7 Haziran 2009 Pazar

Kendini İyi Yazmaya Zorlama Durumları

Ben varya şahane bir yazı yazmalıyım şimdi. Madem küçük yeğenim iyileşti. Düştü ateşi. Of, ne korkuttu bizi! Ne yapsak düşüremeyince ateşini, hastahaneye yatırmamız gerekti. Nasıl korkar doktordan, hemşireden, ilaçtan, iğneden... Korktuklarının tam ortasına düştü. Günde iki serum. Bir sabah, bir akşam! Bu durumda, "inleyen nağmeler" faslındandı, oğlanın sesi! İnletti, ortalığı inletti... Bitti, neyse, bitti... Düştü hem Ali'nin ateşi hem de benim tansiyonum vallahi!
Evet, evet, bugün... Şahane bir yazı yazmalıyım şimdi! Demeliyim ki, bilinmeli iyi günün kıymeti. Komik şeyler yazmalıyım komik... Okuyunca insanı güldürmeli... Nasıl anlatsam, nerden başlasam peki? Bazan eğlenceli yazılar yazmak çok zor, inan dünyanın en zor şeyi... Tamam, dur şimdi! İyi günün ne tuhaf bir şahanelik olduğunu anlatmalıyım belki. Demeliyim ki, bilinmeli deliksiz uykunun, keyifle alınan bir nefesin, ağza atılan lokmanın, içten bir gülüşün, sade senin değil sevdiğin herkesin sağlığının değeri... Gerçekten bilinmeli... Daha önemli bir şey yok ki! Of! Dehşet bir şey aslında birini sevmek! Birini, birilerini sevmek, müthiş bir lütüf, şahane bir kıyak değil mi? Öyle de, aynı zamanda korkunç bir şey birini sevmek! Dehşet verici bir film gibi!

6 Haziran 2009 Cumartesi

Hangi Tarkan?


Kadim zamanlarda deyimi, çok eski zamanlarda, geçmişin derinliklerindeki zaman dilimlerinden biri demekse, işte Tarkan benim kadim zamanlarımdan bir çizgi roman kahramanı. Hangi Tarkan mı? Elbette, Sezgin Burak'ın kendi aile köklerinin uzandığı Tatarlar'dan esinlenerek,Tatar Kanı kelimelerinden Tarkan kelimesini türeterek yarattığı karizmatik çizgi roman kahramanı. Bugün ofise gelen bir kargo paketini masama koyarlarken, "Birine çizgi roman mı hediye edeceksiniz?"diye sordular. Baktım gelen, Tarkan'ın yaratıcısı Sezgin Burak Hayatı ve Eserleri adındaki kitap. "Yoo!" dedim. "Bu benim! Bu benim beklediğim kitap!" Evvel zaman içinde, çok severek okuduğum bir çizgi roman kahramanıydı Tarkan. Yıllardır okumamıştım. Hatta unutmuşum. Öyle ki, son zamanlarda neden bizim, yerli çizgi roman kahramanımız yok diye hayıflanıp duruyordum. Vardı oysa. Hem de  zamanına damgasını vurmuş, bizden birinin yarattığı, bizden bir çizgi roman kahramanıydı. Tarkan! Ve Tarkan'ı nasıl ilgiyle okurdum. Sezgin Burak'ın eşi ve çocukları tarafından kurulan, Tarkan Çizgiromanını ve Sezgin Burak'ı yaşatma derneği, Sezgin Burak okurları için hazırlanmış olan bu kitabı, internet üzerinden derneğe 20.-TL bağış yapan herkese gönderiyorlar. Ben de bu yolla elde etim. Kitap piyasada satılmıyor. Bana gelen kitabı Sezgin Burak'ın oğlu Tan Burak imzalamış. Sade ve samimi bir dille kaleme alınan kitabı bir solukta okudum!


1968'de yayınlanmaya başlayan Tarkan adı, bu çizgi roman kahramanının adıyla gündeme gelmiş. Daha önce bilinmezmiş. Yani tamamen Sezgin Burak'ın yarattığı bir isim. 1970 sonrası memlekettimizdeki çocuklara Tarkan adı verilmeye başlamış. Merak etim. Bildiğim üç Tarkan vardı. Doğum tarihlerine baktım... Ünlü şarkıcı Tarkan Tevetoğlu 1972 doğumlu! Pentagram'ın gitaristi Tarkan Gözübüyük 1970 doğumlu... Gene pop şarkıcısı Tarkan Altınok 1970 doğumlu...


İlgilenen Tarkan ve Sezgin Burak severler, Adapazarı doğumlu Sezgin Burak'ın yaşadıkları, başarıları, Tarkan'ın oluşumu ve yazarın çok erken yaşta ölümüyle ilgili okunması gereken bu şahane kitabı http://www.taseyad.org/ adresinden edinebilirler. 


4 Haziran 2009 Perşembe

Mimikler ve Tikler Sözlüğünüz Var mı?

Bak ne anlatacağım sana...Biliyor musun, bu blog yazıları neler getirdi başıma? Arada Türkçe deyimlerle bir deneme yazısı yazmaya çalışıyorum ya bloğuma... En son "ev"li deyimlerle bir deneme yazısı yazmıştım... Yazımdaki kahraman evde kalmış bir kızdı. Hayalimden böyle bir senaryo kurmuş ve kızın ağzından yazıyı kaleme almıştım. Bana göre çok da şeker bir yazı olmuştu. Her yazımı hazırladıktan sonra, konuyla ilgili fotoğraf ararım sanal dünyada... Bu yazıma da aradım, buldum ve yazımın üstüne koydum...Aman Allahım, sonra bir yorumlar geldi ki, gözlerime inanamadım... Bakakaldım, şaşakaldım hatta donakaldım. Bak şimdi, bloğa koyduğum fotoğrafta, yaşı geçkince bir gelin, pencereden başını uzatmış zaferle gülüyordu adeta. Ama eliyle de şöyle bir hareket yapıyordu; sağ elini yumruk yapmış ve aynı kolu dirsekten 90 derece yukarıya gögüs hizasında kaldırmış, sol eliyle de sag kolunun üst pazısından kavramış. Ben bu fotoğrafı görünce, bayılmıştım. Yaşlıca bir kız evleniyor ya, bu hareketini "evlenmeyi başardım" anlamında yapıyor sanmıştım. Meğer bu hareket argoda pek güzel bir anlama gelmiyormuş. Bana müstehzi gülüp bunu söylediklerinde, aman nasıl kızarmıştım. Ne bileyim, bilerek koymadım ki! Yeminle bilmiyordum, tamamen masumum!

Neyse, okadar mahçup olmuştum ki , hemen yazıyı olduğu gibi blogtan kaldırmıştım. Sonra vücut dilinin keşke bir grameri, sözlüğü olsa diye düşünmüştüm. Hatta abartma sanatında ustayım ya, bu düşüncemin üstüne "kursu açılsa keşke" diye fikrimin ince gülünü eklemiştim. Ne var, olamaz mı yani? Billahi düşündüm bunları ciddi ciddi...Aslında bu konu o kadar önemli ki! Birileri her dilde anlamlarını verse mimiklerin ve tiklerin, sahane olmaz mı sence? Kaş çatmak kızmanın, kaş kaldırmak hayret etmenin, omuza el koymak dostluğun, elini beline koymak bilmişliğin, göz kısmak bazan düşünceli olmak bazan da tehditkarlığın dile gelişi olabilir. O kadar çok var ki buna benzer mimiklerimiz. Benim gelinin hareketini bilemediğim gibi, bazılarını bilemiyebiliriz tabi. Oysa bir mimik sözlüğü olsa, açıp bakardım anlamına, böyle rüsva olmazdım okuyucularıma! Sen gelinin yaptığı hareketi bilmiyorum diye, beni hepten cahil zannetme. Elbet benim de bildiğim birşeyler var vücut dilinde... Bak şimdi, iki hareket biliyorum mesela, biri hani bizde kullanılan nah işareti, Brezilya'da iyi şans dileme anlamına gelirmiş. Bir de hani bizim, elimizi yukarıya çevirip parmak uçlarımızı birleştirerek yaptığımız nefis işareti var ya, bu ise İtalya'da bilakis hakaret olarak anlaşılırmış, iyi mi? Yani anlamını bildiğini zannettiğin bir mimiği, başka bir memlekette yaparken dikkat edeceksin. Bak işte geldin mi benim sözüme? Mimiklerin anlamını gösteren bir sözlük olmalı, hatta farklı coğrafyalara göre!

