbamı içeceğim. Dışarda kendini özleten  ilkbahar güneşi, saçlarımı hafif hafif uçuşturan tatlı bir esinti var. Hava tam benlik. Sevdim.


Hımm! Ayıptır söylemesi, çorbamı şimdi içtim bitirdim.Tam kıvamındaydı. Fevkaladenin fevkindeydi tadı. Acılı, ekşili...  Çok acıkmıştım. Nasıl çala kaşık yedim anlatamam. Bayıldım. Bayıldım. Şimdi var ya... Üzerine afiyet fena halde uyku bastırdı beni... Aaa! Uyacak mıyım ne? İnanamıyorum kendime! Her öğlen uyumak zorundamıyım ben? Çocukluktan kalma bir alışkanlık bu.  İyi ama kaç yaşıma geldim. Olmaz ki böyle! Misafir gelse eve, gene farketmiyor biliyor musun? Gözlerimi kapatıp, bir kaç dakika bile olsa dalıyorum. Gündüz  yemekten sonra gözlerimi kapatmalıyım  illa. Rüyalar alemine dalmalıyım yani, anlatabiliyor  muyum?

İyi ama.. Şimdi... Burada... Yalnız başıma... Allahım sen akıl fikir ver bana! Hem İstanbul Film Festivali biletlerimi satın almıştım. Hangi filmlere gideceğimi anlatacaktım sana... Of! Ama yapamayacağım. Ne tuhaf huylarım var benim? Yok açamıyorum gözlerimi. Şuraya kıvrılıp uyuyacağım şimdi... Bekle beni olur mu? Bekle.. İnan bana az sonra döneceğim.... Döneeeceeeğiiiimmmm....  Beleeeeeeeeeeeeeeeertghjkhjklçş.


-gizli not-
az önce uyandım. peki ben neredeyim?
dejavu mu bu? 
sanki daha önce gene bir film festivali öncesi aynısını yaşamıştım. 
acayip!
du bakayım. uyku mahmuruyum.
Ahmet Haşim'den öğrendiğim gibi...
bütün mesut esneyişlerin hayalimden geçişini seyrederek,
tekrar tekrar eseneyip kendime gelmeliyim:)


17 Mart 2013 Pazar

Hayat Ve Acılar Hakkında Bir Film Samimi Olmalı

 



   - not -
Başlık Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabının bir bölümünün başlığıdır.
 

O Belde? Durur Menâtık - ı Dûşîze-yi Tahayyülde;


Bu sabah erkenden uyandım. Kahvemi aceleyle hüpledim. Otobüse atladığım gibi... Hey... Ver elini İstanbul... Harem'de otobüsten indim. Hava nasıldı biliyor musun? Buz... Buz... Hiiç aldırmadım. Hemen arabalı vapura atladım. Boğaz'ın o harikulade güzelliğine  sanki ilk kez görüyormuş gibi hayretle bakakaldım. Yahya Kemal Beyatlı'nın o eşsiz dizelerini kendime uydurarak içimden tekrarladım. "Sana bugün arabalı vapurun buğulu camından baktım aziz İstanbul. Görmedim sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfinle kurul. Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer."  Sade bir semtini sevmek... diye fısıldadığım anda... Tam o anda... Bir İstanbul semti aklıma düştü. Boyacıköy!..  Ben Boyacıköy'ü, hiç gitmeden, hiç görmeden, sadece Murathan Mungan'ın Kırk Oda adlı kitabında yer alan bir öyküsü sebebiyle sevmiştim.  Senelerdir Boyacıköy'ü merak ederim.  Sadece hayal ederim.  Gitmeye cesaret edemem. Öyküde anlatıldığı gibi Boyacıköy bir hüznün mekanı mıdır? Dört mevsim sonbaharı yaşar mı? İnerken solda, boyaları dökülmüş, köhne görünüşlü  bir telefon kulübesi var mı? Arkasında puslu deniz durur mu? İntihar karası bir efkar duman duman gezinir mi denizin üzerinde? Kulübenin ardında,  lodosun eskittiği yüzünde bir bırakılmış duygusu taşıyan,  pencerelerine hep yağmur yağan, gençliğine doyamayan iki katlı yaşlı bir bina var mı? Ya alt katındaki işlemez dükkanlar... Üst katında ise dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası var mıdır? Ya peki... İnerken sağda kapısı çıngıraklı o eczane halen duruyor mudur ki Boyacıköy'de? İçindeki ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü, ilaç kutularının ardından gülümseyen o adam yaşıyor mudur sence?  Ve eczanenin yanındaki, yalnızca tek koltuğu bulunan o berber dükkanı... Ve bir köşede, tıpkı öyküdeki gibi gözünü denizden ayırmadan bekleyen bir inzibat eri var mıdır? Ya deniz... Eğer Boyacıköy'e gitsem, deniz,  yol kesen bir Bizans eşkiyası gibi çıkıverir mi ki birdenbire önüme? Ya peki... O adama... Hani kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen, o mutsuz, hüzünlü ve karamsar Genç Adam'a rastgeliverirsem bir de? Yüreğime kaç kere "Gideyim mi?" diye sordum. "Gitme!" dedi. "Bırak Boyacıköy hayalindeki gibi kalsın. Sakın gitme!" Dinledim yüreğimi. Gitmedim. İstanbul her daim gönül tahtıma keyfince kuruldu. Bir kez daha anlamıştım ki  hayal ettiğim bir semti sebebiyle bile İstanbul'u sevmek  bir ömre bedeldi.  Zaten bir şehri en çok edebiyatçılar sevdirmezler mi? 

