22 Temmuz 2010 Perşembe

"Oya" ve "Gülme Duvarı"

Bir keresinde hiç unutmam.. Geçtiğimiz kıştı.. İşten eve gelmiştim ki gözlerime inanamamıştım. Ellerimi yumruk yapıp, gözlerimi bastıra bastıra ovuşturmuştum. Bakmıştım tekrar tekrar.. Halen tezgahın üzerinde duruyordu. "Bu ne?" demiştim. "Bu ne?" Ne yapmış Rabia Teyze böyle? En büyük boy fasulye turşusunu göndermemiş mi bizim eve? Ne yapmıştım da, ödüllendirilmiştim acaba bu sürprizle? Biliyordum esasında... Rabia Teyze'yle aramızda telepatik bir posta bağlantısı vardı. Hem de sıradan hayatımı sırlayan bir sır büklümü halinde!. Her sene turşu canım isteyince, daha ben haber etmeden bana gönderir Rabia teyze.. Böyle işte.. Pekiii... Sonra ne olmuştu biliyor musun? Ertesi akşam.. Eve işten geç dönmüştüm.. Nasıl yorgundum anlatamam.. Duş alacağım... Yemek yiyeceğim... Kendimi hemen yatağa atıp, horul horul rüyalar aleminde dalacağım. Bitkin bir haldeyim.. Neyse... Kapıyı açtım. Sokak kapısının karşısı mutfak... Şimdi soruyorum, söyler misin lütfen, dünyada sadece "Ağlama Duvarı" mı var? Yooo... Eğer böyle biliyorsan, inan ki yanılıyorsun!.. İşte o günden sonra var ya, artık bizim mutfakta bir "Gülme Duvarı" var... Dinle şimdi... O akşam iş dönüşü, yorgun argın eve girmiştim... Bak... Bir gün önce eve geldiğimde mutfak tezgahının üzerinde Rabia Teyze'nin fasulye turşusunu görmüştüm de sevinçten çılgına dönmüştüm ya hani... Tamam... İyi de ertesi akşam eve geldiğimde bu kez tezgahın üzerinde koca bir kavanoz portakal reçeli bakmıyor muydu gözüme gözüme? "Yok artık!" demiştim. "Yok artık! Bu kadar da olamaz " İşte tam o zaman... Tam mutfağa girip, koca bir portakal reçeli kavanozunu görünce tezgahın üzerinde... Ellerimi kapamıştım yüzüme... Sonra dönmüştüm gerisin geriye... Kafamı mutfağın duvarına dayamıştım. Nerdeyse ağladım ağlayacağım... Diyorum ki, "Kızım sen gene hayal ediyorsun... Reçelin bitti ya Oya reçel yaptı da sana gönderdi sanıyorsun." Böyle olmalı diye düşünmüştüm yani anlatabiliyor muyum? "Yooo..." demiştim.. "Yoo!" "Hayal kepenklerimi kapatmalıyım bu gece... Olur mu böyle bir şey? Felek her gece bir kıyak çıkarır mı insanın önüne? Hele benim gibi cimri birine! Yokk artık, daha neler?" demiştim kendi kendime... Bak şimdi... Dönmüştüm tekrar geriye... Ellerimi yüzümden çekmemiştim de... Parmaklarımın arasından tezgaha bakmıştım. Hiç unutmam... Gözlerimle, kulaklarımla, tüm merakımla tekrar tekrar bakmıştım.. İnanamamıştım! Halen orada durmuyor muydu portakal reçeli? Yanında da bir tavşan kardeş vardı üstelik, elinde sepeti. "Nedir bu? Kamera şakası mı?" diye düşünmüştüm. Usulca tezgaha yanaşmıştım. Tek parmakla reçelden bir parça alıp, ağzıma atmıştım. Olamaz! Abraka dabra vaziyeti miydi bu? Bu... Bu... Oya'nın reçeliydi... Kesin... Eğilmiştim...Bakmıştım ki... Tavşanın elinde şöyle bir not vardı: "Selam Vildan, Rabia Teyze'nin koca turşu kavanozundan azıcık bile vermeye kıyamazsın bana biliyorum. Ne zaman sana gelsem turşuyu bucak bucak benden kaçırırsın. O sarmısak kokusuyla turşuyu nasıl gizleyebileceğini düşünüyorsun? Olsun! Yıllardır alıştım cimriliğine kardeşim, canın sağolsun. Sana sevdiğin portakal reçelinden koca bir kavanoz yaptım, afiyet olsun. Yanında tavşan kardeşi gönderiyorum. O da hediyem olsun! Sevgiler, Oya" Ben bunu okuyunca ne yapmıştım biliyor musun? Utanıp, ağlamam lazımdı öğle mi? Yooo! Kusura bakma valla... Kapanmıştım mutfağın duvarına... Sevinçten gülmüştüm katıla katıla... Onun için herkes bilsin istiyorum. Dünyada sadece "Ağlama Duvarı" yok. Bizim mutfakta "Gülme Duvarı" var.. Yaaaa! İyi ama ben şimdi bunu neden yazdım biliyor musun? Oya keşke bu yazımı okusa... Biliyorum geçen kış, Rabia Teyze'nin fasulye turşusundan Oya'ya hiç vermedim, hepsini ben yedim ama.. Olsun... Şeyyy! Reçelim bitti de... Acaba gene koca bir reçel kavanoz göndermez mi bana Oya? Gene kapansam bizim mutfağın "Gülme Duvarı"'na... Şöyle gülsem katıla katıla... Oyaaaa! Rabia Teyze'nin turşusundan vereceğim bu kış sana desem mesela... Şeyy.. Söz veremiyorum inan ki Oya... Diyemiyorum... Off... Karşılık beklenir mi hiç arkadaşlıkta?

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Yalnızlık Aletiyle Yapılan Şakalar Vaziyeti...



Tamam... Kendimi biliyorum. Yaptığım şakaların hattı hesabı yok... Tamam... Kabul ediyorum. O kadar çok şaka yapıyorum ki, şaka cehennemine baş odun olacağımdan korkuyorum. Şaka cehennemini duymuş muydun daha önce? Hani dünyada şaka yapanlar atılırmış o cehenneme de, şaka yapan cayır cayır yanarken, zebaniler korkunç kahkahar atarlarmış oturdukları yerde... Olur mu böyle bir şey? Off! Olmasın lütfen!.. İyi ama şaka yapmak, gülmek, güldürmek neden kötü bir şey olsun ki? Hem şaka yapan kim kaldı benden başka düşünsene? Gülümsetmek... Güldürmek... Fena bir şey mi? İçten bir gülüş her derde deva değil mi? Ağrı kesmez mi? Gerilim gidermez mi? Şaka yapmak insani bir his vermez mi? Gülmek pirzola yemeye eşdeğer görülmez mi? Of! Bu cümleyi yazmak iyi gelmedi bana... Yoo... Ne yalan söyleyeyim, pirzola yemeği çok severim. İyi de kırmızı et sağlığa zararlı derler ya... Eyvaahh! Gülmek sağlığa zararlı bir şey mi yoksa? Eyvahh! Ya gülmek kolestrolü yükseltiyorsa? Bu durum daha önce inan aklıma gelmemişti... Tebessüm etmek veya ettirmek, gülmek veya güldürmek, hele şöyle dolu dolu kahkaha atmak sahiden zararlı olabilir mi? Bilmiyorum... Aklım basmıyor valla... Şöyle bir baksana etrafına, gülüşlerin eski tadı kaldı mı? Hani bulaşıcıydı gülmek aynen esnemek gibi... Aşısı bulunmuş olabilir mi acaba gülmenin, bulaşmıyor mu artık yoksa insandan insana? Aaaa!.. Ben ne diyorum kuzum, burada demindenberi... Ben şimdi buralara gene nerelerden geldim? Ben acaba aslında ne diyecektim?



