25 Mart 2011 Cuma

Kapalıçarşı'nın Dost Yüzü

 
Yazarların İstanbul’u” adlı kitapta on iki yazar, İstanbul’un on iki farklı köşesini anlatıyor. Kitaba şöyle bir bakıyorum ve Celil Oker’in “Kapalıçarşı Rehber İstemez” başlıklı, sekiz kitap sayfası yazdığı yazıyla kitabı okumaya başlıyorum. O’Henry’nin unutulmaz Noel hikayesi vardır ya hani. Sevdiği erkeğe armağan vermek isteyen kadın en güzel şeyini, uzun saçlarını satarak, sevdiğinin saatine zincir alır. Erkek de aynı gün sevdiğinin uzun saçları için sedefli bir tarak almak ister. Parası yoktur. Saatini satmıştır. Çok bilinen bir öyküdür O’Henry’nin bu öyküsü… Celil Oker ve eşi de gençtirler. Yeni evli sayılabilirler. Kendi deyişiyle karısının ilk oğullarına hamile olduğunu söylemesi, anlatımına biraz O’Henry tadı katmaktadır. Paraları yoktur. Bebek lafı olmasa paranın pek bir önemi yoktur aslında. Ama hamileliğin anlaşılmasıyla şimdi Kapalıçarşı’ya gitmek için içinden geçtiğimiz Cağaloğlu’nda, Türkçe sözlüğe sözcük tanımı yazmaya çalışan oniki yaşıt insanla birlikte, aynı yerde işe başlarlar.
 
 
İşe yeni girdiklerinden, ilk aylıklarını henüz almamışlar. Hatırladığı kadarıyla sağdan soldan borç alma limitlerini de doldurmuşlar. Akşam eve dönüş biletleri belki var belki yoktur. O gün öğlen olur. İnsanlar soluklansınlar, yemek yesinler diye mola verilir… Karısı hamiledir ve cebinde hamile karısının öğle yemeğini karşılayacak kadar bile parası yoktur. İşyerinden aniden sokağa fırlar. Caminin yanından, ağaçların gölgesinden geçer. Etraftında hızlı hızlı yürüyen ya da bir şeyler satmak isteyen İstanbullular arasından… Sonra Kalpakçı’lar Sokağı’ndan Kapalıçarşı’ya girer. Kafasını kaldırıp kapının süslemelerine bakacak morali yoktur. Fatih Sultan Mehmet günlerinden beri o kapıdan giren kaçıncı kişidir acaba? Bu soruyu aklına getirecek halde değildir. O zamanlar da aynı kalabalık vardır mutlaka. Belki bu kadar turist yoktur. 
 
 
Kalpakçılar Sokağı’nda o vakitler de yan yana kuyumcular çoktur. Vitrinlere burunlarını dayamış düğüncüler neler alacaklarına bakmaktadırlar. Satıcılar bugünkü gibi dükkanlarının önünde müşteri adaylarını gözlemekte, kime hamle edeceklerini belirlemeye çalışmaktadırlar. Alıcı olmadığı her halinden belli olmalı ki kimse kendisine hamle etmez. Zaten en boş kuyumcuyu seçmeye çalışmaktadır. Bir yandan, sol elinin yüzük parmağındaki öğle yemeğine dokunur. 
 
 
Bu dükkanın sahibi kapının önünde değildir. Geleni geçeni kesmemektedir. Onu seçer. İçeri girer. Ama yüzüne bakmaz. Dükkan sahibi onun yüzüne bakar. Bir an. Durumu anlar. Parmağından çıkardığı yüzüğü tartar. Hesap makinesinde bir iki tuşa dokunur. Sonra bir rakam söyler. Başını sallar. Hafif terlemiş olmalı… Öyle hisseder. Dükkan sahibi parayı çekmeceden çıkarır. Tezgahın üzerine koyar. Hiç sesini çıkarmadan parayı alır. Kapıya yönelir. Dükkan sahibi arkasından “Afiyet olsun,” der. Hayretle döner. Adam gülümser. “ Üzülmeyin,” der. “Olur böyle şeyler. Eşinize saygılar.” 
 
