boğaziçi üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
boğaziçi üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık 2017 Pazartesi

Gitmek Mi Kalmak Mı?


Boğaziçi Üniversitesi ve Psikeist'in işbirliğiyle düzenlemiş oldukları,  Gitmek mi Kalmak mı? Psikanaliz ve Göç adlı  iki günlük uluslararası sempozyum programına tüm merakımla katılmıştım. Göç meselesi uzun zamandır zihnimi meşgul ediyordu. Göçle ilgili okumalar yapıyor, filmler seyrediyordum. Aşağıda  bazılarını listelediğim sempozyumun  başlıkları o kadar ilgimi çekmişti ki, gitmemezlik edememiştim. 

- Yurt dışına çalışmaya giden ebeveyn ve arkada bırakılan evladı birbirine bağlayan tekinsiz hasret...
- Göçte kültürün ve dilin kaybı üzerine psikanalitik düşünceler
- Bir zorunlu göç olarak "ruhsal inziva"
- Coğrafi olarak yerinden olma travması: Anlamak ve iyileştirmek
- Kalmak ya da terk etmek, işte bütün mesele bu...
- Mültecilerin insan yerine konulmaması: Sürgündekilerin çilesi
- Koltuktan divana... Divandan skype'a..
- Göç eden kadın: Yeni kimliğe doğru bir yolculuk
- Göçe sosyolojik yaklaşımlar: Türkiye örneği
- Gitmeden önce gitmek üzerine düşünmek mümkün müydü?
- Göç ve travmanın psikanalitik odadaki izleri
- Freud yapıtı güncel travmalara yönelik bize ne öneriyor?
- Ana İlahe'nin göçü
- Kendinden sürgün
- Ölüm kapıdayken düşünmek

Sempozyumun ilk günüydü. İlk günün ikinci kahve molasındaydık. İnsanlar guruplar halinde  muhabbet edip  kahvelerini içiyorlardı.  Çoğu meslektaştı ve birbirlerini tanıyorlardı. Konuşmacılardan biriyle yan yana düştük. Kendisi değerli bir hoca ve terapistti.  Göz göze geldik. Selamlaştık. 
- Psikiyatrist misiniz? diye sordu.
- Yoo. Değilim, dedim.
- Psikolog musunuz yoksa?
Cevap vermedim. Başımı sallayarak hayır dedim ve usulca yanından uzaklaştım. Acaba niye sigortacıyım, diyemedim. Birdenbire oraya ait değilmişim korkusu yüreğime yerleşti. Sanki herkes bana bakıyor,. sanki herkes benim onlardan biri olmadığımı düşünüyordu. Toplum içinde kendini  "öteki" gibi hissetmek ne fena bir histi.  Anadilimi konuşan insanlarla bir arada olmama rağmen tuhaf bir tedirginlik ve utanç içindeydim. Suçluluk, yabancılık, hatta sürgün hissi duymaya başlamıştım. Travmaya dönüşmeden  sempozyumdan çekip gitmeli miydim? 

Bir el omuzuma dokundu. Döndüm.  Az önce konuştuğum hocaydı... Gülümsedi.
- Kahve molası bitti. Şimdi benim sunumum var. Yoksa dinlemeyecek misiniz  beni, dedi.
Kendime geldim. Gülümsedim. 
-  Hocam, muhabbetimiz yarım kaldı kusuruma bakmayın. Mesleğimi sormuştunuz ya hani... Sigortacıyım. Sizi tüm merakımla dinleyeceğim, dedim.
- Hahha! Harikasınız! Ne iyi yapmışsınız, gelmişsiniz, dedi.
Birlikte merdivenlere doğru koştuk.  O sahnede yerini alırken, ben  salondaki kalabalığın arasına daldım. 

21 Ocak 2017 Cumartesi

Bu Hafta Neler Yaptım?

Yıllardır dizilere yüz vermiyordum. Artık acısını çıkarıyorum. Her seyrettiğim diziye bayıldım. Hele bilim kurgu olanları çok seviyorum. Travelers' a yeni başladım.  Du bakalım...