Tamam... Buldum... Son aylarda yaptığım şakalar, ayağıma dolanıp beni kördüğüm haline getirdikçe, imdadıma Atilla Atalay'dan bir öykü yetişti. Ne yapabilirim, çok seviyorum Atilla Atalay'ın öykülerini... Sanki onun öykülerini okudukça, kalbimin böcüüğü ölmüyor da, sonu canımı acıtsa da, daha ne yaramazlık yapsam dedirtiyor. Öyle işte... Atilla Atalay külliyatını bilen her okur, Yalnızlık Aletleri adlı öyküsünü mutlaka bilecektir. Şimdi şaka dedikçe, son aylarda bloglar dünyasına daldıkça, değişik rumuzlu bloglar ve yorumcular oldukça Yalnızlık Aletleri adlı öyküsü daha sık aklıma gelir oldu. Öykü iki arkadaşın eski oyuncaklarından söz etmeleri ile başlar. Hani küçükken, henüz memleketimizde bilgisayar kullanılmıyorken oynadığımız oyuncaklar var ya... Yaşı otuzbeşin üzerinde olanlar çok iyi bileceklerdir... Yalnız kalınca kız çocukların oynadıkları bebekleri vardır misal... Et bebek de değildir üstelik... Plastik... İçinde muhtelif plastik plak vardır... Ne bileyim... Yatırınca ağlar.. Ya da şarkı söyler... "Ar yu siliping" veya "old mek danıld gat e farm"... Hatırladın mı böyle bebekleri? Böyle oyuncaklardan bahsederler işte.


Son zamanlarda yazarın arkadaşı sürekli bilgisayar başında pıtı pıtı birşeyler yazmakta, sonra bir süre ekrana bakmakta, arada okuduklarına kahkahayla gülmekte, sonra gene klavyeye saldırmaktadır. Acaba atari gibi bir şey mi oynamaktadır? Öğrenir ki arkadaşının yaptığı sohbet programı gibi bir şeydir esasında... Bilenler bilecektir, bir ara halk bandı telsiz modası vardı. Radyo karıştırırken denk gelinen telsiz konuşmalarıydı bunlar... Sadece dinlenirdi tabii, muhabbete dahil olunamazdı. İşte bizim bu iki arkadaş, böyle telsiz sohbetlerine denk geldiklerinde, "Arap Kadri" rumuzlu birini bellemişler. Yazarın deyimi ile evlere sitand ap bir durummuş. "Aloğ aloğ bayan arkadaş arıyorum, bayan arkadaşş!" diye başlarmış... Sonra.. Sonra... "Susss konuşuyor krallarrr!" diye diye devam eder, Erkin Baba'yı ezbere bilirmiş... "Bir ben miyim perişan, gecenin karanlığında, yosun tuttu gözlerim, yalnızlar rıhtımındaaaa" vaziyetlerinde, gece yarısı davudi sesiyle yeri göğü inletirmiş. Acayip geyik bir abiymiş anlayacağın öyle böyle değil... Neyse.. "Haydi sana da bir rumuz takalım, geyiğe buyur" deyince arkadaşı şaşırır kalır tabii bizimkisi... Henüz siftah etmemiş ya sanal alemde sohbet yapmaya... Öğrenir ki bu alemde rumuza nikneym denmektedir ve bu nikneymlerle tuhaf geyikler dönmektedir. Önce biraz itiraz edecek olur filan... Sonunda nikneymi Arap Kadri olur.


Günlerden bir gün evde yalnızken sıkılınca, niyetine girer, bir sohbet kanalında bulunduğunu belirtilen yere nikneymini yazar ve bekleme başlaaarrr... Bir kaç kişiye laf atar. Kimseden cevap gelmez. Derkeenn... "Yalnız insan bir merdivendir hiç bir yere ulaşmayan... Sürülür hep yabancı diye çaldığı kapılardann..." diye bir mesaj gelir. Yazan Ece'dir. Ece önce yalnızlıktan söz açar, ona göre telefon, bilgisayar falan "Yalnızlık Aletleri"dir. Sonra birbirlerine ilk yalnızlık aletlerini anlatırlar. Öykünün başında anlatılan plaklı bebek var ya, o bebek mesela Ece'nin ilk yalnızlık aletidir. Bir hafta boyunca gece gündüz her fırsatta yazışırlar Ece ile.. Bu Ece sanki yazarın aklından geçenleri okumaktadır. Sanki bir tek kendisine olduğunu düşündüğü şeyleri, Ece de aynen yaşayıp hissetmektedir. Bu Yalnızlık Aletleri sahiden iyi bir şeydir galiba. Pek hoşuna gitmeye başlar anlayacağın... Amaaaa... Hakiki hayatta böyle internette sohbet yaptığını kimse bilmemelidir. Hele arkadaşı Alp var ya... Hele Alp duyarsa... Eyvahh! Zaten Alp sanırım şüphelenmektedir. Telefonunun sürekli meşgul çaldığını yoksa internete mi sardığını sorup durmaktadır. Olur mu öyle şey? Mutlaka telefon hatlarında arıza vardır. Diğer yandan Ece ile sanal arkadaşlık devam edip giderken, artık görmek ister Ece'yi yazarımız ve bütün cesaretini toplayarak "Eh artık şu aletleri çıkarsak aradan" diye yazar. "Görüşememiz imkansız, unutma bir yalnızlık aleti kullanıyorsun" diye cevap yazınca Ece, yazar ölecek gibi hisseder kendini... Saatlerce ikna etmek için dil döker. Yazar babam yazar... Sonraaa... Sonraaa... Birdennn... Karşıdan şöyle bir mesaj gelir... Üstelik aynı yazı onlarca kez üstüste geçer... "Ssuuuusss, Konuşuyorrrr Kralllarrr!!!" Bir daha... Bir daha... Öykünün son üç satırındaki karşılıklı yazışma yaklaşık şöyledir:
-Öldün mü lan, ne susuyorsun?
-Alp... Vakit varken bu mahalleyi terk et:((
-Kızma lan... Erkin Baba'yı unutma... Şarkıdaki gibi, hani var ya tutunamayanların marşı, "Hep tek başımızaaaaa"...


Böyle bir öyküdür işte Yalnızlık Aletleri... Bu bir şaka öyküsü değil midir? Resmen şaka öyküsüdür. Peki kendisine şaka yapılan kişi sonunda gülmüş müdür? Maalesef gülmemiştir. Bilakis o kadar bozum olmuştur ki, aldandığını düşünüyor ya bu acımasız şakayla, Darkwood'un bütün davulları aşkına, swaaackk efekti ile böğrüne bıçak sokabilecek vaziyettedir. Diyeceğim odur ki nikneymli blog ve yorumlara dikkat etmeli... Kim çıkacak karşımıza bilemeyiz ki... Benim bile olabilir yani nikneymim... Biliyorum ki böyle devam edersem şaka cehennemine baş odun olacağım kesin:(( İyi ama kötü mü olmuş öyküdeki şaka sorarım sana? Eğer böyle bir şaka yaşanmamış olsaydı, Atilla Atalay devrik devrik cümlelerle bu öyküyü nasıl yazardı kitabına? Tamam biliyorum cümlelerin hepsini kendi devirmedi. Bazıları kendiliğinden devrildi.. Kimi cümleleri çam devirir gibi şimdi ben devirdim galiba... Yazarak yapılan şakalar günah sayılır mı? Of! Af dilesem, kabul edilir mi acaba?

Karikatür / Hasan Gökhan

20 Temmuz 2010 Salı

Yol... Yola Çıkmak... Yolda...



