14 Mart 2010 Pazar

Dün Gece Tuhaf Bir Rüya Gördüm... Hayırdır İnşallah!

Bak ne anlatacağım sana… Dün gece var ya.. Tuhaf bir hal geldi başıma. Yatmadan önce Zagor’un koca bir çizgi romanını okuyup bitirmiştim. Sonra balkona çıkmıştım… Yatmadan önce kafamı kaldırıp uzun uzun gökyüzüne bakmıştım. Allah seni inandırsın, öyle bir mehtap vardı ki gökyüzünde gülümsemesini kıskanmıştım. Sonra yatıp uyumuştum.
Çok iyi hatırlıyorum. Hatta uykuya dalarken işittiğim kendi sesimi, Don Çiko Felipe Cayetano Lopez Martinez Gonzales'in yani kısaca Çiko'nun uyku halindeki "Roonnn! Roonn!" diye çıkardığı sesine benzetmiştim. Zagor okuyup yattım ya bu kadar hayal görmem çok normal diye düşünmüştüm. İşte son hatırladığım buydu. Dalmışım. O ne? RRRUMBLE!... Evet… Evet… “RRRUMBLE!” diye gök gürlemesiyle kendime geldim. Fırladım olduğum yerde. Doğruldum…Olamaz! Allahım ben neredeyim? Sıcacık yatağımda olacağım yerde, bir ormanın derinlerindeyim. Ne zaman buraya geldim? Aaaa! Baktım çevreme şöyle… Darkwood Ormanında değil miyim? Anladım. Dün acının vergisini vermiş, gülün haracını ödemiştim de hüznü demirbaş defterinden düşmeye gelmişti sıra… Sonra Zagor’un macerasına dalınca… Aaa! “Darkwood’un tüm davulları aşkına!” Hüznün demirbaş defterinden düşülmesi için bu ormanda ne işim vardı ki benim? Ne yalan söyleyeyim, önce epeyce tırstım. Sonra topaladım kendimi… Şöyle bir silkelendim. Madem Darkwood Ormanı'ndaydım. Hemen kendime bir silah yapmalıydım. Elimde malzeme yok ki… Ateşli silah icat edemeyeceğime göre… Hımm.. Bakındım… Aklıma bir fikir geldi. Etrafım taş doluydu. Taşların elips formunda olanından hemen bir tane seçtim. Bir de çok ince olmayan düzgün bir ağaç dalı işimi görecekti. Tamam.. Buldum… Üzerimdeki kazağın ucundan azıcık çektim. Yeteri kadar ip elde ettim. Aaa! Cebimde bıçak vardı nasıl olduysa… Sanırım bu yaşadığım bir rüya… Cebimden çıkardığım bıçakla, çok ince olmayan ağaç dalına gerekli formu verdim. Tamam işte… Köteklik bir değnek elde etmiştim. Taş ile sopanın birleşeceği yer, baltamın sağlamlığı ve ergonomisi açısından çok önemliydi. Nerden mi biliyorum bütün bunları?

Sıtkı Sıyrıl’ın Zagor’un Sözü Bu! bloğunun müdavimiyim. Ordan öğrendim. Dalı ve elips şeklindeki taşı elime aldım. Taşı koyacağım en uygun yeri bulmak için epeyce titiz davrandım tabi..

Çünkü taşın sopanın üzerinde (sopa dikken) ipsiz de durabilmesi gerekliydi. Birleşim için en uygun yeri belirledikten sonra o bölgeyi taş üzerinde gözümle işaretledim. Bu montaj sırasında çok gerekli. Artık asıl zor bölüme, yani taş ile sopayı birleştirmeye geldim…. Farklı açılardan, çaprazdan, tersten, düzden ipi geçirip, taş ile sopanın birlikteliğini sağlamlaştırdım. Allahtan elim yatkındı bu tür işlere… Zaten evde Zagor baltasından yapmayı birkaç kez denemiştim. Tamam… Sonunda zevkle ipin düğümlerini attım. Sağlamlığını test etmek için baltayı havada şöyle bir salladım.




Aaa! "SWIIISH!...” efekti… Evet… Duymuştum işte! Zagor ne zaman baltasını savursa çevresine, kocaman bir "SWIIISH!” yazmaz mıydı o karede? Yazardı. Tamam öyleyse baltama merhaba diyebilirdim. Merhaba Baltam…
(Devamı Gelecek:)
1.NOT : Hilmi Yavuz'un Sırası Gelince adlı şiirinin gerçek dizeleri şöyle... "acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra"

Patatese Cilt Bakımı Yaptın Mı Hiç?


Şimdi yazının başlığına bakıp, "Patatese cilt bakımı yapılır mı hiç? Yok artık daha neler!" sakın deme!.. Neden olmasın ki! Anlatacağım bak... Dinler misin beni? Ben yaşamın eşsiz bir süreç olduğuna inananlardanım. Yemek yemenin hayatın en büyük keyiflerinden biri olduğu sözünün altına gözüm kapalı imzamı atarım! Yemek yapmak zor değildir. Hele sevdiklerine yapıyorsan... Hele yemeğe sevgini katıyorsan... Efenim, "yeme de yanında yat!" diyeceğim demesine ama... Ben iştahlı biriyimdir. Ayrıca tembellik nedir bilmem... Asla! Hemen girişirim... Yemek gördüm mü? Ben... Şeyy... Dayanamam... Üzerinize afiyet, yemek görünce yan gelip yatanlardan değil, silip süpürenlerdenim!

Bak şimdi, sen "sarı kız salatası" nedir bilir misin? Yapması çok basittir! Bu akşam balkondaki patatesleri görünce gözlerime inanamadım. Görmeyeli nasıl yaşlanmışlar, nasıl kırışmışlar anlatamam. Resmen buruş buruş olmuş cilteleri. Dört beş tane patatesi aldım elime önce... "Sizi ne kadar ihmal etmişim kızlar!.. Afedersiniz! Şimdi güzel bir cilt bakımı uygulayacağım size, siz bile inanamayacaksınız kendinize! Biraz sabrediniz." dedim. Hemen su koydum elektrikli su ısıtıcısına ve bıraktım suyu kaynamaya. Ön niyetim patateslerin cildini buhara tutmadan önce, ölü derilerinden kurtulmak. Hemen keskin bir patates soyucusuyla, zarar vermeden hassas suratlarına, patateslerin buruşmuş kırışmış dış kabuklarını soydum. İyice yıkamak amacıyla musluk altında soğuk suya tuttum. Bu arada kaynamış olan suyu tencerenin yarısına kadar doldurdum. Dış kabuğu soyulmuş, soğuk duşa tabi tutulmuş patatesleri küçük küçük parçalara böldüm. Tenceredeki kaynar suyun içine koydum. Patateslerin hamam sefası yani. Ohh!Hamamdan sonra kızların yumuşacacık olacak hücreleri, okadar farklı bir cilt bakımı yapacağım ki, değişecek şekilleri ve şemalleri...

