15 Haziran 2009 Pazartesi

Dülger Balığı İle Nasıl Tanıştım?

Dülger Balığı’nı hiç bilmezdim. Ne adını duymuştum ne cismini görmüştüm. Ne zaman ki Sait Faik’in Dülger Balığının Ölümü adlı öyküsünü okumuştum, içimdeki merak, birden karıncalanmaya başlayıvermişti! Nasıl merak etmem? Öncelikle acaba dülger kelimesi bir mana ifade eder miydi ki? Etmeliydi. Çünkü Sait Faik öyküsünün bir yerinde dülger balığından söz ederken, “ denizlerin görünüşü pek dehşetli; fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Bir çok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.” Der. Öğrenmiştim ki Türkçe’mizde, dülger kelimesi marangoz anlamına gelmekteydi. Peki şekli neye benzerdi ki?


Sait Faik hikayesine balıklara övgü sözcükleri ile başlar. Yazara göre, balıkların hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pullan kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değerdir. Kadınların takılarını eleştirir.” Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar? Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ve şeref kazanırdı.” Der. Ama ne yazık ki balık sırtının pırıltıları, öldüklerinde büzülmüş böceklere dönmektedirler. Bu nedenle balık pullarını mücevher yerine kullanmak,yazarın isteğini gerçekleştirmek mümkün değildi .

Sait Faik’in öyküsüne konu ettiği dülger balığı ise, diğer balıklardan farklıdır.Öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Hatta pulu da yoktur zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Yazara göre balıkların en çirkinidir. Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz hatta. Sait Faik’in öyküsünde dülger balığı için “vücudu kirlice, esmer renkte” dediğini söylemiş miydim?

Sonra dülger balığının geçmişini anlatır. Aslında dülger balığı vaktiyle korkunç bir deniz canavarıymış. "İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet saçarmış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır, atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş." İsa Peygamber bir gün deniz kenarında dolaşıken insanların korkup kaçıştıklarını görünce, ne olduğunu öğrenmek istemiş. Anlatmışlar dülger balığının yaptıklarını. İsa Peygamber, elini daldırmış denize, iki elinin baş parmakları arasında dülger balığının en irisinden birini denizden tutup çıkarmış. Eğilmiş kulağına bir şey söylemiş. Yazar der ki “O gün bugündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli; fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır.”


Şimdi bu öykünün adı Dülger Balığının Ölümü ya, esas konuya yani balığın ölümüne gelirsem eğer, okuması da anlatması da oldukça hazin bir mevzu… Dülger balığı oltaya tutulduğunda dünyasına, sulara küsermiş. Oltadan kurtulsa da suyun yüzüne yamyassı serilir ve insana mahzun mahzun bakar dururmuş. Sandala aldığınız zaman ise dakikalarca, ta ki ölene kadar, feryada benzer bir ses çıkarırmış. Bundan sonrası daha da hüzünlü… Sait Faik bir keresinde bir balıkçı kahvesinin önünde, akasya dalına asılı bir dülger balığı görür. Rengi denizden çıktığı gibidir. Titremektedir. Sanki bu görünmez iç rüzgarın oyunudur. Sanki dülger balığının ruhu incecik zarlarından dans ederek çıkıp gitmektedir. Balığın ölmek üzere olduğu bilindiği halde, bu durum seyredenin içini zevkle, saadetle doldurmaktadır. Ancak balık ölmektedir. Belki de acı çekmektedir. Yada balık belki kendini halen derin sularda hissetmektedir. Kimbilebilir? Ancak yazar birdenbire dehşetle balığın tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, beyaz kesilmeye başladığını fark eder. Şimdi dülger balığının yüreğini dolduran duygu anlaşılır. Bu hepimizin bildiği bir korkudur: Ölüm korkusu.”

Dülger balığı artık her şeyi anlamıştır. Denizler bitmiştir... Sudaki keyifler bitmiştir... Her şey bitmiştir... Ölümü okadar uzun sürmektedir ki belki de atmosfere alışmak, insan olmak istemektedir. Sanki biraz daha dişini sıksa alışması mümkünmüş gibi gelir Sait Faik’e. Yazar esas vuruşa öykünün sonunda geçer elbet… Bir alıştırsak bizim dünyamıza bayram yapacağımızdan sözeder. İnsanoğlunun görünüşü çirkin, korkunç ama aslında küser huylu, sakin, hassas,iyi yürekli,korkak bakışlı birini eline geçirdiğinde onu üzmek için her şeyi yapabileceğinden söz eder. İnsanlar onu şaşırtıp, şair, küskün, anlaşılmayan biri yapmayı becerebilirler. Canından bezdirebilirler, içindeki güzel olan her şeyi öldürebilirler. Rivayet budur ki dülger balığının gövdesindeki iki nokta şeklindeki siyahlık, İsa peygamber’in balığı tuttuğu yerlerin parmak izidir. İnsanlar bu izi silmeyi becerecek ve öykü şu sözlerle son bulacaktır: "Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar hâline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız."

İnsan sevgisiyle dolu olan Sait Faik, kendisi gibi çıkıntıları olan, diğerlerinden farklı ama hassas, duygusal insanların, toplum tarafından nasıl hakir görüldüğünü mü anlatmaktadır?Muhtemelen kendisi ile dülger balığını özdeşleştirmektedir. Anlattığı aslında kendisidir. İsa Peygamber'in canavar balığı, zararsız hale getirme formülü olsa olsa balığın kulağına sevgi kelimesini söylemesi olmalıdır.Çünkü Sait Faik "herşey bir insanı sevmekle başlar." cümlesinin sahibidir. Bu öyküyü hastalandıktan sonra, tedavi için gittiği Fransa'da yazmış olduğuna göre, hem ölümün hem de yaşamın öyküsüdür aslında. Çarpan, yazarın sanat gücüne hayran bıraktıran bir hikaye! İşte bu öyküyle tanıştım hem dülger balığıyla hem de Sait Faik'in iç dünyasıyla.. Dülger Balığının Ölümü öyküsünün orjinalini okumanız temennisiyle...

12 Haziran 2009 Cuma

ARANIYOR!..

12 YAŞINDAKİ, 6. SINIF ÖĞRENCİSİ YEĞENİMİN YERİNE, YARIN SABAH
YAPILACAK OLAN SEVİYE BELİRLEME SINAVINA GİRECEK DUBLÖR ARANIYOR.

ÖYLE HEYECANLI Kİ, HEM ATEŞİ ÇIKTI, HEM KARNI FECİ AĞRIYOR. KIYAMIYORUM! ÇOK ÜZÜLÜYORUM! SINAVA GİRMESİN İSTİYORUM! NİYE BU ÇOCUKLAR BU ÇİLELERİ ÇEKMEK DURUMUNDA BIRAKILIYOR?

ÖDÜL- DUBLÖR DİLESİN BENDEN NE DİLERSE!...


Güneşi Sevmeye Gayret Vaziyetleri!..

İnan bana, yaz mevsimini kendime sevimli göstermek için elimden gelen gayreti sarfediyorum. Dün gene kendi kendime, masallar yaz geceleri yazılmış olamaz, insanın hayal gücü sıcak havalarda çalışmaz diye düşünüyordum. Anlayacağın gene yaz mevsimi ve güneş hakkında fitne fücür hesaplarıyla kendimi bezdirme vaziyetlerindeydim. Tekerlemeleri düşündüm evvela... Evvel zaman içinde diye başlayan tüm masallar, uzun kış geceleri yazılmış olmalılar. Ya da develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken diye anlatılmaya başlar ya bu hikayeler, devamında peki ne derler? Anam kaptı maşayı. Baktım maşa yakacak,korktum kaçtım. Kaçtım kaçmasına ya, bir de baktım ki ancak bir arpa boyu yol gitmişim. Eee! Annemin elindeki maşa ne maşası, tabi ki mangal yada soba maşası… Demek ki kış mevsiminde söylenmiş bu tekerleme, öyle değil mi? Üstelik baktım maşa yakacak demiyor mu burada? Diyor. Demek ki masallar kışın uyduruluyor. Demek ki hayal gücü bile güneş enerjisi ile değil, rüzgar enerjisi ile çalışıyor. Vallahi gayret ediyorum yaz mevsimine ısınmaya... Tutacak bir dal arıyorum. Bir yerinden başlasam sevmeye, arkası gelecek biliyorum.