 
Çok eskiden beri, yaklaşık 400 yıl boyunca, Avrupa ortasından taa Arabistan’a uzanan güçlü bir imparatorluğun tam ortasındaki bu başkente dünyanın malları yağar… Almak ve satmak için insanlar Kapalıçarşıyı doldururlar. Doğudan ve batıdan gelen insanlar Kapalıçarşı’nın 61 caddesindeki, 4000 dükkandan birinin önünde buluşurlar. O zamanlar olup biten de globalizmin ürünüdür, şimdi olup bitenler de. Bari Kapalıçarşı dış görüntüsünde zamanı dondurmuştur. Yoksa gözlerimizi şenlendiren o binlerce pırıltılı kumaş, bakır, gümüş, kıymetli taş ve madeni Akmerkez ya da Kanyon’a benzer modern yapıların içinde görmek durumunda kalmaz mıydık?

Şimdi arada sırada, neden parmağında alyans olmadığını soranlara, Celil Oker işte özetlediğim bu hikayeyi anlatır. O günleri unutmamak için bir daha yüzük takmaz.

Kapalıçarşı için pek çok şey işitiriz. Her dükkandan laf atarlar. Zorla mal satmaya kalkarlar. Pazarlıkla ile ilk söyledikleri fiyatın yarısının altına inerler. Güzel hanımlara bakarlar. Hepsi doğru olabilir. Ama doğrunun tamamı değildir. Doğrunun tamamı aslında yazara göre bize bağlıdır. Biz ne için gelmişsek, Kapalıçarşı bize o yüzünü gösterir. Yazara dost yüzünü göstermiştir.14.03.2010

24 Mart 2011 Perşembe

Japonların Samuraisi, Osmanlının Sipahisi, İngilizlerin Şövalyesi Yok Artık! Ya Biz?


İşten eve gelince televizyonun kumandasını elime aldım. Düğmesine bastım. Haberleri açtım. Bir süre haberleri izledim. Sonra kitaplığa doğru yöneldim. Aklımda üç kitap ismi vardı. Epeyce arama sonunda üçünü de buldum. Oturdum kitaplığın yanındaki koltuğa. Elimdeki kitapları karıştırmaya koyuldum.

“Meselâ düşman, bombardımanı her vakit bombalarla yapmıyor. Hayal gücü yüksek, enteresan başka teknikleri de mevcut. Düşman, aralarında sadece on nefer boyu mesafecik bulunan siperlerimize bazen sardalya konserveleri veyahut reçel kutuları fırlatıyor. Bizimkiler de sigara paketleriyle mukabele (karşılık) ediyorlar. Düşmanlar arasında hem de sıcak cephede böyle şakalaşmak cihanda duyulmuş şey midir? (1915- Bir Türk askerin mektubundan)"

“Onuncu saatin son saniyesinde ateş kesildi. Mons yakınlarında daha şanslı bir Alman askeri varmış. Savaşın son dakikasına kadar İngiliz cephesini makinesiyle tarıyor ve saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmanıyor, miğferini çıkarıyor ve eski düşmanları önünde nazikçe selam verdikten sonra arkasını dönüp gidiyor. (1918 – Bir İngiliz askerin günlüğünden)"


Yukarıda yazdığım ilk paragrafı Buket Uzuner’in Gelibolu adlı kitabından alıntıladım. İkinci paragraf ise Gündüz Vassaf’ın Cennetin Dibi adlı kitabında yazıyordu. Gündüz Vassaf “Orduları ile birlikte savaşan, birlikte ölen krallar, sultanlar ortadan kalkalı beri, bilgisayarlı modern konvansiyonel savaş, ölümü iyice anlamsızlaştırdı. Kahramanı korkaktan, cesuru hainden ayırt edemez olduk.” diyordu kitabında. “Yüzyılımızın devletleri uzaktan kumandalı bombalarıyla sivilleri kıyadursun, ortaçağda tepeden tırnağa zırhına bürünen şövalye, aynı zırhı onu korumak için atma da geçiriyor. Yok etmek değil, hükmetmekti esas olan. Bugün sanılanın tersine, insanın ve atın değeri vardı ortaçağda.”

Çağımızın savaşan barışçıl insanının çelişkilerinden bahsediyor Gündüz Vassaf. Bir yandan çocukları oyuncak tabancadan korurken, askerliği geçmiş yüzyılların tersine ayıp bir uğraş sayarken, bir yandan beş kıtada nasıl boğuştuğundan dem vuruyor. Japonların samuraisi, Osmanlının sipahisi, İngilizlerin şövalyesi yok artık diyor. Savaş modern insan korkak oldu.  Er meydanındaki erler yok artık.  "Savaşanlar, borsa güdümlü teknokratların emrinde, maskeli balolarda dolaştırılan kukla köleler gibi kaldılar."


