19 Ekim 2009 Pazartesi

İlaç Niyetine Seyredilen Şahane Filmler!

Evvel zaman içinde, Chan Wook Park'ın yönettiği Old Boy'u seyredince,kendime gelmek için arka arkaya üç-dört Friends bölümü seyretmiştim. Öyle çarpmıştı beni. Şimdi Filmekimi için bilet alırken gene arandım demiyeceğim. Yok, aranmadım aslında. Galiba kısmetime düşen filmlerden biri buydu. Çünkü Filmekimi için bir tek Cumartesi günüm boştu. Haa.. Bir de galiba epeydir bir vampir filmi seyretmemiştim. Chan Wook Park'ın vampir filmi nasıl olur acaba diye aklımdan geçirmiş olabilirim. Galiba bilet alırken aklımdan geçmedi değil. Tamam itiraf ediyorum merak ettim ne yapayım yani? Ama yok. Olmuyor. Merak etmek her zaman iyi gelmiyor. Bünyem kaldırmıyor ki. Acayip sallayıp silkeliyor beni Chan Wook Park filmleri. Seyredince bir Chan Wook Park filmi, ardından kendime getirecek bir kaç insani film seyretmem gerekiyor. Dün kendimi kaptırıp evde üç film arka arkaya izlemişim... İşte şu filmleri...

Öncelikle Alfred Hitchcock'un gerilim şaheserlerinden biri olan 1954 yılına ait, Arka Pencere adlı filmi seyrettim. Ayağı kırıldığı için bir kaç hafta evinin arka penceresinden, karşı apartmanı röntgenliyerek geçiren bir fotoğrafçı... Başrollerde o zamanların yakışıklı jönü James Stewart ve büyüleyici güzeliğiyle Garace Kelly oynuyor. Bu filmi seyrederken resmen kendimi arka pencereden evleri dikizliyormuş gibi hissettim. Oturmuşum koltuğuma. Uzatmışım ayağımı. Ekrandan filmi izliyorum ya... Mesela... Film seyretmek de başka hayatları dikizlemek gibi değil midir aslında? Gerilim filmi dense de, bana sıcacık gelen bir filmdir Arka Pencere. Azıcık kendime geldim gibi bu filmi seyredince.

Sonra 1957 yapımı siyah beyaz bir film olan 12 Kızgın Adam'ı seyrettim. Bu film de gene tek mekandan geçen ve diyaloglar üzerine kurulmuş olan, durumu seyirciye sorgulatan, filmin sonunda da Henry Fonda'nın adliye binasından çıkarken göründüğü gibi insana kendini daha olgunlaşmış hissettiren bir film. 12 Kızgın Adam filmi de bana iyi geldi.


Ama... En sonunda Guguk Kuşu'nu seyrettim ya.. Oy,oy, oy! İnan bana yüreğimin kötü yağları eridi gitti! Öyle harikulade bir film yani, öyle böyle değil. 1975 yapımı bu filmde, hapishaneden kurtulmak için deli rolü oynarak, bir akıl hastanesine gelen Mc Murphy ve diğer akıl hastalarını canlardıran oyunculardan her biri sahi gibidirler. Seyirciye kim deli, kim akıllı düşündürürler. Jack Nicholson'a hayran olmamak mümkün mü? Hele Oscar aldığı bu filmdeki rolüyle. Hatta bu filmden sonra gene Jack Nicholson'ın oynadığı, Kubric'in baş yapıtı diyebileceğim The Shining'i seyretsem dedim... Hatta ardından da About Schmidt'i seyretsem ilaç niyetine! İyi gelmez mi? Heyy! Peki bu filmler varken evde, ne işim vardı benim Filmekimi'nde? İyi de seyretmeseydim Chan Wook Park'ın vampir filmini, seyredince sarsıp sallamasaydı gene bünyemi, kimbilir ne zaman aklıma gelecekti ki bu güzelim eski filmler? Hepsi de şahaneydiler!

Bu Yazıyı Sigara Yanıkları'ndan Aşırdım. Çünkü Yazıya Bayıldım!