Patatesler yumuşarken tencerede... Ayrı bir kapta... Küçük bir tasa yarım çay bardağı zeytinyağ, yarım çay bardağı mayonez, bir dolu yemek kaşığı hardal, yarım limon, tuz koyarak iyice karıştırdım. Bunun bir nevi cilt bakım kremi olduğunu düşün! Az sonra hamamdan çıkacak olan kızlara özel bir cilt bakım kürü uygulayacağım. Patatesler sıcak suda yumuşayına, derince cam kasenin içine patatesleri koydum. Biraz ılınınca, üzerlerine hazırladığım cilt bakım kremini boşalttım. Tahta kaşıkla bu hardallı sosu yavaş yavaş patateslere yedirince... İnanmayacaksın ama renkleri döndü hardal sarısı rengineee... Eeee!.. Nasıl değiştiler... Nasıl parıldadılar... Oy oy oy! Gerçekten inanılmazdılar! Düşündüm... Bu kremi uygulasam kendime... Acaba iyi gelir miydi benim de cildime? Bir gün olur denersem eğer, anlatırım... Anlatırım, merak etme... İstersen biraz da kuru soğan doğrayıver salatanın içine. Eğer taze nane de serpersen üstüne... Benim bu özel tarifimle... Şekilde gördüğün gibi... Fevkaladenin fevkinde... Nefaseti yerinde... Nefis bir salata yiyeceksin gene! Bak... Bir daha buruşmuş diye sakın patatesleri çöpe dökme! Patateslere cilt bakımı yap!... Aaa!.. Öğrendin ya işte!!

13 Mart 2010 Cumartesi

Hayata Dair Küçük Ayrıntılar

Kimi zaman yazdığım yazılarda, hayalperestliğimden söz ederim. Aslında hayalperestliğimin doğru bir tanımlama mı olduğuna pek emin değilim. Şunu gerçekten iyi biliyorum, yaşam içindeki küçük aytıntılar önemlidir benim için. Sanıyorum edebiyat ve sinemayı da, insan ve yaşama dair sonsuz çokluktaki ayrıntılardan beslendiği için çok seviyorum. Biliyorum ki her kitap ya da film, farklı bir öykü anlatıcısının eseridir. Her öykü anlatıcısının hayata bakışı ve birikimi farklı olacağından, her okuduğum kitap, her seyrettiğim film; anlatıcısının kendi dili ve üslubunca, kendi yolu ve yordamınca beni bambaşka ayrıntılar dünyasına sokacak demektir. Özellikle edebiyat ve sinemanın, bizim hiç düşünemediğimiz, göremediğimiz veya farkedemediğimiz yaşama mana katan ayrıntıları ortaya çıkardığını düşünmez misin? Ben düşünürüm.

1883 doğumlu ünlü siyasetçi ve yazar Memduh Şevket Esendal'ın,"Bir Haydut Kuş" adlı öyküsünü bilir misin?Yazar bu öyküsünde, yaşamın içindeki çok sıradan bir durumun tespitini yapar. Kırda kardeşini bekleyen çocuk gökyüzünde uçan kuşa özenir. Sonra kuşun bir yılanı öldürmesine ve yemesine şahit olur. Şaşırır. Bu durumu kardeşine anlatır. Kardeşi kuşun evdeki tavukları yiyeceğine kırdaki yılanları yemesinin daha iyi olduğunu söyler. Çocuk o ana kadar bir kuşun ne yılan ne tavuk yiyeceğini aklına getirmemiştir. Bütün bunları düşününce neredeyse kuşlardan nefret edecektir. Akşam yemekte olanları babasına anlatınca babası, " sen tavukları düşüneceğine bizi düşün" der. Çünkü babası da tavuğu, öldürüp yemeleri için beslemektedir. Doğada vahşice gelen bu durum, insanlar için de mevcuttur. Öyküdeki her şey hayatta olduğu gibidir. Hayatın bir anını, bir kesitini, ama hepten önemsiz saydığımız bir durumunun tespidir okadar.

Amerikan Güzeli filmindeki rüzgarda uçuşan naylon poşeti hatırlar mısınız? Poşeti hareket ettiren nedir? Gözle görünen bir şey yoktur.Naylon poşet kendi kendine uçup dans ediyordur sanki. Sanıyorum filmde birkaç dakika bu görüntü veriliyordu ve şaşırtıcı güzellikteydi. Sadece naylon poşetin rüzgarda hareket edişinin tespitiydi o kadar, hayata dair küçük bir ayrıntıydı yani. Peki hiç seyrettin mi yaprakların ağaçtan kopup düşüşünü ve eğer esinti varsa, yaprakların havadaki danslarını... Seyretmeni tavsiye ederim! İnanılmaz derecede büyüleyicidir!

12 Mart 2010 Cuma

İkinci Körlük Diye Birşey Duymuş Muydun?

Acaba görmeye, bakmaya, izlemeye, seyretmeye, hayal etmeye, rüya görmeye meraklı biri olduğum için körlerin durumunu daha çok önemsiyor olabilir miyim?

Bir önceki yazımda doğuştan görme duyusu olamayan kişiler, normal hayatlarında göremedikleri için rüyalarını da göremiyorlarmış, ancak rüyalarını hissedebiliyorlarmış diye yazmıştım ya, bu körlüğün bir çeşidiyle ilgili. Yani doğuştan itibaren kör olanların rüyaları böyle. Bir de “İkinci Körlük” diye bir durum varmış. Nasıl bir şey biliyor musun? Önceden görüp sonradan kör olanlar, başlarda eskisi gibi rüya görmeye devam ediyorlarmış. Annesi, sevgilisi, doğa, renkler yani gördüğü zamanlarda hafızasında kalan her şeyi rüyalarında görebiliyorlarmış. Bu nedenle geceyi iple çekiyorlarmış. Rüyalarında bari görebildikleri için mutluluk duyuyorlarmış. Ancak tıp nedeni çözememiş, gün geliyor rüya göremez oluyorlarmış. Rüyalar körleri yavaş yavaş terk ediyormuş. Her sabah daha yıkık ve karamsar uyanıyorlarmış bu durumda tabii. Körlükten önce hafızalarında saklanan bütün görüntüler, teker teker siliniyormuş çünkü. Ne sevgili, ne uçsuz bucaksız deniz, ne mehtaplı gece, ne o masmavi gökyüzü ne de renkler... Düşünsene... Daha önce bari rüyalarında görebiliyorken... Zifiri oluyormuş her şey. Rüyalarda da ebedi karanlık durumu yani. İşte bunun adına “İkinci Körlük” deniyormuş. Ne desem ki şimdi?

Buraya kadar üzücü ama bu konularda okudukça hoş gelişmeler tespit ettim. Bak şimdi… İkinci körlüğün ıstırabını dindirmek için şöyle bir çözüm bulmaya çalışmışlar. Sonradan kör olan kişileri, daha yeni kör olduklarında rüya görebiliyorlar ya, bu rüyalarını her sabah görmeyen kişilere anlatmalarını istemişler. Bir nevi rüya anlatma terapisi yani. Körler ikinci körlüklerini yaşamadan önce sık sık rüya görmeye, ne gördüklerini hatırlamaya, anlatmaya, hatta dikkatini çekerim istediği rüyayı görmeye özellikle teşvik edilmişler. - Sen hiç denedin mi? İstediğin rüyayı görebilir misin sözgelimi?- İkinci körlük yaşamamak için, rüyalarındaki görüntüler gitmesin diye her sabah rüyalarını iştahla anlatmaya devam etmişler. Böylelikle anlattıkça gelişiyormuş rüyaları. Kokular, sesler ve lezzetler de dahil oluyormuş bu rüyalara hatta. Görmedikleri için diğer duyuları daha fazla gelişiyormuş. Görüntüler hafızalarından silinmemeye başlıyormuş. Şahane bir şey bu! Doğuştan kör olanlar ise, bu rüyaları dinledikçe büyük bir haz duyuyor, rüya göremeseler bile onların da rüyalarındaki hisler çeşitlenmeye başlıyormuş. Keşke bu uygulamalar memleketimizde de yapılabilse. Mesela aynı şehirde yaşayan görme özürlüler arasında yapılamaz mı acaba böyle bir rüya anlatma terapisi? Ne güzel olurdu eğer yapılabilse, öyle değil mi?

