14 Mart 2010 Pazar
Dün Gece Tuhaf Bir Rüya Gördüm... Hayırdır İnşallah!
Patatese Cilt Bakımı Yaptın Mı Hiç?
Şimdi yazının başlığına bakıp, "Patatese cilt bakımı yapılır mı hiç? Yok artık daha neler!" sakın deme!.. Neden olmasın ki! Anlatacağım bak... Dinler misin beni? Ben yaşamın eşsiz bir süreç olduğuna inananlardanım. Yemek yemenin hayatın en büyük keyiflerinden biri olduğu sözünün altına gözüm kapalı imzamı atarım! Yemek yapmak zor değildir. Hele sevdiklerine yapıyorsan... Hele yemeğe sevgini katıyorsan... Efenim, "yeme de yanında yat!" diyeceğim demesine ama... Ben iştahlı biriyimdir. Ayrıca tembellik nedir bilmem... Asla! Hemen girişirim... Yemek gördüm mü? Ben... Şeyy... Dayanamam... Üzerinize afiyet, yemek görünce yan gelip yatanlardan değil, silip süpürenlerdenim!
13 Mart 2010 Cumartesi
Hayata Dair Küçük Ayrıntılar
12 Mart 2010 Cuma
İkinci Körlük Diye Birşey Duymuş Muydun?
Doğuştan Kör Biri Rüya Görür Mü?
11 Mart 2010 Perşembe
Hasbihal...
"Yürek"li Deyimlerle Bir Deneme Yazısı
Misal ben… Dinle bak… Kitapçı vitrininde o kitabı gördüğüm günün sabahında, yüreğimin götürdüğü yere gitmek için yola çıkmıştım. O kadar heyecanlıydım ki , yüreğim üçbuçuk atıyordu yemin ederim. Hoplaya zıplaya apartmanın kapısından çıkarken tanımadığım bir adama rastgeldim. Bende yürek Selanik tabi… Önce yüreğim ürperdi yani, ne yalan söyleyeyim… Sonra yüreğim ağzıma gelmedi değil.. Geldi. Gene de dayanamadım, adama gülümseyerek “Selam” dedim. Aaa! Bırak selamımı almayı, suratıma garip garip bakmadı mı seninki? Daha neler! Öylece kalakaldım kapıda, kendimi enayi gibi hissettim. Hissettirdiği için kendimi enayi gibi, bu adama dava açmayı yürekten istedim. Sabah sabah kalbim kırılmıştı tabi. Bu hasarı kim tazmin edecekti ki? Bütün bunlar aklımdan geçince, çok zeki biri olduğumu düşündüm. Becerebilsem kendimi alnımdan öpecektim. Yüreğine danış da söyle, selamsız birine dava açmayı düşünmek şahane bir fikir değil mi sence? Neyse… Bu kadarla kalsa… Bak dinle....
10 Mart 2010 Çarşamba
Size Anne Diyebilir miyim?
Ortaokula o yıl başlayacaktım. İzmit'e taşınmıştık.İlk evimiz, bir açık sinemanın bahçesindeydi. “Yok canım daha neler!” deme sakın. Sahiden… İzmitli olup, yaşı bana yakın olanlar bilecektir. Hoşgör Pastahanesi’nin hemen arka sokağında Oğuz Bahçe Sineması vardı. Bizim taşındığımız apartman, sinemaya bitişik bir binaydı. Birinci katta oturuyorduk. Üst katların değil de sadece bizim katın sinema salonuna doğru koca bir balkon uzantısı vardı. Sanki bir loca… Film seyretmeye bayılırdım… Bu balkon bana bir armağandı. Gözlerim okadar bozuktu ki tam beş numara. Haftada bir film değişirdi. Her akşam aynı filmi seyretmekten bıkmazdım. Annem gözlerimin bozukluğunu her akşam film seyretmeme bağlardı. Çok kızardı. Ben de hemen seyrettiğim filmlerden ezberlediğim birkaç repliği taklit ederdim. Şöyle… Türkan Şoray olurdum mesela… Tek elimin tersini gözlerimin üzerine kapardım ve…
- Aman Tanrım! Nayıır! Artık göremiyorum… Göremiyorum… Artık kör oldum… Ohh! Tanrım, nedennn…nedennn bennn! Okadar bedbahtım kii! derdim.
Yada Aysecik olurdum. Annemin önünde diz çöker:
- Teyzeciğim… Sizi çok sevdim… Size anne diyebilir miyim? Derdim.
Annem dayanamaz, kızmaktan vazgeçer… Hatta kimi zaman kahkaha ile gülerdi;
- Şımarık kız! Derdi. Haydi yatağa!
Yatar gibi yapardım. Sonra gizlice balkona kaçardım. Görünmez bir köşeye tüner, gizli gizli, sanki ilk kez seyreder gibi büyük bir hayranlıkla, o geceki filmi izlerdim. Annemden saklı yapıyorum ya Yarabbim o ne güzel bir histi. Neden anneden gizli çevrilen işler bu denli haz verirdi ki insana? Ah ne günlerdi!