1611 de İstanbul'da doğan, iyi bir öğrenim gören, Kur'an'ı ezbere bilen ve sarayda görev alan Evliya Çelebi, arkadaşlarının aksine o kadar çok gezi arzusu duymaktadır ki, bir gece rüyasında Muhammed Peygamber'i gördüğünde, "Şefaat Ya Resulullah!" diyeceğine, heyecan ve şaşkınlıktan "Seyahat ya Resullullah!" der. Denk gelir ve demek kabul edilir ki duası, meşhur gezilerine başlar. Zaten Seyahatname'si de bu rüyayı anlatması ile başlar. Önce İstanbul ve çevresini gezer. Daha sonra İstanbul dışına çıkar ve tam elli yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan hemen hemen her yeri durmadan dolaşır durur. Değişik ve ilginç yerler görür, yeni insanlarla tanışır hatta savaşlara katılır. En son gittiği Mısır'da 1683 yılında vefat eder. Gezdiği gördüğü yerleri, tanıdığı insanları, yaşadığı olayları tarih ve yer belirterek, kendi uslubunca, kimi zaman alaycı bir dille, Türk Kültür Tarihi ve Gezi Edebiyatı konusunda önemli bir eser olan ünlü "Seyahatnamesi"ne aktarır.

"Bundan 20 yıl sonra yapamadığın şeyler seni yaptıklarına nazaran daha çok üzecek. O yüzden çöz halatları. Güvenli limanlardan uzaklara yelken aç. Rüzgarı yakala. Araştır. Hayal et. Keşfet!" Bu sözleri Tom Sawyer'ın Maceraları, Prens ve Dilenci, Küçük Prens ve Sokak Çocuğu'nun ünlü yazarı Mark Twain 18oo lü yıllarda söylemiş.

Şimdi artık günümüze dönelim. İki Yeşil Su Samuru, Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanlarıyla ve Benim Adım Mayıs, Ayın En Çıplak Günü, Karayel Hüznü gibi öykü kitaplarını okuduğum yazar Buket Uzuner'e gelelim. Yazarın daha sonra çıkardığı son iki kitabını okurken, eski keyfi ve lezzeti almadığımı hissetmiştim. Üzülmüştüm. Yazarın "Yolda" diye yeni bir kitabı çıkmıştı. Kaç kez kitapçılarda göz göze geldik bu kitapla. Hiç ellemedim. Sadece bakıştık öylece uzaktan. Yolum gene kitapçıya düşünce, dayanamadım, kitabı elime aldım. Yazılarına şöyle bir göz gezdirdim. Hımm.. Buket Uzuner'in sanki eski kitaplarının kokusunu hissettim. Sevindim. Buket Uzuner çok gezen bir yazar. Bu kitabında seyahatleri sırasında yanında oturan yabancıların anlattıkları arasından en gizemli, tuhaf ve lezzetli yedi tanesini hikaye etmiş. Ayrıca her hikayenin sonuna da her hikayenin geçtiği coğrafyaya özgün birer yemek tarifini kitaba eklemiş. Yazara katılıyorum " Tıpkı kokular gibi tatlar da anılarımızı harekete geçirirler." Hayatımızda hiç Honolulu'ya gitmeyecek olabiliriz. Ama eğer hem Honolulu birinin hikayesini okur, hem yemeğini yersek damağımızda da Honolulu'yu ziyaret etmiş oluruz. Böyle düşünmüş yazar.. Kitabı yeni aldım ve okumaya başladım. Mutlaka verdiği tariflere göre yemek yapmayı deneyeceğim. Sonra da düşündüklerimi yazacağım.

Hani yazımın başında Evliya Çelebi'nin rüyasından bahsetmiştim ya, Buket Uzuner bu kitabını yazmadan önce Gabriel Garcia Marquez'in "On İki Gezici Öykü" adlı kitabını okumuş ve bu kitaptan çok etkilenmiş. Çok tuhaf! Marquez kitabının giriş bölümünde aynı Evliya Çelebi'nin ünlü Seyahatnamesi'nin giriş bölümünde yazdığı gibi bir rüyasını anlatmaktaymış. Marquez rüyasında kendi cenazesini görür. Yakınları ve arkadaşlarının katılımıyla danslı ve eğlenceli bir tören düzenlenir ve törenden sonra herkes mezarlığı doğal olarak terk eder. Anlar ki bir tek kendisi oradan bir yere ayrılamaz. Rüyada derin bir hüzne kapılır. Sonra bu kitabı yazar. Avrupa da yaşayan Latin Amerikalılar'ın başlarına gelenleri masalsı ama sert bir anlatımla,herbiri bir Avrupa şehrinde geçen on iki hikayede anlatır. Meğerse "Yolda" nın yazılmasının müsebbibi Marquez'in rüyasından sonra yazdığı bu kitapmış. Kitapların ve yazıların büyülü gücüne inanmak lazım öyle degil mi? Bazı insanlar "Çingene Ruhlu" olurlar. Gitmek, yola çıkmak, yol kelimelerinden hoşlanırlar. Ben de bunlardan biriyim. İlla eylem olarak yapmam şart değil, düşünmem bile beni heyecanlandırabilir. Kitaplarla, kelimelerle de yola çıkabilirim, yola koyulabilirim, yolda olabilirim... Buket Uzuner'in "Yolda" adlı kitabıyla az sonra "Marakeş"e doğru yola çıkacağım. "Çöl intikamcıdır. Asla vazgeçmez ve asla unutmaz! Bazen yüzlerce yıl bekler ama sonunda mutlaka öcünü alır. Bu yüzden akrebin anavatanını çöl zannedenler vardır." Diye bir alıntı ile başlıyor Marakeş'e tren yolculuğum. Yolculuğun sonunda da Fas'a özgü bir pilav ve yahni çeşidi olan"Sebzeli Tajin Kebabı ve Kuskus" yapacağım.

"Gezginler, şairler ve yalancılar, işte aynı anlama gelen üç sözcük!" Mark Twain'in 1800 lerde söylediği gibi yalandan da olsa "rüzgarı yakalıyalım", " hayal edelim", "araştıralım" ve "keşfedelim" öyleyse.. Ne duruyoruz?

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Film Gibi Pasta Tarifi



Ben daima mutfağa selam verir girerim. Sonra kollarımı sıvar, yemek yapmaya girişirim. Hayal kurarım illa... Yemek yaparken bile hayal kurmadan duramam asla. İşte şimdi bir pasta yapacağım yapmasına ama... Pastayı yaparken, Türkan Şoray'ın Güllü adlı filmi gelmesin mi aklıma? Hoppalaa! Sahiden hoppalaa!

Kızımız Karadeniz'in Hamsi Köyü'nden Güllü. Filmde Güllü'yü oynayan Türkan Şoray.. Güzeller güzelidir. Delişmendir... Dağların kızıdır.. Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun dili mercan, dizi mercan, dişi mercan, karadutum, çatalkaram dediği cinstendir.. Bizim evdeki Güllü ise "mısır unu"... Ne var? Mısır ununun, Karadenizli olduğunu yoksa unuttun mu? Bak şimdi... Bir gün Karadeniz'in yollarında, Ediz Hun yani filmdeki adıyla Fikret arabasıyla kaza geçirir. Fikret, İstanbullu bir fabrikatörün, zıpır, şımarık, hovarda oğludur. Güllü bu delikanlıyı kaza yerinde baygın olarak bulur ve iyileştirir. Güllü ile Fikret arasında bir yakınlaşma olur ve imam nikahı ile evlenirler. Bir süre sonra Fikret İstanbul'a döner. Eski hayatına geri dönünce, köyde bir karısı olduğunu unutur tabii. Güllü'ye bir mektup yazar ve evliliklerinin geçerli olmadığını bildirir. Fakaat sert kayaya çarpmıştır Fikret seert!.. Güllü bunun altında kalır mı? Güllü Karadenizin en sert fırtınaları ile cebelleşerek büyümüştür. Üstelik sabah akşam da hamsi yemiştir. Kafası atar bu durumda.. Alır bohçasını sırtına, namusunu temizlemek için gider İstanbul'a..

