21 Mayıs 2013 Salı

Şşşth! Kimse Duymasın!.. - 8 -


Herkes  beni sigortacı biliyor.
Tamam ama...
"İnsan bu alemde hayal ettiği müddetçe yaşar"
diyen şair sözüne yürekten inanıyorum. 
 Tam iş yaparken ofiste, 
Hooop...
Hayallere dalıveriyorum.

Misal...
Şu anda herkes beni ofiste biliyor. 
Ben ise...
 Daily Planet gazete binasının şirket logosunun P harfi üzerinde
Süperman'leyim.
 Adım  Lois Lane. 
Ben hayallerimi okuyorum, 
Süperman mutlu mutlu dinliyor:)

Gerçekten!


20 Mayıs 2013 Pazartesi

Ruhu Azat Etme Vaziyetlerim...


Bak ne diyorum? İnan bana  zor tutuyorum kendimi. Gene çalış babam çalış vaziyetindeyim sabahtan beri... Feci durumdayım feci... Kafamı kaşıyacak halim yok... Ne fena! Aaa! Çalışmaya mı geldim ben bu yalancı dünyaya? Bak... El sıkışalım tamam mı?.. İstersen  sözleşme yapalım afillisinden noter tastikli şööleee... Yeminle altına taak! diye en debdebeli imzamı çakacağım. Bütün bedenimle harala gürele... İstersen köle gibi gece yarısına kadar çalışacağım. Söz!   Ama karşılığında şimdi... Tamm şuracıkta... Az önce sonuna kadar açtığım pencere kenarından...  Ruhumu pıııııırrrr diye uçuracağım! Firar edeceğim firarrr! Nereye mi? Nereye olacak? Tabii ki Paris'e!  Şimdi sorarım sana, Paris nere ben nere? Gidebilir miyim her aklıma estiği an, her aklımın estiği yere? Nerdeee? Bir kere hem nakit hem vakit lazım... Haydi diyelim ki ikisi de var. Peki vize nerede? Haydi abartayım hayalimi  şööleee.. Vize de var diyeyim. Almışım shengen vizesi zamanında da dururmuş kenarcığımda bir yerde...  Yani demem o ki... Mesela...   Düşünsene... Bir mucize oluşuverse,  tüm bu şartların hepiciği yan yana gelebilse bile... Bilet... Uçak bileti nerde? Yok... Of! Sıkıldım vallahi düşünmekten... Ben kendi oyunumu oynayacağım.. Paris'e gidip döneceğim hemen! Of ya... Hem de oturduğum yerde... Şşşıııt! Suuus! Suusssss! Sakın ses çıkarma. Kimsenin ruhu duymayacak... Gizli iş çevireceğim gene!


Bugün nasıl canım Enrico Macias'tan şarkılar dinlemek istedi anlatamam...  Sabahtan beri... Evire çevire Enrico Macias'tan Fransızca şarkılar dinledim durdum. Fransızca biliyor muyum peki? Pes vallahi! Sorulur mu böyle soru benim gibi köyde yaşayan birine? Sorbonne Üniversitesi  vardı bizim köyde de ben mi gitmedim? Fransızca bilmiyorum elbette...  Müzik evrensel dil değil mi arkadaşım? Fransızca şarkılar nasıl beceriyorsa beceriyor, tam şuracığıma... Anlarsın ya... Yüreğimin tamıtamına bam teline değiyor...  Yüreğimin bam teline değen Fransızca sözlü şarkılar nasıl içimi titretiyor anlatamam! Öyle işte...  Bu saate kadar hem çalıştım hem bu şarkıları dinledim dinledim ya... En son Enrico Macias'tan tam bu şarkıyı yani Solenzara'ı dinliyordum ki...  Kalktım ayağa... Elimdeki kalemi  fırlattım attım! Ne olduysa oldu...  Biren bire kafamın tası attı.  İşte tam o anda... Evet tam o anda ben... Karar verdim  Paris'e gitmeyeee!  Sonra pencereyi açtım. Ruhumu azat ettim! Feliçitaaa... Ne hoş kelime...  Tam ruhum ofisten firar ederken şarkıdan işte bu kelimeyi kaptım... Feliçitaaa! Hımm... Ne demek ki acaba? Neyse...


