22 Temmuz 2013 Pazartesi

Uykunun Yanağından Koca Bir Makas Alma Aşkına Bu Yazıya Giriştim.


Bak ne anlatacağım? Az önce tam yatmıştım tamam mı? Kendi çarşafım, kendi yorganım, yani tanıdığım kendi eşyalarımın arasına usulca yerleşmiştim... Başım yastığımın  o tanıdık yumuşaklığını bulmuştu. Efendime söyleyeyim, tam gözlerimi yumdum, uyuyacaktım ki… Aklıma birden makas gelmesin mi? Hoppala... Niye peki? İnan bilmiyorum.  Hayal Kahvem'e makas hakkında hiç yazı yazmadım mı yoksa? Eyvah! Yazmadım galiba... Hayal Kahvem'e makasla ilgili hiç yazı yazmadım diye, makasın hatırı kalmış olabilir mi üzerimde? Hayal Kahvem'e yazdığım yüzlerce yazı arasında, bir tane bile makasla ilgili yazı yazmayınca, makasın üzerimde fena halde hatırı kaldı da, belki uykumu bölük pörçük etmek istedi iyi mi? Of... Ne ayıp yapmışım!.. Makas haklı vallahi... 

Ben var ya, eşyaların ruhu olduğuna inananlardanım… Yani diyeceğim odur ki, eşyaların da kalbi kırılabilir, aynı insanlar gibi... Ne yapayım?  Uyuyamayınca, hemen başucumdaki defterimi elime aldım tabii... Makas hakkında bir şeyler yazmaya karar verdim. Hımm... Makas hakkında yazacağım yazmasına da… Makas hakkında ne biliyorum ki? Ayrıca bu gece yarısında, uyku mahmurluğunda, ne anlatacağım makas hakkında? Of! Ne fena huylarım var benim! Ayrıca, sen yabancı değilsin ama... Yani sözüm meclisten dışarıya... Makas hakkında bir yazı yazsam şimdi, bu yazıma denk gelse birileri,  gülerler bana vallahi...  Of!.. Çare yok! Uydurmalıyım bir şeyler... Artık aklıma ne gelirse... Yazmalıyım… Yoksa uyuyamam! Sabaha kadar yatakta döner dururum inan ki!..

 
Hımm... Desem sözgelimi, geçmişi görmüş, şimdiyi yaşamış, geleceği bilir eski insanlar anlatırlar ki, makasın tarihi 2.500 yıl önceye dayanır. Hey!.. Şahane bir cümle olmadı mı bu şimdi? Bu bilgi doğru mu? Ne bileyim? Hımm...  Kim itiraz edecek peki? Hiç kimse. Yanlış olduğunu iddia eden varsa, doğrusunu ispatlamalı bir kere… Eee! İspatlamayacağına göre… O zaman ya şimdi konuşsun ya da ebediyen sussun! Böyle! Tamam, iyi yoldayım… Aynen devam etmeli.. 
 
Şimdi diyebilirim ki, muhtelif makas çeşitleri vardır. İsim alırlar işlevlerine göre.. Tırnak makası, kağıt makası, terzi makası, bahçe makası, mum makası, doktor makası, oya makası, … Ya tren yollarındaki makaslar peki? Hani makas değişimi olmazsa tren yolunda, trenler tüm cephelerden birbirlerine bindirirler ya… Harika.. Yazıyorken, böyle devam etmeli. Mesela demeli ki, iyi makas hafif olmalı. Ağırtmamalı eli. Daha ne demeli? Yooo… Makas için bu kadar söz yetmeli… Şimdi anne sözü dinler gibi masum, tıpış tıpış yatmaya gitmeli. Uykunun yanağından koca bir makas almalı… Rüyalar alemine dalmalı… Sansür mü? Yoo! Sansür makası mı? Rüyalarıma  mı? Yok artık, daha neler!.. Aaa! Yoooo.... Pes vallahi... Niye ki!!!!!
 
2011
 

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Ölümlü Dünya Ölümlü İnsan...


Kimi insanların hayatları kağıda dökülse, roman olmaz mı sence? Bak şimdi... 1819'lu yıllarda, New York'ta olduğumuzu farzet... Günümüzden neredeyse 200 yıl önce... Zengin ve soylu bir ailenin çocuğu doğuyor. Adı Herman Melville. Anlatıldığına göre, çocuk 12 yaşına geldiğinde, fazlasıyla borçlanan babası çıldırarak ölüyor. Çocuk küçük yaşta çalışmak zorunda kalıyor. Onsekiz yaşına geldiğinde Liverpool'e giden bir gemiye biniyor. Gençliğinin en güzel günleri, kabuslar içinde denizlerde geçiyor. 