Boncukcu dükkanlarının varlığını yeni keşfetmiş bulunmaktayım. Ve şaşkınım. Dükkanın tüm duvarları çekmeceler içinde, rengarenk envai çeşit  boncuklarla doluydu. Nasıl büyüleyiciydi anlatamam.  Bir süre en şaşkın halimle baktım,baktım, baktım. Sonra  gene yaptım yapacağımı... Aklımın içinde gezinen en abes soruyu soruverdim. "İncik boncuk deniyor ya hani... Bunların hangileri incik hangileri boncuk?" deyiverdim. Kadıncağız durdu bir an... "Bilmem ki, bütün bunlara incik boncuk deniyor," dedi. Dayanamadım  rengarenk incikler, boncuklar, keçeler, ipler alıverdim. Ve kendi kendime keçe boncuk işine dalıverdim. 



Geçen hafta ilgiyle seyredip bitirdiğim dizilerden biri Olive Kitteridge'di.  Son aylarda Boğaziçi Üniversitesi'nin online İngilizce kursuna devam ediyorum. Çok iyi oldu. İngilizcem iki ileri bir geri gidip geliyordu. Mobil yaşadığım için nerede olduğum belli değil. Her yerden derslere girebiliyorum ve belli zamanlarda  skype'da  muhabbet ediyoruz. Hocanın tavsiyesiyle İngilizce alt yazılı dizilere başladım. Ve... Abartmakta üstüme yoktur... Dizileri seyretmeyi feci abartıyorum.




İki haftadır alafranga yemeklere dadanmış bulunmaktayım. Yemeklerde baharat, sos kullanmayı seviyorum.  Buyrunuz,  bir İsveçli icadı olduğu söylenen  Cafe De Paris'i denedim. Ben yaptım diye söylemiyorum, lezzeti fevkaledenin fevkindeydi. Az daha parmaklarımı yiyordum. 




Son haftalarda, akşamları Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğretimi Sertifika Programı'na tüm merakımla devam ediyorum. Türk Dili Tarihi, Türk Edebiyatı Tarihi, Türk Kültürü, Türk dilini öğretirken kullanılacak metaryeller,  Avrupa dilleri öğretimi ortak çerçeve programı vs.. Haftaya üç gün staj yapacağım.  Dünyanın her yerinden gelen insanların nasıl Türkçe öğrendiklerine şahit olacağım. Ve bir gün  ben derse gireceğim. A1 öğrencilerine mi acaba? Daha belli değil.  Heey! Çok heyecanlıyım.


27 Ağustos 2013 Salı

Hayat Bir Yanıyla Güzeldir Canım, Sen De Güzelsin


Yukarıdaki fotoğraftaki güzel kaplumbağanın adı  Esra. O tam bir protest, tam bir seyyah. Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi üçüncü sınıfa geçmişti ki, kafası kızdı bir şeylere, tekrar üniversite sınavına girdi. Bu kez tam isabet! Ver elini Ankara... Ve çok istediği Ankara Üniversitesi  İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nü kazandı. Ailesi Kayseri'de yaşıyor. Dün akşam iş çıkışı beni aradı.  Okuldan kaydını sildirmek için İzmit'e gelmiş. İşleri tek günde bitmemiş. 

Buluştuk şehir merkezinde...  Veee... Elinden tuttuğum gibi bizim köye getirdim. Köyün  patika yolarında  dere tepe yürüdük. Geç saatlere kadar muhabbet ettik. Güzel bir oda hazırladım Esra'ya. Misafir ettim. Sabah şahane kahvaltı yaptık. Sonra marş marş üniversiteye gittik. Kocaeli Üniversitesi'yle ilişiğini kestirdik.  Otobüse bindiği gibi Kayseri'ye ailesinin yanına döndü. Eylül ortasında Ankara hayatı başlayacak. İnternetten edindiği, gene aynı üniversitenin biri lisans diğeri doktora öğrencisiyle birlikte aynı evi paylaşacak. İzmit'e gelmeden önce Kayseri'den Ankara'ya gitmiş. Ev arkadaşlarıyla buluşmuş, tanışmış, anlaşmış. Ev sorununu çözdüğü için sevinçliydi.