Doğuştan Kör Biri Rüya Görür Mü?

Geçenlerde yazdığım bir yazıma “Ben var ya bazen tam manasıyla bakar kör olduğumu düşününüyorum.” diye bir cümleyle başlamıştım. Niye böyle yazmıştım ki? Körlük hakkında sanki ne biliyordum? Doğuştan kör birine körlüğü tarif etmesini istemişler. Şöyle tarif etmiş “Siyah renkte hızlıca akan bir ırmak düşünün sonunda bir çağlayanla birlikte derin karanlık bir göle dökülür." Ne kadar düşsel bir tarif, öyle değil mi? Körlere en çok sorulan soru neymiş biliyor musun? "Acaba körler rüya görebilir mi?" Görebilirler mi sahi? Doğuştan görme özürlüler rüya göremezlermiş biliyor musun? Görmedikleri için rüyalarını da göremezlermiş. Sesi duyarlarmış. Yani normal yaşantılarında olduğu gibi rüyalarını sesle algılarlarmış. Doğuştan kör olan kişilerin rüyalarında görsel figürler yer almazmış. Rüyaları yürüme duygusu, mutluluk hissi gibi günlük hayatta deneyimledikleri duygu ve duyulardan oluşuyormuş. Ama doğuştan görme duyusu hiç olmayan insanlarda diğer duyular daha fazla gelişiyor ya, eğer toplum içindeki yaşam şartları daha kaliteli hale getirilip, hayattan daha kolay keyif almaları sağlanırsa, belki körler rüya görmeseler bile kolaylıkla rüya duyabilir, rüya koklayabilir, rüya dokunabilirler öyle değil mi? Asıl körlük, insanın yaşamdan ümidini kesip, hayallerini yitirmesi demek değil mi?

"Alti Nokta Körler Dernegi, ülkemizde görme engellilerin ekonomik, toplumsal, eğitsel, kültürel ve mesleki sorunlarina çözüm yollari üretmek amaciyla 1950 yilinda kurulmus bu alandaki en eski ve en büyük dernektir. Kurucu baskani, kendisi de görmeyen Doç. Dr. Mithat ENÇ'tir. Görme özürlü kişi, himayeye muhtaç, acınacak ve çaresiz bir insan değildir. Sadece farklı metotlar kullanarak öğrenir. Gören insanların görmeyenlerin hayatını kolaylaştırmak için elinden geleni yapması gerekir. İzmit'teki Altı Nokta Körler Derneği'nin telefonu 0 262 321 35 00-322 94 39 Telefon edilip nasıl destek olunacağı öğrenilebilir.

11 Mart 2010 Perşembe

Hasbihal...

Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturuyorum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, ayaklarını sallaya sallaya, anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bugün çizgi romanlarla ilgili konuşmaya başlıyorum. "Bizim memlekette yayınlanan ilk çizgi roman Kara Maske dergisiymiş, biliyor musun?" diyorum. " Düşün ki 1947'li yıllar... Tabii ki derginin tamamı çeviriymiş. İçinde yer alan Mandrake ve Tarzan'da bu çevirilerin bazılarıymış. Ama memlekette asıl patlama, bir yıl sonra Swing'le olmuş. Swing'i biz de okurduk." diyorum. "Dur, dur... Hatırlasana, biraz düşünceli gördüm mü bir benzetme yaparım ya sana!" diye sözlerime devam ediyorum. Gözlerini koca koca açarak bana bakıyorsun... "Gamlı Baykuş!" diye bağırıyorum. Gülümsüyorsun. Onaylarmış gibi kafanı sallıyorsun. "İşte Gamlı Baykuş, Swing'in en yakın dostuydu, aynı senle ben gibi.." deyip gülüyorum. Dudaklarını büzüyorsun. "Ama ilk bize ait çizgi roman ise Köroğlu'ymuş biliyor musun? Sonra Türk tarih ve folkloründen etkiler taşıyan kahramanlarımız Suat Yalaz'ın Karaoğlan'ı, Rami Turan'ın Kara Murat'ı, Sezgin Burak'ın Tarkan'ı yayınlanmaya başlamış... Tarkan'ı nasıl da severdik. Yolunu gözler, okumadan edemezdik." diye anlatmaya durmaksızın devam ediyorum. Cemal Nadir'in Amcabey'i, Ramiz ve Altan Erbulak'ın tiplemeleri... Sezgin Burak'ın Bizimkiler'i... Çizgi bant çalışmalarının ilk örnekleri... Of!Of!Of! Hele o şahane Gırgır'lı günlerimiz! Hatırlasana elimize alınca dergiyi birbirimize bakıp ne söylerdik? - Can sıkıntısını, aşk yarasını, karı koca kavgasını şip şak keser. Her derde devadır. Gırgır da Gırgır!" Gülüyorum... Anlatıklarımı işittikçe nasıl da mutlu oluyorsun... "Oy," diyorum.. "Oy... Bülent Arabacıoğlu'nun çizdiği En Kahraman Rıdvan'ı okadar severdim ki! Oğuz Aral'ın Avanak Avni'si, Özden Öğrük'ün Çılgın Bediş'i! Çılgın Bediş'ten öğrenmiş de duvara asmıştık ya posterlerimizi! Ne güzel günlerdi!" Ben çoştum ya anlattıkça anlatıyorum. Sen arada onaylar gibi başını sallıyorsun... Sonra aklıma bir şey geliyor. Fıslıdarcasına "Ah!" diyorum. "Ah! Abdülcanbaz'ı ne çok severim bilirsin ya! Peki söyler misin lütfen, yetim kalmazlar mı sence sanatçıların yarattığı kahramanlar da?" diyorum. Ne demek istediğimi sanki anlamıyorsun. Merakla gözlerini açıyorsun... "Sana da acayip gelmiyor mu?" diyorum. Ne diyeceğimi merakla bekliyorsun... " Hani yaşıyorken, belki az önce yanındayken, ölüveren nasıl denir hani göçüp gidiveren insanlar var ya öbür dünyaya... İnanamıyorum!" diyorum sana.. "Sanki bir abra kadabra! Varken... Hooop! Yok oluyor! Ne acayip bir numara! Düşünsene insan nasıl çaresizce derin bir acı hissediyor... Bir de yaşarken ölecekmiş gibi hiç gelmiyor... İnsanın yakınlarını kaybetmesi içinde derin bir boşluk bırakıyor. Ya bir de o seni hiç tanımazken, senin hayatında iz bırakmış kişiler? Ne diyorsun mesela Turhan Selçuk'a" diyorum... "Ne olmuş Turhan Selçuk'a?" diyorsun. Şaşırıyorum bu soruna... Yerimde doğruluyorum. Ayağım yere değiyor. "Ölmüüüş!" diyorum fısıldarcasına... Sanki içimdeki bir boşluktan serin bir rüzgar esiyor... Diyorum ki: "Evin içi cehennem gibi sıcak. Sanki içim üşüyor... Neden acaba?"
Not: Ümit Kireççi'nin Çizgi Roman Senaryosu adlı kitabından faydalandım.