Birbirlerini 60 yıl kadar farkla kaçırmış iki adam Orhan Gencebay ve Dostoyevski… Dostoyevski Yer Altından Notlar kitabında “acıda hazların en tatlısı saklıdır” tespitini yaptığında yıllar 1864’ü gösteriyordu. O zamanlar insanlık adına ne kadar büyük bir tespit yaptığının farkında mıydı bilmiyorum. Ama yaklaşık 100 yıl sonra Orhan Gencebay ilk albümünü çıkardı ve bunun ne kadar büyük bir tespit olduğunu herkese gösterdi. Dostoyevski Yer Altından Notlar’da der ki “insanın yapabileceği en büyük hata, hata yapmamaktır. Bir insanın önüne bütün yeryüzü nimetlerini serin, mutluluk denizine , başı kaybolana hatta suyun üstünde hava kabarcıkları çıkana kadar gömün; elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnız uyuması, ballı kaymaklı yemesi, bir de insan soyunun tükenmemesine çalışması için önüne bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü rezilliği yüzünden başımıza ne püsküllü belalar açacaktır! Balı kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar yapar. Bunun tek nedeni, akıllı uslu yaşayıştan bıkıp, tehlikelere doğru kanatlanan hayal gücünü her işine katmak istemesidir.” İnsanların hayattaki amacı mutlu olmak değil. Böyle olduğunu zannediyoruz ama değil. Eğer her şey kusursuz olsaydı, istediklerimiz hemen gerçekleşseydi muhakkak çok canımız sıkılırdı. Dostoyevski'nin dediği gibi iki kere ikinin dört etmesi kadar küstahça bir şey olamaz.Geçenlerde bir arkadaşla aramızda şöyle bir konuşma geçmişti: - Galiba insan vücudunun biyolojik olarak acıya ihtiyacı var. Tıpkı şekere suya ihtiyacı olduğu gibi. Yoksa her şey yolundayken kalkıp hüzünlü şarkılar dinleyip, filmler falan izleyip kendimizi mutsuz etmezdik. Bu acı ihtiyacını eğer hayattan karşılayamıyorsak bir şekilde suni yollarla elde ediyoruz di mi?- Haklısın, bence de öyle.Orhan Gencebay bence Dostoyevski’yi en iyi anlayan insanlardan biri. Bir kaç karşılaştırma daha yapayım. Bir Teselli Ver şarkısından: "Ben zaten her acının tiyakisi olmuşum, Ömür boyu bitmeyen dert ile yoğrulmuşum." Yine Yer Altından Notlardan bir paragraf: “Gelgeç gönüllü, tutarsız bir yaratık olan insanoğlu ise, belki de satranç oyuncuları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu sever. Kimbilir, belki (doğruluğuna bel bağlayamayız kuşkusuz) insanın yöneldiği tek hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, başka bir deyişle hayatın kendisidir.” Ve karşılığında Orhan Gencebay’ın Seveceksin şarkısının sözleri:"Bir kapıdan gireceksin Neler neler göreceksin Her çileye göğüs gerip Hayat budur diyeceksin Gün gelecek isyan edip Niye doğdum diyeceksin Gün gelecek isyanına Kahkahayla güleceksin Bazen dertten zevk alacak Bazen aşktan kaçacaksın Bazen boşa geçen Pişman olup yanacaksın"

Dostoyevski'yi iyi anlayan kişilerden bir diğeri de Zeki Demirkubuz. Yarattığı karakterlerin tartışmasız en meşhur olanı "Bekir" bunun ispatı. Yıllarca bir kadının peşinden koşması, uğruna gururunu ayaklar altına alması sadece o kadına ulaşmak için olamaz. Ona ulaşma yolunda çektiği acılardan aldığı o tatlı haz bunun sebebi olabilir ancak. Metabolizma böyle sömürülecek acı bulmuşken bırakır mı? Sonuna kadar sömürür. Bekir de "yolu yok çekeceksin, isyan etmenin faydası yok. Kaderin böyle" diyerek bu hazdan vazgeçemeyeceğini hepimize gösterir. Bu yüzden diyebilirim ki -belki biraz iddialı olacak ama- karşılıksız aşk diye bir şey yoktur. İnsanların karşılıksız aşk dediği şeyin adı olsa olsa "Orhan Gencebay Sendromu"dur.Anladığım kadarıyla Zeki Demirkubuz normal hayatında da Dostoyevski'nin izinden ayrılmıyor. Bu kanıya nerden vardığıma bilmiyorum. Belki sıkı bir Beşiktaş fanatiği olmasından olabilir. "Bazen sevinç, paso keder. Beşiktaşım ömre bedel" gibi tezahürahatlar yapan bir taraftar grubu dünyanın en varoluşçu taraftar grubudur bence. Onun için Beşiktaş için işler kötü gittiğinde paradoksal bir şekilde aslında işler iyi gidiyordur. Sonuçta taraftar kederden, dertten zevk almayı biliyor Orhan Baba'nın tabiriyle. Yan tarafta Demirkubuz'u İbrahim Üzülmez formasıyla İnönü tribünlerinde görebilirsiniz. (yazan - hacitokankoli )
" Bu yazı http://sigarayaniklari.blogspot.com/ dan alıntıdır"

Böyleyken Böyle İşte...

Hani Uzakdoğu Hikayeleri vardır ya. Binbir Gece Masalları falan. Ya o kitaplardan birinde okumuştum. Ya da birilerinden duymuştum. Nerede duyduğumu ya da nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Bir Kötü İle Seksen İyinin Hikayesini sen de duymuş muydun? Eski devirlerde ve uzak diyarlarda, bir adamın çok fena, çok kötü huyları olan bir oğlu varmış. Ailesi, akrabaları bu çocuktan çok utanırlarmış. Tanıdıklarından biri, bu dertli babaya şöyle bir akıl vermiş: “ Dağda, kırda büyümüş, kötülük nedir bilmez, terbiyeli, edepli 80 kişi bulup, oğlunla bir evde bırak. Olur ya belki iyilerin özellikleri oğluna geçer de fena huylarını bırakmalarını sağlarlar.” demiş. Bu tavsiye üzerine adam 80 akıllı uslu kişiyi bulmuş ve her birine ücretlerini ödemiş. 80 kişiyi 80 gün boyunca oğluyla bir evde bırakmış. Yiyecek ve içecekleri dışarıdan vermişler. 80 gün dolunca ne oldu acaba diye merakla kapıyı açmışlar. Hikaye bu ya, görmüşler ki, oğlana edep terbiye tesir etmemiş de, 80 iyi adamın huyu değişmiş. 1 kötü kişi, 80 iyi kişiyi kötü, ahlaksız olup çıkarmış. Hikaye işte. Şimdi tam benzemese de, tersi bir durum aklıma geldi. İnsan dediğin kötüye meyilli diye anlatırlar ya geçmişte de günümüzde de… Yoook! Doğru değil bence bu hikaye. İyi insan kötünün hakkından gelmeli. Gelir yani. Pes etmemeli. Şimdi anlatacağım ise bir duyarlı insanın, 11 umursamaz insanı nasıl olumlu şekilde etkilediğinin filmi…