Enayi diyeceksin belki bana ama... Ben az önce  Paris'e gittim ya... Öyle  Eyfel Kulesi'ne, Şanzelize Caddesi'ne, Notre Dam Kilisesi'ne, Montmarte Tepesi'ne  ya da  ne bileyim Disneyland'ına, Saraylarına filan gitmedim. Yok vallahi vaktim yoktu.  Yoksa tabii ki giderdim  her birine. Ben nereye gittim biliyor musun? Ben... Aynı Sait Faik'in Louvre'den Çaldığım Heykel adlı öyküsünde yaptığı gibi yaptım. Nananoomm.. Ruhum firar edip Paris'e varıncaa...  Bindiğim metronun ılık ve ozon kokulu havasından kurtuldum öncelikle... Heey! Tüm ihtişamıyla Paris karşımdaydı işte...  Nehrin üstünden bulutlar akıyordu.  Hele Paris'in serseri havası oraya vardığım saatte tam  tam bir serseri değil miydi? Ruhumu ise sorma? Of!Avere mi avare...  İyi de... Ben  Paris'te gide gide nereye gittim biliyor musun? Louvre Müzesi'ne... 
 
 
Evet... Ben Louvre Müzesini Galatasaray resim sergisi gezer gibi gezdim. Leonardo da Vinci'nin ünlü tablosu Jaconde yani Mona Lisa tablosunun önünde iki dakika  anca durabildim... Sait Faik anlayamamış da ben mi anlayacağım Allahaşkına?  Ama bakarken bakarken Mona Lisa'nın resmine...  Ne tebessümündeki sırrı, ne de yüzündeki ilahiliği anlayabildiğim bu kadının önünde, adeta Zagor maceralarındaki "Ruuummmbleee!" efekti eşliğinde beynimde bir şimşek çaktı ve kapandı. "Hah" dedim... "Buldum... Sırrı keşfettim."  Fakat Mona Lisa müstehzi tebessümünü bir müddet terk ile bana hain hain baktı. Yürüdüm. Mona Lisa'yı sevmiştim. Onu "zeka" denilen şeyi sever gibi sevmiştim. Ne güzel! Mona Lisa'yı yakından görmüştüm. İçimi bir sevinç kapladı. Ellerimi göğsümde birleştirdim. Gözlerimi kapatıp şükrederek... Derin derin iç çektim.  

Heey! Gözümü açtım ki o ne? Bil bakalım nerdeyim? Aaa!.. Ofisteyim!  Enrico Masias söylüyor... Solenzara... Ve ben yumruk yaptığım ellerimle uyku  mahmuru gözlerimi oğuşturuyorum...  Of, gene mi rüya gördüm? Evet! Rüya müya!.. Oh! İnan bana kendime geldim.  Haydi bakalım bu moralle... Şimdi marşş marşşş eve!!! Feliçitaaaa!

Heyy!.. Taktım şimdi kafama... Feliçita ne demek ki acaba?

2012

19 Mayıs 2013 Pazar

Zorla Kitap Yazdırma Sanatı


 İnsan sevdiği yazarın fanatik okuyucusuysa, sevdiği yazar da uzun zamandır kitap yazmamışsa, bazen "Misery" adlı film düşer aklıma. Derim ki kaçırsam şu yazarı bir kır evine, yazdırsam istediğim öyküleri söylene söylene. Öyle öfkelenirim ki bazen; marifet bende olsa yazacam... Yoook! Sana verilmişse bu kabiliyet, neden yazmıyorsun sevgili yazar, lütfen yani, bi zahmet!
 
Şimdi son günlerde elimdeki kitapları okumayı bitirince, kalakaldım öylece. Kitap yok mu okunacak? Çook! Ama ben yazılarını keyifle, özlemle okuduğum yazarların kitaplarını istiyorum.Yazmıyorlar? Niye? O zaman "Misery" filmini seyrettirmeli bu kişilere...Kesinlikle!


