Bir keresinde hiç unutmam.. Geçtiğimiz kıştı.. İşten eve gelmiştim ki gözlerime inanamamıştım. Ellerimi yumruk yapıp, gözlerimi bastıra bastıra ovuşturmuştum. Bakmıştım tekrar tekrar.. Halen tezgahın üzerinde duruyordu. "Bu ne?" demiştim. "Bu ne?" Ne yapmış Rabia Teyze böyle? En büyük boy fasulye turşusunu göndermemiş mi bizim eve? Ne yapmıştım da, ödüllendirilmiştim acaba bu sürprizle? Biliyordum esasında... Rabia Teyze'yle aramızda telepatik bir posta bağlantısı vardı. Hem de sıradan hayatımı sırlayan bir sır büklümü halinde!. Her sene turşu canım isteyince, daha ben haber etmeden bana gönderir Rabia teyze.. Böyle işte.. Pekiii... Sonra ne olmuştu biliyor musun? Ertesi akşam.. Eve işten geç dönmüştüm.. Nasıl yorgundum anlatamam.. Duş alacağım... Yemek yiyeceğim... Kendimi hemen yatağa atıp, horul horul rüyalar aleminde dalacağım. Bitkin bir haldeyim.. Neyse... Kapıyı açtım. Sokak kapısının karşısı mutfak... Şimdi soruyorum, söyler misin lütfen, dünyada sadece "Ağlama Duvarı" mı var? Yooo... Eğer böyle biliyorsan, inan ki yanılıyorsun!.. İşte o günden sonra var ya, artık bizim mutfakta bir "Gülme Duvarı" var... Dinle şimdi... O akşam iş dönüşü, yorgun argın eve girmiştim... Bak... Bir gün önce eve geldiğimde mutfak tezgahının üzerinde Rabia Teyze'nin fasulye turşusunu görmüştüm de sevinçten çılgına dönmüştüm ya hani... Tamam... İyi de ertesi akşam eve geldiğimde bu kez tezgahın üzerinde koca bir kavanoz portakal reçeli bakmıyor muydu gözüme gözüme? "Yok artık!" demiştim. "Yok artık! Bu kadar da olamaz " İşte tam o zaman... Tam mutfağa girip, koca bir portakal reçeli kavanozunu görünce tezgahın üzerinde... Ellerimi kapamıştım yüzüme... Sonra dönmüştüm gerisin geriye... Kafamı mutfağın duvarına dayamıştım. Nerdeyse ağladım ağlayacağım... Diyorum ki, "Kızım sen gene hayal ediyorsun... Reçelin bitti ya Oya reçel yaptı da sana gönderdi sanıyorsun." Böyle olmalı diye düşünmüştüm yani anlatabiliyor muyum? "Yooo..." demiştim.. "Yoo!" "Hayal kepenklerimi kapatmalıyım bu gece... Olur mu böyle bir şey? Felek her gece bir kıyak çıkarır mı insanın önüne? Hele benim gibi cimri birine! Yokk artık, daha neler?" demiştim kendi kendime... Bak şimdi... Dönmüştüm tekrar geriye... Ellerimi yüzümden çekmemiştim de... Parmaklarımın arasından tezgaha bakmıştım. Hiç unutmam... Gözlerimle, kulaklarımla, tüm merakımla tekrar tekrar bakmıştım.. İnanamamıştım! Halen orada durmuyor muydu portakal reçeli? Yanında da bir tavşan kardeş vardı üstelik, elinde sepeti. "Nedir bu? Kamera şakası mı?" diye düşünmüştüm. Usulca tezgaha yanaşmıştım. Tek parmakla reçelden bir parça alıp, ağzıma atmıştım. Olamaz! Abraka dabra vaziyeti miydi bu? Bu... Bu... Oya'nın reçeliydi... Kesin... Eğilmiştim...Bakmıştım ki... Tavşanın elinde şöyle bir not vardı: "Selam Vildan, Rabia Teyze'nin koca turşu kavanozundan azıcık bile vermeye kıyamazsın bana biliyorum. Ne zaman sana gelsem turşuyu bucak bucak benden kaçırırsın. O sarmısak kokusuyla turşuyu nasıl gizleyebileceğini düşünüyorsun? Olsun! Yıllardır alıştım cimriliğine kardeşim, canın sağolsun. Sana sevdiğin portakal reçelinden koca bir kavanoz yaptım, afiyet olsun. Yanında