Sevgili Esra... Felek bizi ilk kez bir dans gösterisinde denk getirdi. Kocaeli Üniversitesi Dans Kulubü'nün Latin Dansları gösterisi vardı. Dans edenlerden biri görme engelliydi. Ve seyirciler arasında da görme engelli kızlar vardı. Bizim oturduğumuz masanın hemen yanında sahneye sırtlarını dönmüş oturuyorlardı. Ben yerimden kalktım. Yanlarına gittim.  Müziği işitiyorsunuz ne güzel. Pekiii... Salonu, ortamı, dans edenleri size anlatmamı ister misiniz? diye sordum.  Seviniriz, dediler.  Oturdum yanlarına... Anlatmaya başladım. Bünyemde abartma huyum var ya... Allaaah... Ben bir anlatıyorum ki... Renkleri, figürleri, komiklikleri, güzellikleri anlatıyorum da anlatıyorum. Sonra durdum. Bi dakka... Size renklerle anlatıyorum ya. Doğru mu yapıyorum? Sonra ilk kez görme engellilerle konuşuyorum. Zaten patavatsızın tekiyimdir. Pot kırıp canınızı sıkmayayım, dedim. Yooo. Devam et. İçinden geldiği gibi anlat. Hatta renkleri cümlelerinin içine iyice kat, dediler.  Eh, aldım sazı elime anlattıkça anlattım. 

Sonra... Bir görme engellinin  nasıl televizyon ya da film seyrettiğini merak ettim. Sesli betimleme denilen sinamada seslendirme tekniği olduğunu ilk kez o gün Esra'dan öğrendim. O günden sonra Esra ile pek çok kez sinemaya gittik. Kafa kafaya veriyorduk. Filmin konuşma olmayan bölümlerinde sahnede neler olup bittiğini sessizce Esra'ya anlatıyordum.  Ve o günden sonra Altı Nokta Körler Derneği ile ilişkiye geçtim. Şehirdeki sinemalarda iki kez görme engelliler için sesli betimlemeli film gösterisi yaptık. Eskiden bir tane bile görme engelli arkadaşım yoktu. Şimdi çook. Hayatımın ve yüreğimin taaa içindeler.


Esra, benim çok iyi arkadaşım, kardeşim. Antenleri bu kadar açık, bu kadar duyarlı insan zor bulunur. Doğduğundan beri iki gözü görmüyor. Hiç dert değil. Esra pek çok gören insandan daha fazla dünya ve memleket olaylarını takip eder. Esra, dünyadaki her türlü zalimliği, kötülüğü protesto eden anarşist ruhlu biridir. Üşenmez memleketin her yerindeki gösterilere gider. Yaşı benden elbette küçüktür. Fark etmez. Muhabbetiyle beni fena halde sallar silkeler.  Tam bir kadın hakları savunucusudur. Öyle böyle değil.  Veee.. Şahane gitar çalar. Hele İtalyanca şarkıları var ya...  O kadar güzel çalar söyler ki... Bayılırım yani öyle söyleyeyim. 

Ankara'da aynı evi paylaşacağı doktora öğrencisinin bir İtalyan olması hoşuma gitti. Silviya, Esra'nın İtalyanca şarkı söylemesinden kim bilir nasıl hoşnut kalacaktır diye düşünüyorum. Şimdi ben onu misafir ettim ya... Du bakalım... Ankara'ya  yerleşsin bi... İlla ziyaretini iade etmenin hayalini kuruyorum. Söz aldım. Nasıl bizim köyün patikalarını dolaştırdıysam, Esra da beni Ankara'da gezdirecek. Ve inanıyorum, gelecekte memleket için mühim işler becerecek.  Beni onunla denk getiren feleğe teşekkür ediyorum.  

Sana bir şey söyleyeyim mi? Esra iyi ki uğradı bana. Bak, kaç zamandır görme engelliler için kitap okuma seferberliği başlatma planım vardı. Boğaziçi Üniversitesi'nin sitesine girip, Gönüllü Okuyuculuk programını bilgisayarıma çoktan  indirmiştim. Yeminle mikrofon da satın almıştım. Bir türlü deneme kitap okuma seslendirmesi hazırlayıp, Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Ve Eğitim Laboratuvarı'na  gönderememiştim. Hemen kolumu sıvayıp başlarım artık. Çünkü Esra'nın bitmek bilmez enerjisi ve hayata direnişi gene kışkırttı beni. Sadece benim gönüllü okuyucu olmam yetmez. Bunu yapabilecek pek çok arkadaşım var. Onların da gönüllü okuyucu olmalarını arzu ediyorum. Du bakalım...  İyice niyetine girdim. Başlayacağım.

not- başlık, onur ünlü'nün hatırlat da haziran sonlarında çocukluğumu yakalım adlı şiirinin bir dizesi. (ah muhsin ünlü)


15 Ekim 2012 Pazartesi

Keşke - 4 - Meltem Gürle Keşke Sadece Deneme Yazmasa, Öykü De Yazsa.