Film haftada bir değişirdi. Bıkmazdım. Asla usanmazdım. Sürekli aynı filmi seyredince replikleri ezberlemem tabi ki çok doğaldı. Ezberlediğim bu cümleler gerçek hayatta çok işime yarardı:)
"Seni gördüğüm zaman içimde böyle bişeyler oldu...Konuşmayı beceremem ama, anladın dimi ? Canımsın be... Güneşimsin...Havamsın...Yani bu ağzımdaki izmarit yok mu be kız işte onun gibi benimsin be... Yani buramdasın be...Sen hayatımın tek golüsün yani..."
( Bu da Sadri Alışık'ın meşhur repliklerinden bir hatırlatma... Vallahi gerçek bu sözler!Hani Filiz Akın'la çevirdiği Şakayla Karışık filminden ) - Şakayla karışık, Sadri Alışık, demez miydik küçükken!
9 Mart 2010 Salı
Herşeyin "Görünüşe Göresi" yada "Bana Göresi" Üzerine Hasbihal
8 Mart 2010 Pazartesi
Adını Gizleyeceğim... Sen de Bilme Lavinia!
6 Mart 2010 Cumartesi
Türkülerin Menzilinde Dolanalım Mı Gene?
Bugün geç kaldım. Evet bağlama kursuna bir saat geç kalınca, öyle mahçup oldum ki anlatamam. Sınıfın kapısının önünde, bir süre durdum. Kapıyı tıktıkladım. Usulca kapıyı açtım. Açtığım gibi kapıda kalakaldım. Bir türkü çalışıyorlardı ki, oy, oy, oy! Eğer ben bu türküyü çalarsam… Evet… Eğer ben bu türküyü bağlamamla çalmayı becerebilirsem, bir daha bağlama kursuna gitmem ki... Bana bu kadar yeter!
Bak şimdi. Bu yıla kadar türkülerle inan ki hiç işim olmazdı. Tamam. Bilirdim tabii türküleri. Sevdiğim pek çok türkü vardı. Bazılarını dinleyince, etkilenirdim illa ki. Ama bağlama çalmak yeminle aklımın ucundan bile geçmezdi. Zaten bağlama deyince aklıma önce Aşık Veysel gelirdi. Hatırlasana, eskiden televizyonda ya da radyoda, hiç değilse ölüm yıldönümünde dinlediğimiz olurdu değerli ozanı. Şimdi var mı bilmiyorum ki, yıllardır rastgelmedim Aşık Veysel’le ilgili bir programa. “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa” mesela. Nasıl güzel çalar söylerdi. Ne bileyim, Özay Gönlüm’ün elinde yaren adlı bağlamasıyla, Denizli aksanlı, türkülü, sohbet programları kalmış hafızamın kuytularında. Arif Sağ’ın bağlama çalarak türkü söylemesi saçlarını attıra attıra… Ve tabii ki Neşet Ertaş’ın kendi tarzıyla “Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca, Akar can özümde sel gizlı gizli..” diyerekten bağlaması eşliğinde söylediği türkü… Biraz zorlasam belki, birkaç isim daha çıkarabilirim. Ama o kadar. Bağlama demek erkek sazıydı bana göre. Hiç bağlama çalan kadın görmedim ki. Aklıma bile gelmedi. Gitara heves ettim ama. Çok severim gitar sesini. İki parça çalabilirim. O kadar. Yeter. Ne olacak ki. Elime gitar geçerse, boş boş bakmam. Tellerini seslendirebilirim bana yetecek kadar.
Haaa.. Bugün öğrendiğimiz türkü ne miydi? Oy, oy, oy! Karahisar Kalesi! Hatırlasana Kıraç söyler hani… Bir Afyon türküsü… “Karahisar Kalesi yıkılır gelir / Kahkülü boynuna dökülür gelir / Yayladan gel allı gelin yayladan / Kesme ümidini kadir Mevladan / Ver elini karlı dağlar aşalım / Bayramlaşalım / Ben bir koyun olayım sen de bir kuzu / Meleye meleye getirem yazı “ Peki ben türküyü bağlamamla çalabiliyor muyum? Sorulur mu? Nasıl çalıyorum hem de biliyor musun? Şahane!
5 Mart 2010 Cuma
İzmit İçinden Tren Geçen Şehir-di.
4 Mart 2010 Perşembe
Cemre Düştü Ya Toprağa, Yazmazsam Deli Olacağım Galiba!
Balık Sever Kime Denir?
2 Mart 2010 Salı
Çizgi Roman Kahramanının Kitap Okuyanına Bayılırım!
Dört Hüzünlü Yazar
1 Mart 2010 Pazartesi
Evlatlık Olduğuma Artık Eminim!