tavşan kardeşi gönderiyorum. O da hediyem olsun! Sevgiler, Oya" Ben bunu okuyunca ne yapmıştım biliyor musun? Utanıp, ağlamam lazımdı öğle mi? Yooo! Kusura bakma valla... Kapanmıştım mutfağın duvarına... Sevinçten gülmüştüm katıla katıla... Onun için herkes bilsin istiyorum. Dünyada sadece "Ağlama Duvarı" yok. Bizim mutfakta "Gülme Duvarı" var.. Yaaaa! İyi ama ben şimdi bunu neden yazdım biliyor musun? Oya keşke bu yazımı okusa... Biliyorum geçen kış, Rabia Teyze'nin fasulye turşusundan Oya'ya hiç vermedim, hepsini ben yedim ama.. Olsun... Şeyyy! Reçelim bitti de... Acaba gene koca bir reçel kavanoz göndermez mi bana Oya? Gene kapansam bizim mutfağın "Gülme Duvarı"'na... Şöyle gülsem katıla katıla... Oyaaaa! Rabia Teyze'nin turşusundan vereceğim bu kış sana desem mesela... Şeyy.. Söz veremiyorum inan ki Oya... Diyemiyorum... Off... Karşılık beklenir mi hiç arkadaşlıkta?
22 Temmuz 2010 Perşembe
"Oya" ve "Gülme Duvarı"
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Yalnızlık Aletiyle Yapılan Şakalar Vaziyeti...


-Öldün mü lan, ne susuyorsun?
-Alp... Vakit varken bu mahalleyi terk et:((
-Kızma lan... Erkin Baba'yı unutma... Şarkıdaki gibi, hani var ya tutunamayanların marşı, "Hep tek başımızaaaaa"...
Karikatür / Hasan Gökhan
20 Temmuz 2010 Salı
Yol... Yola Çıkmak... Yolda...
18 Temmuz 2010 Pazar
17 Temmuz 2010 Cumartesi
Film Gibi Pasta Tarifi
Ancaak intikam duygusunu kaybetmemiştir halen Güllü... Gene Fikret'i öldürmek istemektedir. O zaman kızın içini yumuşatmak, yüreğine biraz şefkat katmak, aşkını tekrar canlandırmak gerekir. Bir paket krem şanti, bir çay bardağı sütle çırpılır. Bembeyaz bir karışım elde edilir. Fırından çıkan kek, enlemesine ortadan ikiye kesilmelidir. Güllü kendine gelmeden, bir çay bardağı portakal suyunu ortadan ikiye kesilen bedenin iki parçasına serpilir. Mis gibi portakal çiçeği kokacaktır Güllü böylece... Sonra o bembeyaz krem şantiyi bedenin iki parçasına da usulca sürmek gerekir. Yüreğine yüreğine sürülen krem şanti içindeki aşkın canlanmasına sebebiyet verecektir. Bu beyazlık üzerine, eski anılar canlansın diye, bir avuç ufalanmış badem serpilir. İki parça birleştirilir. İşte böyle! Kızımız muhteşem olur. Hatta inanır mısın, Güllü, akşam Fikret'le karşılıklı oturup, yemek yer.. Fikret anlamaz kızın Güllü olduğunu! Fikret öğrenince durumu delirir kıza tabii delirir. Tekrar Güllü ile evlenmek ister. Fikret bir paket çikolatadır bu durumda. 1su bardağı süt ve 1 fincan nisasta, 1/2 fincan un olan kaba Fikret balıklama atlar. Aşkından erir... Erir bu karışımın içinde... Muhallebi kıvamına gelince, kekin üstüne bu çikolatalı karışım sıcak sıcak sürülür. Böylece Güllü ve Fikret ayrılmazlar artık. Çok mutlu olurlar. Ve sana bir şey söyleyeyim mi, inanılmaz lezzetli olurlar! Onlar ermiş muratlarına... Biz çıkalım kerevetlerine derim! Ve bu pastayı ben hapur hupur yerim! Bu seferki film gibi pasta tarifim de böyle.. Pişen bu pasta nasıl mı oluyor? Hımm.. İnanmadın değil mi benim pasta yaptığıma.. Film anlatıyorum sandın öyle mi? Yoo.. Pişirdim işte.. Güven olur mu bana? İşte bak.. Fotoğrafını çektim koydum bloğuma.. Aşağıdaki fotoğrafa baksana..