Tiklere gelirsem, tikler tam manasıyla ibretlik... Göz kırpan, burun çeken, omuz yada baş tıklatan, saçıyla oynayan insanlar vardır ya hani... Tiklerin anlamını yazan bir lügatımız olaydı fena mı olurdu? diye tam düşünüyordum ki... Ay, inanmıyorum! Vücut diliyle yapılan tikleri düşünürken aklıma ne geldi biliyor musun? Konuşma dilimizdeki tikler! Şimdi düşündüm de şöyle, ne kadar çokmuş meğer! Bak şimdi... Pratik.. kritik.. dokunmatik.. etik..akustik.. erotik.. fantastik.. estetik.. domestik.. sosyetik.. otomatik.. hahha... asortik.. patik.. fanatik hatta hatta atik ve tetik.. Ha bir de bankamatik!... Bir dakka hani bir jilet yok muydu, permatik! Tamam ben konuya nereden başladım nereye geldim değil mi? Anladım benim sonum hayra alamet değil, bitik inan ki bitik!

3 Haziran 2009 Çarşamba

Kocaeli 1.Kitap Fuarı ve Aslı Erdoğan

El yazısı güzel olan kişilere nasıl imrenirim. Bugün şehrimin 1.Kitap Fuarının, Aslı Erdoğan söyleşisine gittim. Söyleşinin sonunda son kitabını yazara imzalattım. Allahım, bu dünyada en kötü el yazısı benim der, dertlenirdim. Yazar Aslı Erdoğan'ın yazısı, billahi benimkinden beter! Kitaplarını okuduğum yazarı, aynı, umduğum gibi buldum, aynı kitapları... Geç girdim konferans salonuna, son kitabından bölümler okumaktaydı... Dikkatlice inceledim yazarı... İncecik bir kadın, sanki balerin... Elindeki kitabından tercih ettiği bölümleri hissederek okuyor belli... Makyajsız ve sade... Ya yüzündeki o hüzünlü ifade... Hımm...Kimseden şefkat beklemez gibi duruyor. Doğru değil bence. Kalkıp, yanağını okşasam, hatta sarılsam, iki göz iki çeşme ağlatacağım sanki... Öyle bir his uyandırdı bende.
Okadar memnunum ki İzmit'te Kitap Fuarı organizasyonuna... Hergün uğruyorum mutlaka. Katılım çok az. Olsun. Seneye daha fazla olacak, bir sonraki sene daha fazla inşallah... Hele yazar çeşitliliği atarsa, kitap kokusu, kitap tılsımı şehri saracak... İnanıyorum. Şehrimde kitap okuma virüsü hızla yayılacak!

Musallat Olmak Türkçe Bir Kelime

Musallat olmak ne demek? Bir eylem, Türkçe bir kelime... Birini sürekli rahatsız etmek, birine sataşmak, peşini hiç bırakmamak, baş belası olmak diyor sözlükte. Dadanmak da deniyor, illa ki bir şeye yada kişiye. Tebelleş olmak da denir ya hani... Kancayı takmak birine... Marak var ya şu kahrolası merak! İnsan bazan bir yazara, yazılarına,kitaplarına musallat olursa eğer, peşini bırakamıyor, yazılarına dadanabiliyor, kitaplarına mütemadiyen tebelleş olabiliyor. Tanışık olmasa da kimi insanlarla, aynı zaman dilimini paylaşıyor olduğunu bilmek, kişiye kendini ayrıcalıklı hissettirebiliyor. Bazan sevdiniz bir yazarın bir yazısını okursunuz ilgiyle, sallanmaya koyulursunuz. Bir sarkaç gibi olur bünye, bir ileriye bir geriye... Yazı akıl ile gönül arasında bir salıncaksa; eğer gönül ağır basarsa, musallat olursunuz! Merak, ilgi azalırsa, tükenirse, yiter giderse eğer o kitaba, yazılara, kişiye; musallat olmaktan belki ozaman kurtulursunuz.!!

2 Haziran 2009 Salı

Kırlangıç Yuvasındaki Kadını Gördün mü Hiç?

Bak şimdi... Her gün Hayal Kahvem'e yazılar yazıyorum diye, herkes şaşıyor vaziyetime. Hemen hemen hergün, neredeyse aralıksız,biteviye...Bazan birden fazla yazı yazdığım bile oluyor aynı günde; diyorlar ki " nasıl yapıyorsun?" "madem yazabiliyordun böyle, neden başlamadın daha önce?" Ne desem ki böylelerine? "Nehir akar ya denize boşalır yada kendi denizini yaratır." demişti sevdiğim bir yazar. Ee, demek ki arkadaşlar, herşeyin bir yeri ve zamanı var!

Ben yazı işinde çok yeniyim. Daha dün bir bugün iki. Bloğumu yazmaya başlayalı şunun şurasında kaç ay oldu ki? Çok acemi olduğum için sürekli yeni yazı türleri denemekteyim. Daha tarzımı bilmiyorum ki? Arıyorum kendimi... Kimi zaman deyimlerle deneme yazısı yazmaya çalışıyorum. Kimi zaman sevdiğim yazarların cümlelerinden bilmeceler kuruyorum.Yada beğendiğim şarkı sözlerinden metinler oluşturmaya çabalıyorum. Anlıyorsun değil mi beni, daha acemiyim ya yazma işinde, oynuyorum kelimelerle. Komik, küçük, beni sevindirecek mucizeler yaratmayı deniyorum.Yemek tarifleri verirken, film senaryosu gibi anlatıyorum, yiyeceklere insan isimleri takıyorum, cansız eşyalara canlı muamelesi yapıyorum, eşyalara birer isim verdiğim gibi, bana emekleri geçtiği için eşya isimlerinin sonuna hanım yada bey gibi saygı kelimeleri ekliyorum. Veya hayali yazılar yazıyorum sanki başımdan gerçekten geçmiş gibi misal.. Bu yazılarımla arkadaşlarımı yada ailemi şaşırtıyorum. Ben neden böyle yazıyorum?

Bu akşam Sait Faik'in Son Kuşlar adlı kitabı geldi elime. Gözümü kapadım. Bir sayfa açtım. Eğer bir kitap elime değerse, çok vaktim yoksa hepisini okumaya, kıyamam kitaba, gözümü kapar açarım bir sayfa, okurum bahtıma ne çıkarsa... Gene yaptım böyle... Şansıma çıkan öykünün adı Kırlangıç Yuvasındaki Kadın. Haydi bakalım, buyrun burdan yakın! Yazar, deniz kenarındaki, pis bir hamal kahvesinin içindeki kırlangıç yuvasını anlatır önce. Soba borularının çıktığı delik kapatılmamıştır. Her yıl bir kırlangıç buraya yuva yapmaktadır.Kahveci kadın kapamaz bu deliği bu nedenle... "Eli kulağında,neredeyse gelir benim kiracı" der. Öykünün devamında Sait Faik kırlangıç yuvasındaki bir kadından bahseder, "Kırlangıç yuvasındaki kadın sabahları gözükürdü. Islak saman rengi saçları vardı." diye anlatmaya devam eder. Okuyucu şaşırır tabi. Şaşırdığını anlar yazar, sorar öyküde: "Kırlangıç yuvasına kadın sığar mı? demeyin. İnsan aklına sığan şeyleri bir yol hayal buyurun. Kırlangıç yuvasına bir kadın sokmuşuz, saçlarını, ıslak saman rengi saçlarını tarar dururmuş. Ne zararı var size? Varsın, bir de böylesi bulunsun, hiç değilse Abasıyanık'ın yazısında. Bıktım doğrusu artık, oturup insanoğlunun çektiğini,çekmediğini anlatmaktan. Bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim. Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne fotoğrafta göremedim de sarı saçları var dedim." diye anlatmaya devam eder.