İşte dün gece, böyle yaz mevsimine sitem, kış mevsimine özlem vaziyetlerindeyken gene, bir müzik duydum.Bryan Adams ile Pavarotti’nin bir düeti bu. O sole mio! Anlamı ne biliyor musun? Mutlaka bilirsin bu şarkıyı. İtalyan’ların milli marşı gibidir. Bryan Adams da, Pavarotti’de şahane söylüyorlar. İşte buldum tutunacak bir dal, güneşi bana sevdirecek bir şey. Masallarla olmadı. Şarkılarla severim ben de güneşi, olmaz mı? Tamam bak dinle beni… Şimdi bu iki kelimeyi, ağzımdan duyacaksın! Benim Güzel Güneşim!.. Ooooo sooooleeee miiiioooo! Tamam söyledim işte... Seveceğim hem yazı hem de güneşi... Şarkı sözlerinin Türkçe anlamına bakıyorum şimdi. Bir dakka bekle.. Bak şöyle: “Ne güzel şey güneşli bir gün, Hava nasıl da sakin, Fırtınadan sonra havada bir bayram var sanki”… Hoppala!.. Fırtınadan sonra çıkan bir güneşten bahsediyor… Yaa! İnanmıyorum… Bak görüyorsun değil mi, nasıl güneşi sevmeye gayret ediyorum. Güneşle ilgili yazılmış şahane şarkılara bakıyorum. İyi de bu şarkı, fırtınadan sonraki güneşi konu aldığına göre, bu mevsim yaz olamaz. Olamaz, mümkün değil… Gene bir sonbahar yada kış günü yazılmış sözler bunlar…Bu Napoliten şarkı 1898 yılında yazılmış.
Elvis Presley 1960 larda çok beğendiği bu parçaya İngilizce söz yazılsın istemiş ve o büyüleyici şarkısı İt's now or never doğmuş. Şimdi yada asla, gel sımsıkı sarıl bana diye başlayan şarkı sözlerin İngilizcesinden hangi mevsim yazıldığını anlamam mümkün değil; ısı yada mevsimleri çağrıştırcak hiçbir şey geçmiyor İngilizce versiyonunda zira!.. Gayret ediyorum yaz mevsimini sevmeye, anlıyorsun değil mi beni? Ama neye ele atsam, fırtına, rüzgar , dolayısıyla sonbaharı hatırlatıyor bana… Of ya!


Ölümlü Dünya mı? Resimli Dünya mı?

Baksana... Müzeye gitmeyi sever misin? Resmedilen insanların hayat hikayelerini, benim gibi merak eder misin? Kimdir bu insanlar? Gerçekten mi yaşamışlar? Bizden önce hayat var mıydı ki? Yoksa hep varsayımlar ve hayaller mi resmedilip anlatılanlar? Bizden sonra olacak mı yaşam? Olacaksa, daha nereye kadar? Müzelerde dolaşırken o kadar çok hayallere dalarım ki, bazan tablolarda resmedilen kişiler, Kara Kitap'taki Galip'in gölgesi gibi beni takip ederler!

Bugün gene kitaplığıma bakarken, bu kez Nedim Gürsel'in Resimli Dünya adlı kitabını farkettim. Çöktüm koltuğa... Başladım dolanmaya satır aralarında... İlk sayfalarda "Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro" dan bahseder yazar. Daha doğrusu romanın kahramanı, sanat tarihçisi ve manzara ressamı Kamil Uzman... Venedik'tedir... Sevdiği bir ressamın izini sürmektedir. Bu arada gördüğü bir tablo, ona Kraliçe'nin tablosunu anımsatır. Tabloyu şöyle tasvir eder:

"Ressam siyah fonun üzerinde kahverenginin bütün tonlarını denemişti. Sarı ve kahverenginin. Kraliçenin kahverengi giysisi, göğüslerin hemen altından beli sıkan siyah kordonuyla bir zırhı andırmaktaydı. Tehlikedeymiş gibi. Sanki canına kastetmişler, onu hançerlemek için tuzak kurmuşlardı. O da, zırha bürünmüştü işte,inci kolyesi, küpeleri, tacı ve beyaz tenin üzerinde parıldayıp duran mücevherleriyle hala bir kraliçeyi andırsa da."

Saraya gecenin sessizliğinde giren hainler, kraliçe dairesinin önündeki silahlı nöbetçileri etkisiz hale getirirler. İçeri dalarlar. Onaltısındaki dul kraliçenin üzerine çullanırlar. Kraliçe hamiledir. Kraliçenin yeğenini ve doktorunu oracıkta, Caterina'nın gözü önünde doğrarlar. Bir anda kan gölüne döner ortalık. Daha evliliğinin bir yılı dolmadan önce kocasını sonra yeğenini kaybeden kraliçe 500 yıl önce yaşamış bütün bu olanları... Yani bu tablo tam 500 yıllık. "Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro" yu sanatıyla ölümsüzleştiren ise, İstanbul'a dek gelip Fatih Sultan Mehmet'in portresini yapan, Gentile Bellini'dir.

11 Haziran 2009 Perşembe

Sen, Ben, O

Her ben, dolaylı bir şekilde bir seni anlatış, bir senden yakınıştır.
Çünkü benim yerim seninle onun arasındadır.
Ve o değildir bana yakın olan, sensin.
Ben, ben olsam dilbilgisi kitaplarındaki tekil şahıs zamirlerini
Şu sıraya göre düzenlerdim:
Sen, ben, o
Başta sen gelir, çünkü ben diye bir şey yok sen olmayınca.
Her ben, ben'liğini sen'le anlar!



Behçet Necatigil

Yüksek Sadakat Vaziyetleri

Bak ne diyeceğim sana. Dün çok tuhaf bir şey oldu. Dünya döndü... Dönebildi, biliyor musun? Ben durdu sanmıştım oysa. İnanamadım ama, bir gün daha doğsun diye, döndü dünya bir daha!

Çok tuhaf.. Evdeydim…Oturdum cam kenarındaki koltuğa. Topladım ayaklarımı altıma. Baktım sokağa... Sanki geleceksin az sonra.... Birlikte dedikodu yapacağız ballandıra ballandıra… Öyle bir hisse kapıldım.... Genelde ben anlatırdım bilirsin.... Sen cevap vermezdin... Sadece dinlerdin... Şimdi böyle düşünürken seni, öyle bir daldım ki rüyaya, şimdinin içine yumuşacık bir yatağa yatar gibi yayıldım, zamanı bütünüyle unuttum. Haklısın, artık ister sonuç de ister sebep, bu kez bu düğümü çözmem gerek. Biliyorum yollar bitmez böyle düşünerek… Belki bana yazarsın yada kart atarsın uğradığın o şehirden… Boğaz’dan gemiler usulca geçerken, ben çıkar giderim bu yerden, ne dersin? Sen döndüğünde, ağaçlar, gökyüzü ve toprak uyurken, ben çılgın kalabalıklardan çok uzaklarda, sarılıp hayallerime uyumuş olurum belki günbatımında. Döndüğünde, beni son kez görmeye gelir misin? Tam sen geldiğinde yanıma, belki üstümüzden bir kuş geçer, kanadından bir tüy düşer, iner gökyüzünden döne döne, kanatlanır senin elinden… Belki de şehre bir film gelir... İklim değişip sonbahar olur... Olmaz mı? Olur... Olur....Gülümse...