Filmi anlatarak yazımı fazlasıyla uzatmak niyetinde değilim. Çünkü bu yazıdaki asıl amacım filmi anlatmak değil, pasta tarifi vermektir. Bizim Güllü bir şekilde Fikret'in babasıyla tanışır. Baba bayılır Güllü'ye tabii... İstanbul'daki zıpır kızlar gibi değildir ki Güllü. Babası olanları öğrenince, iyice sinirlenir Fikret'e. Güllü'ye hocalar tutar ve kılığını, kıyafetini değiştirmeye girişir. Neler olur? Bizim Güllü iki fincan mısır unudur demiştim ya yazımın başında, kıza aksanını düzeltme ve güzel yürüme dersi aldırırlar önce. Bu nedenle iki adet yumurtayla, bir fincan şeker biraz çırpılmalıdır. Kızın Hamsi Köyünün deli rüzgarında, kuruyan cildi canlandırılmalıdır. Çırpılan karışıma yarım fincan süt ve yarım fincan zeytinyağı ilave edilir. Biraz da bronzluk yakışmaz mı haspaya? Yakışır illa.. Sonra bir tatlı kaşığı neskafe eklenir. Kız köyden gelmiştir ya şehre... Biraz şaşkın ve ürkektir... Kendine güveni gelsin diye, bir paket kabartma tozu kattık mı içine, şöyle bir havalanır... Kabardıkça kabarır, iyice kendine güveni gelir. Tüm karşım, bizim Güllü'ye, yani 2 fincan mısır ununun içine karıştırılıp, Güllü'nün iyice şehirli olması sağlanır. Sonra bu karışım yağlanmış küçük bir kaba aktarılır. Önceden ısıtılmış, 150 derece fırında, 30 dakika kadar bırakılır. Güllü o halvetten çıktığında, artık tanınmaz haldedir. Mısır unuyla yapıldığına bin şahit gerekebilir. İyice şekil değiştirmiştir. Güllü artık bir şehirlidir.

Ancaak intikam duygusunu kaybetmemiştir halen Güllü... Gene Fikret'i öldürmek istemektedir. O zaman kızın içini yumuşatmak, yüreğine biraz şefkat katmak, aşkını tekrar canlandırmak gerekir. Bir paket krem şanti, bir çay bardağı sütle çırpılır. Bembeyaz bir karışım elde edilir. Fırından çıkan kek, enlemesine ortadan ikiye kesilmelidir. Güllü kendine gelmeden, bir çay bardağı portakal suyunu ortadan ikiye kesilen bedenin iki parçasına serpilir. Mis gibi portakal çiçeği kokacaktır Güllü böylece... Sonra o bembeyaz krem şantiyi bedenin iki parçasına da usulca sürmek gerekir. Yüreğine yüreğine sürülen krem şanti içindeki aşkın canlanmasına sebebiyet verecektir. Bu beyazlık üzerine, eski anılar canlansın diye, bir avuç ufalanmış badem serpilir. İki parça birleştirilir. İşte böyle! Kızımız muhteşem olur. Hatta inanır mısın, Güllü, akşam Fikret'le karşılıklı oturup, yemek yer.. Fikret anlamaz kızın Güllü olduğunu! Fikret öğrenince durumu delirir kıza tabii delirir. Tekrar Güllü ile evlenmek ister. Fikret bir paket çikolatadır bu durumda. 1su bardağı süt ve 1 fincan nisasta, 1/2 fincan un olan kaba Fikret balıklama atlar. Aşkından erir... Erir bu karışımın içinde... Muhallebi kıvamına gelince, kekin üstüne bu çikolatalı karışım sıcak sıcak sürülür. Böylece Güllü ve Fikret ayrılmazlar artık. Çok mutlu olurlar. Ve sana bir şey söyleyeyim mi, inanılmaz lezzetli olurlar! Onlar ermiş muratlarına... Biz çıkalım kerevetlerine derim! Ve bu pastayı ben hapur hupur yerim! Bu seferki film gibi pasta tarifim de böyle.. Pişen bu pasta nasıl mı oluyor? Hımm.. İnanmadın değil mi benim pasta yaptığıma.. Film anlatıyorum sandın öyle mi? Yoo.. Pişirdim işte.. Güven olur mu bana? İşte bak.. Fotoğrafını çektim koydum bloğuma.. Aşağıdaki fotoğrafa baksana..

Sinemaya Gidiyorum - Döneceğim



Bir Hayalin İzini Sürmek



Ne anlatacağım... Şimdi gazetede okudum. Nasıl bayıldım bu habere anlatamam.. Bak şimdi.. Son haftalarda.. Gittiğim kitapçıda kaç defa Ahmet Ümit'in son kitabına denk geldim.. Hani İstanbul Hatırası adlı kitabı var ya.. Tamam, o işte.. Elim gitti gitmesine her defasında... Evet.. Evet... Kitapçıda gördüm kaç sefer.. Gözgöze geldik üstelik.. Elime alıp bakmak istemedim, inanabiliyor musun? İstemedim, çünkü elime alsaydım mutlaka okumak isterdim. Bir kere kapak var ya kitabın kapağı.. Oy, oy.. Kapak vururdu beni yüreğimden.. Önde kocaman bir martı ve Kız kulesi, arkasında şahane İstanbul silüeti... Daha ne olsun? Tuhaf olduğumu hep söylerim ya.. İşte bak, gene bir tuhaflığımı itiraf edeceğim. Bazan böyle yeni çıkan kitapları koklamak ve okumak istemem biliyor musun? Oysa dumanı tüten, taze matbaa mürekkebi kokan kitaplar başımı döndürür çoğunlukla.. Ahmet Ümit'in son kitabını tazeyken almak istemedim. Biraz yerinde demlensin istedim. Aynı bazı yemekler gibi. Yemeklerin de kimi, tenceresinde pişerken bana daha lezzetli gelirler. Gizlice bir çatal atarım ağzıma misal... Kimi ise iyice pişer vee.. Şöyle bir tencereden dökerim cam tabağa.. Ellemem.. İsterim ki soğusun.. Lezzeti soğudukça çıksın açığa.. İyi ama.. Şimdi gazetedeki haberi okudum ya.. Nasıl pişman oldum anlatamam sana.. Dünyada benzerlerinin çok yapıldığı bir "edebiyat turu" düzenlenmiş ve Ahmet Ümit'in son romanı İstanbul Hatırası'nın izi adım adım İstanbul'da sürülmüş.. Ne hoş? Bayıldım bu fikre.. Vatan Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Buket Aşçı'nın proje danışmanlığında ve Antonina Turizm ve Everest yayınları işbirliği ile düzenlenmiş bu geziye Ahmet Ümit'in 43 okuru katılmış. Basınla birlikte 80 kişi olmuşlar. Kitaptaki cinayet mahallerini gezmişler. Bu kadar kalabalık bir grupla, basın mensuplarıyla gezmek nasıl olmuştur bilmiyorum ama bir kitabın izini hele yazarıyla sürmek müthiş bir proje bence.. Hele bu tur edebiyat adına yapılıyorsa.. Bu projeler desteklemeli kesinlikle.. Düşünsene.. Edebiyatı hayata katan bir proje bu... Şahane... İmza günlerinde ya da söyleşilerde nasıl keyif duyuyor insan, öyle değil mi? Bir de sevdiğiniz bir kitap.. Hem de yazarı ile birlikte... Vee.. Sevdiğiniz şehirde.. Off! Cihana değer valla hayali bile... Ben bu hayalle yaşarım şimdi bir süre... Hımm.. Dur bi... Kahve yapmalıyım... Tamam.. Hayale dalmalıyım.. İşte... İşte.. İstanbul'dayım... Bir hayalin peşinde..... Belki de Orhan Pamuk ve Kara Kitap... Ne dersin? Rüya'nın peşine düşeceğiz belki kimbilir? Offf! Şahane bir fikir bu şahane!