Sonra kırlangıç yuvasındaki kadın ile kırlangıcın ilişkisinden bahseder uzun uzun. Bu anlattığı kadın, kırlangıcın karısı değildir, kuş değildir, in cin değildir yani, basbayağı beniademdir. Olur mu böyle bir şey diye düşünür tabi öyküyü okuyanlar... Yazar anlar okuyucunun hissiyatını ve yazısına şöyle devam eder: "Olur mu öyle şey? Olsun olmasın. Oturup dedikodular, olamamış şeyler, olup da kimsenin takmadığı hikayeler, düzeltemeyeceğim işler, daha doğrusu, ne aynada, ne fotoğrafta kendi kendimi göremediğim halde, başkalarını değil anlamak, görürmüşüm gibi onlara dair sözler söylemek, içim çekmiyor bugün." Sait Faik zanaatının yazı yazmak olduğunu söyler. İsterse kırlangıç yuvasına bir kadın oturtur saçını taratır, isterse yuvaya ateşböceğinden bir avize yapar, isterse kadına sanki günahmış gibi bir günah işletebilir, isterse der ki bir kırlangıç bütün bir yaz boyu iki milyara yakın sinek avlayabilir... Canı ne istiyorsa onu diyebilir, onu yazabilir. Kim karışabilir? Hatta insanoğlunun insanoğluna yaptıklarını yazmadığı için, birçokları da sevinebilir.

Yazı yazmayı sevdiğim yazarlardan öğrendiğime göre, işte en sevdiğim yazarlardan biridir Sait Faik... Ne diyorsa doğrudur... Yazan biri ne istiyorsa hayal edebilir... İsterse "Makas keseceğine diker, isterse geceyi iki güneş aydınlatabilir. İsterse ölüme kravat takar, isterse hayat çırılçıplak dolaşabilir." Canı ne istiyorsa onu yazabilir.. Ben inanıyorum Sait Faik'e! Kırlangıç yuvasında bir kadın olabilir. Ben kaç kere gördüm, pis hamal kahvesinin bir köşesindeki soba borusu deliğinde! Of, hem de kaç kere? Neden böyle yazıyorum diye sordum ya kendime... Anladım şimdi niye... Ben kırlangıç yuvasındaki kadını görebiliyorum...Sen de görsene... Haydi dene!...

Edebi Bilmeceler

1- "Yorgun ve alımlı bir kadın. Onca hor kullanılmış olmasına karşın güzel kalmayı başarmış, kalbi yaralı bir yosma... Kolay ele geçirilen ama hiç ulaşılamayan, mağrur, benzersiz kadın." Bu nedir?
2- Dış dünyaya olabilecek en küçük yüzeyi göstermek için kurşuni gövdesini küre biçimine sokan, dışarıya bir şey sızdırmamak, kendinden bir damla ter bile yitirmemek için derisini dümdüz, kaskatı yapan küçük, çirkin şey. Bu nedir?

3- İnsan kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür. Hani pembe akide şekerleri vardır bilir misiniz,onların bir baygın pembesi, insanın içine yayılan bir kokusu vardır. Öyle bir şey işte. Anlatılan nedir sizce?

4- Yalnız sen varsın. Yalnızlığımın,ihtiyarlığımın, sevimliliğimin, egoizmimin, ortasında daha dün şehvetle sarıldığım, kokusundan haz ettiğim, yıldızları, yandan çarklıyı, derin suları,heykelleri, gotik binaları, ağaçlık tenha yolları, pek sevdiğim yeşil yeşil, kırmızı kırmızı, turuncu turuncu yanan işaret fenerlerini geride bırakıp, sana, yalnız sana aşığım. Kime aşıktır?

5- "Su değil,mevsimin havası akan, Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir. Suda yıldızların parıltısıdır. Bu karanlıkta bazı bazı çakan." Bu nedir?


1-Cevap:İstanbul- Aslı Erdoğan- Mucizevi Mandarin-125.sayfa
2-Cevap:Kene- Patrick Süskind- Koku-Bir Katilin Öyküsü 25.sayfa
3-Cevap:Aşk- Nezihe Meriç- Bozbulanık- Sayfa 106
4-Cevap:İnsana- Sait Faik Abasıyanık-Son Kuşlar-79.sayfa
5-Cevap:Orman- Ahmet Haşim - Piyale-30. sayfa

Özlem Dolu Bir Yazı

Bugün anneannem geldi aklıma biliyor musun? Çok harbi bir kadındı çok.. Ah! Ruhu rahmet istedi... Nur içinde yatsın... Kadınlık gururu yüzünden, 41 yaşında ayrılmış dedemden. Ne o, dede küçük bir çapkınlık yapmış. Bu duruma dayanamamış. İki çocuk , yani annem ve dayım zaten büyükmüş. Gururundan asla taviz vermemiş anneannem. O yıllarda dul yaşamak kolay mı? Aile ne der, konu komşu ne söyler? Alışkanlıklar, geleneksel düşünceler var. Böyle bir durumda boşanmazmış ki kimse... Hatta otururmuş kumalar aynı evde... Ama benim anneannem bu! Çok gururlu bir kadındı çok... Burnunu asla eğmezdi yere. Aldırmazdı kimselere... Ogünün kadını değildi ki ulaşmıştı çoktan geleceğe... Hem eski Türkçe bilirdi, hem de yeni Türkçe... Hem Kur'an okurdu, hem gazete... Dedemin durumunu öğrenince... Kalemi kırmış...Yılların evliliğini bir anda bitirmiş. İlk kadın hakları devrimcilerinden biridir bence. Okadar insanı karşısına aldığına ve umarsızca buna göğüs gerdiğine göre!

Bugün hava nasıl sıcaktı, anlatamam! Sanki çok günahkar biri düşmüş cehenneme, okadar canhıraş bağırıyor ki, ağzından çıkan sıcak nefesi değiyor tenimize... Sıcak hava cennet esintisi olamaz, cehennem esintisidir kesinlikle... Zaten çok ısındı mı, "cehennem gibi" denmez mi havaya, denir elbette. Şımarık bir aydır yaz. Ay,ay!... Sadece kendisiyle sarıp sarmalamak ister insanı. Kimse kimseye dokumak istemez bir kez bile. İşte ben İzmit'te yürürken bu düşüncelerle, baktım bir sevgili, benim düşüncelerimin tam tersine, sarmaş dolaş dolaşıyorlar önümde. Anneannem o an aklıma geldi işte.. Bak şimdi şöyle... Anneannem ve annem yürüyorlarmış birlikte. Aynı benim gördüğüm gibi bir sevgili görmüşler, oğlanın eli kızın belinde. Çöp gibi bir oğlan, ipince... Hayırsızın biriydi fikrimce...Atilla İlhan boşuna Üçüncü Şahsın Şiiri dememiş bu şiire. İşte bir 3. şahıs karışmış işlerine... Dinle bak, tam yanlarından geçiyorken, anneannem bastonuyla vurmuş çocuğun eline. Çocuk ne olduğunu şaşırmış, bakmış hiddetle.. Anneannem demiş "Sen utanmıyor musun? Beni görüyorsun. Neden elini kızın belinden çekmiyorsun?" Çocuk dellenmiş tabi, yaşlı falan diye görmemiş anneannemi gözleri.. Demiş "Ne diyorsun kadın sen?" Üstüne üstüne yürümüş. Annem korkmuş durumdan. Bakmış çocuk yaşlı demiyecek, anneanneme girişecek... Sağ elinin işaret parmağıyla vurmuş bir kaç kere kendi alnına... Gösteriyormuş anneannemi, işaret parmağını kendi alnına vuruyormuş sürekli... Çocuk " Haaa! Anladım" demiş. "Tamam, bu kadın deli.. Öyleyse peki!" Yollarına devam edip gitmişler. Anneannem neden birden vazgeçti çocuk, gitti anlam verememiş. Ama bakmış ki çocuk artık sarılmıyor kıza, söylenmekten vazgeçmiş. Annem bunu bana anlattığında:"Anne, ne ayıp yapmışsın! İşaret diliyle de olsa, annem deli dedin öyle mi ?" Hayret vallahi !" demiştim şakacıktan."Napayım, böyle bir çözüm buldum. Yoksa çocuğun gözü dönmüştü, dövecekti annemi." demişti. Ne tatlılardı!