10 Haziran 2009 Çarşamba

Köyümden İnsan Manzaraları - Mahir İrfan Benli

Okulda ne öğrendik? Muhtarlıkla yönetilen yerleşim birimlerine Köy denir. Değirmendere muhtarlıkla yönetilmekte... Eee! O halde demek ki biz köyde yaşıyoruz. Köyde yaşıyorum deyince, tanıdıklar "aa! deme öyle!" diyorlar. Niye? Köyde yaşamak aşağılanacak bir durum mu? Bilakis, gurur duyuyorum köyümle! Hele yaşadığım köy Değirmendere'yle! Şahane bir sahilde... Çok hasar gördü 1999 depreminde, bu yüzden, GaziGöcük ve GaziDeğirmendere demeyi uygun görüyorum.

Bu sabah ofise giderken yeni kitaplar almalıyım diye düşündüm. Elimde okunacak kitap kalmadı. Eskilere dönüp dönüp duruyorum. Ya İzmit'e yada İstanbul'a gitmeliyim. Hıımm! Bir ara Değirmendere sahilinde gece yürürken, alt katlarda bir yerlerde "2. el kitap satılır" diye bir tabela görmüştüm. Oraya bakayım dedim. İyi ki demişim. Bizim köyün sahilinde, bir kısım caddeye araç girmesi yasak. Hoş bir durum bu. O kısımda çocuk parkı var. İnsanlar egzoz kokusu solumadan, daha rahat dolaşıyorlar. İşte bu kitapçı, bu araç girişinin yasak olduğu caddede. Benim gibi her köşeye arabayla giden birinin neler kaçırdığını, inan ki bugün daha iyi anladım. Üstelik benim ofisime okadar yakın ki, beş dakika yürümeyle... Dışardan bakınca, içerde ne olduğu tam anlaşılmıyor. Kocaman tabela konmuş, Kitapçı, 2. el kitap alınır satılır diye.. Eh, haydi bakalım girelim dedim, ya bismillah daldım içeriye...

Hani arada diyorum ya bazı durumlarda, kalakaldım, şaşakaldım, donakaldım diye.. Girdiğimde dükkana aynen böyle kaldım, şaştım, dondum bir süre...İnanamadım gözlerime... Burası şahane bir kitapçı dükkanı. Dıştan göründüğü gibi değil. Herşey tasnifli. Düzenli. Ortada kimse yok. Yalnızım dükkanda. Bayılırım ellemeye, hazır kimse yokken etrafta, tüm kitaplara keyfime göre bakmaya çalışıyorum. Değirmendere esnafı ilginçtir. 11 den önce dükkan açan nadirdir. Böyle bir ekabirlik vardır bizim köyde. Benim de nasıl olduysa erken çıkacağım tuttu, belli ki Kitapçı'nın sahibi de benim gibi erkenci bugün. Ama ortada yok! Olur böyle şeyler bizim köyde. Alışveriş yaparsın, kimse yoksa, parasını tezgaha koyarsın. Ne olacak, hepimiz kardeşiz, öyle değil mi?

Sonra bir bey girdi içeriye. Siyahlar giymiş, ürkek biri.. Acaba dükkanın sahibi değil mi? diye düşünüyorum kendi kendime... "Hoşgeldiniz!" diyor. Neyse... "Merhaba" diyorum. "Burası ne güzel bir yermiş. Her türlü kitap var ve ne kadar düzenli bir yer. Bayıldım valla!" diyorum. Sessizce gülümsüyor ve teşekkür ediyor. "Ben Vildan, benim ofisim üç blok ötede.Ama bu tarafa hiç gelmediğim için, bilmiyordum burayı. Yazık!" diyorum. "Ben Mahir" diyor. Başlıyoruz muhabbete... Meğer kendisi, 7 tane şiir kitabı, 3 tiyato senaryosu, 1 deneme kitabı olan, şehrimizin meşhur heykeltraş,ressam ve yazarı Mahir İrfan Benli değil miymiş? Buyrun burdan yakın işte. Köyümün kitapçısının bile herhangi biri olmadığını, ne değerlerin köyümüzde yaşadığını öğrenin... Öğrenelim... Tabi en başta ben öğreneyim!

Mahir İrfan Benli'nin Kitapçı dükkanında, kendi yaptığı bir kaç tablo ve heykel var. Burası sanatçının hem evi hem de işyeri. İzmit'in pek çok yerinde sanatçının eserleri yıllardan beri sergileniyormuş aslında. Bizler farkında değiliz. Nazmi Oğuz Parkındaki çeşme, Mahir İrfan Benli'nin taş yontusu üzerine yapılmış. Gene aynı parktaki İnsan Hakları Anıtı adlı taş yontu da sanatçıya aitmiş. O kadar çok var ki. İkibuçuk yıl önceye kadar çok faal resim, heykelle uğraşırken, bir beyin kanaması ardından, bedeninin sol bölgesine felç inince bir süre dinlenmeye almış kendini. Son günlerde sağlığında düzelme olmaya başlayınca resim yapmaya geri dönmüş. Her Çarşamba günü Bizim Kocaeli gazetesi'nde yazısı çıkıyormuş. Ayrıca kitapları ve şiirleri var tabi ki. Çeşitlikenar adlı deneme kitabını satın aldım ve yazarına imzalattım. Ne kadar şanslıyım!

Bu nasıl bir kısmettir böyle diye düşündüm. Artık bildiğim burnumun dibinde bir kitapçı var. Söylesene, bu benim gibi biri için gene harika bir lütüf, şahane bir kıyak durumu degil mi? Üstelik Kitapçı'nın sahibi Mahir İrfan Benli bir yazar, şair, heykeltraş, ressam ve gazeteci! İşte köyümden insan manzaraları böyle arkadaşlar... Yaa, böyle işte!
Kitapçı - Sahilde, araçların dönüş yaptığı yol köşesindeki Ebru villa'nın Değirmendere tarafında bir blok ileride...

Çoğu Gitti Azı Kaldı, Değil mi?

Cayır cayır bir hava! Halsizim, mecalsizim… Baksana, ben bütün yaz, hep böyle hicran dolu sözlerle mi başlayacam yazılarıma? Aaa! Ne bu ya! Ben yazarken sıkılıyorum kendi durumumdan, okuyucu ne yapsın, öyle değil mi? Tamam! Neyse ne, kardeşim. Yaz mevsimi işte altı üstü üç ay... 365 günde toplasan sıcak gün sayısı ne kadar olacak ki! Hah, şöyle, toparlan bi kendine gel değil mi? Nedir bu inleyen nağmeler vaziyetleri! Sıkıla patlaya, yana yakıla olsa da geçecek bu sıcak yaz günleri… Darlanma bu kadar. Tamam, çok iyi… Böyle yazmaya devam et,devam… Sakın bırakma! Ben her yaz böyle olurum. Halsiz olur, mecalsiz olurum. Yaz ortasına doğru sıkılırım kendimden, bir karıncalanmadır başlayıverir birden, taşar içimden ruhum… Hahha! Ben her bahar aşık olurum şarkısı da bu kadar atmasyon yaz’a uydurulur!Pes yani!