Yirmi iki yaşında Güney Denizleri'nde balina avına çıkıyor. Zorlu koşullara dayanamıyor, bir kaç arkadaşı ile bir süre Typee yerlileri arasında yaşıyor. Adaya gelen Avustralya gemisi ile tekrar denizciliğe dönüyor. Hayatı hep sorunlarla geçiyor. Katıldığı bir isyandan sonra hüküm giyiyor. Bir süre Tahiti civarındaki yerliler arasında yaşıyor. Otuzlu yaşlarına geldiğinde Boston'a dönüyor. Artık denizden vazgeçiyor ve yazmaya

19 Temmuz 2013 Cuma

Ömrümün Çok Narin Ve Çok Nadide Zamanlarından Biri.



Geçen perşembe günüydü. Ramazan ayındayız ya oruçluydum tabii...  Yolum gene  İstanbul'a düşmüştü. Köprü üstünden Karaköy'e, fiyakalı görüntü verdiğimi sanarak salına salına  yürüyordum. Hele sevdiğim şehri soluyordum ya... Sorma... Anlatamayacağım kadar heyecan duyuyordum. Sirkeci'deki müşterimin yeni işyerinin risk analizini yapmıştım. Şimdi işyeri hakkındaki görüşlerimi, fotoğraflarıyla birlikte acilen çalıştığım sigorta şirketine göndermeyi amaçlıyordum. Peki nerede yapacaktım? 



 İşte tam o anda, keşke Zagor maceralarındaki postacı  Drunky Duck yanımda olaydı diye düşündüm. Elimdeki bilgileri Drucky Duck'ın tuhaf posta taşıma  yöntemleriyle gönderseydim fena mı olurdu yani? Drucky Duck'ı karşılarında görecek olan sigorta şirketindekilerin hali gözümün önünde canlandı.  Hayalime güldüm. Elbette bir Zagor macerası içinde değildim.  Gene de  Zagor aklıma geldi ya ne yalan söyleyeyim yüreğim pırpırlandı, kocaman bir sevinç hissettim. Aklıma  yakındaki İstanbul Modern'in kütüphanesi geldi. Üstelik iftar saati yaklaşmak üzereydi. İstanbul Modern'in kütüphanedeki bilgisayardan bilgileri sigorta şirketine gönderebilir, akabinde ve detayında müzenin lokantasında tarihi yarımadayı  seyrederek orucumu açabilirdim. İşte bunu hayal ettim ya, fikrimin ince gülünü pek bi beğendim. Muzipçe içime gülümsedim. Ahhh... inan becerebilsem kendimi alnımdan öpecektim. 



Müzenin kapısından girdiğim anda, kalakaldım. Hey! Bu bir kamera şakası mıydı yoksa? Cama burnunu yapıştırmış çocukluğum gibi, müzenin girişindeki afişe hayretle bakakaldım. Afişin üst köşesinde "Açık Hava Sineması Fantastik Türkler" diye yazıyordu.  Acaba bugün kime hayrım dokunmuştu ki? Çünkü o akşam gösterilecek film, yıllardır seyretmek istediğim 1971 yapımı, Levent Çakır'ın  canlandırdığı,  o meşhur siyah beyaz kült film Zagor Kara Bela'ydı. Üstelik aynen çocukluğumdaki gibi açık havada seyredecektim. Sülalemin bütün bıyıklıları aşkına ve de Karamba Karambita! Söyler misin bu olan biten feleğin kıyağı değil de neydi bana?!!!  Keşke görseydin beni... Az daha sevinçten  ölecektim. 





Kütüphanede işimi hemencik  bitirdim. İftar saati gelmişti. Koşar adım lokantaya geçtim.  Tek kişilik masaya kuruldum. Ezan okunana kadar, büyüleyici  tarihi İstanbul siluetini seyrederek göz zikri yapmaya giriştim. Ruhuna rahmet... Ahmet Hamdi Tanpınar aklıma geldi.  Şiiri resmen damarlarımda gezinmekteydi. Çünkü o anda... Ne içindeydim zamanın... Ne de büsbütün dışında...  Güneş usulcacık kayarak  dağların ardına çekilmişti.  Mübarek ramazan gecesinin huzuru içinde kadim İstanbul silueti sanki tüy gibi hafifletmişti beni.  Tartsalar... Rüzgarda uçan tüy bile benim kadar hafif çıkmazdı yani, öyle söyleyeyim... Kökü bende bir sarmaşık olmuştu dünya, sezmekteydim.  Nasıl anlatsam? Aynı şiirdeki gibi... Mavi... Masmavi bir ışık ortasında yüzmekteydim. İşte o anda... Uzanıp denizin orta yerinden bir taşa... Gözümün yaşını yüzdürdüm karşı kıyıya doğru.  Bi lodos lazımdı o anda bana, bi kürek, bi kayık... Zulada bir kaç şişe yakut... Yer gök kırmızı... O üstüme düşen sabah yıldızı mıydı yoksa?  Bilemedim. Ne şahane bir geceydi Allahım.  Çok teşekkür  ederim.



 Evet... Aynı çocukluğumdaki gibi... Açık hava sinemasındaydım şimdi. Kendi kendime çok narin, çok nadide bir zamana daldım. Ilık battaniyenin içinde yuvarlanır gibi, Zagor Kara Bela'yı tüm hevesimle seyretmeye başladım.