13 Nisan 2010 Salı

Bu Öykü Dünyanın Gidişatını Değiştirmeyecek Mi?

Bugün Tersninja'da "İşte hırsızlığın vesikası! Hırsız da pek tanıdık: Hürriyet Gazetesi..." başlıklı bir haber vardı. Landlord'un daha önce Tersninja'da yazarak tanıttığı bir kitabı, bu hafta Hürriyet Keyif eki Landlord'un yazılarından alıntılayarak tanıtımını yapmış. Fakat cümlelerin asıl sahibinin adını vereceğine, kendi yazılarıymış gibi yayınmamışlar. Feci bir durum tabii... Emeğe büyük bir saygısızlık.

Landlord'un başına gelen bu haksızlığı duyunca aklıma bir öykü geldi. Biliyorsundur belki. Bak şimdi... Anlatacağım öykünün kahramanı da bir yazardır. Peki yazar kime denir? Öyküdeki yazara göre; geçimini yazı yazarak kazananlara yazar denir. Söylediği doğru değil midir? Tabi ki doğrudur. İyi de geçimini kazanmak için yazı yazmak ne demektir ki? Yani aynı geçimini kazanmak için berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek ya da araba kullanmak gibi bir şey demektir. Yazarımız meşhur olup, televizyon programlarına çıkmak gibi bir niyetle yazarlığa başlamamıştır. Çünkü yazarlığa başladığında memlekette televizyon yoktur. Fakat otuzsekiz yıllık yazarlık hayatında aşağı yukarı 35464789983736353637387362782 (öyküde boşuna okumayın der) kelime yazı yazarak resmen bir rekor kırmıştır. Tuhaf bir durum vardır. Bu kadar yazı yazmıştır yazmasına ama yazılarının bedeli olan paranın %1’ini ancak kazanmıştır. %99 kazık yemiştir. Acaba yazar neden bu kadar çok sömürülmüştür? Önce bu işte Amerika veya Rusya’nın parmağının olabileceğinden şüphelenir. Fakat koskoca süper güçler bir yazarı sömürmek için zahmete girerler mi? Üstelik eğer durum böyleyse yazılarını alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı diye suçlaması hatta bu ajanlardan daha gaddar olduklarını ispatlaması gerekebilir. İyi de kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez ki! Sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı bile vardır der yazar. Oysa bizim yazarımızı sömüren kişiler daha vicdansızdırlar. Bu kişilerin içinde yazarın eserlerinin altına kendi imzalarını atacak kadar laubali olanlar, parasını vermek için alacağı paranın yirmi katı yol parası vermesine neden olanlar, yazdığı yazılardan pasajlar araklayıp sahnede oynayanlar vardır. Bunlar az şeyler midir?

Öyküdeki yazar, kendisini sömürenlere, yani iyi niyetini, kafasının ürünlerini saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üç kağıda getirenlere çok gıcık olduğunu söyler. Niye hep kendisine kazık atılmıştır ki? Mesela sabahlara kadar senaryolar yazmıştır. Gözleri kan çanağına dönmüştür. Paralarının ondabirini alamamıştır. Kendisine para yerine bono ya da elbiselik kumaş vermişlerdir. Resmen birileri kafasının içindeki ürünleri çalıp paraya çevirmeye çalışmıştır. Haklı olarak kendisini dolandıran herkese sinir olmaktadır. Tam bu düşüncelerle yolda yürürken, Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabela görür. Randevusu olmamasına rağmen birden muayenehaneye girer. Hemşireye muayene olmak istediğini söyler. Adını söylediğinde hemşirenin "Siz o meşhur yazar mısınız?" demesini bekler. Hemşire Yazar'ın beklediği kadar entellektüel çıkmaz. Yazar'ı tanımaz. Başka hasta yoktur zaten. Doktorun yanına girer. Durumu hiç iyi değildir. Bir yerlere oturamaz. Doktor neler hissettiğini sorunca, cevap olarak söze aslında yazar olduğunu söyleyerek başlar. Bunun üzerine doktor vizitesinin 1000 lira olduğunu söyler. Neden acaba doktor, yazar olduğunu duyunca vizitesini hemen söylemek ihtiyacını hissetmiştir?