Off! Karnım nasıl aç. Evdekiler de acıkmış belli….Derinden derinden miyav miyav sesleri geliyor. Hımm, henüz yemek yapmadım ki! Durma hakkımı kullandım akşam eve geldiğimde… Bir süre kıpırdamadım, durdum kaldım öylece. Dert değil canım, yaparım hemen. Kolay bir yemek olmalı kolay. Ne yapsam? “Selam!” dedim dolaba, açtım kapısını. Bomboş. Of ya alışveriş de yapmamışım. Ne olacak şimdi? Peki olanlara bakalım… Yumurta, tereyağ, yoğurt, bir anda gözüme çarpan… Heyy, tam omletlik malzeme! Off, şahane bir omlet yaparım şimdi, parmaklarını yerler billahi! Bizim evin erkekleri, bu işe ne derler peki? Hele küçük paşa yok mu, iki numara… Zor beğenenlerden… Şövalye ruhludur zat-ı şahaneleri, her yemeği beğenmez kendileri… Yemekler mükellef hazırlanacak, saraylı soyundan geliyor sanki! Ben şimdi bir masa donatırım, kral masası gibi. Masanın netlik ayarını tam sağladım mı, sadece omlet ve ayran varmış anlamaz ki. Güzel bir masa örtüsü sererim, tertemiz mis gibi... Kadehler içinde buz gibi ayran, ortaya koyarım pişirdiğim omleti papatya misali, hem de balkona, Marmara denizine sıfır manzara, bir mucize yaratırım bir solukta, şaşar kalırlar valla!

Off! Of!! Sonbaharın gelmesine şunun şurasında ne kaldı ki?

9 Haziran 2009 Salı

Memlekette Kadın Vaziyetleri

Memleketimizde 100 kadından sadece 7'si girişimci yani kendi işini yapıyor ve tarım dahil 100 kadından 24'ü çalışıyor. Türkiye’de her 3 kadından 1’inin şiddet mağduru ve her 5 kadından 1’inin okuma yazma bilmediğini öğrenmek, sizi de hem hayrete hem de dehşete düşürmüyor mu?

Bu paragrafı kadınlarla ilgili yazdığım her yazıda boğuma koyuyorum ki, unutmayayım! Bugün gazetede şöyle bir haber başlığı vardı: “ Türkiye AİHM'de, aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle ceza alan ilk ülke oldu. AİHM aile içi şiddet konusunda Ankara'ya karşı açılmış ilk davayı sonuçlandırdı. Mahkeme, Türkiye'nin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu halde, kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığına hükmetti. Bu yüzden Ankara'nın, Nahide Opuz adlı vatandaşa 36 bin 500 Euro ödemesine karar verildi. Böylece Avrupa'da ilk defa bir devlet AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi. Dava, aile içi şiddete maruz kalmış Türk vatandaşı Nahide Opuz tarafından 2002'de açılmıştı. Opuz, eski eşinin kendisine ve annesine yönelik kötü muameleleri karşısında devletin yeterli önlem almadığı iddiasıyla Ankara'dan şikayetçi olmuştu. Annesi kocası tarafından öldürülen Opuz'un avukatları, mahkemenin aile içi ve kadına yönelik şiddeti "işkence ve kötü muamele" olarak nitelemesini ve devletin ayrımcılık yapıldığına hükmedilmesini istiyordu. Türkiye ise Opuz'un iç hukuk yollarını tüketmediğini savunuyordu.(ntv)

İkileme Kelimelerle Bir Deneme

Bak şimdi olanları bir bir anlatacağım sana. Dün abuk sabuk bir nedenden, derdimi doğru dürüst dinlemeden, ordan burdan, yalan yanlış duyduklarıyla, aşağı yukarı bir yıllık sıkı fıkı tanışıklığımıza rağmen arkadaşım küstü bana, atladı uçağa, beni terk etti gitti!

Oysa iyi kötü bilirdi beni. Aşağı yukarı tahmin ederdi ne deyip ne demeyeceğimi, ıvır zıvır lakırdılar etmeyeceğimi düşünmüş olması gerekmez miydi? Böyle mi olacaktı? Düşe kalka, bata çıka sürdürdük bugüne kadar ilişkimizi. Tamam, tek tük tartıştığımız olmuştur. Ama inan ki ipe sapa gelmeyen, saçma sapan nedenlerden! Ivır zıvır şeyler inan ki, anlatmaya bile değmez… Sağ salim gelmiştik işte bu günlere… Hiç sesimiz sedamız çıkmazdı ki… Ben biraz sesimi yükseltirsem, o kem küm eder susar, doğru dürüst karşılık dahi vermezdi. Ben tıkır tıkır söylerdim söyleyeceğimi, çatır çatır anlatırdım düşündüklerimi. O sus pus olurdu, hiç ses etmezdi. Tamam, bazen yarım yamalak bir şeyler söylerdi. Fazla dinlemezdim galiba. Ama böyle paldır küldür asla çıkıp gitmezdi…Akça pakça, çıtı pıtı, ufak tefek biriydi. Severdim. Güçlü kuvvetli görünen bendim. Eve gelince, ortalığı gümbür gümbür inletirdim. Pata küte girerdim mutfağa, yemekleri yapan, ortalığı temizleyen hep bendim. Kıyamazdım ki ona… Geceleri horul horul uyuduğunda dahi ses etmezdim, odamı değiştirirdim en fazla. Öteberilerini toplamazdı, dolaşırdı eski püskü esvaplarla… Yırtık pırtık gezilir mi bu zamanda, malın mülkün var satsana, dolaşsana pırıl pırıl demezdim. Ne isterse yapsın diye düşünürdüm, yanımda ya! Eş dost, konu komşu kızarlardı, yakıştırmazlardı onu bana. Hiç dert etmezdim. Şimdi terk edip gitti ya beni allak bullak oldum valla. Kendime gelemedim. Şimdi bunları yana yakıla anlatıyorum ya sana, kusura bakma, e mi? Akıl fikir kalmadı bende, beni biraz toparla!

8 Haziran 2009 Pazartesi

Öğretmen Kardeşimin Şiir Dinletisi

Yaptı yapacağını yaptı. Aldı intikamını. Arada ablalık yapıyor, ders veriyordum ya kendimce. Haydi bakalım buyur dedi. Sabah sabah nasıl ağlattı insanların önünde beni. Of !Bu bana yapılır mı? Benim kardeş, şehrin merkezine uzak bir mahallesindeki devlet okulunda ilkokul öğretmeni. Öğrencilerine tek tek şiirler ezberletti. Çağırdı velilerini. Bir Şiir Dinletisi düzenledi. Çocuklar giymişler en güzel giysilerini, benim kardeş de özenmiş kendine, sahneye... Küçük oğlu bu sabah çıktığı halde hastahaneden, vazgeçmemiş, öğrencilerin acımış emeklerine...
"Adını duymamıştır bir çok şairin, Ama duysaydı severdi, Adlarından bile sevilen bir çok şairin,
Şiirlerini okusaydı severdi." Böyle diyor Ülkü Tamer. Biz bugün şiir için buradayız. "Yanardağın Üstündeki Kuş"un kanadına takılmak ve elbette; o kuşla, güzel olan ne varsa, onun peşinden gitmek için buradayız." Böyle başladı söze öğretmen kardeşim. Sonra öğrenciler birer birer çıktılar sahneye. Nasıl ezberlemişler şiirleri ve nasıl duyarak okuyorlar, ağlamamak mümkün mü?

"Bir insanı sevmekle başlar her şey" demişti Sait Faik. Ardından gelenlerse "Dünyayı güzellik kurtaracak" dediler. Sevgiyle, barışla, içten bir merhabayla belirecekti aydınlık. Bir şarkıyı birlikte söylemek, sinema önlerinde kuyruklar oluşturmak, birlikte üzülmek, birlikte sevinmek! Yaşanmakta olan ne varsa birlik olabilmek diyerek, Nahit Ulvi Akgün'ün dizelerinde Şule'yi dinledik. Yaşarken adlı şiirinde... "Acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı" diyordu Ataol Behramoğlu. Kışlar da baharlar gibi bizim için anlaşılan ve yaşanan her şeyde insandan bir şeyler bulmak. Sevinçlerde, hüzünlerde insan olmak,ulus olmak, kıta olmak ve sonunda evrensele, tüm dünyaya ulaşmak, kardeşliğin mutluluğunu hissetmek. Nazım Hikmet'in Davet adlı şiirini Pınar okudu.