Diyeceksin ki bu anlattıklarınla, yukarıdaki Ahmet Haşim fotoğrafının ilgisi ne? Yemin ederim, yazıya başlamadan önce, bugün gittiğim Yahya Kemal ve Ahmet Haşim adlı programda, Veysel Öztürk'ün  şahane anlatımından edindiklerimi, Ahmet Haşim'den başlayarak buraya aktarmak niyetindeydim. Ruhuna rahmet!... Üstelik, bir bilsen "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz." diyen, Ahmet Haşim'i  ne çok severim. Gördün mü gene yapacağımı yaptım. Konuyu bambaşka mecralara uzattım. Az önce yazdıklarımı okudum. Önce silmek istedim. Sonraa... Birden çenelerim gerildi. Uzun uzun esnedim.  Zaten yol yorgunuyum. Bu rahat esneyiş, bana, şu yağmurlu ilkbahar gecesinde, bir saadet dakikasının namütenahiliği içinde yüzdüğümün haberini verdi. Ve esnemek, sahiden mustarip bir ruh düğümü olan bütün mütekallis vaziyetlerin çözülüp açılması değildir de nedir?  Ruh tahlillerinde eşsiz olan bir feylesofun dediği gibi dikkat, iztizar, teyakkuz vaziyetinde yay gibi gerilmiş duran biri esneyemez. Esnemek, harp ve müdafaa vaziyetini terk etmiş, tam bir emniyet içinde olduğunu hisseden vücudun mesut teslimiyetidir. 

Biliyorum. Şimdi diyeceksin ki, "Senin basit lakırtılarına benzemeyen bu enfes kelimeleri nereden buldun?" Haklısın. İyi ama...  Ahmet Haşim'le ilgili bir dinletiden sonra, yazıma lezzet vermeye çalışmaktan başka ne yapabilirdim? Denedim. Beceremeyince, Ahmet Haşim'in esnemek üzerine yazdığı yazıdan bu cümleleri aşırdım. Sonra ne yaptım biliyor musun? Aynı Ahmet Haşim'in anlattığı gibi, kendimi yeşil yaprakların gölgesinde hayal ettim. Esnemelerin bütün şekillerini birer birer hatırımdan geçirirdim. Düşünsene...  Uyu seyyalesinin istilası altında kalan, yemeğini bitirmiş, mahmur gözlü çocuğun esneyişi... Bir yaz bahçesinin yaprak gürültüleri ortasında, hamağında uzanan ve etrafındaki nebatî hayata karışmak üzere olan taze kadının esneyişi... Kış gecelerinde, lâmbanın ışığını yuvarlak gözlerinde iki altın damlası hâlinde aksettiren mütehayyil kedinin esneyişi... Bütün mesut esneyişlerin hayalimde geçişini seyrederek, tekrar tekrar esnedim ve bu tevakkuf ve teslimiyet dakikamın saadetini, olgun bir yaz meyvesi gibi tattım.  

Netice i kelam... Bu kadar esnedikten sonraaa...  İnan çok yorgunum.  Anlatamayacağım. Uykum geldi. Anne sözü dinler gibi masum yatacağım, uyku alemine hoop diye dalacağım.



- Not Gibi - 
Başlık Ahmet  Haşim'in O Belde adlı şiirinin bir dizesidir.
 Mehmet Fuat'ın dil içi çevirsiyle - O Belde? Durur el değmemiş hayal bölgelerinde.

          Ahmet Haşim'in Esnemek başlıklı yazısı işte BURADA