Bugün Alfred Hitchcock’un Arka Pencere adlı filmi seyredip de, bu film tek bir odada geçince, tek mekanda geçen başka bir eski film daha aklıma geldi. Tekrar seyrettim. 12 Kızgın Adam. Şahane bir filmdir. 18 yaşında babasını öldürmekle itham edilen bir çocuk, jürinin suçlu ya da suçsuz kararı sonunda ya elektrikli sandalyeye gönderilecek ya da kurtulacaktır. Karar önemlidir. Çocuğun ölüp ölmemesi jürinin kararına bağlıdır. Birbirlerini daha önce hiç tanımayan hatta filmin sonuna kadar isimleri bile bilinmeyen 12 jüri üyesi mahkeme sonunda bir odaya kapatılırlar. Önce bir oylama yapılır. 11 üye çocuğu ölüme gönderecek kararı hemen vererek “suçlu “der. Amaçları bir an önce kararlarını bildirip, paralarını alıp evlerine gitmektir. Bir kişinin, 8 numaralı jüri üyesinin “elimi kaldırıp bir çocuğu ölüme gönderemem” demesiyle film gerçekten başlar. Bunun üzerine cinayetin tüm detayları konuşulacak ve filmin başında çocuğu suçlu bulan jüri üyelerinin kafaları karışmaya başlayacaktır. Ya çocuk gerçeğinde suçsuzsa! Ya suçsuz bir çocuğu ölüme gönderiyorlarsa! 12 kişinin ağzından çıkacak karara bağlıdır çocuğun yaşayıp yaşamayacağı. Ne kadar önemli bir karardır. Bu filmde hukuk sistemi, duyarsızlık, ön yargı, ölüm, yaşam, vicdan, konusunda şahane muhabbetlere şahit olur seyirci. 1957 yapımı siyah beyaz filmde 8 numaralı jüriyi Henry Fonda oymaktadır. Çarpıcı bir filmdir. Sorumluluğunun bilincinde bir kişi, 11 kişinin fevri karar vermesini sorgulatır. Sorumluluklarını hatırlatır. Mutlaka seyredilmesi gereken harika filmlerden biridir.

Şimdi diyeceksin ki anlattığın hikaye ne, bu film ne? Nerelerden geldin gene nereye? Ne yapayım yani? Böyleyken böyle işte!

18 Ekim 2009 Pazar

Belki Şehre Bir Film Gelir,İklim Değişir Akdeniz Olur, Gülümse...

Nisan ayında, İstanbul 28. Film Festivaline biletleri alırken, beni dürten en büyük neden takip ettiğim Tersninja ve sinema yazarı Numan Serteli’nin keyifli yazılarıydı. Hiç yalan söyleyemem yani. Doğruya doğru. Durdum durdum da 28. yılında festivalin izleyicisi oldum. Eee. Alıştım ya bir kere, bu kez İstanbul’da Filmekimi haftası vardı. Durur muyum?
Filmekimi 17 ile 25 Ekim tarihleri arasındaydı. Baktım iş ve özel durumuma. Hafta içi programım dolu. Hafta sonu da bazı özel durumlar olunca, kala kala sadece bir tek Cumartesi günü uygun görünüyordu. İki film dişime uygundu. Biri İngiltere 2009 yapımı, yönetmen Duckan Jones’un Ay adlı filmi, diğeri de Güney Kore 2009 yapımı yönetmen Park Chan-wook’un Kan Arzusu adlı filmi. Arka arkaya iki film seyredecektim. Aslında hafta sonu eşimle gidebilirdik Filmekimi’ne. Aradım: “Hani seyrediyordum ya evde, Chan Wook Park’ın filmlerini. Gene var Filmekimi’nde. Gelir misin benimle?” dedim. Ben daha küçücük bir kızken beni sinemaya alıştıran bizatihi kendisidir. O zamanlar televizyon siyah beyazdı. Tek kanal vardı. Gölcük’te Garnizon Sineması’na haftada iki kere giderdik. Kimi arkadaşlarımızı da götürmüşlüğümüz vardır peşimiz sıra tabi ki. Hatta Tolga’nın erken doğması bizim sayemizdedir. Annesi hamileydi Tolga’ya. Doğmasına 20-25 gün vardı daha. Öyle bir korku filmine götürmüşüz ki kızı, filmin arkasından aynı gece Tolga’yı doğurdu. Vallaha doğru söylüyorum. Aynen böyle oldu. Neyse.. Bu da ayrı bir hikaye.
Amaa.. Son zamanlarda ben Uzakdoğu filmlerine abone olup da özellikle Park Chan Wook’un intikam üçlüsü denilen, Old Boy, Sympathy for Mrs. Vengeance ve Sympathy for Mr. Vengeance seyrederken evde, durumumu gören bizim evin ahalisi birazcık korktular benden. Zira bu filmler anlatılacak gibi değil. Seyirciyi çarpan çivileyen filmlerden. İyi de arkadaşım geçmişin korku filminde etkilenip erken doğuruyor da, ben neden etkilenmiyorum bu filmlerden? Evdekiler endişe duyuyorlar bazen halimden. Bir de bu filmleri seyrettikten sonra, birine diş bilersem eğer evde, "Çokk intikam filmleri seyrettim yani çookkk! Dikkatli olun. Korkun benden" falan diyorum. Filmleri gerçek hayata uyarlamaya geçince, işte o zaman muazzam ürkütücü oluyorum. Eşim güldü. “Yoo! Ben gelmem. Sen istiyorsan git. Pazar akşamı için Galatasaray maçına bilet alıver zahmet olmazsa bize de. Bir de mümkünse filmden etkilenme.” dedi. "Tamam!” dedim. Anlaştık. Sordum filmler kaça diye. 13.5 lira demesin mi biletix deki yetkili? Yuf yani! Bir önceki festivalde de bilet fiyatları bu muydu? Mümkün değil olamaz. Tamam hatırlıyorum o festivalde öyle parasız kalmıştım ki, bir küçük patlamış mısırın 5 lira olduğunu duyduğumda, tutulmuş kalmıştım. Ama ozaman iki gün üst üste 6 filme gitmiştim. Yol paraları falan.. Tamam az buçuk yamulmuştum. Şimdi daha biletleri alırken, iki filme 27lira verirsem resmen aç kalıcaktım demek ki Filmekimi’nde. Kaldım da zaten. Bir Beyoğlu çikolatası aldım bir de İnci pastahanesi’nde profiterol yedim. O kadar. Tatlı yedim. Tatlı tatlı film seyrettim diyemiyeceğim. Çünkü...
Chan Wook Park’ın bu son filmi çiviledi beni. Pes yani! Emile Zola'nın bir romanından esinlenilerek yapılmış bu film. Üstelik bu yıl Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü kazanmış. Yapılan bir kan nakli sonucu vampir olan bir rahibin hikayesi. Film oynarken epeyce bir seyirci kalktı gitti. Ben cadoloz gibi sonuna kadar oturdurdum. Niye ki? Anlatacağım. Şimdi şu bardaktaki kırmızı sıvıyı bir içeyim. Kan mı? Yok artık! Filmlerden etkileniyorum diye mi? Daha neler!.. Olabilir mi? Bilmem:) Anlatacağım bak şimdi... Gülümse!