Yeşeren ağaçlar,dallarda kuş şenlikleri, mavsini yeniden farkettiğimiz gökyüzü... Aslında en iyisi çocuk olmak bugünlerde.. Yada çocuklar gibi hissetmek en güzeli. Bir baba için yazılmış en güzel mısraları, Can Yücel'in o şahane "Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim" şiirini ;Ben hayatta en çok babamı sevdim, Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk, Çarpı bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek, Nasıl koşarsa ardından bir devin, O çapkın babamı ben öyle sevdim... diyerek Volkan okudu büyük bir özenle... Ağlanmaz mı şimdi bu şiirlere söylesene!

"Bizim sıcağımız, Şiir sıcağı canım, Yunus Emre sıcağı, Pişirir Kerem'i yakmaz, Toprağımız halk toprağı, Kimseyi sevdasız bırakmaz" Bir başka şiir vardı sırada. Şairimiz İlhan Gençer'in İnsanla Güzel şiirini, Gülbahar'dan dinledik hepbirlikte... " Her şey insanla güzel!, Doğan güne karşı gerinen evler, Mavi rüzgârların koştuğu sokak... İnsan olmazsa kötü resimler gibi, Lacivert bahçelerde başlayan bahar, Temmuz tarlalarında başak. İnsanlar canım insanlar, Işıklar, güneşler hep sizin için. " Bu şiirleri ezberleyen çocukların kötü insanlar olmaları mümkün mü sizce? Mümkün değil elbette! Şiirler var işte bu nedenle!

"Dünyayı bir çocuğun gözüyle algılamak, masumiyetini yitirmemiş gözlerle bakmak çevremize, yaşamı güzelleştirecektir. Bakmasını bilirsek, var olanın, sandığımızdan da mükemmel olduğunun ayırımına varırırız." dedi kardeşim. Yüreğimizin bir yanı sevinç, bir yanı hüzündür zaman zaman... Her iki duygu da bizim içindir ve insanlık bu iki duygunun kardeşliğinde yürür. Hiç değilse arada bir "kardeş" sözü dinlemelidir. Çünkü bazı kardeşler, aynı şairler gibi, farkında olmadığımız nice duyguyu binbir güzellik içinde dile getirirler. İyi ki varsın kardeşim!

7 Haziran 2009 Pazar

Kendini İyi Yazmaya Zorlama Durumları

Ben varya şahane bir yazı yazmalıyım şimdi. Madem küçük yeğenim iyileşti. Düştü ateşi. Of, ne korkuttu bizi! Ne yapsak düşüremeyince ateşini, hastahaneye yatırmamız gerekti. Nasıl korkar doktordan, hemşireden, ilaçtan, iğneden... Korktuklarının tam ortasına düştü. Günde iki serum. Bir sabah, bir akşam! Bu durumda, "inleyen nağmeler" faslındandı, oğlanın sesi! İnletti, ortalığı inletti... Bitti, neyse, bitti... Düştü hem Ali'nin ateşi hem de benim tansiyonum vallahi!
Evet, evet, bugün... Şahane bir yazı yazmalıyım şimdi! Demeliyim ki, bilinmeli iyi günün kıymeti. Komik şeyler yazmalıyım komik... Okuyunca insanı güldürmeli... Nasıl anlatsam, nerden başlasam peki? Bazan eğlenceli yazılar yazmak çok zor, inan dünyanın en zor şeyi... Tamam, dur şimdi! İyi günün ne tuhaf bir şahanelik olduğunu anlatmalıyım belki. Demeliyim ki, bilinmeli deliksiz uykunun, keyifle alınan bir nefesin, ağza atılan lokmanın, içten bir gülüşün, sade senin değil sevdiğin herkesin sağlığının değeri... Gerçekten bilinmeli... Daha önemli bir şey yok ki! Of! Dehşet bir şey aslında birini sevmek! Birini, birilerini sevmek, müthiş bir lütüf, şahane bir kıyak değil mi? Öyle de, aynı zamanda korkunç bir şey birini sevmek! Dehşet verici bir film gibi!

6 Haziran 2009 Cumartesi

Hangi Tarkan?


Kadim zamanlarda deyimi, çok eski zamanlarda, geçmişin derinliklerindeki zaman dilimlerinden biri demekse, işte Tarkan benim kadim zamanlarımdan bir çizgi roman kahramanı. Hangi Tarkan mı? Elbette, Sezgin Burak'ın kendi aile köklerinin uzandığı Tatarlar'dan esinlenerek,Tatar Kanı kelimelerinden Tarkan kelimesini türeterek yarattığı karizmatik çizgi roman kahramanı. Bugün ofise gelen bir kargo paketini masama koyarlarken, "Birine çizgi roman mı hediye edeceksiniz?"diye sordular. Baktım gelen, Tarkan'ın yaratıcısı Sezgin Burak Hayatı ve Eserleri adındaki kitap. "Yoo!" dedim. "Bu benim! Bu benim beklediğim kitap!" Evvel zaman içinde, çok severek okuduğum bir çizgi roman kahramanıydı Tarkan. Yıllardır okumamıştım. Hatta unutmuşum. Öyle ki, son zamanlarda neden bizim, yerli çizgi roman kahramanımız yok diye hayıflanıp duruyordum. Vardı oysa. Hem de  zamanına damgasını vurmuş, bizden birinin yarattığı, bizden bir çizgi roman kahramanıydı. Tarkan! Ve Tarkan'ı nasıl ilgiyle okurdum. Sezgin Burak'ın eşi ve çocukları tarafından kurulan, Tarkan Çizgiromanını ve Sezgin Burak'ı yaşatma derneği, Sezgin Burak okurları için hazırlanmış olan bu kitabı, internet üzerinden derneğe 20.-TL bağış yapan herkese gönderiyorlar. Ben de bu yolla elde etim. Kitap piyasada satılmıyor. Bana gelen kitabı Sezgin Burak'ın oğlu Tan Burak imzalamış. Sade ve samimi bir dille kaleme alınan kitabı bir solukta okudum!


1968'de yayınlanmaya başlayan Tarkan adı, bu çizgi roman kahramanının adıyla gündeme gelmiş. Daha önce bilinmezmiş. Yani tamamen Sezgin Burak'ın yarattığı bir isim. 1970 sonrası memlekettimizdeki çocuklara Tarkan adı verilmeye başlamış. Merak etim. Bildiğim üç Tarkan vardı. Doğum tarihlerine baktım... Ünlü şarkıcı Tarkan Tevetoğlu 1972 doğumlu! Pentagram'ın gitaristi Tarkan Gözübüyük 1970 doğumlu... Gene pop şarkıcısı Tarkan Altınok 1970 doğumlu...


İlgilenen Tarkan ve Sezgin Burak severler, Adapazarı doğumlu Sezgin Burak'ın yaşadıkları, başarıları, Tarkan'ın oluşumu ve yazarın çok erken yaşta ölümüyle ilgili okunması gereken bu şahane kitabı http://www.taseyad.org/ adresinden edinebilirler. 


4 Haziran 2009 Perşembe

Mimikler ve Tikler Sözlüğünüz Var mı?