Sonra Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü adlı kitabını aldım elime. Yazarın 1987 de yazdığı “Zıp, Sen Öldün” başlıklı bölümünü açtım. Çok önce okuyup altını çizdiğim cümlelere tek tek göz attım. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra duygularımızı denetlemek için hap yutan, çevremizi denetlemek için ise nasıl düğmeye basan bir toplum olduğumuzdan bahsediyor yazar. Düğmeye basmak sihirli bir iş artık. Düğmeye bastık mı her şeyi oldurabiliyoruz. “Düğmeler sayesinde görüntüler, sesler ve insanlar bir var, bir yok oluyor." Dünya elimizin altında hatta parmağımızın ucunda. Düğmeye bas televizyon açılsın. Tüm görüntüler hızla gerçeğin kendisi haline gelsin. Ne kolay!  Savaşları, depremleri anında görüntüleyip seyrediyoruz. Oturduğumuz yerde sinirleniyoruz, üzülüyoruz, öfkeleniyoruz, protesto ediyoruz. Az sonra yeter bu kadar deyip düğmeye basıyoruz gene. Var ettiğimiz gibi görüntüleri; düğmeye basarak yok edebiliyoruz. Sesleri de öyle... Müzikçaların da telefonun da düğmesi elimizde. İster açar dinleriz ya da konuşuruz. İstediğimizde keseriz seslerini. Kapatıveririz düğmelerini... Güç artık bizde.

O halde, televizyonun bir düğmesine basmakla, nükleer başlıklı füzeler fırlatmak arasında ne fark var? Çeşitli amaçlarla o kadar çok düğmeye basmaya alıştırıldık ki, düğmeye basmak göz kırpmak, nefes almak gibi hayatımızın bir parçası oldu diyor Gündüz Vassaf. Eskiden içeceğimizi almak için bakkala giderdik, şimdi bir bozuk para atıyoruz, düğmeye basıyoruz, hoop içecek elimizde. Bankaya girip banka memuresi ile muhatap olamaya gerek var mı? Yooo... Bankamatikler emrimizde. Üstelik kimsenin suratını, ağız kokusunu çekmeye gerek yok. İnsan ilişkileri, duygulanmalar ortadan kalkmaya başladı artık.  Farkında olmadan “ Yaşamlarımız gitgide daha mekanik, gitgide daha  düzenlenmiş, gitgide daha düşüncesiz ve duygusuz bir rutine tabi kılınıyor.” diyor yazar.


Az önce haberleri seyretmek için ekran başına geçtim. Olan bitene seyirci mi kalaydım yani. Tarih beni şahit yazardı inan ki. Kumandanın düğmesine bastım. Görüntüleri kapattım. “Zip, sen öldün.” Böyle mi olduk yoksa? Aman Allah saklasın! Feci bir hal bu! Feci!

Kahve Molası - Ağlamak ve Gülmek Kardeş Mi?