Sakın hafife almayasın bu filmi. Film en iyi Stephen King uyarlamalarından biri. Ayrıca James Caan, hayranı tarafından rehin alınan yazar rolünde. Kathy Bates ise benim düşündüğüm rolde. Nasıl mı? Bak aynen şöyle: Çok popüler bir yazar, özellikle sekiz kitaptan oluşan, Misery adlı melankolik bir kadının maceralarını anlattığı kitapları ile iyice şöhret ve servet sahibi olmuştur. Ama artık bu seriden sıkılmıştır. Bu kitap serisine nihayet vermek amacıyla, serinin bu son romanında, Misery adlı kadın kahramanını öldürür. Bu son kitap henüz yayımlanmamıştır. Bir gün karlı havada araba kullanan yazar, trafik kazası geçirir. Neyse ki Annie adındaki kadın onu bulacak ve hayatını kurtaracaktır.Yazar gerçekten çok şanslıdır. Çünkü hayatını kurtaran kadın bir hemşiredir.


Ayrıca enteresan bir durum daha olur. Kadın yazarı tanır ve şöyle der:" Merak edecek bir şey yok. Sana çok iyi bakacağım. Bir numaralı hayranın benim!" 
 
Bu gerçektir. Öyle ki, şehir dışında insanlardan uzak bir yerde yalnız yaşayan Annie'in en büyük tutkusu Misery serileridir ve yazarın fanatik hayrandır. Geçirdiği feci bir trafik kazası sonucu yazarın, kaburgaları ve bacakları kırılmıştır. Annie hemşire olduğu için hem ilk müdahaleyi yapmış, hem de ilaçlarla yazarın ağrılarını dindirmiştir. Annie hayranı olduğu yazara gereken her türlü hizmeti yapar. Karnını doyurur, ilaçlarını verir, tıraş eder. Şiddetli tipi yüzünden telefon hatları arızalıdır ve yollar kapalıdır. Bu nedenle yazar, bir süre Annie'in evinde kalmak durumundadır. Bir ara Annie, yazarın arabasında bulduğu çantadaki yeni romanı okumak amacıyla izin ister. Bir kaç gün içinde satışa çıkacak olan bu kitabı, hayatını kurtarmış, kendisini tedavi etmiş ve bakımını üstlenmiş olan hayranı okumayacakta kim okuyacaktır? Yazar tabii ki memnuniyetle kabul eder.


İşte asıl film bundan sonra başlayacaktır. Ertesi sabah, Annie sanki farklılaşmıştır. Yazara çorbasını içirir. Ama kendi ağzını bıçak açmaz. Yazar ne olduğunu sorar. 
 
Annie romanın bir kısmını okumuştur. Bakışları sabitleşmiş, gözleri hissiz bakmaktadır. Elindeki çorba yatağa dökülünce bas bas bağırır. Artık yeni bir Annie başrollerdedir. Bir ruh hastası fanatik hayran! Kadın delinin tekidir. Son romanı okuyan Annie, yazarın serinin bu son kitabında Misery adlı kahramanını öldürdüğünü öğrenince, iyice çıldırmıştır.  Annie'nin isteğiyle bu kitap yakılacak ve yeni bir roman yazılacaktır. Yazar sorar:
‘’Benim ne yazacağımı sanıyorsun?’’
‘’Oh, Paul! Sanmıyorum. Biliyorum!’’
Nanananom!....Kitabın ismi ‘Misery’nin Dönüşü’ olacaktır. 
 
Sana bir şey söyleyeyim mi, öyle böyle değil, bu acayip bir gerilim filmi. Hem de içinde vampir, hortlak ne bileyim doğa üstü şeyler yookk! Direk damardan gerilim enjekte edip, gerip gerip gergef eden bir film yani! 
 
Yaaa... Böyle işte... Şimdi bazen gerekmiyor mu bazı yazarlara böyle bir vaziyet? Koskoca Stephen King boşuna yazmamış bu romanı. Bildiği bir şey vardır elbet!