Bak ne anlatacağım sana...Biliyor musun, bu blog yazıları neler getirdi başıma? Arada Türkçe deyimlerle bir deneme yazısı yazmaya çalışıyorum ya bloğuma... En son "ev"li deyimlerle bir deneme yazısı yazmıştım... Yazımdaki kahraman evde kalmış bir kızdı. Hayalimden böyle bir senaryo kurmuş ve kızın ağzından yazıyı kaleme almıştım. Bana göre çok da şeker bir yazı olmuştu. Her yazımı hazırladıktan sonra, konuyla ilgili fotoğraf ararım sanal dünyada... Bu yazıma da aradım, buldum ve yazımın üstüne koydum...Aman Allahım, sonra bir yorumlar geldi ki, gözlerime inanamadım... Bakakaldım, şaşakaldım hatta donakaldım. Bak şimdi, bloğa koyduğum fotoğrafta, yaşı geçkince bir gelin, pencereden başını uzatmış zaferle gülüyordu adeta. Ama eliyle de şöyle bir hareket yapıyordu; sağ elini yumruk yapmış ve aynı kolu dirsekten 90 derece yukarıya gögüs hizasında kaldırmış, sol eliyle de sag kolunun üst pazısından kavramış. Ben bu fotoğrafı görünce, bayılmıştım. Yaşlıca bir kız evleniyor ya, bu hareketini "evlenmeyi başardım" anlamında yapıyor sanmıştım. Meğer bu hareket argoda pek güzel bir anlama gelmiyormuş. Bana müstehzi gülüp bunu söylediklerinde, aman nasıl kızarmıştım. Ne bileyim, bilerek koymadım ki! Yeminle bilmiyordum, tamamen masumum!

Neyse, okadar mahçup olmuştum ki , hemen yazıyı olduğu gibi blogtan kaldırmıştım. Sonra vücut dilinin keşke bir grameri, sözlüğü olsa diye düşünmüştüm. Hatta abartma sanatında ustayım ya, bu düşüncemin üstüne "kursu açılsa keşke" diye fikrimin ince gülünü eklemiştim. Ne var, olamaz mı yani? Billahi düşündüm bunları ciddi ciddi...Aslında bu konu o kadar önemli ki! Birileri her dilde anlamlarını verse mimiklerin ve tiklerin, sahane olmaz mı sence? Kaş çatmak kızmanın, kaş kaldırmak hayret etmenin, omuza el koymak dostluğun, elini beline koymak bilmişliğin, göz kısmak bazan düşünceli olmak bazan da tehditkarlığın dile gelişi olabilir. O kadar çok var ki buna benzer mimiklerimiz. Benim gelinin hareketini bilemediğim gibi, bazılarını bilemiyebiliriz tabi. Oysa bir mimik sözlüğü olsa, açıp bakardım anlamına, böyle rüsva olmazdım okuyucularıma! Sen gelinin yaptığı hareketi bilmiyorum diye, beni hepten cahil zannetme. Elbet benim de bildiğim birşeyler var vücut dilinde... Bak şimdi, iki hareket biliyorum mesela, biri hani bizde kullanılan nah işareti, Brezilya'da iyi şans dileme anlamına gelirmiş. Bir de hani bizim, elimizi yukarıya çevirip parmak uçlarımızı birleştirerek yaptığımız nefis işareti var ya, bu ise İtalya'da bilakis hakaret olarak anlaşılırmış, iyi mi? Yani anlamını bildiğini zannettiğin bir mimiği, başka bir memlekette yaparken dikkat edeceksin. Bak işte geldin mi benim sözüme? Mimiklerin anlamını gösteren bir sözlük olmalı, hatta farklı coğrafyalara göre!

Tiklere gelirsem, tikler tam manasıyla ibretlik... Göz kırpan, burun çeken, omuz yada baş tıklatan, saçıyla oynayan insanlar vardır ya hani... Tiklerin anlamını yazan bir lügatımız olaydı fena mı olurdu? diye tam düşünüyordum ki... Ay, inanmıyorum! Vücut diliyle yapılan tikleri düşünürken aklıma ne geldi biliyor musun? Konuşma dilimizdeki tikler! Şimdi düşündüm de şöyle, ne kadar çokmuş meğer! Bak şimdi... Pratik.. kritik.. dokunmatik.. etik..akustik.. erotik.. fantastik.. estetik.. domestik.. sosyetik.. otomatik.. hahha... asortik.. patik.. fanatik hatta hatta atik ve tetik.. Ha bir de bankamatik!... Bir dakka hani bir jilet yok muydu, permatik! Tamam ben konuya nereden başladım nereye geldim değil mi? Anladım benim sonum hayra alamet değil, bitik inan ki bitik!

3 Haziran 2009 Çarşamba

Kocaeli 1.Kitap Fuarı ve Aslı Erdoğan

El yazısı güzel olan kişilere nasıl imrenirim. Bugün şehrimin 1.Kitap Fuarının, Aslı Erdoğan söyleşisine gittim. Söyleşinin sonunda son kitabını yazara imzalattım. Allahım, bu dünyada en kötü el yazısı benim der, dertlenirdim. Yazar Aslı Erdoğan'ın yazısı, billahi benimkinden beter! Kitaplarını okuduğum yazarı, aynı, umduğum gibi buldum, aynı kitapları... Geç girdim konferans salonuna, son kitabından bölümler okumaktaydı... Dikkatlice inceledim yazarı... İncecik bir kadın, sanki balerin... Elindeki kitabından tercih ettiği bölümleri hissederek okuyor belli... Makyajsız ve sade... Ya yüzündeki o hüzünlü ifade... Hımm...Kimseden şefkat beklemez gibi duruyor. Doğru değil bence. Kalkıp, yanağını okşasam, hatta sarılsam, iki göz iki çeşme ağlatacağım sanki... Öyle bir his uyandırdı bende.
Okadar memnunum ki İzmit'te Kitap Fuarı organizasyonuna... Hergün uğruyorum mutlaka. Katılım çok az. Olsun. Seneye daha fazla olacak, bir sonraki sene daha fazla inşallah... Hele yazar çeşitliliği atarsa, kitap kokusu, kitap tılsımı şehri saracak... İnanıyorum. Şehrimde kitap okuma virüsü hızla yayılacak!

Musallat Olmak Türkçe Bir Kelime

Musallat olmak ne demek? Bir eylem, Türkçe bir kelime... Birini sürekli rahatsız etmek, birine sataşmak, peşini hiç bırakmamak, baş belası olmak diyor sözlükte. Dadanmak da deniyor, illa ki bir şeye yada kişiye. Tebelleş olmak da denir ya hani... Kancayı takmak birine... Marak var ya şu kahrolası merak! İnsan bazan bir yazara, yazılarına,kitaplarına musallat olursa eğer, peşini bırakamıyor, yazılarına dadanabiliyor, kitaplarına mütemadiyen tebelleş olabiliyor. Tanışık olmasa da kimi insanlarla, aynı zaman dilimini paylaşıyor olduğunu bilmek, kişiye kendini ayrıcalıklı hissettirebiliyor. Bazan sevdiniz bir yazarın bir yazısını okursunuz ilgiyle, sallanmaya koyulursunuz. Bir sarkaç gibi olur bünye, bir ileriye bir geriye... Yazı akıl ile gönül arasında bir salıncaksa; eğer gönül ağır basarsa, musallat olursunuz! Merak, ilgi azalırsa, tükenirse, yiter giderse eğer o kitaba, yazılara, kişiye; musallat olmaktan belki ozaman kurtulursunuz.!!

2 Haziran 2009 Salı

Kırlangıç Yuvasındaki Kadını Gördün mü Hiç?

Bak şimdi... Her gün Hayal Kahvem'e yazılar yazıyorum diye, herkes şaşıyor vaziyetime. Hemen hemen hergün, neredeyse aralıksız,biteviye...Bazan birden fazla yazı yazdığım bile oluyor aynı günde; diyorlar ki " nasıl yapıyorsun?" "madem yazabiliyordun böyle, neden başlamadın daha önce?" Ne desem ki böylelerine? "Nehir akar ya denize boşalır yada kendi denizini yaratır." demişti sevdiğim bir yazar. Ee, demek ki arkadaşlar, herşeyin bir yeri ve zamanı var!