Ahh! Kış!... Mevsimlerin en şefkatlisidir kış... Sarılmanın, sarmalanmanın, çay demlemenin, sinemaya gitmenin, buram buram dumanı tüten bir tas çorbayı beraberce içmenin, ayakkabısı olmayana ayakkabı almayı, yakacağı olmayana yardımcı olmayı düşünmenin mevsimidir kış. Battaniyelere sarınmanın, rüzgarı tende hissedince, yaşıyorum demenin, üzerindeki ceketi sevdiceğine vermenin mevsimi... Kış mevsimi, "bir insanın başka bir insan için yapıldığının delili" değil mi yazarın dediği gibi... Bu bir özlem yazısı... Biliyorum çok erken... Ama kışı şimdiden çok özledim ben!

1 Haziran 2009 Pazartesi

Şarkı Sözleriyle Bir Deneme Yazısı

Dinlemelisin beni, akıl vermelisin...Neler yaptım kendime, lütfen beni bir yol dinler misin?Kırılmamak adına, içimde kaleler inşaa ettim. Daha sağlam olsun diye, harcına gözyaşı döktüm. Of! Şimdi yarattığım zindanlarda ışıksızım. Kaçtım ve kendime saklandım. Her küstüğümde, vakitsiz uykularda,vazgeçtim aynalardan. İnsan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen… Benmişim… Kendimden bir korkak yaratmışım. Kendimi korurken, en çok ben ürkütmüşüm. Benmişim... Kendini savunurken en çok hançerleyen. Kim demiş aşıklar hep mutlu olurlar diye? Hesapsız seveceksin, canın ağzına gelse de. Vururken yalnızlık yüzüne, sen pay edersin gönlünü onlarca hüzüne… Benmişim! Evet, haklısın…Kendimden bir korkak yaratmışım! Benmişim! Doğru…Kendini savunurken en çok hançerleyen. Bir meçhul olmuşum failim ben. Peki ama sence, beni bana küstüren, beni bana kırdıran, kalpsizin hiç suçu yok mu?

Bak şimdi… Sanki bir yok birde varmış. Bu bir masal gibi… Ama anla beni, ben onu arayamam… Keşke yanımda olsaydı, biliyorum kolay olurdu o zaman. Keşke ben sussam, o anlatsaydı, yorulunca uyusaydı. Kolay mı sanıyorsun? Kolaysa sen de benim gibi yan o zaman! Yağmurum ol üstüme, ben böyle yaşayamam… Halimi görüyorsun, bir şeyler yap o zaman…Sebebim var biliyorsun, ben onu arayamam.

Peki, söyler misin, ne yapayım, nereye gideyim? Anlatmıştım sana... İki yol var demiştim. Hangisini seçeyim? Biliyorum, hepsinin sonu aynı…Birinin eksiği birinin fazlası. Off! Birden bire boşalan yolların ortasındayım. Hedefler hep çok çok kolay olmuştu. Nereye, nereye gideyim? Kafam çok karışık. Bilemiyorum ki!

Şunu çok iyi anladım ama…Kim olursan ol ne istersen yap, herkes bu dünyada tek başınadır. Annen kolunda,baban yolunda,kardeş yanında belki ama, gene de tek başına.. Tek başınayız, hep tek başına…Sözler altında,gözler altında, yaşam kavganda…Nefes alırken nefes verirken, gülüp ağlarken hep tek başınayız!

Bu nedenlerle, tepedeki çimenlikte, yalınayak dolaşarak, yemyeşille masmavinin,ortasında uzanarak, hayaller kurarak, rüzgara savurarak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek istiyorum. Tepedeki çimenlikten, seyreylemek istiyorum şu alemi… Hani küçülmüş ufacık olmuş, insanların alemini… Bir buluta tutunup,bir kuşun kanadına takılmak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek istiyorum! Sadece gökyüzü, sadece deniz, sadece sevgi…Hepsi bu! Haksız mıyım, söyle şimdi?

1- Nev - Benmişim
2- Yüksek Sadakat – Ben Seni Arayamam
3- Mavi Sakal- İki Yol
4- Erkin Koray – Tek Başımıza
5- Bulutsuzluk Özlemi – Tepedeki Çimenlik

Açıklama: Şarkı sözlerine biraz kelime ekleyerek bir deneme yazı yazmaya çalıştım. Umarım olmuştur. Bu denemeleri çok deneyeceğim!

31 Mayıs 2009 Pazar

Füsun Önal - Senden Başka

Çok eski günlerdi. Epeyce ufaktım bu günlere göre tabi. Ya orta birdeyim yada iki. Radyo günleri çocuğuğum ben.En sevdiğim radyo programı Orhan Boran ve Yuki. Daha televizyon her evde yoktu ki. Üst kat komşumuz amca bir astsubay. Denizci. Siyah beyaz televizyon getirmiş, bir deniz aşırı memleketten evlerine... Tatlı cadı Sementa veya varsa o gece Arsen Lüpen, evden kaçıyorum Zerrinler'e. Üst kat komşumuzun kızı Zerrin, yaşı da bana yakın, bu dizi filmleri seyrediyoruz birlikte. Uzaktan kumanda var mı ki, nerdeee? Ses açılıp kısılacağı vakit bakıyoruz birbirimize, diyoruz 'Eee, haydi şimdi sıra sende!' Annem az sonra farkedecek evde olmadığımı, kızacak bana biliyorum. Diyecek ' Gene mi kaçtın, gene mi?' Evet, gene. Ne var yani? Dövsün isterse valla, ben bayılıyorum televizyona. O zamanlar ergenlik var ya serde, işime gelince annemi dinlerim, gelmeyince kafamın dikine giderim modundaydım herhalde.

Bugün köyümden giderken İzmit'e, Göksel'in son cd'sini dinliyordum. Bir şarkı söylemeye başladı eskilerden. Aaa! Bunu ben çok iyi biliyorum. Kim söylüyordu düşünüyorum. 'Benden sorsan ummanlardı derdim, Hani gözlerin var ya, Bülbülleri susturup dinlerdim, Tatlı Sözlerin var ya, Bir ilk bahar yağmuruydu sanki, Ardından güneş açar ya' diye başlayıp, ıslıklarla devam eden bu şahane şarkıyı kim söylerdi? Buldum. Füsün Önal! Bayılırdım hem bu şarkıya hem de Füsün Önal'a... Mini etekler giyerdi, sarı bukleli saçlarını sallaya sallaya ne güzel dans ederdi! Off! Ne günlerdi? Birden o günlere ışınlandım oturduğum yerde. Dayımlar Almanya'da yaşardı. Her yaz memlekete geldiklerinde ailece bizde kalırlardı. Üç kuzenim var yaşlarımız yakın... Adları Jale, Hale, Lale... Valla doğru söylüyorum. Şaka sanmayın sakın!İlk teyp ve kasetleri dayım Almanya'dan getirdiğinde, kuş olup uçacağım sanmıştım...Demiştim' Beni tutun, şimdi sevinçten kanatlanacağım!' İşte biz dört kız bir araya geldiğimizde, hele kimse yoksa evde, takıp takıştırırdık. Füsün Önal'a eşlik eder, çılgınca dans ederdik. Yorulunca iyice, ne yapalım şimdi diye birbirimize bakardık...O zaman işte, bu şarkıyı söyler, kendi sesimizi kasede kaydederdik. Jale'nin sesi güzeldi. Şarkıyı Jale söylerdi. Biz de nakarat kısmını tekrarlar, vokal yapardık... Bakın şöyle: ' Senden başka, senden başka Gözüm görmez hiç kimseyi Senden başka, senden başka Duyamam ben hiç kimseyi' Ah, ne günlerdi? Şimdi bugün araba kullanırken dinliyordum ya, yoldan geçenlere aldırmadan, bağıra bağıra bu şarkıyı söyledim gene. Şaşırdım. Yıllar geçtiği halde üzerinden, unutmamışım. Hatta bir ara bir elimi çektim direksiyondan, iki parmağımı ağzıma sokup, ıslık çaldım kimseye aldırmadan!Üüüffft! Üüüüfffff! Üüüüüüfffff!

İnsan Hangi Sesleri Duyar

İnsan yeterince kulak kabartırsa, daha önce duymadığı uzak sesleri de duyabilir.