16 Ekim 2009 Cuma

Boğazın Suları Çekildiği Zaman

Kara Kitap’ın 2. Bölümündeki, Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman başlıklı yazısı, “Boğaz’ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi?”cümlesi ile başlar. Sonra “Sanmıyorum.” diyerek devam eder. Yazının devamı hangimiz bir şeyleri doğru dürüst okuyup da dünyadan haberdar oluyoruz ki diye kendimizi eleştirir. Yazar bu haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okumuştur. Kara Kitap bir roman. Ama etkileniyorum işte. Düşünüyorum durmadan. Bu bölüm kurgu muydu, yoksa acaba gerçekten Fransız jeoloji dergisinde bunlar yazıyor muydu?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, Karadeniz ısınmaktadır, Akdeniz soğumaktadır. Bu yüzden deniz esneyerek yayılmaktadır. Deniz dibindeki muazzam mağaralara deniz suları boşalmaktadır. Aynı tektonik kıpırdanmalar sonucu Çanakkale, İstanbul boğazlarının tabanı yukarıya çıkmaya başlamıştır. Mesela balıkçılardan biri eskiden demirlemek için bir minare boyu zincir attığı sularda şimdi teknesinin karaya oturduğunu söylemektedir. Ben Kara Kitap’ın bu bölümünü okuduğumda kalakalmıştım. Acaba anlatılanlar gerçekten oluyor muydu?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre yakın zamanda, bir zamanlar Boğaz dediğimiz cennet yer, zifiri bir bataklığa dönüşecek. Hele sıcak bir yaz sonunda bu bataklık, yer yer kuruyup çamurlaşacak. Hatta binlerce geniş borulardan şelaleler gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda, belki otlar ve papatyalar yeşerecek. Aman Allah’ım! Ya Kız Kulesi? Peki, benim sevgili Kız Kulem ne olacak? Kız Kulesi ise, bu derin ve vahşi vadide, bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükselecek! Olabilir mi bütün bunlar?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, buralarda yeni mahalleler kurulmaya başlayacak. Gecekondular, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerleri, lunaparklar, kumarhaneler, camiler, tekkeler,naylon çorap imalathaneleri falan… Gemi leşleri, gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, bin yıllık şarap fıçıları, gazoz şişeleri ve kadırga leşleri arasında bir medeniyet yükselecek. Gözümde canlanıyor kitabı okudukça. Zaten okumak Orhan Pamuk’un dediği gibi yazarın harflerle anlattığı şeyleri aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki? Duruyorum gene bir an. Gerçekleşecek mi bütün bu anlatılan?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre İstanbul’un koyu yeşil lağım şelaleleri ile sulanacak olan bu lanet çukurda, zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan, kılıç leşleri ve cennetlerini keşfeden fare orduları içerisinde, yepyeni bir salgın hastalığın türeyecek olmasına hazırlıklı olmalıydık. Yazar biliyor ve uyarıyordu romanın bu bölümünde işte bizi…O gün dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup bitenler hepimizin içine işleyecek çünkü. Ne feci! Böyle bir durumun gerçekleşmesi mümkün mü?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, bir zamanlar mehtabı seyrettiğimiz Boğaz’da, gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Bir zamanlar Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliği yerine, genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerde yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerken yosun kokusu duymak için otobüs pencerelerini açarlarken, şimdi çürümüş ölü ve çamur kokusu sızmasın diye pencerelerin camlarını gazete ve kumaş parçaları ile kapatacaklar. Eskiden sahil yolu denilen yer, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyecek. Aşağıya baktığımızda bileklerine gülle bağlı iskeletlere rastlayacağız. Zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğiz. Kara Kitap’ı okumasaydım eğer bütün bu anlatılanlar hiç aklıma gelmezdi. Okudukça şaşırıyorum. Olacak mı bütün bunlar acaba?