Dün akşam iş çıkışı nedensiz bir ağlama hissiyle spora gittim. Biri  dokunsa hemen ağlayabilirdim. Her an spora gitmekten vazgeçecekmişim gibi bir halim vardı. Arabamı spor salonunun önüne park ettim. Bir süre direksiyon başında bekledim. Sonra ne düşündüm bilmiyorum, hışımla yan koltuktaki spor çantamı kaptım. Arabadan çıktım. Yürümeye başladım. Yürürken kumandayı omuzumun üzerinden  geriye doğru uzatıp arabamın kapılarını kilitledim. Tam spor salonuna  girdiğimde Tarkan’ın sesi geliyordu.  “Sen aşkı çiçek, böcek, güneş, bulut sanmışsıııın… Mevsimlerine göre uyuyup uyanmışsıııın… Sen artık benden sonra sevemezsin yanmışsıııın… Yüreğimden çıkardım, attığın kör kurşunuuuu.”  Gene geç kalmıştım. Üstelik üzerimde iş giysilerim vardı. Of! Müziğin hızlı ritmi daha kapıdan girişte yakalamıştı beni… Merdivenlerden alt salona inerken dansa çoktan başlamıştım. Hemen üzerimdekileri çıkarıp, spor giysilerimi giydim. Ayağıma spor ayakkabılarımı geçirirken Tarkan’ın şarkısı devam ediyordu. Isınma hareketleri daima  bu şarkıyla yapılıyordu. Her seferinde, tam bu bölüme geldiğimizde, kendimizi kaybedip, hem dans ediyor, hem de avaz avaz hepbirlikte  şarkıyı söylüyorduk. Hemen yerime geçtim. Hey! Büyük bir umursamazlıkla, minicik  bile mahçubiyet hissetmeksizin, kendimi attım müziğin ve dansın kollarına…  Hemen hem de… Anında… “Seni karanlıklara bırakmaaaak istemezdiiimmm… Anılarımı solmuş çiçeklerleeee süslemezdiiiim.” Şöyle gözucumla etrafıma baktım. “Köyümden insan manzaraları,” dedim kendi kendime. Kimimiz eczacı.. Kimimiz mühendis… Kimimiz sigortacı… Şinanay da yavrum şinanay…  İnan hilafım yok, kendimi de dahil ederek söylüyorum, yolda görsem bu kadınların böyle şahane dans ettiklerine asla ihtimal vermem. Mazbut, kendi hallerinde çalışan kadınlarken ne oluyorsa oluyor dansın illüzyonu  mu desem, gruptakilerin birbirlerine verdiği pozitif enerji sebebiyle mi desem, müthiş bir coşkuyla dans ediyoruz. Müzik bitince hatta, uuuuuvvv’lamalar, ıslıklar gırla gidiyor. Bir neşe bir  neşe… Dünya mı batıyor? Ne gam! O bir saat dünyanın gelmişini geçmişini boşveren bir hal üzerinde oluyoruz. Hatta spora gelirken dokunsan ağlayacak vaziyetteydim, düşünebiliyor musun?  Şu insan bünyesi çok tuhaf! Ağlamakla gülmek kardeş derler ya… Gerçekten ne  doğru bir söz.


Nerden geldim ben buraya? Acaba ne anlatmak istiyordum? Hımm…  Dün sabah işe erken başlamıştım. Poliçeler önümde dizim dizimdi. İmzalama, açıklamaları, ayrıntıları kontrol etme derken başım önde epeyce çalışmıştım. Öğlen yemeğimi masamda yemiştim. Tam kahveye sıra gelmişti ki msn’den arkadaşım Dilek “Ne haber?” diye laf attı. “İyilik” diye cevapladım. “Sinemaya gidelim mi?” diye yazdı. Hiç tereddüt etmeden “Tamam” dedim. Şaşırdı. Normalde bu teklif benden gelirdi. Dilek evde alt kat komşum ve çok yakın arkadaşım. Eskiden arada sinema kaçamağı yapardık. Ama alzheimer hastası annesine evinde baktığından beri, son günlerde sinemaya gidemiyorduk . “Ne film var ?” dedim. Baktım saate 13.30 du.. En yakın filme baktım 14.15 de  ve İzmit Ncity’de… Özcan Deniz’in filmi. Adı "Ya Sonra"… Romantik komedi öyle mi? Tamam. “Ben gelip alayım seni ofisten” dedi Dilek. “Yooo.” Dedim. “Olmaz!” Sen gelirsen anlarlar… Ben gizlice kaçarım işten, gelir seni alırım. Gideriz. Hemen hazırlan.” Anında çıktı msn’den. Ben de parmaklarımın ucuna basa basa ofisten kaçtım. Sanki söylesem biri bana  bir söz mü edecekti? Yoo.. Böyle kendimce masum gizli işler çevirmek, hele hele kaçmak kelimesinin bizatihi kendisi acayip adrenalimi yükseltmeye sebeptir. Çünkü onu yitirirsem diye ödüm kopuyor. Yüreğim sızlıyor. Uykularım kaçıyor. Aman diyorum Müjdat Gezen gibi aman… Sakın beni terk etme.. Terk etme çocuk yanım… Anlatmak istediğim  arada bu kendimce oyunlarla çocuk yanımı şımartıyorum. Neyse… Aldım Dilek’i. Zaten çoktan evden fırlamış, sokakta bekliyordu. Şaşırmış sinema teklifine hemen evet dememe. “Şaşırtmayı severim.” dedim gülerek. Müzik çaları açtım. Timur Selçuk söylüyordu. “Yollarımız burada ayrılıyor… Artık birbirimize iki yabancıyız… “  Dilekle baktık birbirimize… Başladık Timur Selçuk’la bu şarkıyı söylemeye… “Ne kadar acı olsaaaaa… Ne kadar güç olsaaaa… Her şeyi evet her şeyiiii…  İşte tam burada avaz avaz bağırıyorduk… “Unutmalıyıııııızzzz!” Devam… “Hiç yaşanmamışcasınaaaaa! Hiç sevmemişcesineeeeee!” Çok güldük… Çoookk! O kadar güldük ki gözlerimizden yaşlar aktı. Şu insan bünyesi  ne tuhaf! Ağlamakla gülmek kardeş derler ya… Gerçekten  doğru!