-Çığlık çığlığa dönen binlerce kuşu,
-Vedalaşmak için sallanan bir mendili,
-Rüzgarda savrulan kurumuş ağaçları,
-Bir gülümsemenin sesini duyabilir insan isterse,bir bakışın,bir yıldızın sesini,
-Kabuk bağlayışı bir yaranın,
-Mahçup mahçup uyanışını dalda çiçeklenen bir mevsimin,
-Bir zamanlar burada yaşamış,çoktan göçüp gitmiş herkesin öyküsünü anlatan yağmuru,
-Yitip gitmiş her şeyi sarıp sarmalayan sessizliğin sesini bile,
-Yüreğin dört bir yanında açılıp kapanan,çarpan kapıları,
-Sözcüklerin umutsuz suskunluğunda insan,hayatı boydan boya bir ağ gibi kuşatan o nabız atışını duyabilir.
-Adları,öyküleri,zamanı anlatan sesi...
-Saatlerce yağdığı halde,ancak kesildiğinde yağmuru farketmesi gibi,son bir kaç damlayla insan,sessizliği öğreten bütün sesleri duyabilir.
(Aslı Erdoğan'ın Hayatın Sessizliğinde kitabından)
-

Aslı Erdoğan - Hastahane Günleri Yoldaşlığı

Türk Edebiyatında kadın yazarları düşününce, ilk aklıma gelen Halide Edip Adıvar'dır. 1950 li yıllar. Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye okullarda edebiyat dersinde öğrendiğimiz romalarıdır yazarın. Sonra 1960 lı yılları düşündüğümde, Nezihe Meriç ve Leyla Erbil'i düşünürüm. Nezihe Meriç'in Bozbulanık adlı kitabını, kimi zaman aklıma geldikçe karıştırırım. Ama asıl kadın yazarların sayısı 1970'lerden sonra artmaya başlar. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Fürüzan, Tomris Uyar, Pınar Kür, Bilgesu Erenus, İnci Aral ve diğer kadın yazarlar... Ama galiba benim kahraman yazarlarım 1980'ler sonrası kitapları çıkan edebiyatçılar. Kim bunlar? Fantastik ve masalsı öğeleri kullanan yazarlar tabi... Latife Tekin, Buket Uzuner, Nazlı Eray. 1990'lara geldiğimde de iki yazarın hemen hemen bütün kitaplarını okumuşumdur. Biri Aslı Erdoğan, diğeri Elif Şafak.

Bu sabah nedense çok erken uyandım. Kitaplığıma bir göz attım. Aslı Erdoğan'ın kitaplarıyla karşılaştım. Uzun zamandır almamıştım elime. Çıkardım kitapları yerlerinden. Koltuğa oturdum. Kitapları sehpanın üstüne dizdim birer birer... Mucizevi Mandarin, Kabuk Adam, Hayatın Sessizliğinde, Kırmızı Pelerinli Kent. Yeni bir kitap aldığımda, nerede ve hangi tarihte okuyorsam mutlaka yazarım kitabın ilk sayfasına. Bu kitaplara da yazmışım. Mucizevi Mandarin'i Mayıs 2005'de okumuşum. Şöyle bir karıştırdım kitabı. Gene ilgimi çeken cümlelerin altını çizmişim. En son sayfaya da günlük gibi bir şeyler karalamışım. Okudum. "Annem birden iyileşmeye başladı. Allahım şaşırt beni!..Mucizelerini göster! Annem konuşuyor. Ayaklarım yere değmiyor. Uçuyorum! Dünyamıza hoşgeldin ANNE!" diye yazmışım. Diğer kitaplarda da buna benzer notlar var. Demek ki annem hastahanede yatarken, yanında kaldığım zamanlar Aslı Erdoğan'ın kitaplarını okumuşum.

Mucizevi Mandarin, aynı adlı kitaptaki kısa ama yürek yakan öykülerden biri. Çinli mandarin'in hikayesini duymuş mudunuz daha önce? Bu aslında eski bir Çin efsanesiymiş. Yaşlı ve çirkin bir Çinli mandarin, birlikte olduğu kadının ihanetiyle soyguncuların saldırısına uğrar. Ne kadar vururlarsa vursunlar, doğaüstü bir şekilde aldığı darbeler Çinli Mandarin'in bedeninde hiç yara açmamaktadır. En keskin bıçak ve kılıç bile bir şey yapmıyormuş mandarine. Sonunda soyguncular korkup kaçmışlar. Çinli mandarin hiç yara almadan kurtulmuş bu haydutlardan. Dövüşü izleyen kadın, mandarinin bu mucizevi gücünden etkilenmiş. Bu kez hayranlık ve aşkla mandarinle ilgilenmiş. Gelgelelim kadının her dokunuşu ve güzel sözüyle bedeninde yeni bir yara beliriyormuş. Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene kadar bu yaralar gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarında yığılmış, ölmüş. Bu öykü kitabın en etkili bölümlerinden biri. Sonra kitabın bir yerinde hatırlıyorum. Bir gözünü kaybeden kadın anlatıcı, hayatında kolay ağlamadığından söz edecektir. Memleketten uzaktadır. Yalnızdır. Hastalığı vardır. Otobüste annesiyle yanyana oturan bir kız çocuğu ile göz göze gelir. Küçük kız gözü sarılı olduğu için acır anlatıcıya. Minik eliyle dokunur koluna. Sonra arabadan iner annesiyle. Öyküdeki kahraman bu dokunuştan sonra katıla katıla ağladığını yazar.Kimi zaman küçük bir şefkat gösterisi insanın içindeki yaraları ortaya çıkarabilir.
Madem sabah sabah yıllardır durdukları yerlerinden aldım bu kitapları elime... Fransız edebiyat dergisi Lire'in "21. yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak 50 yazar" arasında gösterdiği Aslı Erdoğan'ın, hastahane günlerimde bana yoldaşlık eden kitaplarıyla tekrar ilgilenme vaktim gelmiş demek ki!

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Kağıttan Dünyaların Keşfi-1.Kocaeli Kitap Fuarı

Doğma büyüme İzmit'li olunca, şehrimde olan her türlü güzellik kanatlandırıp uçuruyor adeta beni. Bugün İzmit'teki İnterteks Fuar Merkezi'nde, 1. Kocaeli Kitap Fuarı açılışı vardı. "Sizleri hayal dünyasına taşıyacak kağıttan gemiler, körfez kıyılarına demirliyor. 30 Mayıs - 07 Haziran 2009 tarihleri arasında Kocaeli 1. Kitap fuarının ilki kapılarını açıyor. Her yıl düzenlenmesi planlanan fuarın bu sene seçkin yazarların ve yüze yakın yayınevinin katılımıyla hayata gözlerini açıyor." diye yazmışlar tanıtım broşürlerine. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'nin girişimi ile "Kağıtttan Dünyaların Keşfi" sloganıyla yola çıkmışlar. Ben de bugün kısa bir süre bu kağıttan gemide gönüllü yolcu oldum.

Fuara girer girmez danışma masasına uğradım ve programı aldım. Katılımcı firmalara baktım. Konferans salonu programları, günlere ve saatlere göre ayarlanmış. Mesela,ben gelmeden önce, sabah Prof.Dr.İlber Ortaylı'nın bir konferansı varmış. Bu sabah İstanbul'da olduğum için kaçırdım. Bu programını inceleyip, illa ki kendime uygun bir kaç konferansa katılacağım. Ne kadar hafta içi çalışıyor olsam da, İzmit'te yapılmakta olan ve ayağımıza kadar gelen bu fırsatları değerlendirmemiz gerekiyor.

Ayrıca katılımcıların fazla olması, bu işleri düzenleyen birimlere cesaret verecektir. Sonra beklentilerimizi, daha kimleri şehrimizde görmek istediğimiz de anlatmalıyız ki bir sonra yapılacak fuar bizim isteklerimiz doğrultusunda yapılsın öyle değil mi? Sahiplenmeliyiz şehrimizde yapılan güzellikleri...Bakmayın benim çektiğim fotoğraflara... İlk gün olmasına rağmen oldukça kalabalıktı.