Ben yazı işinde çok yeniyim. Daha dün bir bugün iki. Bloğumu yazmaya başlayalı şunun şurasında kaç ay oldu ki? Çok acemi olduğum için sürekli yeni yazı türleri denemekteyim. Daha tarzımı bilmiyorum ki? Arıyorum kendimi... Kimi zaman deyimlerle deneme yazısı yazmaya çalışıyorum. Kimi zaman sevdiğim yazarların cümlelerinden bilmeceler kuruyorum.Yada beğendiğim şarkı sözlerinden metinler oluşturmaya çabalıyorum. Anlıyorsun değil mi beni, daha acemiyim ya yazma işinde, oynuyorum kelimelerle. Komik, küçük, beni sevindirecek mucizeler yaratmayı deniyorum.Yemek tarifleri verirken, film senaryosu gibi anlatıyorum, yiyeceklere insan isimleri takıyorum, cansız eşyalara canlı muamelesi yapıyorum, eşyalara birer isim verdiğim gibi, bana emekleri geçtiği için eşya isimlerinin sonuna hanım yada bey gibi saygı kelimeleri ekliyorum. Veya hayali yazılar yazıyorum sanki başımdan gerçekten geçmiş gibi misal.. Bu yazılarımla arkadaşlarımı yada ailemi şaşırtıyorum. Ben neden böyle yazıyorum?

Bu akşam Sait Faik'in Son Kuşlar adlı kitabı geldi elime. Gözümü kapadım. Bir sayfa açtım. Eğer bir kitap elime değerse, çok vaktim yoksa hepisini okumaya, kıyamam kitaba, gözümü kapar açarım bir sayfa, okurum bahtıma ne çıkarsa... Gene yaptım böyle... Şansıma çıkan öykünün adı Kırlangıç Yuvasındaki Kadın. Haydi bakalım, buyrun burdan yakın! Yazar, deniz kenarındaki, pis bir hamal kahvesinin içindeki kırlangıç yuvasını anlatır önce. Soba borularının çıktığı delik kapatılmamıştır. Her yıl bir kırlangıç buraya yuva yapmaktadır.Kahveci kadın kapamaz bu deliği bu nedenle... "Eli kulağında,neredeyse gelir benim kiracı" der. Öykünün devamında Sait Faik kırlangıç yuvasındaki bir kadından bahseder, "Kırlangıç yuvasındaki kadın sabahları gözükürdü. Islak saman rengi saçları vardı." diye anlatmaya devam eder. Okuyucu şaşırır tabi. Şaşırdığını anlar yazar, sorar öyküde: "Kırlangıç yuvasına kadın sığar mı? demeyin. İnsan aklına sığan şeyleri bir yol hayal buyurun. Kırlangıç yuvasına bir kadın sokmuşuz, saçlarını, ıslak saman rengi saçlarını tarar dururmuş. Ne zararı var size? Varsın, bir de böylesi bulunsun, hiç değilse Abasıyanık'ın yazısında. Bıktım doğrusu artık, oturup insanoğlunun çektiğini,çekmediğini anlatmaktan. Bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim. Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne fotoğrafta göremedim de sarı saçları var dedim." diye anlatmaya devam eder.

Sonra kırlangıç yuvasındaki kadın ile kırlangıcın ilişkisinden bahseder uzun uzun. Bu anlattığı kadın, kırlangıcın karısı değildir, kuş değildir, in cin değildir yani, basbayağı beniademdir. Olur mu böyle bir şey diye düşünür tabi öyküyü okuyanlar... Yazar anlar okuyucunun hissiyatını ve yazısına şöyle devam eder: "Olur mu öyle şey? Olsun olmasın. Oturup dedikodular, olamamış şeyler, olup da kimsenin takmadığı hikayeler, düzeltemeyeceğim işler, daha doğrusu, ne aynada, ne fotoğrafta kendi kendimi göremediğim halde, başkalarını değil anlamak, görürmüşüm gibi onlara dair sözler söylemek, içim çekmiyor bugün." Sait Faik zanaatının yazı yazmak olduğunu söyler. İsterse kırlangıç yuvasına bir kadın oturtur saçını taratır, isterse yuvaya ateşböceğinden bir avize yapar, isterse kadına sanki günahmış gibi bir günah işletebilir, isterse der ki bir kırlangıç bütün bir yaz boyu iki milyara yakın sinek avlayabilir... Canı ne istiyorsa onu diyebilir, onu yazabilir. Kim karışabilir? Hatta insanoğlunun insanoğluna yaptıklarını yazmadığı için, birçokları da sevinebilir.

Yazı yazmayı sevdiğim yazarlardan öğrendiğime göre, işte en sevdiğim yazarlardan biridir Sait Faik... Ne diyorsa doğrudur... Yazan biri ne istiyorsa hayal edebilir... İsterse "Makas keseceğine diker, isterse geceyi iki güneş aydınlatabilir. İsterse ölüme kravat takar, isterse hayat çırılçıplak dolaşabilir." Canı ne istiyorsa onu yazabilir.. Ben inanıyorum Sait Faik'e! Kırlangıç yuvasında bir kadın olabilir. Ben kaç kere gördüm, pis hamal kahvesinin bir köşesindeki soba borusu deliğinde! Of, hem de kaç kere? Neden böyle yazıyorum diye sordum ya kendime... Anladım şimdi niye... Ben kırlangıç yuvasındaki kadını görebiliyorum...Sen de görsene... Haydi dene!...

Edebi Bilmeceler

1- "Yorgun ve alımlı bir kadın. Onca hor kullanılmış olmasına karşın güzel kalmayı başarmış, kalbi yaralı bir yosma... Kolay ele geçirilen ama hiç ulaşılamayan, mağrur, benzersiz kadın." Bu nedir?
2- Dış dünyaya olabilecek en küçük yüzeyi göstermek için kurşuni gövdesini küre biçimine sokan, dışarıya bir şey sızdırmamak, kendinden bir damla ter bile yitirmemek için derisini dümdüz, kaskatı yapan küçük, çirkin şey. Bu nedir?

3- İnsan kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür. Hani pembe akide şekerleri vardır bilir misiniz,onların bir baygın pembesi, insanın içine yayılan bir kokusu vardır. Öyle bir şey işte. Anlatılan nedir sizce?

4- Yalnız sen varsın. Yalnızlığımın,ihtiyarlığımın, sevimliliğimin, egoizmimin, ortasında daha dün şehvetle sarıldığım, kokusundan haz ettiğim, yıldızları, yandan çarklıyı, derin suları,heykelleri, gotik binaları, ağaçlık tenha yolları, pek sevdiğim yeşil yeşil, kırmızı kırmızı, turuncu turuncu yanan işaret fenerlerini geride bırakıp, sana, yalnız sana aşığım. Kime aşıktır?

5- "Su değil,mevsimin havası akan, Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir. Suda yıldızların parıltısıdır. Bu karanlıkta bazı bazı çakan." Bu nedir?


1-Cevap:İstanbul- Aslı Erdoğan- Mucizevi Mandarin-125.sayfa
2-Cevap:Kene- Patrick Süskind- Koku-Bir Katilin Öyküsü 25.sayfa
3-Cevap:Aşk- Nezihe Meriç- Bozbulanık- Sayfa 106
4-Cevap:İnsana- Sait Faik Abasıyanık-Son Kuşlar-79.sayfa
5-Cevap:Orman- Ahmet Haşim - Piyale-30. sayfa

Özlem Dolu Bir Yazı

Bugün anneannem geldi aklıma biliyor musun? Çok harbi bir kadındı çok.. Ah! Ruhu rahmet istedi... Nur içinde yatsın... Kadınlık gururu yüzünden, 41 yaşında ayrılmış dedemden. Ne o, dede küçük bir çapkınlık yapmış. Bu duruma dayanamamış. İki çocuk , yani annem ve dayım zaten büyükmüş. Gururundan asla taviz vermemiş anneannem. O yıllarda dul yaşamak kolay mı? Aile ne der, konu komşu ne söyler? Alışkanlıklar, geleneksel düşünceler var. Böyle bir durumda boşanmazmış ki kimse... Hatta otururmuş kumalar aynı evde... Ama benim anneannem bu! Çok gururlu bir kadındı çok... Burnunu asla eğmezdi yere. Aldırmazdı kimselere... Ogünün kadını değildi ki ulaşmıştı çoktan geleceğe... Hem eski Türkçe bilirdi, hem de yeni Türkçe... Hem Kur'an okurdu, hem gazete... Dedemin durumunu öğrenince... Kalemi kırmış...Yılların evliliğini bir anda bitirmiş. İlk kadın hakları devrimcilerinden biridir bence. Okadar insanı karşısına aldığına ve umarsızca buna göğüs gerdiğine göre!