16 Temmuz 2010 Cuma

Lavinia Kim?


Özdemir Asaf ve en güzel aşk şiiri Lavinia... "Sana Gitme demeyeceğim / Üşüyorsun ceketimi al / Günün en güzel saatleri bunlar / Yanımda kal / Sana gitme demeyeceğim / Gene de sen bilirsin / Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / İncinirsin / Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme Lavinia" Özdemir Asaf'a, bu güzel şiiri yazdıran kadın kimdir acaba diye hep merak ederdim. Adını açıkça söyleyemediği bir kadın. Kim?


Bir gün gazeteleri okurken, Özdemir Asaf, Oktay Akbal, İlhan Selçuk ve Öztürk Serengil fotograflarının altında "Lavinia hepsinin büyük aşkıydı" diye başlık atılarak kaleme alınmış, Gülenay Börekçi'nin bir yazısı vardı. Gözlerime inanamadım. Kıvır kıvır siyah saçları ve şahane gülüşüyle bir kadın resmi ve ismi... Mevhibe Beyat. Döneminin pek çok yazarının gönlünü çalan güzel kadın. Demek ki Lavinia Mevhibe Beyat'mış.



Haluk Oral'ın "Şiir Hikayeleri" diye bir kitabı çıkmış.Bu kitapta Orhan Veli, Özdemir Asaf, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ahmed Arif'in eserlerindeki "giz"perdesini aralamaya çalışmış. Bu kitabı en kısa zamanda edinip okumalıyım. Özdemir Asaf'ın Lavinia'sı, İlhan Selçuk'un ilk eşiymiş. Ondan ayrıldıktan sonra da Öztürk Serengil'le evlenmiş. 2007 yaşamını yitirmiş. Daha üç yıl öncesine kadar yaşıyormuş demek ki. Keşke daha önce bilseydik. Bazen sevdiğim şiirin şairinin fotoğrafını görünce hayal kırıklığı hissederim."Bu fotoğraftaki kişi mi yazıyor bu güzelim şiirleri?" demek gibi bir gaflete düşmüş olduğum zamanlar vardır ne yazık ki. Nedense bazen ise şiire ilham veren kişinin fotoğrafı hayrete düşürür beni. Oysa aşığa maşuk gerektir. Ne aşığın ne de maşuğun siması bana ne gerek diyerek, şiirle hemhal olmam lazım öyle değil mi? Merak işte ne diyeyim bu da bendeki merak!

Lavinia şiirinin ilham perisi, beni bile büyüledi. "Bir erkeğin günün en güzel saatlerini gün batımından sonrasını geçirmek istediği kadındı, gitmesin, hep kalsın istenendi Lavinia.... Öyle nazlıydı ki güzel yalanlarla geçirmek isterdi ömrünü...Yalanların insanı en sert hakikatlerden bile daha çok inciteceğini unutarak..." diye başlamış Gülenay Börekçi gazetedeki yazısına. Teşekkürler hem bilmediğim bir kitabı tanıttığı, hem de Özdemir Asaf'ın Lavinia'sının kim olduğunu bildirdiği için...

"Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme Lavinia"

15 Temmuz 2010 Perşembe

Kilo Terörü İle Mücadeye Davet

Nasıl gitmek isterdim anlatamam. Aklım kaldı yani, niye yalan söyleyeyim. Pera Müzesi'nde Kolombiyalı sanatçı Fernando Botero'nun sergisi var. Oyy! Nasıl eserlerini seyretmek isterdim! Bana göre yüzyılımızın en anarşist kişilerinden biridir kendisi. Ben ise en baş destekçisi. İyi de, insan gitmez mi sergisine, değil mi? Daha ne olsun? Ayağına kadar getirmişler işte! Dur bakalım.. Daha iki gün var serginin bitmesine..

Biliyorsun, pek çok terör çeşidi vardır. Onlardan bir tanesi de "Kilo terörü". Diğer tüm terörler gibi, kilo terörünü de, nefretle kınıyorum, nefretle! Kilo Terörü ne mi? Bak dinle... Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım misal.. Selam sabah, hoş beşten sonra muhabbetin mecrası ne tarafa kayar? Kilo durumlarına tabii... "Ayy, şekerim kilo mu almışsın ne? Gamzen kaybolmuş yeminlen!" demez mi? Hoppala! Arkadaşım sana ne değil mi? Sana ne? Belki aldırdım gamzelerimi.. Sana dert mi? Hem ömrümde benim gamzem falan olmadı ki! İyi de niye izah ediyorum şimdi sana illa ki!! Böyle işte... Eğer benim gibi iştahlı biriysen, hele kilo almaya meyilliysen, bir de üstüne yemek yerken kalori hesabı yapmayı istemiyorsan eğer, gören sana da sık sık bu tarz münasebetsizlik eder. Bu terör değil de ne şimdi? Ayıp değil mi? Bu duruma derhal bir son vermeli. En azından karar verip kimseyle kilo muhabbeti etmemeli. Zayıflığı değil de kiloyu sanat yapanlar da bu durumda baştacı edilmeli... İşte Fernando Botero'yu çok severim. Nasıl sevmeyeyim? Sanatçının çizdiği hep şişman figürler. Sadece çizmekle kalsa iyi.. Bir de demiyor mu "Şişman güzeldir," diye.. Ben Fernando demiyeyim de ne diyeyim? Bak, bir kaç resmini koydum Hayal Kahvem'e... Kilo terörü konusunda lütfen beni destekle, e mi? Düşünsene... İsteyen istediği kiloda olsa hayat bayram olmaz mı? Kilo almayayım diye lokmaları boğazıma dizmenin gereği var mı? Herkes sıska manken gibi olmak zorunda mı? Of ya! Kilo terörü ile mücadele!!! Fernando Botero gibi kiloyu sorun etmeyenleri de her daim destekle! Kilo terörü ile mücadeleye davet bu işte! Yooo... Gitmeliyim ben bu sergiye... Evet, evet... Gitmeliyim kesinlikle!










13 Temmuz 2010 Salı

Arnolfini ve Karısı


Şebnem İşigüzel’in Sarmaşık adlı romanında bir ressamdan ve bir tablosundan çok söz edilir. Özellikle ilk bölümden başlayarak, roman içinde sık sık adı geçecektir. Romanın kahramanı Ali Ferah çok tanınmayan bir ressamdır. Renkkörü hastalığına yakalanır. Ali Ferah evinden dışarıyı seyrederken, daha önce bir tesadüf karşılaşma sonucu adının Sedef olduğunu öğrendiği kadın ve kocasını , karşı pencerelerden birinde görür. Kitapta şöyle yazar: “Sedef, Jan Van Eyck’in en meşhur tablosundaki; hani şu solgun yüzlü, bir adamla el ele tutuşmuş poz veren,arkalarındaki yuvarlak aynada da tabloyu yapan ressamı gördüğümüz, perspektif ve işçilik harikası resimdeki o mahçup kadın gibiydi”

Herkeste benim gibi merak var mı bilmiyorum ama kitabı okuduğumda konu olan bu ressam ve tablosunun,yazarın bir hayal ürünü mü yoksa gerçek mi olduğunu çok merak etmiştim. Hemen sanal aleme daldığımda görmüştüm ki gerçekti. İşte meşhur tablo buydu.