Doktora, kafasını taktığı ve merak ettiklerini tek tek söyler. Mesela mesleği yazarlıktır ya, bizim memlekette bu meslek özellikli bir meslek midir, değil midir? Kafa ürünü bir ürün değil midir? Üründür. Öyleyse neden kafa ürünü bizim memlekette para etmemektedir? Tüm kitaplar, gazeteler, dergiler, tiyatro, film senaryoları kafa ürünleri ile yazılmamakta mıdır? Yazılmaktadır tabii ki. O zaman nasıl para etmez? İşte bunları düşünmek kendisine iyi gelmemektedir. Doktor, Yazar’ın anlattıklarına bir anlam veremez. Anlatılanlarla herhangi bir hastalığa ilgi kuramaz. Eğer yazarsa, yıllardır yazmışsa, parasını alamamışsa gidip almasını söyler. Yazarımız halen durumunu açıklamaya devam etmektedir. Mesela gece gündüz çalışıp kafa patlattığı bir oyun ve skeç yazmıştır. Birileri bunları araklamıştır ve beş kuruş da para vermemişlerdir. Bu ne vicdansızlıktır. Doktor hiç empati kuramaz Yazar’ımızla. Bu anlattıklarının bir hastalıkla ilgisi olmadığını, üstelik hayatında bir kez tiyatroya gittiğini söyleyince, Yazar doktorun hangi tiyatroya gittiğini nasılsa tahmin eder: Cimri! Doktor şaşırır tabii.. Yazarın beyni sömürülmüştür. Bunun huzursuzluğunu çekmektedir. Doktor anlamaz derdini. Her defasında doktor, Yazar'a nasıl hissettiğini sorunca, kendisini çamaşır mandalı gibi hissettiğini söyler sonunda. Doktor cevaben kendisini çamasır sepetine atmasını söyler. Yazar o kadar sinir olur ki doktora bırak ruh doktoru olmayı su motoru bile olamayacağını söyleyerek odadan çıkar gider.
Sonunda kaldığı otel odasına gider. Daktilosunun başına oturur. Sakinleşmiştir. Yazar’a kazık atanlar olmuştur. Fakat şimdi bununla uğraşacak hali yoktur. Başını kaldırarak düşünür. Gözünün önünden film sahneleri ve tiyatro galaları geçer. Kendisine ödenmeyen bonolar da şeref çiçekleri gibi havada uçarlar. Tam o sırada kiralık bir katil tetiğe basıp Yazar’ı vuracakken, burnu kaşınır ve attığını vuramaz. Yazar gene yazacaktır. Yazılarını çalacaklar gene yazacaktır. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiği için yazacaktır. … Oh be!... Aklına gelen bir yazının başlığını atmak için tuşlara vurur.
Bu öykünün ilk paragrafını yazımın sonuna sakladım. Şu cümleler ilk paragrafın tıpatıp aynısıdır: " Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır. Bu gerçekler belki de dünyanın gidişatını değiştirmeyecektir, ama, bu satırların yazarı olan benim, Suavi Süalp'in, Türkiye'nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir. Tabii kitap alınıp okunursa.."

Büyük usta Suavi Süalp'in "Gene İyi Dayandık" adlı oldukça hüzünlü öyküsünün bir bölümünü yazarın cümlelerine sadık kalarak yazmaya çalıştım. Geçimini yazarak ve çizerek kazanan, hakkı yenen bütün yazarlara ve çizerlere ithaf edilesi bir öyküdür. Suavi Süalp'in belki 40 sene önce yazdığı yazının halen güncelliğini koruduğunu, emeğe saygısızlığın devam ettiğini görmek ne kadar hazin ve düşündürücü!

7 yorum:

  1. Böyle bizim memleketete işler kardeş:) insana saygı var mı, emeğe olsun:)

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yazı olmuş...
    Kalemine sağlık...

    YanıtlaSil
  3. @Hülya.. Haklısın ne yazık ki!

    @Aşkın... Ben teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  4. A.Atalay'da bir kitabında bu hikayeden bahsetmişti sanırım. Aklımda öyle kalmış. Selamlar...