Bugün hava nasıl sıcaktı, anlatamam! Sanki çok günahkar biri düşmüş cehenneme, okadar canhıraş bağırıyor ki, ağzından çıkan sıcak nefesi değiyor tenimize... Sıcak hava cennet esintisi olamaz, cehennem esintisidir kesinlikle... Zaten çok ısındı mı, "cehennem gibi" denmez mi havaya, denir elbette. Şımarık bir aydır yaz. Ay,ay!... Sadece kendisiyle sarıp sarmalamak ister insanı. Kimse kimseye dokumak istemez bir kez bile. İşte ben İzmit'te yürürken bu düşüncelerle, baktım bir sevgili, benim düşüncelerimin tam tersine, sarmaş dolaş dolaşıyorlar önümde. Anneannem o an aklıma geldi işte.. Bak şimdi şöyle... Anneannem ve annem yürüyorlarmış birlikte. Aynı benim gördüğüm gibi bir sevgili görmüşler, oğlanın eli kızın belinde. Çöp gibi bir oğlan, ipince... Hayırsızın biriydi fikrimce...Atilla İlhan boşuna Üçüncü Şahsın Şiiri dememiş bu şiire. İşte bir 3. şahıs karışmış işlerine... Dinle bak, tam yanlarından geçiyorken, anneannem bastonuyla vurmuş çocuğun eline. Çocuk ne olduğunu şaşırmış, bakmış hiddetle.. Anneannem demiş "Sen utanmıyor musun? Beni görüyorsun. Neden elini kızın belinden çekmiyorsun?" Çocuk dellenmiş tabi, yaşlı falan diye görmemiş anneannemi gözleri.. Demiş "Ne diyorsun kadın sen?" Üstüne üstüne yürümüş. Annem korkmuş durumdan. Bakmış çocuk yaşlı demiyecek, anneanneme girişecek... Sağ elinin işaret parmağıyla vurmuş bir kaç kere kendi alnına... Gösteriyormuş anneannemi, işaret parmağını kendi alnına vuruyormuş sürekli... Çocuk " Haaa! Anladım" demiş. "Tamam, bu kadın deli.. Öyleyse peki!" Yollarına devam edip gitmişler. Anneannem neden birden vazgeçti çocuk, gitti anlam verememiş. Ama bakmış ki çocuk artık sarılmıyor kıza, söylenmekten vazgeçmiş. Annem bunu bana anlattığında:"Anne, ne ayıp yapmışsın! İşaret diliyle de olsa, annem deli dedin öyle mi ?" Hayret vallahi !" demiştim şakacıktan."Napayım, böyle bir çözüm buldum. Yoksa çocuğun gözü dönmüştü, dövecekti annemi." demişti. Ne tatlılardı!

Ahh! Kış!... Mevsimlerin en şefkatlisidir kış... Sarılmanın, sarmalanmanın, çay demlemenin, sinemaya gitmenin, buram buram dumanı tüten bir tas çorbayı beraberce içmenin, ayakkabısı olmayana ayakkabı almayı, yakacağı olmayana yardımcı olmayı düşünmenin mevsimidir kış. Battaniyelere sarınmanın, rüzgarı tende hissedince, yaşıyorum demenin, üzerindeki ceketi sevdiceğine vermenin mevsimi... Kış mevsimi, "bir insanın başka bir insan için yapıldığının delili" değil mi yazarın dediği gibi... Bu bir özlem yazısı... Biliyorum çok erken... Ama kışı şimdiden çok özledim ben!

1 Haziran 2009 Pazartesi

Şarkı Sözleriyle Bir Deneme Yazısı

Dinlemelisin beni, akıl vermelisin...Neler yaptım kendime, lütfen beni bir yol dinler misin?Kırılmamak adına, içimde kaleler inşaa ettim. Daha sağlam olsun diye, harcına gözyaşı döktüm. Of! Şimdi yarattığım zindanlarda ışıksızım. Kaçtım ve kendime saklandım. Her küstüğümde, vakitsiz uykularda,vazgeçtim aynalardan. İnsan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen… Benmişim… Kendimden bir korkak yaratmışım. Kendimi korurken, en çok ben ürkütmüşüm. Benmişim... Kendini savunurken en çok hançerleyen. Kim demiş aşıklar hep mutlu olurlar diye? Hesapsız seveceksin, canın ağzına gelse de. Vururken yalnızlık yüzüne, sen pay edersin gönlünü onlarca hüzüne… Benmişim! Evet, haklısın…Kendimden bir korkak yaratmışım! Benmişim! Doğru…Kendini savunurken en çok hançerleyen. Bir meçhul olmuşum failim ben. Peki ama sence, beni bana küstüren, beni bana kırdıran, kalpsizin hiç suçu yok mu?

Bak şimdi… Sanki bir yok birde varmış. Bu bir masal gibi… Ama anla beni, ben onu arayamam… Keşke yanımda olsaydı, biliyorum kolay olurdu o zaman. Keşke ben sussam, o anlatsaydı, yorulunca uyusaydı. Kolay mı sanıyorsun? Kolaysa sen de benim gibi yan o zaman! Yağmurum ol üstüme, ben böyle yaşayamam… Halimi görüyorsun, bir şeyler yap o zaman…Sebebim var biliyorsun, ben onu arayamam.

Peki, söyler misin, ne yapayım, nereye gideyim? Anlatmıştım sana... İki yol var demiştim. Hangisini seçeyim? Biliyorum, hepsinin sonu aynı…Birinin eksiği birinin fazlası. Off! Birden bire boşalan yolların ortasındayım. Hedefler hep çok çok kolay olmuştu. Nereye, nereye gideyim? Kafam çok karışık. Bilemiyorum ki!

Şunu çok iyi anladım ama…Kim olursan ol ne istersen yap, herkes bu dünyada tek başınadır. Annen kolunda,baban yolunda,kardeş yanında belki ama, gene de tek başına.. Tek başınayız, hep tek başına…Sözler altında,gözler altında, yaşam kavganda…Nefes alırken nefes verirken, gülüp ağlarken hep tek başınayız!

Bu nedenlerle, tepedeki çimenlikte, yalınayak dolaşarak, yemyeşille masmavinin,ortasında uzanarak, hayaller kurarak, rüzgara savurarak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek istiyorum. Tepedeki çimenlikten, seyreylemek istiyorum şu alemi… Hani küçülmüş ufacık olmuş, insanların alemini… Bir buluta tutunup,bir kuşun kanadına takılmak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek istiyorum! Sadece gökyüzü, sadece deniz, sadece sevgi…Hepsi bu! Haksız mıyım, söyle şimdi?

1- Nev - Benmişim
2- Yüksek Sadakat – Ben Seni Arayamam
3- Mavi Sakal- İki Yol
4- Erkin Koray – Tek Başımıza
5- Bulutsuzluk Özlemi – Tepedeki Çimenlik

Açıklama: Şarkı sözlerine biraz kelime ekleyerek bir deneme yazı yazmaya çalıştım. Umarım olmuştur. Bu denemeleri çok deneyeceğim!