Yazar bu bölümde ressam ve tablosu hakkında yazmaya devam etmiş: "Resmin adı "Arnolfini ve Karısı"dır. Arnolfini, Brugge'ye yerleşmiş İtalyan bir tüccardır ve bu tablo,resim tarihine özel hayatı konu alan ilk örnek olarak geçmiştir.Bu resmi bana Sedef'in yeşil olduğunu düşündüğüm elbisesi ve gebeliği hatırlattı. Hoş,bizim Arnolfini bapırıp çağırmasa, karısıyla el ele tutuşup bana doğru, karşı apartmanın penceresinden onları izleyen portre ressamına doğru gülümseyerek baksa, o mutluluk resmindeki gibi görüneceklerdi." Kitap tam bir tesadüfler yumağıdır. Öyle ki pek çok tesadüfi olayın insanları ve yaşamlarını nasıl bağladığı kitap okudundukça görülecektir.

Yazarın da dediği gibi Jan Van Eyck'in, Arnolfini ve Karısı tablosu, tablo resim sanatının nadide örneği olarak kabul ediliyor. Tablo hakkında yazılanlar araştırıldığına, ressamın çizdiği her bir objenin ayrı ayrı anlamlandırıldığı görülüyor. Ayrıca dikkatli gözle bakılmazsa farkedilmeyen ayrıntıları öğrenmek mümkün olabiliyor. Mesela, resmin orta yerinde bir ayna görülüyor. Çok dikkat edilirse , bu dışbükey aynada hem Arnolfini ve karısını, hem de ressam Jan Van Eyck'i görmek mümkün. Ayrıca aynanın üzerinde de bir yazı vardır. Bu yazıda da "Jan van Eyck buradaydı. 1434" diye yazmaktaymış. "Sarmaşık"ı okudukça, bu tablo ve yazı ile ilgili ilginç bir tesadüfi durum söz konusu olacaktır.

Filmlerde konuk sanatçılar vardır ya, bu romanda da Jan van Eyck ve Arnolfini ve Karısı dışında, Milan Kundera, Van Gogh, Picasso da konuk sanatçılarımızdır. "Sarmaşık" romanı sayesinde, resim sanatından hiçbirşey anlamayan ama tabloları seyretmeye bayılan ben, ünlü bir ressamı, en ünlü tablosunu ve tablonun hikayesini öğrenecektim. Sadece sinema değil, kitaplar da hayatı eşşiz kılar öyle değil mi? Peki ya tablolar?

O zaman bir blogtan okuyup not ettiğim, aşağıdaki cümleler ile yazıma nihayet vereyim:

"Sınırları son derece belirgin bir dünyanın bile tamamını görmek için bir hayat süresi yetmezken, ucu bucağı belirsiz, sınırları sonsuza dek uzanıyormuş hissi veren sanat dünyalarını nasıl sığdıracağız bir ömre? Okuyamadığımız kaç kitap, seyredemediğimiz kaç film, bakamadığımız kaç resim, kaç fotoğraf kalacak geride?"

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ey Bilim Ve Sanat! Herşeyi Hayata Dönüştüren



Carl Sagan'ın Kosmos adlı kitabını okumaya başlamıştım. Okudukça yazarı merak ettim. İşte yukarıda fotoğraftaki kişi Carl Sagan. Şimdiki hali bu zannetmiştim. Yoo.. Değilmiş. Carl Sagan 1934 de doğmuş, 1996 ölmüş Amerikalı bir gök bilimci. Astrobiyoloji denilen evrende yaşam olup olmadığını inceleyen bilimin en tanıdık isimlerinden biri. Astrobiyoloji benim gibi hayalperest bir bünyeyi kışkırtan bilimlerden en önemlisi. Keşke okuldayken dersler, böyle popüler insanlar tanıtılarak anlatılabilse öğrencilere.. Ne sıkıcı gelirdi o vakitler dersler... Anlatılsaydı şöyle.. Düşünsene.. Bizim şu anda bildiklerimizi bundan 1000 yıl önce tahmin edebilir miydi hiç kimse? Dünyanın tepsi gibi olduğunu düşünenler yuvarlaktır diyenlere inanmışlar mıydı? Nerdeee? Neyse.. Bu uzun bir mevzu.. Girmek istemiyorum derinlemesine.. Benim söylemek istediğim ise... Bak şimdi... Carl Sagan'ın yazdığı Kosmos adlı kitabı okumaya başladım. Okudukça aklıma ne geldi biliyor musun? Murathan Mungan'ın o güzeller güzeli Bir Yalnız Opera adlı şiiri... Offf... Ne şiirdir ama? Sana bir şey söyleyeyim mi? Bir şey itiraf edeceğim. Murathan Mungan'la keşke bir akrabalığım olsa diye hep düşünmüşümdür. O kadar severim şiirlerini ve yazılarını. Çok tuhaf. Romanları beni çok sarmamıştır ama.. Doğruya doğru yani ne yalan söyleyeyim. Belki benim dikkat dağınıklığım ve hiper aktivitem yüzündendir. Bilmiyorum ki... Çünkü öykücüyümdür ben. Her roman beni sarmaz. Uzun olunca çabuk sıkar. Ama şiirlerinin var ya... Hastasıyımdır. Hele Bir Yalnız Opera! Bir şahaserdir bana göre. Neyse...



Kozmos'u okuyordum. Kozmos, olmuş ya da olacak herşey, kaosun karşıtı bir kelime. Düzen içinde bir evren. "Evreni oluşturan canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle derinden uyumlu bağlarının gizlerini içerir." diye açıklanmış. Heyecan uyandıran bir anlamı var anlayacağın. Fazlaca gizem var içerdiği. Binlerce yıldır yapılan keşiflerle neler bulmuş insanlar... Kimbilir bilmediğimiz daha neler neler var? Of! Bunları düşünmek bile ne kadar heyecan verici. Mesela düşünsene Güneş'ten dünyamıza ışık sekiz dakikada geliyormuş. Demek ki Güneş dünyamızadan sekiz dakika uzaklıkta... Bu bizim güneşimiz... Evrende yüz milyar kadar galaksi, her birinde de yüz milyar yıldız var. Bir o kadar da gezegen olmalı. Bu kadar sayı insanın başını döndürüyor. O halde bilmediğimiz başka canlılar neden olmasın ki?

İşte kitabı böyle ilgiyle okurken.. okurken... Bazı yıldızların örneğin Güneş'in mesela tek başına olduğunu okurken.. Oysa çoğu yıldızların grup halinde kalabalık halde olduklarını okurken... Sonra aslında sistemlerin çift olduğunu, iki yıldız birinin yörüngesinde dolaşır diye okurken... Bazı genç yıldızların parlayarak göründüklerini, bazılarının kararsızca yanıp söndüklerini, kimisinin çılgınca, edalı edalı dönüp durduklarını okurken.. Mavi yıldızların genç ve kızgın, sarı yıldızların ise orta yaşlı, kırmızı yıldızların ise çok yaşlı ve ölgün olduklarını okurken... Bazı çift olması gereken yıldızların, birbirlerinin öylesine yakınından gelip geçtiğini ama gelip geçerken aralarında kalan toz bulutundan birbirlerini görmeyi beceremediklerini okurken... İşte tam burada.. Murathan Mungan'ın Bir Yalnız Opera adlı uzun şiirinin şu dizeleri aklıma geldi birden...

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?