Burası 8000m2 lik bir fuar alanı. Her katılımcı kuruma, stand yeri gibi alt yapı hizmetlerini Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tamamen ücretsiz olarak sağlamış. Bu kültür hizmeti için Başkanı kutlamak lazım. Şimdi bu kağıttan dünyaları keşfetmenin zamanı... Bu keşif yolculuğuna ben katılacağım... Umarım tüm İzmit'liler ve çevre illerdeki kitap severler de ilgi gösterirler. Şehrimiz ve kitap severler için bulunmaz bir fırsat bu!

29 Mayıs 2009 Cuma

Pizza Yemek İstersen Doğru Sopranos'a!

İzmit'te yeni ve orijinal yerlerin açılmasından okadar memnuniyet duyuyorum ki anlatamam. Dün Yahya Kaptan taraflarındaydım. Soprano's diye bir restaurant gözüme çarptı. Kırmızı pötikareli perdeleriyle hoş görünüyordu. Buraya gelip, bakmalıyım,pizzasını tatmalıyım diye düşündüm. Cuma akşamı, iş çıkışı şöyle dışarda yiyip, muhabbet etsek deyince, Sopranos'a gitmeyi teklif ettim.

Yahya Kaptan Mahallesine, Mehmet Ali Paşa tarafından giriş yapıp,ilk sola döneceksin. O ara sokağa devam edersen, otogara çıkarır seni. Çıkma sokağın sonuna kadar.Soluna bakarak yola devam edince, göreceksin Sopranos'u. Çok sevimli bir restaurant. Minik masalar, duvarlarda New York'la ve genelde Amerika'ya ait fotoğraflar. Kırmızı ve yeşil renkler. Herşeyin özenilerek hazırlandığı belli. Sopranos'un sahibi Haluk Erkal İzmit'liymiş. Biraz muhabbet ettik kendisiyle. New York Fairleigh Dicenson Üniversitesi İşletme Bölümünü bitirmiş. New Jersey'de uzun yıllar yaşamış. Babası vefat edince ve evin tek oğlu olunca, İzmit'e dönmesi gerekmiş. Çok mahir bir aşçısı var. Sezgin Usta da patronu gibi Amerika'dan yeni dönmüş. Onun hikayesi farklı. Denizci olarak gidiş o gidiş Amerika'ya. Sonra beş yıl dönmemiş. Fırıncılık ve pizzacılık yapmış. Şimdi kader onların yollarını Sopranos'ta birleştirmiş.

Peki, neden Sopranos? Sopranos bir Amerikan TV dizisi. 2000'li yıllarda, New Jersey'de yaşayan İtalyan-Amerikan bir mafya ailesinin yaşantısını konu alan dizi, hem tüm zamanların en iyi TV dizilerinden biri olarak kabul ediliyormuş hem de bir çok dalda Emmy ve Altın Küre ödülleri kazanmış. Bizde de TV de yayınlanmış. Duymuştum ama hiç seyretmedim. Haluk Erkal'da New Jersey'de yaşadığı için, film genelde yaşadığı mahallede çekilmiş. Seviyormuş diziyi. Memlekete dönüp, bir pizzacı açmaya karar verince, isim olarak Sopranos neden olmasın diye düşünmüş. İyi ki böyle bir pizzacımız var artık. Fiyatları makul, samimi ve güzleryüzlü servis, otopark sorunu yok arabanı hemen önüne bırakabiliyorsun...Eee! daha ne olsun, öyle değil mi? Canımız pizza istediğinde, bundan sonra yönümüz Sopranos'a doğru olsun!
SOPRANOS
Yahya Kaptan Mah.
Şehit Ergün Köcü Sokak
No:25 Yahyakaptan/İzmit
Tel: 0 262 3112520

Edebi Bilmeceler

1- Gizemli, sıra dışı, neredeyse tılsımlı.Ama aynı zamanda doğaüstü, akıldışı, hatta ürpertici. Tıpkı aşk gibi! Bu nedir?

2-"Acı güçlendiği vakit, göğsümle midem arasındaki boşluğa hemen yayılırdı. O zaman gövdenin yalnız sol alt kısmında kalmaz, sağa da geçerdi. Sanki içime bir tornavida yada kızgın bir demir sokulmuş içeriden kanırtılıyormuş hissine kapılırdım. Sanki midemden başlatayarak bütün karnımda keskin asitli sıvılar birikiyordu, sanki yakıcı ve yapışkan küçük deniz yıldızları iç organıma yapışıyordu. Şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı,alnıma, enseme,sırtıma, hayallerime,her yerime vurur,beni boğar gibi sıkıştırırdı....Acı bazen boğazıma kadar çıkar,yutkunmamı zorlaştırır, bazan sırtıma, omuzlarıma, kollarıma yayılırdı. Ama her zaman asıl midemdeydi, merkezi orasıydı." Bu ne acısıdır?

3- "Tarifi mümkün olmayan bir güzellik. Ne rengi bellidir,ne tadı, ne kokusu,ne de biçimi. Onu değerli kılan da tarif edilmez oluşudur zaten. " Bu nedir?

4-" Havanın karanlık, çevrenin de nekadar ıssız olduğunu farketti birden. Nedense tedirgin oldu. Adımlarını hızlandırdı.Anlamsız ürpertisini bastırmaya çalıştı. Bir an evvel eve girip kapısını kilitlemek istiyordu. Çevresinde hiç kimse görünmemesine rağmen,içinde izlendiğine dair bir his doğmuştu. " Bu his nedir?

5-"Onda Halit Ziya'nın Nihal'inden, Vecihi Bey'in Mehcure'sinden, Şövalye Büridan'ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra'dan,hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim, Peygamber Muhammed'in annesi Amine hatun'dan birer parça vardı. O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir mizacıydı." Bu kimdir?

6-"Taş binalar,cüsselerine göre küçücük kalan pencerelerin önünde çiçekler. Temiz bir cadde, dükkanlar, insanlar, başınızı yukarıya kaldırdığınızda fark etmediğiniz şey. Çatılar, teraslar, balkonlar,binaların yan yüzlerindeki dev reklam panoları. Bir yerlerden, bir köşeden baktığınızda hep o huzur veren boşluk." Bu nedir?

7- "Ne kadar mustarip olursanız olun, O bu ıstırabın arasında er geç çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. "sanki, bana inan,ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir,toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silkeler,uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir,kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olmaz. Ben şarabın neşesi, balın tadıyım" diyordu." Bu nedir?

1- Cevap: Sabah ezanı- Elif Şafak - Aşk-408.sayfa
2- Cevap:Aşk acısı-Orhan Pamuk- Masumiyet Müzesi- 167.sayfa
3-Cevap: Cennet meyvesi-Ahmet Ümit-Bab-ı Esrar- 71.sayfa
4-Cevap: Paranoya - Ege Görgün-Gelecek Öyküler-63.sayfa
5-Cevap:Kürk Mantolu Madonna Maria Puder- Sabahattin Ali-Kürk Mantolu Madonna-55.sayfa
6-Cevap: Gökyüzü-Şebnem İşigüzel-Öykümü Kim Anlatacak?-67.sayfa
7- Cevap: Güneş- Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur-30.sayfa

28 Mayıs 2009 Perşembe

Bazan...

Bazan hiç tanımadığın birine, sırf ona benziyor diye, usulca yaklaşıp "merhaba" der misin?

Bazan boğazın düğümlenir, dilin kilitlenir mi?

Bazan akdenizli olduğunu ve yelkenlerinde rüzgar kokusu taşıdığını düşünür müsün?

Bazan taze ekmek,eski kitap,yeni kesilmiş çim, yumuşacık kar kokusu delirtebilir mi seni?

Bazan "korkuyorum anne,al beni içine" diye şarkı söyler misin?

Bazan uzak diyarlara ait efsunlu ve tekinsiz bir hikaye anlatabilir misin?

Bazan sabahların bir anlamı olmalı diye düşünür müsün?

Bazan "ben buyum!" der misin?

Bazan uzun sahiller boyunca, sessiz, usulca yürür müsün?

Bazan yanındakiler konuşmayı sürdürürken,sen kendi içinde daha nadide bir aleme gider misin?

Bazan unutmanın yalan bir kelime olduğunu düşünür müsün?

Bazan yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin?