"Yürek"li Deyimlerle Bir Deneme Yazısı

Hani çok satan kitaplar vardır bilirsin, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git,” sözgelimi. Bu kitabı ilk kez kitapçının vitrininde gördüğümde, resmen yüreğim önce "hop", sonra "cız" etmişti. Çakar çakmaz çakan bir çakmak gibi, yüreğim önce "hop", sonra "cız" edince, yüreğime "cup" diye bir ateşin düştüğünü hissettim. "Cup" diye yüreğime düşen ateş, yüreğime indi… indi... Resmen yüreğimi yaktı… Bir davul gibi yüreğimi şişirdi de şişirdi… Neden mi? Nereye gönderiyorsun kardeşim? Yola çıkan birinin başına neler gelir hiç işitmedin mi?

Misal ben… Dinle bak… Kitapçı vitrininde o kitabı gördüğüm günün sabahında, yüreğimin götürdüğü yere gitmek için yola çıkmıştım. O kadar heyecanlıydım ki , yüreğim üçbuçuk atıyordu yemin ederim. Hoplaya zıplaya apartmanın kapısından çıkarken tanımadığım bir adama rastgeldim. Bende yürek Selanik tabi… Önce yüreğim ürperdi yani, ne yalan söyleyeyim… Sonra yüreğim ağzıma gelmedi değil.. Geldi. Gene de dayanamadım, adama gülümseyerek “Selam” dedim. Aaa! Bırak selamımı almayı, suratıma garip garip bakmadı mı seninki? Daha neler! Öylece kalakaldım kapıda, kendimi enayi gibi hissettim. Hissettirdiği için kendimi enayi gibi, bu adama dava açmayı yürekten istedim. Sabah sabah kalbim kırılmıştı tabi. Bu hasarı kim tazmin edecekti ki? Bütün bunlar aklımdan geçince, çok zeki biri olduğumu düşündüm. Becerebilsem kendimi alnımdan öpecektim. Yüreğine danış da söyle, selamsız birine dava açmayı düşünmek şahane bir fikir değil mi sence? Neyse… Bu kadarla kalsa… Bak dinle....

Öyle bir gün geçirdim ki, yüreğimin götürdüğü yere gitmek için evden çıktığımda anlatamam… Hatırladıkça yüreğim parça parça oluyor inan ki. Sözgelimi otobüs durağındaki kadın yüreğimi tüketecek vaziyette, yüzüme baka baka yalan söyleyince, Baltalı İlah Zagor gibi “Ahhyyaakk!” deyip üzerine saldırmak istedim. Bana sattığı bileti, başka birine de satmış. Ne o, benim biletim iki saat sonraki otobüse aitmiş. Daha neler? Bu kadar da olmaz ki! Pes yani! Anlayacağın daha otobüse binmeden yüreğim çoktan tükenmişti. Sosyal ilişkilerim resmen galeyana gelmişti. Bezgin Bekir vaziyetinde kaderime boynumu bükmüştüm. Her iyiniyetli çabam trajedik olayla neticelenmişti. Bu ne yaman çelişkiydi. Aniden karar verdim. Yüreğim parçalanarak yüreğimin götürdüğü yere gitmekten vazgeçtim. Yüreğim elimde ofise geri döndüm. Aynı günün akşamında ekmek almak için fırına gittiğimde, kitapçının vitrininde “Yüreğinin götürdüğü yere git” adlı bu kitabı görünce… Ahh! Yüreğim önce “hop”, sonra “cız” etti işte… Ben var ya... O gün bugündür bu kitabı okumadım... Yooo... Öyle çok satan kitapları okumam diyecek kadar entellektüel birikimi olan biri değilim. Okurum okumasına da... Bu kitabı adı yüzünden alamam ki elime... Çünkü yüreğim önce "hop" ediyor, sonra "cız" ediyor "Yüreğinin Götürdüğü Yere Git" cümlesini görünce!!

10 Mart 2010 Çarşamba

Size Anne Diyebilir miyim?

Ortaokula o yıl başlayacaktım. İzmit'e taşınmıştık.İlk evimiz, bir açık sinemanın bahçesindeydi. “Yok canım daha neler!” deme sakın. Sahiden… İzmitli olup, yaşı bana yakın olanlar bilecektir. Hoşgör Pastahanesi’nin hemen arka sokağında Oğuz Bahçe Sineması vardı. Bizim taşındığımız apartman, sinemaya bitişik bir binaydı. Birinci katta oturuyorduk. Üst katların değil de sadece bizim katın sinema salonuna doğru koca bir balkon uzantısı vardı. Sanki bir loca… Film seyretmeye bayılırdım… Bu balkon bana bir armağandı. Gözlerim okadar bozuktu ki tam beş numara. Haftada bir film değişirdi. Her akşam aynı filmi seyretmekten bıkmazdım. Annem gözlerimin bozukluğunu her akşam film seyretmeme bağlardı. Çok kızardı. Ben de hemen seyrettiğim filmlerden ezberlediğim birkaç repliği taklit ederdim. Şöyle… Türkan Şoray olurdum mesela… Tek elimin tersini gözlerimin üzerine kapardım ve…
- Aman Tanrım! Nayıır! Artık göremiyorum… Göremiyorum… Artık kör oldum… Ohh! Tanrım, nedennn…nedennn bennn! Okadar bedbahtım kii! derdim.

Yada Aysecik olurdum. Annemin önünde diz çöker:
- Teyzeciğim… Sizi çok sevdim… Size anne diyebilir miyim? Derdim.
Annem dayanamaz, kızmaktan vazgeçer… Hatta kimi zaman kahkaha ile gülerdi;
- Şımarık kız! Derdi. Haydi yatağa!
Yatar gibi yapardım. Sonra gizlice balkona kaçardım. Görünmez bir köşeye tüner, gizli gizli, sanki ilk kez seyreder gibi büyük bir hayranlıkla, o geceki filmi izlerdim. Annemden saklı yapıyorum ya Yarabbim o ne güzel bir histi. Neden anneden gizli çevrilen işler bu denli haz verirdi ki insana? Ah ne günlerdi!
Film haftada bir değişirdi. Bıkmazdım. Asla usanmazdım. Sürekli aynı filmi seyredince replikleri ezberlemem tabi ki çok doğaldı. Ezberlediğim bu cümleler gerçek hayatta çok işime yarardı:)

"Seni gördüğüm zaman içimde böyle bişeyler oldu...Konuşmayı beceremem ama, anladın dimi ? Canımsın be... Güneşimsin...Havamsın...Yani bu ağzımdaki izmarit yok mu be kız işte onun gibi benimsin be... Yani buramdasın be...Sen hayatımın tek golüsün yani..."

( Bu da Sadri Alışık'ın meşhur repliklerinden bir hatırlatma... Vallahi gerçek bu sözler!Hani Filiz Akın'la çevirdiği Şakayla Karışık filminden ) - Şakayla karışık, Sadri Alışık, demez miydik küçükken!