Şeey… Ben aslında başka bir şey anlatacaktım. Ama neydi? Acaba Özcan Deniz’in filmini mi anlatacaktım? Allahım, o filmdeki saçları hangi kuaför yaptı çok merak ediyorum. Affedersin, telefonum çalıyor. Konuşmalıyım.  Tam kahve molası vermiştim. Sana bir şey anlatmaktı niyetim. Ama bunlar döküldü parmaklarımın ucundan, ne yapabilirim? Kusura bakma e mi? Kahve molam bitti. İşe dönmeliyim… “Alo… Evet, buyrun benim…”

NOT: Cennetteki Yabancılar adlı çizgi romanın karelerini kullandım.   

23 Mart 2011 Çarşamba

Aynaya Baktığında Kaç Sen Görüyorsun?



"Aynaya baktığında kaç sen görüyürsun?" diye soruyordu bir yazısında İlhan Selçuk. "Dünkü sen, bugünkü sen, yarınki sen.. Yüzlerce sen, binlerce sen, onbinlerce sen. Her sabah dünkü ve yarınki senden değişik bir sen. Çocuktun, genç olsun; yaşlanacaksın; sırma saçların beyazlaşacak, seyrelecek, yüzün kırışıp gölgelenecek; diri etin pörsüyecek... Değişeceksin!.. Aynaya günden güne baktığında değişmediğini mi sanıyorsun? Duru bir su gibi mi tenin? Görünmez bir el duru suya küçücük bir taş atacak; suyun titreşimleri yüzeyine yansıyacak... Doğa, toplum, ve insanın evrimiyle birlikte değişip dönüşeceksin, her kim ki, dünyayı değişmez sanır, aklı ortaçağ karanlıklarına takılıp kalmıştır; değişmeyi doğal saymayan, mutsuzluğun en siyah çukuruna yuvarlanır. Değişeceksin! Gazetelerde bir fotoğraf: "Neydi, ne hale geldi?" Aaaa... Kim bu? Elizabeth Taylor.  Peki yaşlanmayacak mı kadıncağız? Her sabah ve akşam güzellik endüstrisinin bütün ürünleriyle yüzünü sıvayıp badana etse, her gün beş saat aerobik yapsa, ihtiyarlamayacak mıydı? Yaşlanmak felaket midir? Gökteki parlak yıldızlar bile milyarlarca ışık yılının takvimlerinde sönerlerken, Holivut'un "star" düzenine dolanmış yıldızcıklar hep ışıldıyacak mı?... " diye devam ediyordu yazı.  İşte Holivud'tan bir güzeller güzeli yıldız daha kaydı.  Menekşe gözlü Elzabeth Taylor bugün dünyamızı terk etmiş. Öleceğini bile bile yaşayan tek canlı insan. Bunu bil ve gel de kötülük düşün, kötülük yap, nefret et, savaş... Nereye kadar? Ve niye?  Ben bırakayım kifayetsiz sözlerimi bir yana... Menekşe gözlü yıldızın toprağı bol olsun diyerek, gene  İlhan Selçuk'un cümleleriyle sözlerime nokta koyayım.

"Sen de değişeceksin güzelim; sakın yadırgama, mutsuzlaşma, canına kıymaya kalkma, yıldızlaşmaya özenme... İnsanlaşmaya çalış!"

 
NOT: İlhan Selçuk yazısında Brigitte Bardot'u örnek vermişti. Ben değiştirerek Elizabeth Taylor'a uyarladım.

Erkin Koray Şarkılarını En Son Ne Zaman Dinledin?