Bilmiyorum. Bildiğim yazarın dediğine göre, İbn Zerhani şöyle bir söz sarfetmiş. “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” Bildiğim bir şey var. Yazarların hayal gücüne inanıyorum!

15 Ekim 2009 Perşembe

Kara Kitap'ı Özledim.

Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını özledim. Böyleyim işte... Uzun zamandır görüşmediğim kimi arkadaşlarımı nasıl özlersem, kimi kitaplarımı da öyle özlerim. Gün gelir tekrar okumak isterim. Tüm kitabı okumam ama bazı özel bulduğum bölümlerine göz gezdiririm. Kara Kitabı epeydir tozlanmış olduğu yerinden zaten indirmiştim. Bir kaç gündür masanın üzerinde duruyordu. Adeta uslu uslu beni bekliyordu.Hasret gidermenin vakti geldi demek ki. Kara Kitap'ı elime aldım. Şöyle bir baktım. 1990 basımlı kitap defalarca ele alınmaktan o kadar eskimiş ki, zamanı gelmiş kabı değiştirilmiş. Demek kıyamamışım bu kitabı birine vermeye de tekrar ciltlettirmişim. "Eskiyi at yeniyi al" modasının geçerli olduğu günümüzde, hangi ciltciyi bulup, ne vakit becermişim? Kabında Kara Kitap yazmadığı gibi, bir de isminin tersine bembeyaz bir kapla kaplanmış. Sevgili kitabın sayfaları yaş aldıkça resmen sararmış. Canlı gibi... Ne çok çizmişim cümlelerini... Hele bir bölüm var ki, her okuduğumda tekrar tekrar çizmişim sanki. Çöktüm koltuğa. Okumaya başladım. İkinci Bölüm. Bölümün adı " Boğaz'ın Suları Çekildiği Zaman".

14 Ekim 2009 Çarşamba

Gene Yüksek Sadakat Vaziyetleri

Kimi zaman bloğuma gençlik dönemimin efsane müzik gruplarını yazmaya çalıştım. Şimdi ofisimde günümüzün en sevdiğim gruplarından birinin şarkılarını dinliyorsam eğer ve hatta bıkmadan, döne döne dinliyorsam şarkılarını, neden onları da yazmayayım diye düşündüm. Hemen yazıyorum hem de!Yüksek Sadakat son zamanların en sevdiğim müzik gruplarından biridir. Bayılırım şarkılarının herbirine!

Bir gün araba kullanırken radyoda "Ben Seni Arayamam" şarkılarını dinleyince kim olduklarını merak etmiştim. Gruplarına verdikleri isim de hoşuma gitmişti. "Yüksek Sadakat". Sonra müzik cd lerini aldım. Hem şarkılarının müptelası oldum hem de grubun takipçisi oldum. Yüksek Sadakat grup üyelerinin müziğe bağlılıklarını ifade ediyordu. "Yaşadığımız hiçbir zorluk, önümüze çıkan hiçbir engel bizi müzikten ayıramadı, sadığız ona yani " diyorlardı. Müzik tarzlarının Türk rock olduğunu düşünüyorlardı.


Şarkı sözlerinin konularını "aşk ağrısı, medeniyet korkusu, varoluş problemleri ve felsefe üzerinden din ve Tanrıyla kurulan bağlantılar" olarak tanımlıyorlardı.İşte Yüksek Sadakat'i
tanımam vesile olan "Ben Seni Arayamam"şarkının sözleri şöyle:

"Bak benden arta kalan Biraz kül biraz duman Ne kadar istesem de Ben seni arayamam Ruhum rüyaya dalmış Dünya uzak, gerçek yavan Sanki bir yok bir de varmış Ben seni arayamam Keşke yanımda olsaydın Kolay olurdu o zaman Ben sussam sen anlatsaydın Yorulunca uyusaydın Kolay mı sanıyorsun Kolaysa yan o zaman Yağmurum ol in üstüme Ben böyle yaşayamam Halimi görüyorsun Bir şeyler yap o zaman Sebebim var biliyorsun Ben seni arayamam "

Yüksek Sadakat’in “Aklımın İplerini Saldım” adlı parçalarını, sözleri çok güzel olmasına rağmen, aslında şarkının bir ortasında bir de sonundaki şahane gitar solosu sebebiyle çok seviyorum galiba. Ne kadar dinlesem de bıkmam!


"Irmaklar denizlerde , Denizler sahillerde durdular, Arayanlar hiçbir yerde, İnananlar dualarda buldular , Kimbilir sen, Benim halimde, Sakinliğimde, Ne buldun? Bense yorgundum, Kendi kendime sokuldum, Uyuya kaldım Aklımın iplerini saldım, O giderken bir an durup peşinden baktım, Ne dersin? Umarım beni affedersin, Ne dersin?Belki de terk edip gidersin, Gider misin?