9 Mart 2010 Salı

Herşeyin "Görünüşe Göresi" yada "Bana Göresi" Üzerine Hasbihal

Ben var ya bazen tam manasıyla bakar kör olduğumu düşünüyorum. Bazen yol kenarlarında ya da bazı yabani otların fazlaca bittiği yerlerde, ateşe verirler de yakarlar ya hani otları, mutlaka görmüşsündür. Ben çok gördüm. Ne yapıyorlar? O alanı açmak için, bir tırpanla ya da bir makineyle biçeceklerine, ateşe verip o yabani otlardan akıllarısıra kolaylıkla kurtuluyorlar. Böyle yabani otları ateşe verme durumunu gördüğümde, çıkan dumanın havayı kirleteceğinden rahatsız oluyordum ya da yangından sonra o alanın kapkara kalmasından hoşlanmıyordum o kadar. Cık cık cık deyip başımı çeviriyordum. Her şeyin bir “görünüşe göresi” yada “bana göresi” vardı aslında. Görünüşe göre yada bana göre olan biten bu kadardı.

Oysa acılar içinde bir kara duman sarıyordu ortalığı da yanan alan üzüntüden karalar bağlıyordu. Bakıyorum da görmüyordum ki olan biteni. Aklıma bile gelmiyordu o alev alev alanda yaşayan börtü böcek ve hayvanat ne oluyordu ki? Havada bir inleme yada bir ağlama dalgalanıyordu aslında kara kara.. Gitgide ürpertici bir koku sarıyordu ortamı. İyice dinlesek duyabilirdik bence o alandaki sadece otların değil, tüm börtü böceğin ve hayvanatın acıyla çığlık attıklarını. Hızlı koşabilen hayvanlar kaçabiliyorlarmış bazen bu yangınlardan da, en zor kaçanlar hangi hayvanlar oluyormuş biliyor musun? Kaplumbağlar! Kaplumbağalar sık sık çok derin uykuya dalarlarmış ya... Belki de bu yangına tam uykudayken yakalanıyorlar. Bir de bilirsin ya hani çok yavaş yürüyebiliyorlar… Yabani otlarla birlikte o alandaki tüm börtü böcek ve hayvanat da canlı canlı yanıp ölüyorlar. Ne feci bir şey değil mi bu? Böyle bir şey hiç düşünmüş müydün? Ben orman yangınlarında düşünüyordum aslında ama yabani otları yaktıklarında hayvanlar hiç aklıma gelmiyordu ne yalan söyleyeyim. Hani herşeyin bir "görünüşe göresi" yada "bana göresi" durumu var ya.. Çok merak ediyorum bu durumun sana göre nedir görünüşe göresi?..

8 Mart 2010 Pazartesi

Adını Gizleyeceğim... Sen de Bilme Lavinia!

Özdemir Asaf ve en güzel aşk şiiri Lavinia... "Sana Gitme demeyeceğim / Üşüyorsun ceketimi al / Günün en güzel saatleri bunlar / Yanımda kal / Sana gitme demeyeceğim / Gene de sen bilirsin / Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / İncinirsin / Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme Lavinia." Özdemir Asaf'a, bu güzel şiiri yazdıran kadın kimdir acaba diye hep merak ederdim. Adını açıkça söyleyemediği bir kadındı. Kimdi acaba?

Haluk Oral'ın "Şiir Hikayeleri" diye bir kitabı çıkmış. Bu kitapta Orhan Veli, Özdemir Asaf, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ahmed Arif'in eserlerindeki "giz"perdesini aralamaya çalışmış. Lavinia, sadece Özdemir Asaf'ın değil, Oktay Akbal, İlhan Selçuk ve Öztürk Serengil'in de en büyük aşkı değil miymiş?
Gözlerime inanamadım. Kıvır kıvır siyah saçları ve şahane gülüşüyle bir kadın resmi ve ismi... Mevhibe Beyat. Döneminin pek çok yazarının gönlünü çalan güzel kadın. Demek ki Lavinia Mevhibe Beyat'mış, öyle mi? Özdemir Asaf'ın Lavinia'sı, İlhan Selçuk'un ilk eşiymiş. Ondan ayrıldıktan sonra da Öztürk Serengil'le evlenmiş. 2007 yaşamını yitirmiş. Daha üç yıl öncesine kadar yaşıyormuş demek ki. Keşke daha önce bilseydik. Lavinia şiirinin ilham perisi, beni bile büyüledi. Özdemir Asaf'ın hem gitmesini istemediği hem de gitme diyemediği bir kadındı demek ki Lavinia... Acaba Lavinia güzel yalanları, çirkin gerçeğe tercih eden kadınlardan mıydı? Şairin üşümesin diye ceketini omuzuna koyduğu... İncitmekten korktuğu... Adını gizlemek zorunda olduğu bir kadın! Vay canına... "Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme Lavinia"

6 Mart 2010 Cumartesi

Türkülerin Menzilinde Dolanalım Mı Gene?

Bugün geç kaldım. Evet bağlama kursuna bir saat geç kalınca, öyle mahçup oldum ki anlatamam. Sınıfın kapısının önünde, bir süre durdum. Kapıyı tıktıkladım. Usulca kapıyı açtım. Açtığım gibi kapıda kalakaldım. Bir türkü çalışıyorlardı ki, oy, oy, oy! Eğer ben bu türküyü çalarsam… Evet… Eğer ben bu türküyü bağlamamla çalmayı becerebilirsem, bir daha bağlama kursuna gitmem ki... Bana bu kadar yeter!

Bak şimdi. Bu yıla kadar türkülerle inan ki hiç işim olmazdı. Tamam. Bilirdim tabii türküleri. Sevdiğim pek çok türkü vardı. Bazılarını dinleyince, etkilenirdim illa ki. Ama bağlama çalmak yeminle aklımın ucundan bile geçmezdi. Zaten bağlama deyince aklıma önce Aşık Veysel gelirdi. Hatırlasana, eskiden televizyonda ya da radyoda, hiç değilse ölüm yıldönümünde dinlediğimiz olurdu değerli ozanı. Şimdi var mı bilmiyorum ki, yıllardır rastgelmedim Aşık Veysel’le ilgili bir programa. “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa” mesela. Nasıl güzel çalar söylerdi. Ne bileyim, Özay Gönlüm’ün elinde yaren adlı bağlamasıyla, Denizli aksanlı, türkülü, sohbet programları kalmış hafızamın kuytularında. Arif Sağ’ın bağlama çalarak türkü söylemesi saçlarını attıra attıra… Ve tabii ki Neşet Ertaş’ın kendi tarzıyla “Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca, Akar can özümde sel gizlı gizli..” diyerekten bağlaması eşliğinde söylediği türkü… Biraz zorlasam belki, birkaç isim daha çıkarabilirim. Ama o kadar. Bağlama demek erkek sazıydı bana göre. Hiç bağlama çalan kadın görmedim ki. Aklıma bile gelmedi. Gitara heves ettim ama. Çok severim gitar sesini. İki parça çalabilirim. O kadar. Yeter. Ne olacak ki. Elime gitar geçerse, boş boş bakmam. Tellerini seslendirebilirim bana yetecek kadar.