Meltem Gürle'nin Birgün Gazetesi'ndeki köşe yazılarının tam bir müptelasıyım. Onunla tanışmıyorum. Sadece Boğaziçi Üniversitesi'nde hoca olduğunu biliyorum. Derslerine girmemiş Boğaziçili öğrencilere sadece üzülmekle kalmıyor, feci şekilde acıyorum. Çünkü ben var ya... Her yazısını okuduktan sonra, Meltem Gürle'yle aynı coğrafyada ve aynı zaman diliminde yaşadığım için kendimi çok mutlu hissediyorum.  Sonra diyorum ki kendi kendime: "Meltem Gürle sadece deneme yazmasa, öykü kitabı da olsa keşke."


"Hayat dediğimiz şey, zaten böyle bir ip cambazlığı değil midir? Biz de ipten ipe, halkadan halkaya kendimizi atıp dururuz. Bilincin ağırlığı sırtımızda. Herkes bir gün düşer tabii. Ama bazıları gökyüzüne asılmış o salıncağın üzerinde daha uzun kalır. Düşmemeye çalışmanın o korkunç “şimdi”sinde salınarak.  Tek tesellimiz şudur: Karşımızdaki cambaz sevdiğimiz biridir. Yıllardır yüzüne baktığımız, elini tuttuğumuz, acılar gibi sevinçleri de paylaştığımız biridir. Trapezin ipini bırakıp boşluğa doğru fırladığımızda, arkamızdan atılıp bizi havada yakalayacaktır. Elleri bileklerimizi kavrayacak ve bizi başka bir ipe başka bir halkaya taşıyacaktır.  Orada durup nefeslenelim diye. Şimdilik."




"Malatya’da komşularını yakmaya kalkanların yüreğinde cehennem korkusu var mıdır bilmem. Ama onlara Pir Sultan Abdal’ın bu sözlerini hatırlatmak isterim. 

Pir Sultan Abdal’ım sözlerim haktır
Hakk diyen kullardan hiç şüphem yoktur
Cehennemde ateş olmaz nar yoktur
Herkes ateşini bile götürür

Cehennem tam da böyle bir şeydir. Kötülükle beslenen bir ağız, kardeşlerin birbirine ihaneti ile büyüyen bir ateştir o. Ve burada hemen yanı başımızdadır."



"Hayatta ne çok şeyin biz fark etmeden kendiliğinden olup bittiğini düşündüm. Kimi felaketler gerçekleşmeden dağılıp yok olduğu gibi, bazı güzellikler de biz onları göremeden önümüzden geçip gidiyorlardı.

Senelerce yan sokakta oturup hiç tanışmadan yaşadığımız insanlar. Bunların arasında tanışsak belki çok seveceğimiz bazıları. Okulda aynı sıraları paylaşıp hiç yüz vermediklerimiz. Bir nedenle dikkatimizden kaçanlar. Belki de başka bir yöne baktığımız için görmediklerimiz.

Biz onları yakalayıp tutamadan yok olup giden olasılıklar. Hepsi küçücük detaylara gömülü. Çoğu kaçırılmış olan. Binilmemiş bir otobüste, girilememiş bir derste, gidilmemiş bir arkadaş toplantısında bizi uzun uzun beklemiş, sonra solup gitmiş fırsatlar.

Ya da dibimize kadar gelip bize dokunmadan geçmiş felaketler. Uzun sürmüş ama sonunda atlatılmış bir hastalık. Biz geçtikten hemen sonra düşen bir tuğla, çatıdan sarkan bir buz parçası ya da çürüyüp içi boşalmış bir ağaç dalı. Anlık kararlarda gizlenen kurtuluşlar. “O sabah işe gitmedim”ler, “bunların olacağını nereden bilebilirdim”ler, “aslında uçağı kaçırdığıma üzülmüştüm”ler...

Tesadüfler, tesadüfler, tesadüfler...