Peki hem gitar ziyafeti ,hem ağız mızıkasının şahane sesi ve hem de anlamlı sözleri ile Aşk Durdukça adlı şarkılarını nasıl tekrar tekrar dinlemeden durabilirimi?

"Dünya döner bir gün daha Yeryüzünde aşk durdukça Gece erken inse bile korkma O hep seninle kaldıkça Biliyorsun gitmem gerek Yollar bitmez düşünerek İster sonuç de istersen sebep Bu düğümü çözmem gerek Belki sana yazarım uğradığım bir şehirden Renkli bir kart atarım Mekke yada Kudüs'ten Sonra bir gün cıkarım sen artık dönmez derken Bir şarkı fısıldarım kulağına gün batarken."

13 Ekim 2009 Salı

Memleketim Yazarlarının Kitaplarından İlk Cümle Seçmecesi

"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti."
Orhan Pamuk / Yeni Hayat

"Ne kadar çok sevdim seyahat etmeyi."
Atilla Dorsay / Bir Kıtadan Öbürüne Yaşam ve Ölüm Kentleri

"Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı."
İhsan Oktay Anar / Puslu Kıtalar Atlası

"Yazgıya inanmam, ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var, diye endişelenmekten de kendimi alamam. "
Ahmet Ümit / Beyoğlu Rapsodisi

"Yolculuklar başlamaz, yürek çağırmasa" diyor bir şiirinde Nazım Hikmet, ömrünün en güzel döneminde," dört metrekare betonu geçtikten", yani hapishane avlusunda tam on iki yıl volta attıktan sonra yolculuklara çıkan, ölene dek çocuk merakıyla dünyayı keşfeden büyük şairimiz."
Mehmet Yaşin / Yakınname


Çikolata Cimrisiyim!

Sevgili Kübra, yurtdışı stajından dönerken bana üzümlü, bademli çikolata getirmiş. Kaç kere aradı gelmek istiyorum diye. Ama beni yerimde yakalamak mümkün mü? Söyleseydi çikolatayla geleceğini hemen vakit ayarlardım halbuki. Neyse.. Sonunda çikolata işte bende. Tek tek küçülttüm çikolataları... Tek tek yiyeceğim.. Hımm... Dilim ve damağım arasında eriterek. Koklaya koklaya... Tadına vara vara... Kakao, üzüm, bademin kokusunu ve lezzetini hem ayrı ayrı hem de hemhal olmuş şekilde hissedeceğim... Daha önce yazmıştım galiba... Bir kitap verme bir de çikolata paylaşma konusunda çok cimriyim... Üzgünüm ama bu çikolatayı bizim evdekilerden gizliyeceğim... Gizlice yiyeceğim... Biliyorum... Kötüyüm... Ne yapayım? Böyleyim! Kübracım çok teşekkür ederim!

11 Ekim 2009 Pazar

"Ah Kelimeler, İsimler ve Onlara İnanmanın Saadeti..."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Mahur Beste adlı romanı, Osmanlı toplumunun Tanzimat sonrası toplum hayatının yaşadığı değişimleri her yönüyle yansıtan bir kitapmış. Maalesef okumadım. Ama daha sonra yazdığı Huzur adlı romanının tam manasıyla hastasıyım. Mahur beste aslında ‘Bir afet-i mehpeyker ile nüktelerim var’ sözleriyle baslayan ve Eyyübi Bekir Ağa'nın basyapiti sayilan mahur makamında bir besteymiş. Ahmet Hamdi Tanpınar'ı o kadar etkilemiş olmalı ki bu beste, hem Mahur Beste adlı kitabını Eyyübi Bekir Ağa'ya ithaf etmiş, hem de bu besteyi 18.yüzyıldan 19.yüzyıla taşıyarak romanlarına baş tacı etmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı romanında da Mahur besteden söz edilir. Ayrıca artık neredeyse hiç duymadığımız, musikimizin ferahfeza, acemaşiran, beyati, sultaniyegah, nühüftü makamlarından da bahsedilir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sadece kelimelerle değil notalarla da hemhal olduğu romanlarınaki cümlelerin ahenginden bellidir.

Bugün 11 Ekim. Aslında bu yazıyı yazmamın nedeni Ahmet Hamdi Tanpınar değildi. Mahur Beste adında o güzeller güzeli şiiri yazan Attila İlhan'ın bugün ölüm yıldönümü. Ünlü şair "Görünmez bir mezarlıktır zaman
Şairler dolaşır saf saf
Tenhalarında şiir söyleyerek
Kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
Saatlı bir bombadır patlar
An gelirAttilâ İlhan ölür" demiş ve bir şaire en çok yakışan bir mevsimde 2005'in sonbaharında ölmüştür.
MAHUR BESTE

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
ATTİLA İLHAN
" Ah kelimeler, isimler ve onlara inanmanın saadeti…” ~Saatleri Ayarlama Enstitüsü -Ahmet Hamdi Tanpınar

9 Ekim 2009 Cuma

Edebiyat Aşk Değil de Ne?

