9 Nisan 2011 Cumartesi

Ben İstanbul Film Festivaline Arkamı Dönmeden Önce...


"O akşam birden şair oldum." der ya Mayakovski... Yoo... Akşam değildi. Beyoğlu'na vardığımda ilkbahar sabahının erken saatleriydi. O sabah birden şair oldum sanki. Herkese alelade gelebilecek her görüntü,  bana göre anlatılamayacak kadar büyüleyiciydi çünkü. Gene bir rüya içindeydim. Veya herşey bir illüzyondan ibaretti. Hiç hissetmediğim kadar iyi hissediyordum kendimi. Biliyordum aslında nedenini. Yapmıştım gene yapmamam gereken şeyi. Caddenin köşesindeki çingene kızdan bir dal şebboy istemiştim. Şebboyu elime aldığımda, gözlerimi kapatıp kokusunu derin derin içime çekmiştim. Hemencecik başım dönüvermişti. Gene hayal alemimin içine girmeyi anında becerivermiştim. Çiçekçi kız hissetti vaziyetimi. Ağzını yaya yaya sevgiyle gülümsedi. Elimi çantama attığımı görünce, "Vermeyesin para, o dalcık benden olsun." dedi.  Doğum günüm olduğunu anlamış mıydı ki?  Bu kez ben sevgiyle baktım ona. "Siftah yaptınız mı?" diye sordum. "Yapmadım." dedi. "O zaman siftah paranız benden olsun. Alın bunu. Bereketli bir gününüz olsun." dedim. İtiraz etmedi. Verdiğim parayı cebine koyuverdi. Ona ansızın sarılmak istedim biliyor musun? Tutamadım kendimi. Çiçeklerin üzerinden uzattım gövdemi. Kollarımı açtım. Kucakladım onu. Beklemediği bir davranıştı tabii. Önce kastı kendini. Ardından koca elleriyle bana sarılıverdi. Geri çekerken gövdemi, usulca kulağına dedim ki, "Hep senin yerinde olmak isterdim." Hayretle kocaman açtı çakır gözlerini. "Benim mi?" dedi. Güldüm. "Evet, senin. Çok kıskanıyorum seni. Çünkü hayalimdeki işi yapıyorsun." dedim. Cevap vermeden öylece baktı gözlerime.  Film başlamak üzereydi. Yürümeye başladım. "Gene beklerim ablacım. Selametle..." diye ardımdan seslendi. Dönmedim. Kendi kendime gülümsedim. Sinemaya girdiğimde salon tıklım tıklım dolmuştu. Koltuğumu bulup oturdum. Bir an kendimi sinemada değil de bir lunaparkta farzettim biliyor musun? Aklıma Aşkın Güngör'ün dizeleri geldi. Der ya hani, "Coştu kalbimde şiir ve kocaman bir lunapark büyüdü yerinde. 'Anne, lunapark mı İstanbul? Kalbim mi lunapark? İstanbul mu kalbimde? " İşte böyle bir yürekle başladım 30. İstanbul Film Festivali'ndeki  filmleri seyretmeye...



1- BAZILARI SICAK SEVER:
1959 yapımı siyah beyaz bir film.  Dünya sinemasının üç büyük efsanesi Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon'un başrollerini paylaştıkları, Billy Wilder tarafından çekilen  bu film  Amerikan Film Endüstrisi tarafından tüm zamanların en iyi komedi filmi seçilmiş. Ayrıca "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına kabul edilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiş. Aslında film renkli çekilecekmiş. Ancak Tony Curtis ve Jack Lemmon'un filmde genelde kadın kılığında görünmeleri gerektiği için, deneme çekimlerinde ağır makyajın sorunlu görüntü verdiği farkedilmiş. Filmin siyah beyaz olmasına karar verilmiş. İki müzisyen arkadaş Joe (Curtis) ve Jerry (Lemmon), çeteler arası bir çatışmaya tanık olunca, katliamı yapanlardan kaçmak için kılık değiştirmeye karar veriyorlar.  Kadın kılığına girip tamamen kızlardan oluşan bir orkestrayla trenle seyahat etmeye başlıyorlar. İsimleri de Josephine ve Daphne olarak değiştiriyorlar. Orkestrada şarkı söyleyen "Sugar Kane"e (Monreo) ikisi de aşık oluyor. Kane ise öncelikle zengin birini bulmayı hayal ediyor. Filmi eğlenerek seyrettim. Üç efsaneyi beyaz perdede, festival ruhu içinde seyretmek iyi geldi ne yalan söyleyeyim. Çıkışta beli resmen iki büklüm, elinde bastonuyla bir dedeciğin salondan çıktığını gördüm. Sanırım gençliğinin ilahesiydi Marilyn Monroe... Belki son olarak tekrar seyretmek istedi. Okudum onu. O yaşlı adam  şöyle diyordu sanki... Ebru Gündeş'in şarkısı vardır ya hani... "Nasıl özlemiş kalbim böyle atmayı... Oysa yerini bile unuttu. Teşekkür ederim böyle baktığın için. Teşekkür ederim aklımda kaldığın için." Mucizeler hep ansızın gelmez mi?  Biliyorum gene abarttığımı düşünüyorsun. Yoo... İnan ki abartmıyorum. O yaşlı çınarın yüzündeki anlatılmaz mutluluğu görseydin, eminim, onun aklından geçenleri benim gibi sen de sezerdin. Hem sinema insana hayatı eşsiz hissettirmez mi? Hissettirir elbette. Gözlerimle gördüm. Artık iyice eminim.