İki gündür Erkin Koray şarkılarına bir takıldım ki anlatamam. Of! Ne güzel sözler! Ve Yarabbim ne şahane  bir müzik bu. Of, nasıl özlemişim Erkin Koray'ın şarkılarını meğer. Şimdi... Şu anda.. Ne dinliyorum biliyor musun? "aşktan yana şansım yok.. ağlıyorum derdim çok.. aşkımı kaybetmişim.. sordum sordum bulan yok.. dün gece çok aradım.. aradım bulamadım... kör olası çöpçüler... aşkımı süpürmüşer.." Bu şarkıyı bilirsin değil  mi? Hemen dinlemelisin hemen... Of! Ne hoş bir şarkı bu sahiden! Kimbilir kaçıncı  kez dinliyorum. Döne döne... Ya Yalnızlar Rıhtımı... Hani var ya... "bir ben miyim perişan.. gecenin karanlığında.. yosun tuttu gözlerim.. yalnızlar rıhtımında..." Yeni  nesil bilir mi  Erkin Koray şarkılarını acaba? Ne büyük kayıp bilmiyorlarsa...Yooo.. Dinlemek beni kesmeyecek.. Şimdi birşeyler okumalıyım Erkin Koray hakkında... Ama sanal ansiklopediden okumasam keşke diye düşündüm. İyi de Erkin Koray hakkında şu anda hangi kitaptan birşeyler okuyabilecektim? Heyy! İşte o anda Cumhur Canbazoğlu'nun Kentin Türküsü adlı kitabı aklıma geldi. Evet. Hemen buldum  kitaplarımın arasından... İşte kitabın Anadolu Pop-Rock bölümünün Barış Manço'dan sonra gelen isim Erkin Koray. 108. sayfa. Hemen açtım ilgili sayfayı. Cumhur Canbazoğlu Erkin Koray hakkında beş sayfa yazı yazmış. Önce mutfağa gidip kahvemi aldım. Sonra Erkin Koray şarkılarını  tekrar dinlemeye başladım.  Hem okuyorum... Hem dinliyorum... Bu arada  keyifle kahvemi içiyorum.


Cumhur Canbazoğlu "Hep"kendini söyleyen" ozan" diye bir başlık atmış. 1941 doğumluymuş Erkin Koray. Şimdi 69 yaşında öyle mi? Vay canına sayın seyirciler. Yıllar böyle hızlı geçer mi? İnanamıyorum. Şimdi hangi şarkısını söylüyor biliyor musun?  "öyle bir geçer zaman ki.. dediğim aynı ile vaki.. birden dursun istersin seneler olunca mazi.. yollara bakarsın katı katı.. üzerine çekersin perde..  yoldan geçenler var  da.. her akşam gelenler nerde.. öyle bir geçer zaman ki.. "  Of! Ömrüne bereket... Çok yaşasın, çok söylesin Erkin Koray, e mi? Uzun uzun anlatmış Cumhur Canbazoğlu. Erkin Koray'ın eğitimini, askerliğini, müziğe nasıl başladığını, 1967 yılında sanatçıyı memleket çapında üne kavuşturan Kızları da Alın Askere adlı 45'liğini, müzikteki arayışlarını, Fransa'ya gidip gelişini, 1975 yılında Elektronik Türküler adlı ilk uzunçalar çıkardığını, halk müziğine yönelişini ve bu albümde ilk kez rock, beat, ve türküyü birleştirmeyi nasıl denediğiyle ilgili  yazdıklarını zevkle okuyorum. Bu arada gitar, bağlama ve vurmalıların sürüklediği, Nazım Hikmet'in sözleri ve bestesi Ruhi Su'ya ait olan Türkü diye bir parçadan söz etmiş. Merak ettim. Hemen buldum sanal dünyadan. Hey! Bağlama vurdu  gene beni... Hatırladın mı bu şarkısını? Hani der ya.. "Dört nala gelip Uzak Asya'dan... Akdeniz'e bir kısrak gibi uzanan.. Bu memleket bizim! Bizim dostlar... Bizim!" Hey! Nazım Hikmet ve Ruhi Su'nun yattıkları yer nur dolsun. Ne güzel bir  müziktir, ne güzel bir parçadır bu..