İyi de, şimdi durup dururken nerden merak sardım bağlama çalmaya? Üstelik bu yaşıma kadar heves etmemişken, aklımın köşesinden geçmemişken… Çözemedim bunu. Zaten her şey o kadar denk geldi ki, bunu düşünmeme fırsat kalmadı. Bağlamanın sesi bu yıl yüreğime değdi bir kere, içimde belki de gizli kalmış bir sevgiydi, şimdiki zamana denk geldi. Bilemiyorum ki. Arkasından Kocaeli Belediyesi’nin kurslarından birinde Mehtap Hoca’yı elinde bağlamayla görünce, tamam ben bu kursa gideceğim dedim belki... Kim bilir? Başladım işte bir şekilde. İyi ki başlamışım. Türküler dünyası bir derya, uçsuz bucaksız hem de. Geçtiğimiz yaz, Tersninja’da Kentin Türküsü- Anadolu Pop Rock diye, Cumhur Canbazoğlu’nun yazdığı bir kitabın tanıtımı vardı. Kitapçıda rastgelince, bakmıştım. Kitap hoşuma gitmişti ve almıştım. Kitap Aşık Veysel’den Barış Manço’ya, Fikret Kızılok’tan Kıraç’a, Yunus Emre’den Cem Karaca’ya, Edip Akbayram'a memleketimizde gelenekseli evrensele taşımaya emek sarfetmiş isimlerin müzik serüvenlerinden bahsediyordu. Ve çok doğru bir kitaptı, fark etmeyi sağlıyordu. Bu kitabı okuyunca anlamıştım ki, ben belki türküyü bağlamadan dinlememiştim ama türkünün Cumhur Canbazoğlu’nun dediği gibi Anadolu- pop halini, yani Türk folklor temaları, şiirleri ve çalgılarıyla Pop müziğin elektronik olanaklarının kaynaşmasından doğan şehir türküsü halini yıllardır sevmiş ve dinlemiştim. İşte galiba şimdi aslına döndüm. Orijinal haline. Bazı türküler hiç yabancı gelmiyor. Üstelik bağlamanın sesi, yüreğimi derinden etkiliyor. Türküler merakımı muazzam cezbediyor. Türkülerin menzilinde dolanmayı seviyorum.

O nedenle şimdi aklım nerede biliyor musun? Nezih Ünen’in sekiz yıl memleketin dört bir yanını dolanarak hazırladığı Anadolu’nun Kayıp Şarkıları adlı filminde. Nezih Ünen kurduğu bir ekiple Anadolu’yu adım adım dolaşıp, hem türküleri hem de o türkülerle ilgili insan manzaralarını çekmiş. Bir nevi memleketimin türküleri eşliğinde insan haritasını göreceğiz demek ki. Bu filmi seyretmek için muazzam bir heyecan duyuyorum. Ayrıca memleketimde Cumhur Canbazoğlu ve Nezih Ünen gibi insanlar olduğu için kendimi çok bahtiyar hissediyorum.

Haaa.. Bugün öğrendiğimiz türkü ne miydi? Oy, oy, oy! Karahisar Kalesi! Hatırlasana Kıraç söyler hani… Bir Afyon türküsü… “Karahisar Kalesi yıkılır gelir / Kahkülü boynuna dökülür gelir / Yayladan gel allı gelin yayladan / Kesme ümidini kadir Mevladan / Ver elini karlı dağlar aşalım / Bayramlaşalım / Ben bir koyun olayım sen de bir kuzu / Meleye meleye getirem yazı “ Peki ben türküyü bağlamamla çalabiliyor muyum? Sorulur mu? Nasıl çalıyorum hem de biliyor musun? Şahane!
1.Fotoğraf- Karahisar Kalesi

5 Mart 2010 Cuma

İzmit İçinden Tren Geçen Şehir-di.

Dün sabah oldukça keyifsiz uyandım. Sanki hastaydım. Ateşim çıkmıştı, titriyordu her yanım. Lakin işim vardı önemli, canlanmalıydım. Usulca kalktım yataktan. Ağır ağır hazırlandım. Yaramazlık yapmış bir çocuk mahçubiyetinde sessizce evden çıktım. İşimi nasıl hallettiğimi bir Allah biliyor bir ben! Neyse ki bitti! Ofise dönmek için İzmit'te arabamla yol alırken, tesadüfen denk geldim eski tren garına. Okadar zaman olmuş ki, gelmeyeli şehrin bu tarafına. Unutmuşum sanki, hem treni, hem de tren sesini! Oysa tren yolu çocuğuydum. Evimiz hemen tren yolu kenarındaki apartman dairelerinden biriydi. Gece gündüz geçen trenin gümbürtüsünden evimiz sallanırdı sürekli. Eğer ilk kez bize gelen bir misafir varsa, ilk tren geçişinde ev sallanınca, ürker ne yapacağını bilemezdi. Gülerdim için için misafirin bu durumuna, çocuktum ya!.. Annem korkacak bir şey olmadığını, tren geçince sallantının biteceğini tatlı tatlı anlatırdı onlara...

Tren istasyonu değil de, tren garı demek daha uygun geliyor bana. Gar kelimesi içinde gizli bir hüzün barındırmaz mı? Tren yada tren garı niye kavuşmayı değil de, ayrılmayı çağrıştırır acaba? Filmlerde hep öyle değil midir, tren garında ağlanır ve vedalaşılır. Trenler insanları savaşa yada esir kamplarına taşır. Trenler hani o kara trenler, büyülü dumanlarını üfleyerek, oflaya poflaya giderler. Ya o çığlık misali sirenleri! Onlar da mı bilirler,neler çekiyor insanlar kompartmanlarda birer birer. El sallayınca ben evden tren penceresindeki kadına, göz göze gelmiştik bir keresinde, nasıl hüzünlü bakmıştı bana. Dondu elim, kalakaldım öylece. Kadın sanki bakmamış yüreğimi delmişti gizlice. Buzdan bir heykel kesilmiştim, giden trenin arkasından. Bu meçhul kadın,gecenin tekinsizliğinden, hayatın hangi belirsizliğine gidiyordu acaba? Nefesimi tutup bakmıştım peşisıra, yarı korku ve yarı tedirginlikle hiç unutmam. Bu nedenle hem varlığından rahatsız olur ürkerim trenlerin, hem de bu düşünceleri kovmak isterim zihnimden, trenler kavuşturur insanları derim. İzmit, içinden tren geçen şehirdi. Şimdi tren geçiyor doğduğum şehrin kıyı şeridinden! Tren...Trenler... Tren garı..Trenler... Elledim alnıma...Boncuk boncuktu terler... Ateşim nüksediyor tekrar galiba...Eve dönmeliyim... Allahım bütün bu düşündüklerim bir hayal miydi yoksa?!..

4 Mart 2010 Perşembe

Cemre Düştü Ya Toprağa, Yazmazsam Deli Olacağım Galiba!

Cemre önce havaya, sonra suya, en sonunda düştü toprağa... Eee! Bu durumda... En sevdiğim mevsim güz ve peşi sıra gelen kış, artık bana el sallayıp veda ediyorsa... Hani doğa pembe beyaz baharlıklarını alelacele giyiyorsa... O zaman Sait Faik düşmeli aklıma... Selam vermeliyim şimdi "Bir insanı sevmekle başlar herşey" diyen bilge insana... Hele son günlerde "Yazma, bu kadar yazma bir daha!" diye kendi kendime söz verip, bir türlü kendime verdiğim sözü yerine getiremiyor, kendi kendime mahçup oluyorsam mesela... Sahiden Sait Faik düşmeli aklıma! Ne der büyük yazar kitabında: "Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi ? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım, oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." Bende de aynı durum var işte... Bahar geliyor ya.... Yazmazsam deli olacağım galiba!..