Bir Hayalin İzini Sürmek


16 Temmuz 2010 Cuma
Lavinia Kim?
15 Temmuz 2010 Perşembe
Kilo Terörü İle Mücadeye Davet
Biliyorsun, pek çok terör çeşidi vardır. Onlardan bir tanesi de "Kilo terörü". Diğer tüm terörler gibi, kilo terörünü de, nefretle kınıyorum, nefretle! Kilo Terörü ne mi? Bak dinle... Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım misal.. Selam sabah, hoş beşten sonra muhabbetin mecrası ne tarafa kayar? Kilo durumlarına tabii... "Ayy, şekerim kilo mu almışsın ne? Gamzen kaybolmuş yeminlen!" demez mi? Hoppala! Arkadaşım sana ne değil mi? Sana ne? Belki aldırdım gamzelerimi.. Sana dert mi? Hem ömrümde benim gamzem falan olmadı ki! İyi de niye izah ediyorum şimdi sana illa ki!! Böyle işte... Eğer benim gibi iştahlı biriysen, hele kilo almaya meyilliysen, bir de üstüne yemek yerken kalori hesabı yapmayı istemiyorsan eğer, gören sana da sık sık bu tarz münasebetsizlik eder. Bu terör değil de ne şimdi? Ayıp değil mi? Bu duruma derhal bir son vermeli. En azından karar verip kimseyle kilo muhabbeti etmemeli. Zayıflığı değil de kiloyu sanat yapanlar da bu durumda baştacı edilmeli... İşte Fernando Botero'yu çok severim. Nasıl sevmeyeyim? Sanatçının çizdiği hep şişman figürler. Sadece çizmekle kalsa iyi.. Bir de demiyor mu "Şişman güzeldir," diye.. Ben Fernando demiyeyim de ne diyeyim? Bak, bir kaç resmini koydum Hayal Kahvem'e... Kilo terörü konusunda lütfen beni destekle, e mi? Düşünsene... İsteyen istediği kiloda olsa hayat bayram olmaz mı? Kilo almayayım diye lokmaları boğazıma dizmenin gereği var mı? Herkes sıska manken gibi olmak zorunda mı? Of ya! Kilo terörü ile mücadele!!! Fernando Botero gibi kiloyu sorun etmeyenleri de her daim destekle! Kilo terörü ile mücadeleye davet bu işte! Yooo... Gitmeliyim ben bu sergiye... Evet, evet... Gitmeliyim kesinlikle!
13 Temmuz 2010 Salı
Arnolfini ve Karısı
Şebnem İşigüzel’in Sarmaşık adlı romanında bir ressamdan ve bir tablosundan çok söz edilir. Özellikle ilk bölümden başlayarak, roman içinde sık sık adı geçecektir. Romanın kahramanı Ali Ferah çok tanınmayan bir ressamdır. Renkkörü hastalığına yakalanır. Ali Ferah evinden dışarıyı seyrederken, daha önce bir tesadüf karşılaşma sonucu adının Sedef olduğunu öğrendiği kadın ve kocasını , karşı pencerelerden birinde görür. Kitapta şöyle yazar: “Sedef, Jan Van Eyck’in en meşhur tablosundaki; hani şu solgun yüzlü, bir adamla el ele tutuşmuş poz veren,arkalarındaki yuvarlak aynada da tabloyu yapan ressamı gördüğümüz, perspektif ve işçilik harikası resimdeki o mahçup kadın gibiydi”
Herkeste benim gibi merak var mı bilmiyorum ama kitabı okuduğumda konu olan bu ressam ve tablosunun,yazarın bir hayal ürünü mü yoksa gerçek mi olduğunu çok merak etmiştim. Hemen sanal aleme daldığımda görmüştüm ki gerçekti. İşte meşhur tablo buydu.