Kathy Bates,bu filmdeki Annie performansıyla 1990’da hem Altın Küre’de hem de Oscar’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi oldu.
Yönetmen: Rob Reiner / Senaryo: Stephen King (Kitap)

17 Mayıs 2013 Cuma

İflah Ve İslah Olmaz Vaziyette Tuhaf Biriyim...


Tamam. Kabul ediyorum. Tuhaf biriyim. İlgim dağınık, merakım obur, bilgim yarım yamalak. Abartma sanatında şöhret sahibiyim. Fena halde hayalperestim. Kurduğum hayallerin içine bağdaş kurar yerleşirim. Ailemde herkes normal. Ben değişiğim. Kaç kere sordum. İtiraf etmiyorlar. Şüpheleniyorum. Evlatlık olabilirim. Niye anlatıyorum şimdi bunları biliyor musun? Bazan muhabbet ederken misal, durup duruken ilgim dağılıyor, iştahla merak ediyorum, bilgim yarım yamalak olunca kafamın içindeki kıt bilgileri birbirine karıştırıyorum. Tabiyatıyla bu durumda ortamdan kopuyorum. Karşıdan bakana şaşkın bir görünüm veriyorum. Mesela, bak şimdi... Diyelim ki ben birine söz verdim. Sonra söz verdiğime nasıl pişman oluyorum anlatamam.  Söz aramızda, huyum kurusun, biraz cimri biriyim. Allahım, yoksa verdiğim sözü geri isteyemez miyim, diye gamlı baykuş misali düşünürüm. Hani ben bir söz verdiysem, ne bileyim o sözü emaneten veririm.  Heyy!.. Yoksa verdiğim söz ebediyen gidiyor mu elimden, diye tir tir titrerim. Artık o sözün bende kullanım hakkı kalmıyor mu yoksa? Eyvah! Yapmayın!.. diye kendi kendime  ter ter tepinirim. Verilen söz geri alınmazmış güya... Kim demiş? Birisi benden söz isterse veririm. Ama sonra kesinlikle verdiğim sözün bana geri verilmesini isterim. Cimriyim diyorum! Huyum kurusun cimriyim. Bana ne? İs - te - riiim! Yooo... Kaçma!.. Ne o? Korktun mu  yoksa? Benden söylemesi... Aklın varsa kork benden, mesafeli dur hatta...  Çünkü  iflah ve islah olmaz birisi olduğumu artık kesinlikle bilmeni isterim.



Bak şimdi... Kendimden misaller vermeye devam edeyim.  Biri "Moralim bozuldu!" derse, ne diyeceğimi bilemiyorum. Elektrik bozulsa, elektrikçiyi, musluklar bozulsa muslukçuyu, televizyon bozulsa televizyon tamircisini, bilgisayar bozulsa bilgisayarcıyı çağırabilirim. Morali bozulan biri için kimi çağırabilirim ki acaba diye derin derin düşünüyorum. Bu vaziyetimle yanımdakileri korkutuyorum.

"İyilik iyiliği doğurur!" ya da tam tersi "İyilikten maraz doğar!" derler ya, çok şaşarım. Hemen muhabbetten koparım. İyilik... Doğurabiliyor... Üstelik "iyilik", bazan maraz bazan da "iyilik" doğurabiliyor. Allah Allah!.. "İyilik" canlı bir şey mi ? Hatta doğurabiliyor ya madem, "iyiliğin" cinsiyeti kadın olabilir mi? diye aklımdan geçiririm. Aklımdan geçirmekle kalsam iyi. Bu düşüncelerimi seslendiririm. Yaa... İşte aynen böyle biriyim.

"Sıkıntıdan patladım!" diyen biri de kafamı çok karıştırır sözgelimi... Hemen koparım gene muhabbetten... Bu sözü söyleyen kişinin yüzüne, gene uzun uzun bakar düşünürüm... Acaba "sıkıntıdan patlamak" nasıl bir şeydir? Sıkıntıdan patlayan kişi, kendini tabanca olarak mı hissetmektedir? Yoksa mısır mı? Yoksa şampanya mı? Belki de balon... Sakız olabilir mi? Belki de tüfektir... Aaa! Lastik de patlamaz mı? Bir dakika apandist de olabilir.. Aman Tanrım! Ya bombaysa? Yazmayayım dedim ama, yazacağım işte... "Sıkıntıdan patladım" diyen kişi, şu anda hayalimde tüpgaz şeklinde canlanmaktadır!.. Of, niye böyleyim?