Arabaya bindik. Müziği açtık. Hiç konuşmadık. Kardeşlerin evinin önüne gelince, bir baktım ki o ne? Kardeş ve eşi Mehmet kapıda bizi beklemekte. Bindiler arabaya. Ben arka koltuğa kardeşin yanına geçtim. Beyler önde oturdular birlikte. Bir ayağımı altıma aldım. Ballandıra ballandıra dedikodu yapmaya başladık kardeşle. “Çocukları ne yaptın?” diye sordum bir ara. “Songül abla geldi,” dedi. “Çocuklara bakmaya.” Bizim iki bacanak bir sürpriz hazırlamışlar anlaşılan bize. “Haydi bakalım hayrola!” dedik kardeşle. Gülüştük. Gişelerden çıkınca anladık ki İstanbul’a gidiyorduk. Bayram değil, seyran değil. Özel bir gün hiç değil. Bu ne olabilir ki böyle? Neyse…
Lale ve Laden'in Hikayesinden, Varolmayan Şövalyeye...
Lale ve Ladan Bijani'nin hikayesini duymuş mudun? Bu kurgu değil ama gerçek bir öykü. İranlı 11 çocuklu fakir bir ailenin kafadan yapışık ikiz kızlarıdır Lale ve Ladan. Düşünebiliyor musun? Bir bedenin var, kişiliğin, ilgilerin, zevklerin, yapmak istediğin pek çok şey var. Var ama tek başına hareket edemiyorsun. Kafadan bir damarla ikiz kardeşine yapışıksın. Tam 29 sene yapışık yaşıyorsunuz birlikte... Hukuk okuyorsunuz. Aslında biriniz avukat, diğeriniz gazeteci olmak istiyorsunuz. Avukat olmak isteyen baskın çıkıyor olmalı ki Hukuk fakültesine gidiyorsunuz. Hiç özelin, sadece senin bildiğin, gizlin, saklın yok. Ne yapıyorsanız birlikte yapıyorsunuz. Tuvalete gitmek, banyo yapmak dahil olmak üzere. Ne hazin bir durum değil mi, düşünsene! Sonunda dayanamıyorsuz, hayatınız pahasına da olsa, gene de tek başına yaşabilme ümidiniz var ya, ameliyatla ayrılmaya karar veriyorsunuz. Doktorlar %50 şans verdiklerine göre kolay olmamıştır karar vermek, öyle değil mi? %50 ölüm, %50 ayrı yaşama ümidi! Lale ve Laden kesinlikle ayrılmak istiyorlar. Ameliyat oluyorlar. 90 dakika arayla ölüyorlar. 2003 yılında sahiden yaşanan bir hikaye!
Bu olayla ilgili gazetelerde pek çok haber ve makale okumuştum . Perihan Mağden'in Radikal'deki köşe yazısı ilginçti. Yazar yapışık ikizinden hayatı pahasına ayrılmayı göze alan insan çeşidi olduğu gibi, anasının karnından tek başına çıktığı halde, gidip birini bulan ve yaşamı boyunca ona yapışan insanları kaleme alıyordu. Bir kocaya yapışan kadınlar mesela. Ya da işine, mevkisine, durumuna yapışanlar. Veya tüm hayatını annesine, kardeşine, ailesine adayanlar. Düşünebiliyor musun? Bağımsız bir bedeni, kafası olduğu halde, bir duyguya, konuma, kişiye veya ideolojiye tutkuyla bağlanan ve tutkuyu saplantıya dönüştüren insanların durumu da ne fecidir değil mi?
Tamam.. Anlattım aklıma gelenleri... Eee! Şimdi tüm bunları nasıl toparlamalıyım sence? Aklıma bu kez Sunay Akın geldi. Demlenmiş Hayat Tavsiyeleri vardır ya hani.. İyi de yukardaki durumlarda hangi demli tavsiyeyi, kim kime tavsiye edecek ki? Hangi karar doğru kim bilebilecek? İnsan bir muamma! "Ne bu tutku, ne bu saplantı yaşamındaki bu şeye! Kendine gel, vazgeç!" diyemeyeceğin gibi, "29 yıl yaşamışsın beraberce, ne risk alıyorsun, gittiği yere kadar git, ölümü göze alma, yaşamana devam et!"de diyemez ki insan kimseye! Hayat kendi mecrasında akıp gitmeye devam edecek. O halde bir yazarın kurguladığı kahramanları anlatarak, beterin beteri var deyip, yazıma nihayet vereyim bari...
İtalo Calvino 1923 Küba doğumlu kurmaca romalarıyla ünlü bir yazar. Calvino'nun Varolmayan Şövalye adlı romanını duymuş muydun? Bu Lale ve Laden'in hikayesi gibi değil, tamamen kurmaca... Bak dinle, kitaptaki kahraman soylu, cesur, idealleri olan bir şövalyedir. Tuhaf bir durumu vardır. Parlak ve gösterişli bir zırhtır sadece. Yani zırhın içi boştur. Bir bedeni yoktur. Bu kez bedensiz ama akıllı bir zırh karşımızdaki... Aynı kitapta bedeni olmasına rağmen, aklı olmayan birini daha anlatır yazar. Biri bedensel varlıktan, diğeri bilinçten yoksun iki kahramanın çatışmasıdır bu. Her ikisi de korkunç bir durum değil mi sence? Gerçek dünya hikayelerinden, kurgulanmış yazar ve kitap dünyalarına bir gönderme! Ya işte, bugün de, böyleken böyle!