2- KONUKSEVERLİK:
2010 yapımı bir Japon filmi.  Yönetmen Koji Fukada'nın ilk filmiymiş. Kendisinden oldukça genç ikinci eşi, boşanmış ablası ve küçük kızıyla birlikte işyerinin üst katında kendi halinde yaşamakta olan bir matbaacının, işyerini kurarken kendisine yardımcı olmuş eski bir tanıdığının oğlunun önce misafir gelişi, sonra eve ve işe iyice yerleşmesi, ardından karısı ile çeşitli milletlerden göçmenlerin eve gelmeleriyle hareketlenen bir film. Konukseverlik iyi bir şey midir? Hani Türk milleti konukseverdir denir. Japonlar daha konuk severler bence. Bu filmi seyredince iyice anladım.



3- HAYALİMDEKİ EV:
Yönetmen Pang Ho-Cheung'un 2010 yapımı bu filminde, küçük yaşından itibaren deniz gören bir eve sahip olmak isteyen Cheng Lai-sheung'un;  Hong Kong gibi bir şehirde, kıt maaşla, iki ayrı işte çalışsa da bunu başarması çok ama çok zor gerçekleşecek bir hayaldir. Sonunda sabrı taşar ve inanılmaz şiddet içeren bir durumun içinde kendini bulur. Acaba hayalindeki eve bu yöntemlerle sahip olabilecek midir? Kim bilir? Bunu sadece 30. İstanbul Festivalinde bu filmi seyredenler bileceklerdir. Ben biliyorum mesela. Hatta benim de küçüklüğümden beri İstanbul'da deniz manzaralı minicik evim olsa diye bir hayalim vardır. Bu gelirimle gerçekleştirmem mümkün değil. Acaba diyorum? Yoo... Acaba? Yooo... Bu şekilde ev sahibi olmayı aklımın ucundan bile geçirmemeliyim. Bir an... İçimdeki siyah kuğu... Anladın değil mi beni? Yooo... Tövbe!



4- MAVİ KADİFE:
1986 yapımı, David Lynch'in yazıp yönettiği bir gerilim filmi.  Başrollerinde Dennis Hopper, Isabella Rossellini, Kyle MacLachlan oynuyor. Film, adını aldığı Bobby Vinton'un Blue Velvet şarkısıyla başlıyor. Nasıl kadife gibi bir şarkı gerçekten. Nasıl romantik... Muhteşem. Seyirciyi hemen sarıp sarmalıyor. Derken... Bahçede bulunan kesik kulak görüntüsüyle film gerçek mecrasına doğru akmaya başlıyor. Dennis Hopper her zamanki gibi gene sadist rolünü ustaca başarmış. Yönetmen, müthiş öykü anlatıcılığıyla bu filmle En İyi Yönetmen Akademi Ödülüne hak kazanmış. Müthiş.

İstanbul Film Festivali'nin 30.  benim ise İstanbul Film Festivali seyircisi olmamın 3. yılı. Kısmetse, haftaya gene Beyoğlu'na gideceğim. Festival izleyicisi olmaya devam edeceğim.  Şimdilik Aşkın Güngör'ün şu dizeleriyle sözlerime son vermeye karar verdim: Ben bu şehre arkamı dönmeden önce, bayım, evleneceğime dair bir umut vardı annemin içinde.  'Anne, bak işte söylüyorum, boşuna uğraşmayın, kimseyle evlenemem, İstanbul'la nişanlıyım.' Bir festival günlüğü böyleyken böyle işte.

4 yorum:

  1. ne kadar güzel anlatmışın, o duyguları ben de yaşadım sanki.ben de senin yerinde olmak isterdim o gün.gönlünce kocaman bir gün yaşayan bir kadın...

    YanıtlaSil
  2. Vildan,

    Coşkuyu ne kadar güzel dile getirmişisin, böyle bir anı yansıtan yazıların bir başka oluyor, hikaye tadını alıyorum, çingene kızının yüzündeki ifadeyi yaşadım sarıldığında, sevgiler...

    YanıtlaSil
  3. Buket, ne hoş sözler yazmışsın. Kendini kedine kilitleyerek, o sinema senin bu sinema benim dolanmak güzel gerçekten. Siz de yaparsınız günü geldiğinde... Merak etmeyin e mi:)

    YanıtlaSil
  4. Selam Nessuno, bende seviyorum böyle yazmayı biliyor musunuz:) Teşekkürler.

    YanıtlaSil