Şimdi aklıma ne geldi biliyor musun?  Kimi zaman "Muhabbetten koparım!" diyorum ya hani... Aaaa! Muhabbet lastik mi? Yoksa muhabbet internet mi? Ya da zincir olabilir mi? Koptuğuna göre... Fırtına mı yoksa? Aman Yarabbim muhabbet, kıyamet olabilir mi? Hoppala! Böyleyim işte... "Kafana takma!" mı diyorsun yoksa... Aman sakın ha! Böyle bir şey söyleme bana!.. Aman ha!.. Şimdi ben gene bir başlarım "kafanı takma" ile ilgili cümleler yazamaya... Bu kez "Deli mi ne?" diye arkana bakmadan  kaçarsın benden... Tamam! Nerden geldi şimdi bunlar aklıma! Ne bileyim? Kendime  ben bile şaşırdım kaldım valla!!!

Bonuslu Bir Gecede Hayal Etmek...



Kapının zili çaldı. Açtım. Kimse yoktu. Kapının yanındaki diafona bastım. Eğildim. "Kim o?" diye seslendim. Derinden bir ses... "Benim.." dedi. Heyyy!  Bu sesi duydum ya...  Of! İster inan... İster inanma... Daha onun sesini ilk duyduğumda başım dönüverdi. Kapının "aç" düğmesine basmadan... Olduğum yerde bir an kalakaldım. İki elimi gökyüzüne doğru kaldırdım. Dedim ki "Allahım lütfen! Lütfeen!" Diafonun  "aç" düğmesine bastım. Kapının önünde bekleyemeye dayanamadım. Onun yerine kendimi  kapının yanındaki  sandalyeye bıraktım.

Asansör aşağıya birr birr indi. Sonra kapısı açıldı. İşittim. Biri bindi. Asansörün kapısı kapandı. Birinci kat. Kulaklarımı iyice diktim. İkinci kat. Dayanamadım. Ellerimi yüzüme kapadım. İçimden "Allahım lütfeeen!" diye tekrarladım. Üçüncü kat... Dördüncü kat. Asansörün kapısı açıldı. Ben oturduğum yerden kalktım. Gözlerimi kapadım. Sadece kafamı kapının arasından usulca uzattım. Koklamama gerek yoktu. Gerek yoktu yemin edebilirim. Ortalık misler gibi kokuyordu. "Merhaba!" dedi. Kirpiklerimi araladım. Elinde bir tepsi tutuyordu. Yüzüne değil, önce elindeki tepsiye baktım. Hiç bir şey söylemeden tepsiye doğru uzandım. Beyaz peçeteyi kaldırdım. İşte istediğim şeyden dört tane tepsinin üstünde dizim dizim duruyordu. Hemen iki elimle dördünden ikisini  kaptım. Eğer dört elim olsa kesinlikle dördünüde  kapardım. "Heeey! İrmik helvası!" diye bağırdım. Selam demedim. Hâl hatır filan  sormadım. Onun yerine fısıldayarak dedim ki... "Mualla... Senin sesini duyduğumda var ya,  helva getirsin Allahım lütfen! diye içimden hayal  etmiştim biliyor musun? Ve sen helva getirdin. Ne hoş!  Başka şey isteseymişim olacakmış demek ki. Bugün bonuslu gün ya! Hayalim  anında kabul oldu gördün mü?" dedim.