Erkin Koray bir söyleşisinde türkünün geçmişinde elektrikli aletlerin yeri olmadığını, türkülerde daha çok doğal denilen seslerin hakim olduğunu, bu durumun da türkülerimize özgü hoş ve karakteristik bir hal olduğunu, ancak Türkülerimizin güzelliğini ve doğal dokusunu kaybetmeden elektonikleştirmeye gayret ettiğini bunun da son yıllarda gelişmekte olan akımlara yol göstereceğini söylemiş. Sürekli arayış peşinde olan sanatçı bir ara Hindistan'a gitmiş. Dönüşte mucidinin kim olduğu hala tartışılan elektro bağlamayla iyice arabeske yönelmiş. Ve bu türde tamamen kendi tarzında bir ekol haline gelmiş. Tüm birikimleriyle ortaya o güzelim şarkıları çıkarmaya başlamış. Bilirsin hepsini mutlaka.. "Arkası gelmez dertlerimin bıktım illahlah! Biri biterse öbürü başlar vermesin Allah!" Hatırladın mı? Fesuphanallah! Sonra.. Estarabim.. Şaşkın... Sevince.. Gönül Salıncağı... Yalnızlar Rıhtımında... Heyy... Arap Saçı peki?  Atilla Atalay'ın Ebekulak adlı öyküsünde geçer hani... "gönlüm söz dinlemiyor.. sevdiğimi ver diyor.. kim görse şu halimi.. bir daha sevme diyor.. aaah aşk yüzünden.. arap saçına döndüm.. çivi çiviyi söker.. budur bunun ilacı" İki sevgili küsmüşlerdir hani eften püften bir sebepten. Kimse kimseden af dilemez. Aradan zaman geçer. Üç yıl sonra karşılaşırlar. Bir çay bahçesinde otururlar. Birbirlerini halen sevdiklerini belli etmeyecekler ya öyle muhabbet ederler ki sürekli birbirlerini acıtırlar. Hep biri diğerinin pes edeceğini umar. İkisi de pes demez. İkisi de içindeki zaiyatı belli etmez.  İşte tam bu sırada, onların şarkısı Arapsaçı çalmaya başlar. İkisinin hali de çok tatlıdır. Şarkıdan etkilenmemek için çocuk içinden "gün doğdu hep uyandık.. siperlere dayandık" marşını söylerken, kız ise kafasını daldırıp çantasında birşeyler ararmış gibi rol keser. Ya da çocuk öyle zanneder. Neyse, öykünün devamını merak eden isterse  işte buradan okur. Şarkılar ne kadar önemlidir hayatımızda öyle değil mi? Bazı şarkılar nasıl ruhumuza işlemiştir. Cumhur Canbazoğlu yazısının sonunda söylediği gibi "Erkin baba" sevabıyla günahıyla sıcacık işler yapmış ve dağarcığındaki her şeyi dinleyicileriyle paylaşmış bir sanatçıdır. Ve o güzelim şarkılarıyla halen dimdik ayaktadır. İşte büyük bir beğeniyle dinliyorum şarkılarını şu anda. Bana göre şarkıları  lezzetinden bir şey yitirmiyor. Bilakis ben yaş aldıkça onun şarkıları gençleşiyor.



Cumhur Canbazoğlu'nun yazdıklarını okumak çok hoşuma gitti. Kentin Türküsü: Anadolu Pop-Rock adında iyi ki böyle bir başvuru kitabı hazırlamış. Bence bu tip başvuru kitapları çok önemli ve çok değerli. Keşke  pek çok alanda böyle başvuru kitapları olsa. İlgisi olanlar faydalansa. Ben müzikle çok ilgili biri değilim. Keşke yeteneğim olaydı da müzikle ilgili bir iş yapaydım. Nerdee? Son zamanlarda karınca kararınca bağlama çalmaya ve türkülerin menzilinde dolanmaya heves ettim. O kadar. İyi de peki ben bu kitabı acaba  neden almıştım? Bak şimdi.. Bu kitap  Aşık Veysel, Barış Manço, Fikret Kızılok, Hümeyra, Yunus Emre, Cem Karaca, Üç Hürel, Edip Akbayram, Karacaoğlan, Ruhi Su, Haluk Levent, Volkan Konak, Kurban, Neşet Ertaş benzeri  memleketimizde gelenekseli evrensele taşımaya emek sarfetmiş isimlerin müzik serüvenlerinden bahsediyordu. Ve çok doğru bir kitaptı, fark etmeyi sağlıyordu. Bu kitabı okuyunca anlamıştım ki, ben belki türküyü bağlamadan dinlememiştim ama türkünün Cumhur Canbazoğlu’nun dediği gibi Anadolu- pop halini, yani Türk folklor temaları, şiirleri ve çalgılarıyla Pop müziğin elektronik olanaklarının kaynaşmasından doğan şehir türküsü halini yıllardır sevmiş ve dinlemiştim. İşte galiba şimdi aslına döndüm. Orijinal haline. Bazı türküler hiç yabancı gelmiyor. Üstelik bağlamanın sesi, yüreğimi derinden etkiliyor.  Sanıyorum Anadolu ezgilerini zamanında bana sevdiren Erkin Koray gibi sanatçılar nedeniyle şimdi türkülerin menzilinde dolanmaktan hoşlanıyorum. Anadolu Pop Rock mı denir, Anadolu Pop Rock Arabesk mi denir bilemeyeceğim ama Erkin Koray'ın şarkılarını  hep sevdim. Biliyorum, ömrüm oldukça hep seveceğim. 12.11.2010