Bazan işsiz kalan birini, "bu hayatı kurabildiğine göre, başka bir hayatı da kurabilirsin" diye teselli eder misin?

Bazan ona ait ne varsa seni korkutur mu hiç?

Bazan tek başına geldik bu dünyaya, tek başına gideceğiz diye düşünür müsün?

Bazan kendini kaybetmekle, aklını kaybetmek arasında incecik bir çizgi olduğunu kabul eder misin?

Bazan ümit dolu bir haber bekler misin?

Bazan boşvermişim dünyaya der misin?

Bazan tepedeki çimenlikte, yalınayak dolaşarak, yemyeşille masmavinin ortasında uzanarak, hayaller kurarak, rüzgara savurarak, birden bire herşeyden vazgeçer misin?

Bazan bir buluta tutunup, bir kuşun kanadına takılmak, vazgeçmek birdenbire, herşeyden vazgeçmek ister misin?

Bazan şimdi olduğu gibi, şarkı sözleri ve metin cümleleriyle oynayalım mı böyle, ne dersin?

Bazan..........

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Çetin Altan'ın Tarifi ile Limonata Yapalım mı Seninle?

Hiç unutmadım hiiiç! Bugün gibi hatırımda. Tarih 2 Haziran 2003. Günlerden Pazartesi. Milliyet Gazetesi'nin Şeytanın Gör Dediği adlı köşesinde, büyük usta Çetin Altan, limonata hakkında bir yazı yazmıştı. Aslında ilk kez bu yazıyı, günümüzden 24 sene evvel Güneş gazetesinde yazmış. Şimdi olduğu gibi, yaz mevsimi eli kulağında vaziyetindeyse eğer, açar okurum bu yazıyı, yaza merhaba diyerekten. O nedenle tarihi hatırımdadır...Yoksa hafızamın iyi olduğundan değil.... Çok severim bu yazıyı. Sanki yaşam manifestomu özetlemektedir. Aynen aktarıyorum bloğuma:

"Yaşamında hiç limonata içmemiş biri, limonatayı çok pahalı bir serinletici sanabilir. Oysa çok ucuz bir serinleticidir. Bir bardak suya bir çorba kaşığı toz şekeri döküp, iyice karıştırdıktan sonra, üstüne doğru dürüst sıkılıp çay süzgecinden geçirilmiş, yarım limon suyu eklersin... Ve hepsini karıştırırsın. Bardak, görkemli ve uzunca bir bardaksa, yarım yerine bir limon sıkar, bir çorba kaşığı toz şekerini de, iki çorba kaşığı yaparsın... Bir limonata, dişleri donduracak kadar mı soğuk olmalıdır? Hayır, bardağın çevresine hafif bir buğu yalazlanması yapacak kadar soğuk olmalıdır. Ayrıca bardağın içine kalıp buz atılmalı mıdır? Hayır, gerekiyorsa bir tatlı kaşığı dövülmüş buz atılmalıdır. Yarım tekerlek bir limon dilimi, bardağın kıyısına mı takılmalıdır, yoksa içine mi konmalıdır? Bardağın kıyısına konduğu zaman, daha dekoratif olur; dileyen, limonun kokusunu daha keskin duymak isterse, bardağın kıyısına takılmış yarım dilimi bardağın içine atabilir. İyi bir limonata yapmaya bu kadarı yeter mi? Yetmez. Çentilmiş limon kabuğuyla bir sap taze naneyi de, önce limonatanın içinde kısa bir süre tutup, sonra hepsini süzmek gerekir. Böyle bir limonata ultra süper bir zenginlik sorunu mudur? Hayır, sadece bir yaşam sevgisiyle, bir yaşam zevki sorunudur. Bu, çok önemli midir? Bir kez gelinip, bir kez geçilen dünyayı, en sade koşullar içinde dahi, ıskalamamanın göstergesi olduğu için, çok önemlidir. Sabahları bir saat yürüdükten sonra, duş almak da öyledir."
Şahane bir tespit değil mi bu? Akşam yemeğinin yanına, aynı Çetin Altan'nın tarifiyle bir limonata yapalım mı seninle? Bir dene olur mu, bu akşam lütfen beni dinle... Bir kez gelinip, bir kez geçilen bir dünyayı, en sade koşullar içinde ıskalamayalım olmaz mı, ne dersin? Bu benim sorunum değil senin sorunun diyebilirsin! Öyle diyorsan, boşver zaten, sen dert etme!.. Bu bir yaşam sevgisiyle, yaşam zevki sorunu! Bilmem, belki ben üşenmem, limonata yanına iki tane de mum bile koyarım masaya... Maliyeti ne ki ? İnsan küçük keyiflerle hayatı renklendirmeli, öyle değil mi?

Üsküdar Bir Hazinedir

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı başyapıtında, romanın birbirlerine aşık iki kahramanı Nuran ile Mümtaz bir gün beraberce Üsküdar'ı gezerler. İlk önce vapur iskelesinde beklememek için Mihrimah Cami'ni dolaşırlar. Sonra 3.Ahmet'in annesinin cami'ne girerler. Türbeyi, küçük bir meyve içi gibi döşeli camiyi Nuran pek beğenir. Vapuru çoktan kaçırmışlardır. Onun için bir araba ile Atik Valde'ye, oradan Orta Valde'ye giderler. Garip bir tesadüfle Üsküdar'ın bu dört büyük camii aşka,güzelliğe, yahut hiç olmazsa annelik duygusuna ithaf edilmiştir. Nuran:


-Mümtaz, Üsküdar'da hakiki bir kadın saltanatı var... der.



MİHRİMAH SULTAN CAMİ
1525 ile 1583 tarihleri arasında yaşayan Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın tek kızları. Rivayete göre Mihrimah Sultan, Mimar Sinan'a iki cami yaptırmak ister. İlk okunan ve son okunacak olan ezanın kendi cami'inden okunmasını istediğinden biri Üsküdar'a, diğeri Edirne kapı'ya yaptırılacaktır. (154o ile 1548 yılları arasında yapılmış)



ATİK VALDE CAMİ
Üsküdar'da 2. Selim'in eşi, 3.Murat'ın annesi, Nurbanu Sultan tarafından, Mimar Sinan'a 1583 tarihinde yaptırılan camidir. Nurbanu Sultan, Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın gelinidir. (Amerikalı romancı Ann Chamberlin Safiye Sultan'ı konu alan bir dizi roman yazmıştı. Safiye Sultan'da Nurbanu Sultan'ın gelinidir.)

"İftardan önce gittim Atik Valde semtine,
Kaç def'a geçtiğim sokaklar,bugün yine,
Sessizdiler..."

Bu şiiri Yahya Kemal, bir ramazanı Paris'te yaşıyorken yazmış. Kendi ifadesiyle hasretlik ve iç çekişlerle avunmaktadır.

Nurbanu Sultan'a çok büyük bir aşkla bağlı olan Selim, Divan Edebiyatı'nın en güzel şiirlerini yazar. 'Önümden geçip giderken ayağının bastığı yerler bir gül bahçesine dönüşüyor ve sana seslendiğimde bana baktığın zaman sanki zaman duruyor'.

Bazı tarihçiler, bu saray kadınlarının cami, medrese, çeşme, darü'ş-şifa, hamam vesaire gibi hayrat yapmış olsalar da bunlara aldanmamalı, devlet işlerine de giren bu kadınların bütün hata ve sevablarının muhasebesi yapılarak hükme varılmalıdır derler.

Ben aldırmam. Adlarına yaptırılan her bir cami İstanbul'un mücevheridir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanında dediği gibi, "Üsküdar bir hazinedir. Bu hazine bir türlü bitmez. "

"Bütün Boğaz, Marmara,İstanbul,gördüğümüz ve görmediğimiz şeyler,hepimiz ayın çekirdeği etrafında bir meyve gibiyiz... Hep ona bağlandık. Şu tepelere bak..."

25 Mayıs 2009 Pazartesi

"Yaz Uykusu" Diye Bir Şey Duydun Mu Sen?