Şimdi düşünüyorum bütün olanları. O zaman oburluktan ne yaptığımın farkında değildim.  "Alabilir miyim?" bile demeden, arsızca elimdeki tabakları göstererek  "İki tabak alacam" diye sözlerime  devam ettim. Güldü. "Tabii ki al. Daha evde çok helva var." dedi. Sonra ne dedim bil bakalım? "Bir şey rica edebilir miyim?" dedim. "Ne demek? Tabii!" dedi. "Bugün Regaip Kandili ya!" dedim. "Eveeet!" dedi. "Bir sonraki kandilde un helvası yapıp getirir misin lütfen? Bilirsin un helvasını çok severim." dedim. Güldü. "Hiç yapmadım un helvası. Bilmiyorum yapmayı." dedi. Allahım ne cevap verdim bil bakalım? Utanıyorum ama... Söyledim işte ne yapabilirim? Eziyet edilir mi bu kadar insana? Dedim işte! Off! Dedim... "Lütfen un helvası yapmayı öğrenir misin?" dedim. İnanamıyorum söylediklerime... Onun cevabı da inanılacak gibi değildi. "Çok istiyorsan kendin öğren de bir kandil sen helva yapta getir! Hep ben mi sana getireceğim?" demedi.  Demedi vallahi.  Onun yerine güzelim tebessümünü dudağına bir kelebek gibi kondurarak: "Öğrenirim merak etme. Un hevası yaparım bir dahaki sefere." dedi. Minnetle baktım gözlerine... Ne tatlı kadındı. Ve benim canım arkadaşımdı. Elimdeki tabakları mutfağa bıraktım. Kapıya gidip arkadaşımı şapur şupur öptüm.  Yooo… İnanamayacaksın biliyorum ama… "Kandilin mubarek olsun. Allah kabul etsin." Demeyi ihmal etmedim.




Regâib, arapça bir kelime... Herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demek... Receb ayının ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Bu geceye Regaib gecesi ismini meleklerin verdiği söylenir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, illa ki daha değerli olur, öyle değil mi? Bu geceler bana bonuslu geceler gibi gelir. Hayaller kolaylıkla gerçekleşir. Ben tecrübeliyim. Anlattım sana olan biteni.  Denedim. Hayalim aklımdan geçtiği anda gerçekleşti. Sen de denesene... Bence bu gece hayal etme gecesi... Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... Sahip olduklarımız için Yaradan'a teşekkür etmeli. O halde bu gece hayal edip, dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, en harikulade kelimeleri seçer hem de değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! kusurlarımı affet...  Eziyet ettiğim kullarının beni affetmelerini nasip et...  İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık... Huzur.... Afiyet... Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Dünyaya barış ve adalet… Bir de bana  hayal gücü lütfet... Lütfen.” Amin!

2011

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Hem Deliyim Hem Kağıttan Küçücük Gemiyim.

 
 



Bu akşam o kadar geç çıktım ki işten anlatamam. Çok çalıştım. Çookk!.. Sabah günlük programıma baktım ki… O ne? Tüm gün dolu…  Çalış babam çalış. Hayat mı bu?

Hiiç keyfimi bozmadım.  Hiiç!.. Erkenden sabah kahvemi içmeye karar verdim. Kahvemi özenle pişirdim. Odama geçtim. Koltuğuma kuruldum. Fincanı burnuma dayadım. Ohh! Misss… Bir yudum aldım… Ahh, nefis!... Arkama yaslandım. Gözlerimi dünyaya kapattım.

Aklıma Ezginin Günlüğün’ün Gemi adlı şarkısını getirdim. Heyy, öyle kocaman, pahalı, görkemli, heybetli değil… Şööyleee… Nasıl anlatsam?  Kağıttan, küçücük bir gemi olmayı hayal ettim… Sulara atsam şimdi kendimi, dedim. Deli mi diyecekler… Varsın desinler… Zaten deliyim…. Ah, deniz olsam mesela… Ah, düşünesene... Şöyle tuzumu rüzgârda savursam… Ah, ne yelken, ne yel, sadece köpüklerde kaybolsam… Ah, nereye gitsem mavi… Bu kez yelkenimde deli rüzgâr… Her yanım tuz…

Düşünebiliyor musun? Ah, peşimde rüzgâr… Ne yağmurlar dost, ne bir kıyı var mesela… Ne güzel!.. Ah! Düşlerim kalsın… Yalnızca… Düşlerim kalsın.