İki saat boş vaktim vardı. Ne yapacaktım? Kardeşimi ayarttım. Gene iki saat evinden kaçırdım. Kimi zaman böyle dar zamanlarda buluşuveririz. Birlikte hasbihal ederiz. Kardeşim öğretmendir. Uzmanlığı da Türkçe olunca, deymeyin edebiyat muhabbetine… Edebiyata meraklı bu öğretmen bir de balık burcuysa eğer, ohhh şahane aşk sohbeti yapabilirsiniz böyle biriyle. Balık burcu bilirmisiniz ki, en romantik ,en gizemli, en duygusal,en hayalperest ve depresyona en meyilli kadın tipidir… İki hafta çocukları hasta oldu diye döküntü oldu vücudu sıkıntıdan vallahi. Ama hastalığının adı da pek yakışmış haspaya;
Rose! Okadar romantik ki döküntüleri bile gül şeklinde!.. Hahha!Neyse iyileşti şimdi çok şükür!...
Gene bir kaçamak yaptık ya kardeşimle… Önce bir kafeye gittik. Kahvelerimizi sipariş ettik. Şöyle koltuklarımıza rahatça yerleştik. Yaslandık arkamıza. "Bu akşam konumuz edebiyatımızda aşk olsun! Ne dersin?” dedik göz kırparak birbirimize. Kahvelerimiz geldi. Şöyle bir kahveleri kokladık çektik içimize. Sonra fincanların uçlarını birbirine değdirdik “Aşk olsun!” diye bağırdık çevreyi umursamadan gene ve başladık muhabbetimize…

Önce ben bloguma yazdığım Attila Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünden bahsettim. Benim kardeş de çok sever o öyküyü.

Ama asıl benim küçük, Nezihe Meriç’in "Keklik Türküsü" öyküsünü okadar güzel anlatır ki doyamazsınız tadına. Dinlerken kardeşimi, kendinizi bir kaptırırsınız konunun akışına,öykü bir kara tren olup gönlünüzü delip geçer tünelden geçer gibi, öyyyle bakakalırsınız ardından . Çok güzel anlatır gerçekten."Keklik Türküsü’nü anlatsana bana bu akşam kardeş" dedim. “ Tamam!” dedi. Hiç itiraz etmedi… Canım benim ya… Bu bildiğim hikayeyi kaç kez dinledim kardeşimden. Neden yeni duymuşum gibi geliyor bana her seferinde? Neden gözlerim doluyor ve zor tutuyorum ağlamamak için kendimi… Bu akşam da müthişti performansı! Sakın bilmeyenler adında keklik var diye fabl gibi bir şey sanmasınlar. Yoo! Bu bir genç kızın istanbul'da her gün bindiği vapurda karşıdan aşık olduğu bir çocukla ilgili... Şehir hikayesi yani..Ama daha eski yıllarda geçer...Gene içten içe çekilen,dile dökülmeyen aşklardan. Eski aşklardan! Yazarın Bozbulanık adlı öykü kitabında yeralan bir öykü...

Sonra nedense birden Huzur’a atladık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arkasından rahmet okuduk… Bir çocuklu dul bir kadın kahraman ile genç sevgilisinin aşkını hatırlamaya çalıştık. A.H.Tanpınar'ın ,Orhan Pamuk ‘un en etkilendiği romancı olabileceğini düşündük. Biz aslında önce öyküleri konuşacaktık. Nerden geçtik acaba şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’a? Konu konuyu açıyor işte. Huzur'dan en son okuduğumuz aşk kitabı Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne atladık. Nasıl saplantılı bir aşktı değil mi Kemal'in Füsün’una duyduğu aşk? Ya Kemal’in sevgilisinin her kullandığı eşyaya hastalık şeklinde düşkünlüğü… Sekiz yıl içinde kaç taneydi, sevgilisinin 4.213 tane miydi sigara izmaritini biriktiren aşık… Böyle sapkın bir aşık olabilir miydi gerçek hayatta acaba? Konuştuk da konuştuk… Konu edebiyatımızda aşk olunca ve iki kadın bir araya gelince kimi çekiştireceğiz konu komşuyu mu? Tabii ki edebiyatçılarımızı öyle değil mi?

Uykusuz mizah dergisi, bizim mahalle bakkalına Çarşamba günü gelmemişti. Bugün gelmiş. Ben de sabah hemen Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’ni okumuştum. Bu kez çizmemiş sadece yazmıştı. Anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama çarpması ile başlıyordu.İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken çok eğlenmiştim.Tam onu anlatırken kardeşime, ben de ilgi dağınıklığı vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses duyarsın ve sinir olursun ya " diye söze başladım şimdi de. “Hişt” ne kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt” ‘e atladık .Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa , bir hişt diyenim bile olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?

İlk olarak nedense Sezai Karakoç geldi aklımıza… Mona Rosa şiiri… Hani üniversitede okurken platonik aşık olduğu kız için yazmış bu şiiri de kızın haberi yokmuş… Kızın ceplerine gizli gizli aşk şiirleri koyarmış. Kız, bu şiirleri erkek arkadaşı yazıyor sanırmış. Oysa Sezai Karakoç yazarmış.Mona Rosa'yı okuduğunuzda kızın adı çıkar ya şiirden sahiden. Kızın adı da aramızda kalsın Muazzez Akkaya. “Mona Roza siyah güller akgüller” diye başlayan uzun şiiri. Kız yıllar sonra bu şiir ortaya çıkınca sevildiğini öğrenmiş. Bunu duyduğunda evliymiş tabii ki! Yoksa kızı, Muazzez Akkaya benim annem diyerek ortaya mı çıkmış? Muhtelif söylentiler var ama bildiğimiz kadarıyla şair hiç evlenmemiş. Ne aşklar var ! Aaa biraz dedikodu yapalım artık bu kadar da öyle değil mi? Hemen büyük şairimiz Attila İlhan'a geçtik ki kardeşimin telefonu çaldı..