    YanıtlaSil
  5. Selam Tomurcukcan.. Haklısınız... Hangi kitabındaydı diye şimdi benim kitaplıktaki kitapları taradım.. İki Atilla Atalay kitabı geldi elime. İnanamıyorum.. En son gene sizin sebebinizle tüm kitaplarını yan yana getirmiştim. Şimdi Kalbin Böcüü ve Menekşe İstasyonu'nu buldum. Allahım.. Nerde Sıdıka.. Ağlama Dolabı.. Ya Yalnızlık Aletleri... Nerdeler? Hepsini rahat bulayım diye bir araya toplamıştım.. Yoklar?? Ağlamak istiyorum yeminle. Ben evde Kişi Başına Bir Yalnız olmadan, hele Ebekulak olmadan duramam ki.. Mümkün değil. Altını üstüne getirsem bulacağım. Öyle dağınık biriyim ki..Hemen. Of, hep böyle yapıyorsunuz Tomrukcan. Bana Atilla Atalay'ın kitaplarını hatırlatıyorsunuz. Sonra okuyorum. Gülmem lazım öyle değil mi? Gülmece yazarı değil mi? Öyle biliniyor. İyi de ben onun öykülerini okuyunca neden bu kez Öykü Çarpması oluyorum..
    Evet, resmen çarpıyor Atilla Atalay'ın öyküleri beni. Şimdi yani Şiir Çarmasından sonra Öykü Çarpması mı yazacağım bloğa.. Yok artık mümkün değil dayanamam. Ama Ebekulak zamanım geldi. Hemen Ebekulağı tekrar koyacağım bloğa ve okuyacağım doya doya. Ben böyle sürekli Atilla Atalay öyküleri yazıyorum ya hele Ebekulak'ı var ya resmen zimmetime geçirmişim gibi hissediyorum:) İzin almadan yapınca ayıp oluyor mudur ki Atilla Atalay'a..Hımm.. Olmuyordur inşallah. Eyvahh..

    YanıtlaSil
  6. Yazdığınız yorum da, en az diğer yazılarınız kadar güzel :)) ellerinize sağlık..

    PS : ehehehe, bir düzeltme yapmama izin verin :)) takma adım "tomrukcan" yani bildiğiniz tomruk'tan tomrukcan :)) yıllar önce beslediğim tavşanımın adı olup, kendisinin evden kaçması suretiyle, isim değiştirerek pilav üstü "yahnican" veya kısaca "pilavcan" olduğuna dair şüphelerim var...

    YanıtlaSil
  7. Hımm.. Tomrukcan'ı Tomurcukcan mı yapmışım:) Afedersiniz! İlgi dağınıklığım vardır. Yapmışımdır.

    Tavşan, pilavcan olmuş mudur sahiden? Fena.. Belki de kendisi istediği birini gözüne kestirmiştir de onun yemeğine katık olmuştur ne dersiniz? Hımm.. Bu şimdi benim aklıma Sait Faik'in bir öyküsünü getirdi. Sinağrit Baba adlı öyküsü. Bilir misiniz bilmem? Hani zaten bir gün ağa düşecektir bilir de, hazır pulları pırıl pırılken kendini yakalayacak balıkçıyı kendisi seçmek ister. Kendisini yakalayan balıkçının her hangi biri değil dürüst,cömert, gururlu biri olmasını ister.Tek tek koklar oltaları ve hislerine göre birini seçer. Yakalandıktan sonra kendini yakalayan balıkçı ile göz göze gelirler. İnanamaz.Bu adam düşündüğü gibidir ama bizim farkedemediğimiz bir şey görür bu adamda.. Bu adam hayatta hiç sınanmamıştır, hiç insanlık sınavından geçmemiştir ki. İnsanın iyi niyete sahip olması yeterli değildir ki. Bunu göstermesi, toplum için sorumluluk alması gerekir... Denenmemiş birinin ne yapacağını nerden bilebilir:) Eyvah! Pişman olur Sinağrit baba. Kendini sandalda ordan oraya atar. Çırpınır.Çırpınır. Olan olmuştur. Ağa düşmüştür bir kere. Geçmiş ola. Sinağrit baba, ızgaracan veya tavacan olmuş mudur acaba?
    Hoppala... Nerden geldim ben şimdi buralara:))
    İlgimi çok mu dağıttım acaba:)

    YanıtlaSil