Balık Sever Kime Denir?

Geçen gün evlilik deneyimlerinden söz eden karı koca müşterilerimle, ofisimde sohbet ediyorduk. Konumuz balık yemeklerine geldi. Nasıl severek ve iştahla anlatıyorlardı balıkla ilgili herşeyi. Balık nasıl tutulur, balık nereden alınır, balık nasıl saklanır, hangi mevsim hangi balık iyidir. Balık konusunda uzmanlardı maaşallah! Şimdi şu benim kendilerinin "balık sever" olduklarını düşünen müşterilerim var ya, anlattılar da anlattılar balıkla ilgili herşeyi bana. Hayran oldum balık konusundaki engin bilgilerine valla. Ancaaaak! Ne zaman ki balık pişirme konusuna geldik. Şöyle bir söz sarfettiler. Dediler ki: "Evde balığı pişirmek biraz zor oluyor ama." "Niye" dedim. "Mutfağın balkonu yok da, pişiriyoruz salonun balkonunda. Gidip gelmek eziyet oluyor biraz da." Hoppala!.. "Niye mutfakta pişirmiyorsunuz?" diye sordum. Bu kez onlar şaşırdılar benim soruma. "Aaaa! Ev kokar. Her yer balık kokar sonra!" dediler. Tabii benim için bittiler. Bir "balık sever" balığın herşeyini sevdiği gibi kokusunu da sever! Balık evde ve tabi ki evin mutfağında pişirilir. Kokacak tabii ki balık. Balık kokusu hem size hem de evinize sinecek. Balık koklana koklana yenecek. Balık konuya komşuya kokar diye biraz fazla pişirilecek ve komşuya da mutlaka verilecek. Böyledir balık sevmek. Ev kokacak diye balık pişirilmiyorsa evin içinde, o kişiler "balık sever" değidirler benim gözümde!!!

2 Mart 2010 Salı

Çizgi Roman Kahramanının Kitap Okuyanına Bayılırım!

Bak şimdi. Birlikte kovboy filmlerini düşünelim. Her kovboy filminde alışık olduğumuz bir sahne vardır ya hani… Gecedir. Ateş yakan kovboy,bir kahve pişirir. Kahvesini içer ve uyur. Çizgi romanlarda da genelde böyledir. Şimdi elimde bir çizgi roman sayfası var. Gece. Çizgi roman kahramanı yaktığı ateşin başında oturuyor. Aaaa! İnanmıyorum! Kahve içmiyor da kitap okuyor. Çizgi romanın karelerine tek tek bakıyorum. Dört karede de çizgi roman kahramanının elinde kitap var. Elindeki kitabın satırlarına dalmış okuyor. Karelerin altında da okuduğu kitaptan cümleler yer alıyor: “ Yuvarlak bir kuyunun tam kenarına düşmüştüm. O an için kuyunun büyüklüğünü kestirmem mümkün değildi. Elimle yoklayarak kuyunun ağzından küçük bir taş parçası koparıp kuyunun içine attım. Birkaç saniye boyunca taşın aşağı düşerken duvarlara çarparak çıkardığı sesleri dinledim. Sonunda taş yankılar yaparak suya düştü. Aynı anda bir gürültü işittim…” Bu çizgi roman kahramanı bir kovboy. Berardi’nin yazdığı, Ambrosını’nin çizdiği bu kovboy çizgi roman kahramanın adı ise Alaska ve serüvenin adı Vicdan Borcu. Ve Alaska çizgi romanda E.A. POE’nun Kuyu ve Sarkaç adlı eserini okuyor. İşte sayfanın fotoğrafını çektim. Yukarıda. Ben kitap okumayı severim. Hele gece olunca... Hele çizgi romandaki gibi ateş başında... Hele bir de açık havada öyle mi? Keşke o çizgi roman kahramanı ben olsam denmez mi bu durumda? Derim inan ki... Ben kitap okumayı çok severim. Çizgi roman kahramanının da kitap okuyanına bayıldım vallahi daha ne diyeyim:)

Dört Hüzünlü Yazar

Reşat Ekrem Koçu

Sabah işe gitmeden önce kitaplığımın yanından geçerken Orhan Pamuk'un İstanbul adlı kitabı gözüme çarptı. Aldım yerinden ve kokladım önce. Baktım 2004 yılında okumuşum. Sonra rastgele açtım bir sayfa. Kitabın 11.bölümü çıktı karşıma. Hani "Dört Hüzünlü Yazar" bölümü var ya. Kitapları okurken, ilgimi çeken cümlelerin altını kalemle çizerim ben. Bu bölümde de çizdiğim cümleler var. Ama son paragrafındaki cümlelerin tamamının altını çizmişim hiç acımadan. Sayfanın canı acır mı acaba kalemin ucundan? Bence acımaz! Bence kitap, beğendiği cümlelerin altını çizen okuyuya minnet duyar. Ya bana... Ellerim, koklarım, okurum, çizerim. Haa bir de kapağı güzelse uzun uzun bakarım. Bazen de kimi cümleleri sesli okurum. Bütün saydıklarım yetmez. Kulağım da duysun isterim.

A.Ş. Hisar

Yahya Kemal

A. H Tanpınar
Orhan Pamuk'un kitabının "Dört Hüzünlü Yazar" başlıklı bölümünün son paragrafında şunlar yazmaktadır: "Hatıra yazarı Abdülhak Şinasi Hisar, hakkında bir kitap yazdığı arkadaşı şair Yahya Kemal, onun öğrencisi ve sonra yakını romancı Ahmet Hamdi Tanpınar ve gazeteci-tarihçi Reşat Ekrem Koçu,bu dört hüzünlü yazar, bütün hayatları boyunca yalnız yaşadılar, hiç evlenmediler ve yalnız öldüler. Yahya Kemal dışındakiler ölürlerken eserlerini istedikleri gibi tamamlayamadıklarını, kitaplarının parçalar halinde yarıda kaldığını ya da istedikleri okuru bulamadıklarını da acıyla hissediyorlardı.İstanbul'un en büyük ve en etkili şairi Yahya Kemal ise, hayatı boyunca kitap yayımlamayı zaten reddetmişti." Kitabın bu satırlarını okuyorum ve Hayal Kahvem'e değerli yazarlarımız hakkında yazı yazmaya karar veriyorum. En kısa zamanda!

1 Mart 2010 Pazartesi

Evlatlık Olduğuma Artık Eminim!