Şimdi biliyorum ne ilgisi var okuduklarınla bu şiirin diyeceksin... Ne bileyim? İnsan okurken aklına neler gelecek bilemiyor ki... Hafıza tuhaf bir kutu... Şaşırtıyor insanı... Zaten bu şiirin sonuna doğru Murathan Mungan'da şöyle diyor:

"Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?"

Şiirin ilerisinde gene yıldızlı dizelerle devam ediyor:

"ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta başka türlü geçilen
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözüklerin gücünden


Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren" İşte şiir böyle bitiyor.



Çok güzel bir şiir değil mi? Aslında çook uzun tabii.. Bu dizeler aynı gökyüzündeki yıldızlar gibi toz bulutuna karışmayıp yüreğime takılan bölümleri... Heyy.. Acaba Carl Sagan bu yazdıklarımı görse ne derdi ki? Kitabını okumaya başladım ve aklıma bu şiir geldi ya hani... Şimdi kitabı tekrar elime aldım az önce.. İçindeki okumadığım bir bölümü açtım rastgele... Yoo.. Burada kesmeliyim bu yazıyı... Kesmeliyim inan ki.. Bilim hakkında kitap okumaya başlıyorum, konuyu sanata şiire getiriyorum. Fakat düşünüyorum da Carl Sagan bilseydi bu yazdıklarımı kızmazdı. Bilakis sevinirdi. Zaten popüler bilimin baş temsilcilerinden biriymiş kendisi. Contact adlı kitabı filme bile çevrilmiş. Bilim ve sanat iç içe işte. Daha ne olsun. Şiirin son dizesini değiştirsem... "Ey bilim ve sanat... Herşeyi hayata dönüştüren" desem peki... Off... Bu kez Murathan Mungan kızar mı bana sence? Kızmaz... Kızmaz... Kızarsa derim ki: "Ne yapayım, içimden böyle geldi!"

11 Temmuz 2010 Pazar

Körlük'ün Yazarı Jose Saramago Geçtiğimiz Haziran Ayında Dünyamızdan Göçtü.


1998 Nobel edebiyat ödüllü, Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük adlı romanını geçen yıl okumuştum. Romanın sinemaya uyarlandığını duyunca, merakla filmin gelmesini bekliyordum. Daha önce okuduğum Patrick Suskind’ın Koku romanının filmini seyrettiğimde, filmi bana o kadar büyüleyici gelmişti ki, Koku adlı filmi tekrar tekrar seyrettiğimi biliyorum. Acaba Körlük romanının filmi de bana aynı duyguyu verebilecek miydi ?
Şehirde araba kullanmakta olan bir kişi durup dururken kör olur. Şehirde kör olan insanların sayıları artmaya başlar. Şaşkın durumdaki siyasi otorite, körlüğün bulaşarak yayılmasından korktuğu için görmeyen insanları  bir  akıl hastanesinde karantina altına alır. Kesinlikle dışarıya çıkmalarına izin verilmez. Yiyeceklerini ve ihtiyaçlarını dışarıdan göndermeye çalışırlar. Bir süre sonra görmeyen insanların sayısı çoğalır ve doktorun karısı hariç tüm şehirdeki insanlar kör olurlar. Doktorun karısı, kendisinin de kör olduğunu söyleyerek,  karantinadaki kocasının yanında kalmıştır. 

Gören insanların, karantina altındaki kör hallerinin takipçisi oluruz. Ve sorgulamaya başlarız... Acaba evrensel değerler özümüzde mevcut mu?  Herkesin kör olduğunu bilsek, kimsenin bizi görmediğini varsaysak nezaket, temizlik, hijhen gibi yazılı olmayan kurallar  umrumuzda olmaz mıydı? Acaba kendimizi hep başkalarına göre mi tanzim ediyoruz? Kanunlar olmasa, güç dengeleri nasıl oluşur? Despotik düzenler anarşi doğurur mu? Hayatta kalma içgücüsü, zülüm, istismar adaletsizlik  insana neler yaptırır? Ve elbette umut her  zaman vardır. 

Portekizli, 1998 Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun kitabını, ve kitaptan uyarlanan filmi hararetle tavsiye ederim. 



Bazen cinsiyet konusunda alıngan olduğum hissine kapılırım. Yok yok galiba epeyce alınganım. Misal,bu filmde yazar, görme duygusunu kaybeden insanların psikolojik profilini çıkarmayı bir kadın gözünden yapmayı tercih etmiş. Görmeyenlerin durumunu bir kadının gören gözlerinden izliyoruz. Buraya kadar çok güzel. Ama filmin devamında, gören kadının güçlü olması ve iktidarı ele geçirmesi gerekirken, gözü kör olduğu halde elinde silahı olan adamı iktidara geçiriyor yazar. Bukadar mı beceriksiz olur bir kadın?

Aslında burada tabii ki -sanırım(!)- bu durumun cinsiyetle bir ilgisi yok. Gören kişinin yeti eksikliği aşağılanıyor ama ben gören kişi kadın ve yetersiz profil çizildiği için biraz alınıyorum.

Herkes kör iken senin gözün cadı gibi görecek ve çaresiz kalacaksın. Olacak şey mi ? Ama yazarın asıl vurgulamak istediği de bu belli. Demek ki sadece görmek yeterli değil. Demek ki gözün görse de gerekli becerin yoksa, kabiliyeti olup eline güç geçiren bir kör senin yerine iktidarı eline geçirebilir. Vurucu olan da bu zaten!



Doktorun karısının gözleri, film boyunca o kadar trajediler görüyor ki, filmin sonunda herkes görmeye başlarken, bu kez kendisinin kör olacağını düşünüyor. Aslında toplumsal, ahlaki, siyasal yapılara tersinden bakmakta fayda mı vardır acaba? Sorgulatan ve düşündüren bir kitap ve film.

Doğrusu ben öncelikle kitabı okuduğum için memnunum. Hem okuduğum kitabın sinema perdesinde şekillendiğini görmek hoşuma gitti. Hem de özellikle Körlük adlı filmin, kitabı okunmadan tam anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Bence kitabını okumuş olmam filmin seyrini daha kolaylaştırdı .

Geçen yıl satın alıp okumadığım kitaplar arasında Jose Saramago'nun Görmek adlı kitabı duruyor. Umarım, yakın zamanda film seyretmekten fırsat bulur ve bu kitabı okurum . Çünkü sinema, galiba kitaplarımın papucunu dama attı son günlerde!

9 Temmuz 2010 Cuma

Lezzetli Bir Aşk Hikayesi

Şimdi içimden şahane bir aşk hikayesi anlatmak geldi. Öyle bir hikaye ki, iki aşık yanyana geldiler mi, göze şenlik, dile lezzet, yaşama şevk veren cinsinden.. Harikulade bir ikili.. Bilmiyorum ki, başka iki şey bu denli birbirine yakışabilir mi? Düşünüyorum da eşleri benzerleri yok gibi!

Bak şimdi... Oğlan bizim buralardan... İzmit'li... Yağız mı yağız, yiğit mi yiğit bir delikanlı... Yusyuvarlak, tostoparlak bir beden... Yooo, sakın şişman zannetme... Değil, değil... Yakışıklı mı yakışıklı... Sadece tamam, biraz iri kıyım, kallavi... Olsun... Yakışır delikanlıya, öyle değil mi? Ah, nasıl gevrek gevrek güler... Eğer gevrek sıfatını bulmuşlarsa dilbilimciler, inanıyorum ki bizim delikanlıyı görüp karar vermişler... O kadar bizimkine uygun bir sıfat ki bu, o kadar olur yani! Ya o kirli sakalı! Of! Sanki suratına susam serpmişler... Bu kadar mı yakışır sakal delikanlıya? Az sakallıysa az susamlı, çok sakallıysa çok susamlı desen hata olmaz ki, haklısın, de vallahi... Eğer bana sorarsan, yakışanı çok susamlı derim ben! Adı mı ne? Tamam, söyleyeceğim.... Simit! İzmit'in meşhur yakışıklı jönü Simit elbette!