Sana bir şey söyleyeyim mi? Küçücük gemi olsam mesela şimdi… Dönmem bir daha geri biliyor musun? Sahiden deliyim… Kime sorsam dönüşüm yok… Her gemi biraz deniz değil mi? Her yanım mavi, her yanım yel… Her yanım tuz… Ah, köpüklerde kaybolayım... Heeyyy, ne güzel!.. Bu hayal bana iyi geldi... Du bi… Tamam… Söylemene gerek yok. Biliyorum. “Delisin!” diyeceksin. Yooo… Sadece deli değilim. Bak bana... Aynı zamanda  kağıttan küçücük bir gemiyim:)

12 Mayıs 2013 Pazar

Efkârlı Günlerimin Gizemli Şehri...

 

2005 senesiydi. Yüreğim ümitsizce aylarca dağlanmış, sonra da sanki hiç ısınmayacak gibi düşündüğüm acı bir üşüme duygusuna terkedilmişti. İki gün de olsa nasıl ihtiyacım vardı biraz uzaklaşmaya… Annemi zalim bir hastalığın pençesinden tüm uğraşmalarımıza rağmen kurtaramamıştık… Ellerimizden kayıp gitmişti… Hakikaten içim hem acıyor hem de üşüyordu. Ne kadar belli etmemeye çabalasam da, bu ruh halim suretime yansıyordu. 

İnsanları acıları ile baş başa bırakmak lazım. Ben acıların paylaşılarak dağılacağını düşünenlerden değilim ne yazık ki… Sırtımın sıvazlanması, avutucu sözler garip ve kifayetsiz geliyordu bana… Kendim aşmalıydım bu süreci ve içimde küllendirmeliydim bu acıyı… Zaman her şeyin ilacı olacaktı da zaman geçsin istemiyordum ki… Zamanı durdurmuştum kendimde… Bu gidişatım iyi değildi hissediyordum. Çevremdekilere haksızlık etmemeliydim biliyordum…

Viyana iyi gelecekti bana… Sıcak, hareketli, cıvıl cıvıl insanlarla dolu şehirler değil, soğuk, yağmurlu, gri, kasvetli bir yere ihtiyacım vardı… Ruhumu yansıtan, bir depresyon şehrine.. Belki hayata asılmama yardımcı olabilirdi Tuna kanalı kıyısında yapacağım yürüyüşler…  Viyana'ya gitmeye karar verdim.

Viyana ilk bakışta sakin bir şehir görüntüsü vermişti bana. Koşturma yok… Telaş yok… Panik yok… Sanki şehrin ritmiydi bu… Şehir bir içe kapanma,  muhabbete  gözlerini kapama halindeydi sanki… Tam içinde yaşadığım ruh halinin ritmindeydi. Mozart’ın notaları dolanıyordu şehrin üstünde...  Mozart’ın müziği eşliğinde, Viyana’yla aynı ritimde vals yapabileceğimizi hissetmiştim. Bu şehirle ruhum tam denk düşmüştü.

Şehrin sokaklarında başıboş dolanıyordum. Viyana gizemli ve medeni bir şehir görüntüsü sunmaya devam ediyor, kültürü ve zenginliği ile gözümü kamaştırıyordu… Bir yerde okumuştum. "Viyana’da iki günden fazla kalmayın" diye yazıyordu. Eğer ruhunuzdan hoşnut değilseniz, önce görkemiyle göz boyarken, ardından ruhunuzu ele geçiriyormuş. İki yüzyıldan beri Viyana dünyanın psikoloji ve psikiyatri merkeziymiş. Gugging Hastanesi günümüzün en iyi “Bakırköy”ü olarak bilinmekteymiş. Gerçekten Viyana’nın deli ettiği değerli insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktu.  “Freud, Nietzche, Mozart, Beethoven” aklıma geliyordu.  Bunları düşünürken sokaklarda kendi kendine konuşan, dalgın dalgın yürüyen insanları fark ediyordum…