Cumartesi günü okadar yoğun bir programım vardı ki anlatam. Hem de sabahtan akşama kadar. Kırk kapının ipini çektim desem yalan olmaz inan, çektim vallahi. Koştur babam koştur. Dilim sarkmış bir vaziyette eve döndüm ki bir de ne göreyim eşim beni kapıda beklemekte…Eeee! “Hayrola?” dedim. “Yoo, eve hiç girme. Gidiyoruz, haydi!” dedi. “Hoppala! Nereye?” dedim. “Üzümünü ye, bağını sorma! Bana takıl, hayatını yaşa!” dedi. İyi de bu genelde benim söylediğim sözdü. Nereye gidiyoruz ki? Sormadım. Gezme dedin mi bana sormam ki zaten. Hemen yapıştım eline. “Haydi!” dedim. Yorgunluk morgunluk hak getire…


Arabaya bindik. Müziği açtık. Hiç konuşmadık. Kardeşlerin evinin önüne gelince, bir baktım ki o ne? Kardeş ve eşi Mehmet kapıda bizi beklemekte. Bindiler arabaya. Ben arka koltuğa kardeşin yanına geçtim. Beyler önde oturdular birlikte. Bir ayağımı altıma aldım. Ballandıra ballandıra dedikodu yapmaya başladık kardeşle. “Çocukları ne yaptın?” diye sordum bir ara. “Songül abla geldi,” dedi. “Çocuklara bakmaya.” Bizim iki bacanak bir sürpriz hazırlamışlar anlaşılan bize. “Haydi bakalım hayrola!” dedik kardeşle. Gülüştük. Gişelerden çıkınca anladık ki İstanbul’a gidiyorduk. Bayram değil, seyran değil. Özel bir gün hiç değil. Bu ne olabilir ki böyle? Neyse…

Arabayı Taksim’de parkettik. Dördümüz Beyoğlu’na doğru yürümeye başladık. Eğer kardeşle İstanbul’a geldiysek bir tekerlemem vardır. Mutlaka söylerim benim kardeşe: Kıkırdayarak “İstanbul’a geldik gari, gari demiyelim gari!” dedim. Kardeş en asil halini takındı, tek kaşını öğretmen edasıyla kaldırdı, bana baktı. Suçlandım tabii. Şöyle bir baktım. Düşündüm. Bu kız benden ne kadar farklı biri. Resmen prenses ruhludur zat ı şahaneleri. Kardeşimin doğumunu bildiğim için eminim, kesin annem ve babamın çocuğu. Ben evlatlık olabilir miyim? Ben niye bu kadar arabesk ruhluyum peki? Şimdi bunları düşünüp kafamı bulandırmak istemedim. Aldırmaz havalarda, aylak aylak yürümeye devam ettim. Önce bir yemek yedik güle oynaya. İstiklal Caddesi boyunca yürümeye devam ettik sonra. Hava nasıl soğuk nasıl ayaz anlatamam. Cadde tıklım tıklım dolu. Bu arada saat 22.30 gibi oldu. Ara sokaklara girdik. Sonra bir baktım karşımda… Aaa! İnanamıyorum. O ne? Neredeyiz biliyor musun? Ghetto’nun önünde! Ayhan Sicimoğlu&Latin All Stars afişi! Nasıl yani? Şimdi biz Ghetto’ya geldik. Ayhan Sicimoğlu ile birlikte Carlos Santana şarkıları mı söyleyeceğiz? “Mariaa, Mariaaa” mı diyeceğiz? Eşimin gözlerine minnetle baktım. Gözlerim doldu. Yok.. Yok… Artık evlatlık olduğuma kesin eminim. Ağladım ağlayacağım… Arabesk ruhlunun tekiyim işte!

Lale ve Laden'in Hikayesinden, Varolmayan Şövalyeye...


Lale ve Ladan Bijani'nin hikayesini duymuş mudun? Bu kurgu değil ama gerçek bir öykü. İranlı 11 çocuklu fakir bir ailenin kafadan yapışık ikiz kızlarıdır Lale ve Ladan. Düşünebiliyor musun? Bir bedenin var, kişiliğin, ilgilerin, zevklerin, yapmak istediğin pek çok şey var. Var ama tek başına hareket edemiyorsun. Kafadan bir damarla ikiz kardeşine yapışıksın. Tam 29 sene yapışık yaşıyorsunuz birlikte... Hukuk okuyorsunuz. Aslında biriniz avukat, diğeriniz gazeteci olmak istiyorsunuz. Avukat olmak isteyen baskın çıkıyor olmalı ki Hukuk fakültesine gidiyorsunuz. Hiç özelin, sadece senin bildiğin, gizlin, saklın yok. Ne yapıyorsanız birlikte yapıyorsunuz. Tuvalete gitmek, banyo yapmak dahil olmak üzere. Ne hazin bir durum değil mi, düşünsene! Sonunda dayanamıyorsuz, hayatınız pahasına da olsa, gene de tek başına yaşabilme ümidiniz var ya, ameliyatla ayrılmaya karar veriyorsunuz. Doktorlar %50 şans verdiklerine göre kolay olmamıştır karar vermek, öyle değil mi? %50 ölüm, %50 ayrı yaşama ümidi! Lale ve Laden kesinlikle ayrılmak istiyorlar. Ameliyat oluyorlar. 90 dakika arayla ölüyorlar. 2003 yılında sahiden yaşanan bir hikaye!

Bu olayla ilgili gazetelerde pek çok haber ve makale okumuştum . Perihan Mağden'in Radikal'deki köşe yazısı ilginçti. Yazar yapışık ikizinden hayatı pahasına ayrılmayı göze alan insan çeşidi olduğu gibi, anasının karnından tek başına çıktığı halde, gidip birini bulan ve yaşamı boyunca ona yapışan insanları kaleme alıyordu. Bir kocaya yapışan kadınlar mesela. Ya da işine, mevkisine, durumuna yapışanlar. Veya tüm hayatını annesine, kardeşine, ailesine adayanlar. Düşünebiliyor musun? Bağımsız bir bedeni, kafası olduğu halde, bir duyguya, konuma, kişiye veya ideolojiye tutkuyla bağlanan ve tutkuyu saplantıya dönüştüren insanların durumu da ne fecidir değil mi?

Tamam.. Anlattım aklıma gelenleri... Eee! Şimdi tüm bunları nasıl toparlamalıyım sence? Aklıma bu kez Sunay Akın geldi. Demlenmiş Hayat Tavsiyeleri vardır ya hani.. İyi de yukardaki durumlarda hangi demli tavsiyeyi, kim kime tavsiye edecek ki? Hangi karar doğru kim bilebilecek? İnsan bir muamma! "Ne bu tutku, ne bu saplantı yaşamındaki bu şeye! Kendine gel, vazgeç!" diyemeyeceğin gibi, "29 yıl yaşamışsın beraberce, ne risk alıyorsun, gittiği yere kadar git, ölümü göze alma, yaşamana devam et!"de diyemez ki insan kimseye! Hayat kendi mecrasında akıp gitmeye devam edecek. O halde bir yazarın kurguladığı kahramanları anlatarak, beterin beteri var deyip, yazıma nihayet vereyim bari...


İtalo Calvino 1923 Küba doğumlu kurmaca romalarıyla ünlü bir yazar. Calvino'nun Varolmayan Şövalye adlı romanını duymuş muydun? Bu Lale ve Laden'in hikayesi gibi değil, tamamen kurmaca... Bak dinle, kitaptaki kahraman soylu, cesur, idealleri olan bir şövalyedir. Tuhaf bir durumu vardır. Parlak ve gösterişli bir zırhtır sadece. Yani zırhın içi boştur. Bir bedeni yoktur. Bu kez bedensiz ama akıllı bir zırh karşımızdaki... Aynı kitapta bedeni olmasına rağmen, aklı olmayan birini daha anlatır yazar. Biri bedensel varlıktan, diğeri bilinçten yoksun iki kahramanın çatışmasıdır bu. Her ikisi de korkunç bir durum değil mi sence? Gerçek dünya hikayelerinden, kurgulanmış yazar ve kitap dünyalarına bir gönderme! Ya işte, bugün de, böyleken böyle!