Kız ise Rize'li...Bir Karadeniz dilberi... Bir fizik var kızda, nasıl anlatsam? Hani denir ya 90-60-90 ölçülerinde... Bir etek giydi mi altına kırmızı beyaz çizgilisinden... Bir duruş, bir alım, bir eda... Yanar ona elini süren... İnanılmaz güzelliktedir haspa! Fizik harika tamam... Ya kimya? Esas kızımızın hüneri, Karadeniz usulü demlenmiş olmasıdır, dikkat etmeli... İhmal etme, önce alt kattaki suyu kaynat, kız üst katta dinlenirken... Bir gerilsin, bir serpilsin şöyle buhardan.. Ohh!.. Sonra korkmadan sıcak suyu boca ettimiydin kızımıza, bırak kalsın bir süre demlensin sıcak suda... O kadar güzelleşir! İşte o güzel fiziğe ruh katan, asıl bu kimyadır... Başka hiç bir şeyde olmaz onun lezzeti. Adı ne mi? Çay tabi ki, çay... İnce belli bardakta demli bir çay... Başka ne olacak ki?

İşte bu yazdığım dillere destan Çay ile Simit'in aşk hikayesidir. İkisinin birlikteliği şahane bir lezzet verir. Hele arada yanlarında, ikisinin de en yakın arkadaşı, memletimin gözde akça pakça dilberi Ezine'nin Beyaz Peynir'i varsa... Offf! Bu üçlünün nefasetinden çıldırırsınız valla!..

8 Temmuz 2010 Perşembe

Bu Gece Gene Hayal Etme Gecesi

Hiç Miraç hakkında düşünmüş müydün? Miraç hadisesi bana fantastik, bilimkurgu bir film anlatımı gibi gelir. Günümüzün edebiyat, sinema ve çizgi roman evreninde hayal edilerek anlatılan sayısız kitap ve filmin varlığından haberdarız. Temelinde insanoğlunun kendilerine bahşedilen hayalgücü ve yaratıcı dehası ile ortaya konulan yapıtlardır herbiri... İşte günümüzden neredeyse 1400 sene evvel, Peygamberimizin anlattığı Miraç hadisesi en mükemmel anlatımdır bana göre. Dinlemeye doyamam. Bak şimdi... Arabi aylardan Recep ayının 27. gecesidir. Hz.Muhammed'in peygamberliği bildirilmiş, Hicret'ten de yaklaşık bir yıl öncedir. Muhammed Peygamber, Kabe'de amcasının kızının evinde uyumaktadır. Gece Cebrail melek yanına gelir, küçük bir operasyonla Peygamber'in göğsünü yarar ve kalbini zemzem suyu ve nur ile yıkar. Kalbinin içini iman ve hikmetle doldurur.

İslam'da üç kutsal mescid olduğu kabul edilir. Biri yeryüzünde yapılan ilk mabed, müslümanların kıblesi olan Beytullah yani Kabe'dir. İkincisi Müslümanların ilk kıblesi olarak bilinen Kudüs'teki, Kudus Cami yada Mescid'i Aksa'dır. (en uzak anlamına gelen mescid-aksa'nın,kabe'ye uzaklığı o zamanlar 1 aymış). Üçüncüsü de Medine'de Peygamber Muhammed'in kabrinin bulunduğu cami olan Mescid-i Nebi camiidir.

Melek Cebrail'in, Peygamberimizin kalbini nurla parlattığı gece, ilginç hadiselerle doludur. Kimileri tarafından uçan at olarak rivayet edilen, ama günümüzün zengin bilim kurgu dünyasında herkesin kendi hayalinde kurgulayabileceği, Burak adında bir vasıta verilir Peygamberimizin hizmetine. Kimbilir belki de bir nevi ışınlanma aletidir bu. Zira biraz sonra anlatacağım Mirac hadisesinde okadar fazla yere ve uzaklıklara gitmiştir ve görüşmeler yapmıştır ki döndüğünde yatağının hala soğumamış olduğu söylenmektedir. Miraç hadisesinde, zaman ve mekan kavramlarının insanın hayal gücünü oldukça kışkırttığı söylenebilir.

Peygamberimiz önce Kudus'e Mescid-i Aksa'ya götürülür. Bir aylık mesafeyi bir andan daha kısa sürede katetmiştir. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılanır ve görüşme yaparlar. Hz. Peygamber imam olur ve hepbirlikte namaz kılarlar. Sonra yanında melek Cebrail'le birlikte, gene Burak adlı araçları ile göğe yükselmeye başlarlar. Miraç'ın Arapça anlamı zaten yükselmek, yukarıya çıkmak demektir. Kat kat göğün katlarını dolaşırlar. Bu gezi Sidretü'l Müntena denilen, son sınıra gelinceye kadar devam eder.

Burdan sonra hem melek Cebrail hem Burak daha öteye geçemezler. Başka bir binek, Refref adında bir vasıta ile Peygamberimiz diğer tarafa geçer. Anlatılanlarda ne zaman vardır, ne mekan ne de yön... Peygamberimiz kaza ve kaderi yazan kalemin sesini duyar önce. Sonra Cennet ve niğmetlerini, Cehennem ve azaplarını gösterirler kendisine. Sonunda büyük an gelmiştir. Yüce Allah'ın huzuruna kabul edilir. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayan herkesin Cennet'e gireceği müjdelenir, Bakara suresinin son ayetleri verilir ve beş vakit namaz farz kılınır. Sonra yeniden Refref ile Son Sınır'a gider, oradan Burak'la Kudüs'e ve oradan da Mekke'ye döndürülür. Ertesi gün olanları anlatır. Çoğu insan inanmaz Peygamberimize. Ozamanın şartlarıyla düşünsene, Mekke'den Kudüs'e bir ayda gidiliyorken, Peygamberimiz bir gecede nerelere gittiğini söylemektedir? Bu nasıl bir hayal gücüdür? Her insanın hafsalasının kolay alabileceği bir durum değildir ki! Hele bir de günümüzden 1400 sene önce olduğu düşünülürse.

Daha sonra din bilginlerinin bir kısmı Miraç olayının uyanıkken ama yalnız ruhla gerçekleşmiş olabileceğini, bazıları ise hem ruh hem de bedenle olabileceği yönünde düşüncelerini bildirmişler. Her iki şekilde de olabilir. Ama şunu biliyoruz ki Recep ayının 27. gecesi Miraç hadisesi gerçekleşmiştir. Peygamberimiz bunu anlatmıştır. Müslümanlar için kutsal bir gecedir. Bizim dinimiz hayal ettirmeyi ve hayal edenleri seven bir dindir bence. Peygamberimizin anlattıklarını düşünsene... Şahane değil mi? Bence gene bu gece hayal etme gecesi... Ne istiyoruz, neyi arzuluyoruz bir düşünmeli... Hatalarımız neler gözden geçirmeli... O halde bu gece dua etmeli... Sevdiğine yaranmak için güzel sözler söylemez mi insan, en harikulade kelimeleri seçer hem de değil mi? Belki bir şiir söylemeli... Demeli ki "Rabbim! İyilik ve doğruluk ver bizlere... Sağlık, afiyet... Gönüllerimize sevgi ve merhamet... Dünyaya barış ve adalet.. Bir de lütfen, bolca hayal gücü lütfet!" Amin!

1.fotograf- Numan Serteli'nin fotoğraf arşivinden alınmıştır.