Sana bir şey söyleyeyim mi? Bugün var ya, kolum kanadım kalkmıyor valla. Hiç bir şey yapmak istemiyorum.Hiiiç! "Bugün evden çıkasım yok, Telefonu açasım yok, Acelem var koşasım yok" modundayım. Hava sıcak mı sıcak! Pil kalır mı bende? Gitti bütün enerjim. Hemen Samanlı Dağları'nın tepesine bir kilim sermeliyim. Niye mi? Sorulur mu bana bu soru şimdi? Hayret yani! Kaç zamandır anlatıyorum ya, sıcakla aram iyi değil, durma hakkımı kullanırım yaz gelince diye... Bu nedenle işte! Sen var ya, hiç oralı değilsin benim derdimle...Hiiiç! Artık nereliysen?
Kimbilir memleketin neresindesin?Dünyanın öbür ucunda, buzullarda mısın yoksa? Yapma ya! Ne olur beni de yanına alsana... Hava serinleyince, hiperaktivitem tavan yapar diye lütfen korkma... İşim gücüm, akrabam arkadaşım, konum komşum yok ki oralarda... Ne yapabilirim ki? Hiiiç! Kardan adam yaparım olsa olsa... Hımm... Belki de inadıma güneşlenmektesin. Bilirim seni bilirim.. Güneşi ne çok seversin... Yayılmışsındır kumsalda, mavi atlas iğne batmaz kalem kesmez terzi biçmez öyle mi? Ben diyeyim gökyüzü, sen de deniz... Masmavi bir dünyanın içindesin.Ohh! Keyifler keka!.. İyi haydi iyi, sevildiğini bil, sefan ola!

Ama ben var ya, yapamam asla... Dinle bak, gittik diyelim yazlığa... Herkes kısa kol, kısa paça; ben ise sanki Rahibe Teresa! Uzun kol,uzun paça... Elimde şemsiye yada... Yemin ediyorum doğru söylüyorum. Abartıyorum sanıyorsun ama... Abartmıyorum...Yeminle diyorum yaa! Böyle yazar mıyım, Allah korusun, çarpılırım valla!

Israr edenler olur bazen... "Ay!Bir kerecik çık güneşe ne olacak ki yer mi seni?" derler. Ohareyy be birader, insan biraz insaf eder! Ben keyfimden mi kıpırdamıyorum. Zaten hiperaktif huyluyum. Beni normalde bir saniye zor zaptederler. Ama olmuyor işte olmuyor, kolum kanadım kalkmıyor...

Haydi bir düşünelim seninle... Kış uykusu derler ya hani... Bazı sıcak ve soğuk kanlı hayvanların kışı uykuda yada uyuşukluk içinde geçirmesi halini bir gözünün önüne getirsene...Milyonlarca memeli, sürüngen, haşarat ve böcek bütün kış boyunca uyurlar. Sadece burda değil üstelik dünyanın her yerinde uyurlar, öyle değil mi? Kalp atışları yavaşlar... Soluk alış-verişleri azalır... Hatta zihin faaliyetleri bile durur... Donmaktan emin kovuklarına çekilirler de tostoparlak olarak derin bir kış uykusuna yatarlar, bazıları da uyuşukluk halinde geçirirler... Peki sonra havanın ısındığını nasıl bilirler? Vücutlarındaki biolojik saatlerinin alarmı, uyanma vaktinin geldiğindiğini mi bildirmektedir? Kimbilir?

Valla bu konuları araştırmak hiç mi hiç benim işim değil. Şimdi kış uykusu buysa, benim durumum da, böyle birşeyin tersi işte... Yaz uykusu hali yani... Şimdi baktım googla... İnanmıyorum ya... Yaz uykusu diye bir şey varmış biliyor musun? Hahha! Vallahi ben uyduruyorum sanıyordum... İşte buyur... "Sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bazı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme halinde geçirmesine yaz uykusu denir." Tamam... Şimdi bu durumu bana uydur...İnsanlık hali işte! Sıcak yaz günlerini atlatmak için uyku ile uyuşukluk halinde beklemedeyim. Şu anda kalp atışlarım yavaşlıyor... Evet...Evet...Hissediyorum... Soluk alış verişlerim azalmakta sanki... Hatta zihin faaliyeterim de mi duruyor neee? Tostoparlak kıvrılıyorummmm... Uyuyorummm...Pııııssss! Yaz uykusuna daldım bileee! Sonbaharda görüşmek üzereee!..

Cengiz Aytmatov ve Selvi Boylum Al Yazmalım ve Mankurt


Dün gece benim edebiyaçı kızkardeşimle, gene bir araya gelince, romantik filmlerden biri vardı gündemimizde. Türk sinemasının en unutulmaz, en eskimez, yüreklere en fazla etki eden filmlerinden biri. Selvi Boylum Al Yazmalım. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Güçlü oyuncular! Peki ya müzik? Cahit Berkay'ın filme damgasını vuran harikulade müziği. Yönetmen de gene büyük usta... Atıf Yılmaz. Böyle bir kombinasyondan kötü bir film çıkabilir mi?



Oyunculuk, müzik ve yönetmen iyi olsa da, eğer senaryo güzel değilse, filmin başarılı olması mümkün değildir diye düşünüyorum. Hele diyalogların bu kadar akla kazındığı bir filmde. Türk Sinemasının başyapıtlarından biri olan Selvi Boylum Al Yazmalım adlı bu film, 1928 doğumlu, ünlü Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov’un Kırmızı Eşarp adlı yapıtından Türkiye koşullarına uyarlanarak çekilmiş. Yazar'ın Cemile adlı kitabı da, en güzel aşk romanı olarak kabul edilmektedir.

Bir ara Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı kitabındaki efsane çok gündemdeydi. Hani Mankurt efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, esir ettiği bazı insanları nitelikli köleler haline getirmek için belleklerini silerlermiş. Önce başını kazıtır,saçlarını tek tek köklerinden çıkatrırlarmış. Kesilen devenin en kalın yeri olan boynundaki deriyi, tutsağın kanlar içindeki başına sararlarmış. Kuruyan deri başı mengene gibi sıkınca dayanılmaz acılar verir, ıssız bir yerde, bağlı bir halde, aç susuz dört beş gün bekletirlermiş. Genelde bu uygulamaya tabi tutulanların çoğu ölürmüş.Kalanlar ise belleklerini yitirirlermiş. Tutsak, zamanla düzelir, kendine gelir ve toparlanırmış ama ölünceye kadar geçmişini ve kim olduğunu hatırlamayan bir mankurt haline gelirmiş. Bilinci ve benliği olmayınca da, efendisinin tam bir kölesi olurmuş. Aytmatov'un çok tanınan eserlerinden biri olan Gün Olur Asra Bedel adlı romanı, aslında Sovyetler Birliği döneminde yaşanan sosyal ve kültürel sorunların bir öz eleştirisi. Aytmatov romanında geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı çok özel bir teknik uygulamış. Mankurt kelimesi, Aytmatovun bu kitabından sonra sosyoloji termonolisine girmiş.

Selvi Boylum Al Yazmalım filminden, yazarı hakkında muhabbete girince, nerelere geldik değil mi? Geçen yıl vefat eden Cengiz Aytmatov'un kitabından uyarlanan,çok sevdiğimiz filmine dönerek yazıyı bitirmek istersem eğer, filmin sonundaki yürek dağlayan finalini hatırlayalım derim..

ilyas: asyam.. al yazmalım..
asya: (iç ses): samet baba demişti.. onu babalığa seçmişti.. sevgi neydi? sevgi iyilikti, dostluktu. sevgi emekti.. (cemşit'e doğru yürümeye başlar)
ilyas: asya..asya, samet ve cemşit'le giderken bir durur, döner. ilyas'a bakar;
asya: (iç ses): durursam bir daha kurtulamam..
ilyas: (iç ses): ziyanı yok, gülüşü yeter bize..
asya: (iç ses): yüreğim kaydıysa günah mı?
ilyas: (iç ses): çamura saplansam yardıma gelir misin?
asya: (iç ses): elini tuttum.. sıcacıktı.. yüreği elimdeymiş gibi..
ilyas: (iç ses): elinden tutuversem benimle gelir mi?
asya: (iç ses): seninim işte.. alıp götürsene beni..
ilyas: elveda asya.. elveda.. selvi bolum.. alyazmalım.. elveda.. bitmemiş türküm benim..