Tam Attila İlhan’a geçtik .. Pia… Yağmur kaçağı ve Üçüncü Şahsın Şiiri ile sohbetimize devam edecektik ki... Devam edemedik…Bitirdik…Çünkü küçük yeğen evde “Anne..Anne!” diye tutturmuş. Hemen hesabı ödedik. Arabaya bindik. Birbirimize baktık.. Bir ağızdan:
“Gözlerin gözlerime değince Felaketim olurdu, ağlardım Beni sevmiyordun, bilirdim Bir sevdiğin vardı, duyardım Çöp gibi bir oğlan, ipince Hayırsızın biriydi fikrimce Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım Felaketim olurdu, ağlardım !" ”
Üçüncü Şahsın Şiiri adlı muhteşem şiirin ezberimizdeki ilk mısralarını aşkla seslendirdik…
Kardeşimi bıraktım evine... Araba kullanırken devam ettim şiire:
"Ne vakit Maçka'dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi öterdi Bir rüzgar aklımı alırdı Sessizce bir cigara yakardın Kirpiklerini eğerdin bakardın Üşürdüm içim ürperirdi Felaketim olurdu,ağlardım! " Bu kadarı kalmış ezberimde...
Edebiyat AŞK değil de ne?

8 Ekim 2009 Perşembe

Ben Sana Mecburum

BEN SANA MECBURUM

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun

Sevmek kimi zaman rezilce korkudur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun

Belki Haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin
Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin..
ATTİLA İLHAN

(Ekim 2005'de yitirdiğimiz büyük şairin anısına...)

6 Ekim 2009 Salı

Şu Ahir Ömrümde Kaç Kuş İsmi Öğrenebildim Ki?

Şu ahir ömrümde eğer balık ve kuş isimlerini öğrenmişsem, sebebi Sait Faik öyküleridir. Ünlü bilgenin “Bir Sonbahar Akşamı” adlı öyküsünün içinde o kadar çok kuş ismi geçer ki! Yazısının başında İstanbul’da bir sonbahar akşamını tasvir ederken mesela, minareden minareye asılı kırmızılıklar, portakala, Trabzon hurmasına benzer yemişler sarkıtan sonbahar akşamlarında bir kuşu hatırlar sevgili yazar. Hangi kuşu peki? Bıldırcın! Bıldırcını hatırlar! Hani şimdi sonbahar mevsimin tam ortasındayız ya… Ekim ayında… Hiç bıldırcın kuşu gelmiş miydi aklına? Bakıyor muyuz ki kuşlara? Her geçen gün çevremizde azalarak uçuşan bu kuşlardan hangisi bıldırcındır ki ? Şu ahir ömrümde kaç kuş ismi öğrenebildim? Kaç kuşun hangi kuş olduğunu bilebilirim ki acaba?

(baykuş) (tavuskuşu)

(florya)(iskete)

Yazara göre sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp Adalara gidip gelir Sait Faik. Akşamüstü bazen Köprü´nün ortasında durup Sultan Selim´in arkasındaki bulutlarda kırmızı rengin oyunlarını seyreder.

(atmaca)(saka)

Sait Faik serçeleri, atmacaları, saka, florya, isketeleri de sever, hattâ uzak memleket kuşlarını rûyalarında görür, bazan şiir yazacak gibi olduğu zamanlarında, papağan, tavuslar, cennet kuşları da görür gibi olur. Bütün bunları okuyunca insan düşünür bu durumda: Bu kuşları en son ne zaman gördük , bildik de fark ettik ki biz?
cennet kuşu kırlangıç

Ama bıldırcın! Bıldırcın, bizim göklerimizin muhacir kuşudur der Sait Faik. Bıldırcını sevdiği, bıldırcına yakın olduğu kadar, ne baharın müjdecisi, dostumuz, âdeta köylümüz gibi olan kırlangıçları; ne de o kızıl gagası, muhteşem kanatları, ince uzun, sırım gibi bacaklarıyla leyleği, bıldırcına tercih eder.

(leylek)

(serçe)

Bıldırcını, bir şiiri sever gibi sever ünlü yazar. Neden olduğunu bilmeden, yahut hafif hafif, içinde bir şeyler belirerek. Sanki bir gün, sihirli bir ağız: "Kuş ol, güzel insan!.... Senin bu topraktan yapılmış çirkinler kafilesinde yerin yok! Kuş ol!" demiştir. Bıldırcın, böylece insanken kuş olmuştur. Onu rüzgârlar getirir; yağmurlar atar, memleketimize. Etlerin en güzeliyle, kokuların en bayıltıcısıyla gelir, ışıklarımıza dökülüverir Sait Faik'e göre.

Şimdi sonbaharın tam ortasındayız ya hani. Ekim! Fark ediyor muyuz dünyayı? Kuşları? Kaç kuş ismi biliyoruz ki? Kaç kuşu bilip tanıyoruz ki? Bıldırcın! Bizim göklerimizin muhacir kuşu! Neredesin?