 
Kentte bütün yollar Stephansdom’a çıkıyordu. Haşmetli, gotik ve kapkara haliyle bu katedral, kesinlikle şehrin ruhunu simgeliyordu. Söylentilere göre katedralin mimarı ruhunu şeytana satarak bu binayı yapmış. Kilisenin altında, kara veba sırasında ölmüş insanların gömüldüğü mezarlar varmış. Ne cesaret ne de metanetim vardı bu dehlizleri görmeye… Giremedim… Burası Stephansdom katedralinden adını alan güzelce bir meydandı aynı zamanda. Her köşe bir kafeydi… Kafeler cıvıl cıvıl...  Ama eksik olan bir şey vardı sanki. Demezler mi Viyana için “Ne Paris kadar aşık, ne Roma kadar tarihi, ne Prag kadar görkemli, ne de İstanbul kadar gizemli “ diye … Hakveriyordum bu söze… Ya da gözlerim gene yüreğim gibi görmek istiyordu.

Yorgundum… Viyana kahve ve pasta demekti ya, aynı zamanda… O yağmurlu sonbahar gününde, Viyana’nın her köşesinde mevcut olan kafelerden birine dalıyordum… Söylentilere göre Viyana kuşatmasından sonra Türklerden kalan torbalar dolusu kahveyi bir Polonyalı bulmuş ve sonra da bunları satmak için bir kafe açmış… Böyle başlamış kahve ile Viyana’nın ilk tanışma hikayesi… Kendime sıcak bir melange söyleyip önce sokağı seyre koyuluyordum. Viyana önümden akıp geçiyordu... Sonra kitabımı açıyordum.


Her seyahatimde yanımda mutlaka kitaplarım olur. Bu kez bana arkadaşlık eden Orhan Pamuk’un Kara Kitap'ıydı… Romanın baş döndürücü, uzun, mistik cümleleriyle,  Viyana’nın barok mimarisi bu kadar mı denk düşer diye düşünüyordum… İkisi de ne kadar karanlık… İkisi de ne kadar gizemli! Haliçteki hazineler, yeraltı dehlizleri, görev için yola düşen cellatlar, tebdil-i kıyafetler, her yüzün ardında başka birini görmek, küçük yaşta evlendirilen zavallı prenseslerin hikayeleri, büyülü kentlere yolculuk, neler yoktu ki Kara Kitap'ta...  Ya Viyana... Veba salgınıyla, Yahudi katliamıyla ya da savaşlarda ölen insanlar… Habsburg Saraylarında gördüğüm o ihtişamlı yaşantıya karşın Kraliçe Elizabeth (Sisi) nin oğlu Rudolf’un, Mayerling de intihar etmesi…  Marie Antoinette'in  (Hani halkı için ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler diyen Fransa Kraliçesi) giyotinle idam edilmesi... Sisi'nin bir suikast sonucu ölmesi...  Orhan Pamuk İstanbul’un gizemini anlatıyordu...  Viyana ise kendi karanlık geçmişini… Hanedanın yaşadığı görkemli salonları geziyordum… O ne ihtişam. Ne şaşaa!  Kara Kitap’ta Galip’in peşini bırakmayan gölge gibi sanki Sisi’nin gölgesi de peşimi bırakmıyor gibi geliyordu bana… Viyanalılar her şeye Sisi’yi resmetmişler. Her yerde karşıma çıkıyordu.

Viyana’da kitapçılar muhteşemdi. Kahve kokusu kadar kitap kokusunu da çok seviyorum.. Orhan Pamuk’un Almanca’ya çevrilmiş kitaplarını kokluyorum fırından yeni çıkmış memleketim ekmekleri gibi… İndirime girmiş 1960, 1970 1980,1990 yıllarını anlatan İngilizce dört kitap alıyorum nasıl taşıyacağımı düşünmeden gene..  Kendi kendime “Daha iyisin " diyorum. Uçaktan son kez şehre bakıyorum.

Hoşça kal Viyana ! Efkârlı günlerimin gizemli şehri…