Yazar bu bölümde ressam ve tablosu hakkında yazmaya devam etmiş: "Resmin adı "Arnolfini ve Karısı"dır. Arnolfini, Brugge'ye yerleşmiş İtalyan bir tüccardır ve bu tablo,resim tarihine özel hayatı konu alan ilk örnek olarak geçmiştir.Bu resmi bana Sedef'in yeşil olduğunu düşündüğüm elbisesi ve gebeliği hatırlattı. Hoş,bizim Arnolfini bapırıp çağırmasa, karısıyla el ele tutuşup bana doğru, karşı apartmanın penceresinden onları izleyen portre ressamına doğru gülümseyerek baksa, o mutluluk resmindeki gibi görüneceklerdi." Kitap tam bir tesadüfler yumağıdır. Öyle ki pek çok tesadüfi olayın insanları ve yaşamlarını nasıl bağladığı kitap okudundukça görülecektir.
Yazarın da dediği gibi Jan Van Eyck'in, Arnolfini ve Karısı tablosu, tablo resim sanatının nadide örneği olarak kabul ediliyor. Tablo hakkında yazılanlar araştırıldığına, ressamın çizdiği her bir objenin ayrı ayrı anlamlandırıldığı görülüyor. Ayrıca dikkatli gözle bakılmazsa farkedilmeyen ayrıntıları öğrenmek mümkün olabiliyor. Mesela, resmin orta yerinde bir ayna görülüyor. Çok dikkat edilirse , bu dışbükey aynada hem Arnolfini ve karısını, hem de ressam Jan Van Eyck'i görmek mümkün. Ayrıca aynanın üzerinde de bir yazı vardır. Bu yazıda da "Jan van Eyck buradaydı. 1434" diye yazmaktaymış. "Sarmaşık"ı okudukça, bu tablo ve yazı ile ilgili ilginç bir tesadüfi durum söz konusu olacaktır.
Filmlerde konuk sanatçılar vardır ya, bu romanda da Jan van Eyck ve Arnolfini ve Karısı dışında, Milan Kundera, Van Gogh, Picasso da konuk sanatçılarımızdır. "Sarmaşık" romanı sayesinde, resim sanatından hiçbirşey anlamayan ama tabloları seyretmeye bayılan ben, ünlü bir ressamı, en ünlü tablosunu ve tablonun hikayesini öğrenecektim. Sadece sinema değil, kitaplar da hayatı eşşiz kılar öyle değil mi? Peki ya tablolar?
O zaman bir blogtan okuyup not ettiğim, aşağıdaki cümleler ile yazıma nihayet vereyim:
12 Temmuz 2010 Pazartesi
Ey Bilim Ve Sanat! Herşeyi Hayata Dönüştüren


Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?
"Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?"
Şiirin ilerisinde gene yıldızlı dizelerle devam ediyor:
"ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta başka türlü geçilen
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey
şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözüklerin gücünden
Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren" İşte şiir böyle bitiyor.
11 Temmuz 2010 Pazar
Körlük'ün Yazarı Jose Saramago Geçtiğimiz Haziran Ayında Dünyamızdan Göçtü.
9 Temmuz 2010 Cuma
Lezzetli Bir Aşk Hikayesi
İşte bu yazdığım dillere destan Çay ile Simit'in aşk hikayesidir. İkisinin birlikteliği şahane bir lezzet verir. Hele arada yanlarında, ikisinin de en yakın arkadaşı, memletimin gözde akça pakça dilberi Ezine'nin Beyaz Peynir'i varsa... Offf! Bu üçlünün nefasetinden çıldırırsınız valla!..
8 Temmuz 2010 Perşembe
Bu Gece Gene Hayal Etme Gecesi
İslam'da üç kutsal mescid olduğu kabul edilir. Biri yeryüzünde yapılan ilk mabed, müslümanların kıblesi olan Beytullah yani Kabe'dir. İkincisi Müslümanların ilk kıblesi olarak bilinen Kudüs'teki, Kudus Cami yada Mescid'i Aksa'dır. (en uzak anlamına gelen mescid-aksa'nın,kabe'ye uzaklığı o zamanlar 1 aymış). Üçüncüsü de Medine'de Peygamber Muhammed'in kabrinin bulunduğu cami olan Mescid-i Nebi camiidir.
1.fotograf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.