Dünyanın Balkonundan Sarkarsam Eğer...


Dünyanın Balkonu

Dünyanın balkonundan sarkarsam eğer
Saçlarını tararım utanarak
Lazer çiçekleriyle süslerim odanı
Alice’i bulup Müslüm’den söylerim
Unutamadım.

Bir sürü ışık toplarım sana en sadesinden
Karşı balkondaki klonuma el sallarım
Yeşil yeşil kokar evren çimeni
Kayar üstünden körpecik yıldızlar
Kalana sarılır gidene ağlarım


Dünyanın balkonuna çıkarsam eğer
Bir sigara içimlik bir kahve falı
Uçup konarım uğur böceği misal
Terliği boş ver, kış geldi, pabuç lazım
Sana en sarhoş soruyu sorarım

Cevap vermezsin bilirim
Dünyanın balkonu çok yüksektedir
Atlayıp da ölene henüz rastlamadım

Onur Sakarya

Hayatımda Seyrettiğim En Korkunç Film! Uyumsuz Adam...



Az önce Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikayesi'ni izleyince, aklıma Uyumsuz Adam adlı film geldi. Sana bir şey söyleyeyim mi? Korku, gerilim  filmlerini çok severim.  Ama öyle hortlak, canavar, vampir ne bileyim yürüyen ölüler, ölüm çığlıkları falan  kolay kolay korkutamaz beni. Tamam.  Korku filmlerini seyrederken  kimi sahnelerinde yerimden zıpladığımı, kimi sahnelerinde çığlık attığımı, ellerimle gözlerimi kapattığımı rahatça itiraf edebilirim.  Ne var? Doğrusu bu değil mi? Seyrettiğim filmin hakkını veririm yani. Hele İspanyol korku filmlerine bayılırım. Ama şu film var ya... Bir İskandinav filmidir... Üstelik korku filmi kategorisinde bile değildir. Baktım şimdi... Komedi/ Dram/ Gizem diye kategorilendirilmiş.   Adı Uyumsuz Adam veya Sorun Yaratan Adam diye bilinir... Ya da orijinal adıyla Den Brysomme Mannen... Seyrederken, beni çok korkutup, gerim gerim gerip gergefe çeviren ender filmlerden biridir. Şimdi filmin bazı sahneleri aklıma geldi de tüylerim diken diken oldu inan ki. Nedenini soruyorsun değil mi? Of! Fena halde uykum geldi. Anne sözü dinler gibi masum uyumaya gitmeliyim şimdi. Yarın kahve molasında devam ederim belki. Ama bu film var ya... Of! Feci... Feci...

22 Mart 2011 Salı

Bu Filmin Peşindeydim.Seyredeceğim - Hemen! Bilek Kesenler:Bir Aşk Hikayesi


Tür : Romantik / Fantastik / Dram




Sakın Beni Terk Etme...


Seni yitirirsem diye ödüm kopuyor
yüreğim sızlıyor
uykularım kaçıyor
sıkılıyor canım
Sakın beni terk etme
terk etme beni çocuk yanım.

Müjdat Gezen

Kardeşten Gece Yarısı Mesaj Gelince...

2011 Metin Altıok Şiir Ödülü'nün  Birhan Keskin'e verildiğini öğrenince, çok sevinim. Saatin farkına varamadım. Sanal dünyada biraz fazla gezindim. Az önce telefonumun  sesiyle irkildim. Gece yarısını çoktan geçmişti. Bu saatte kim mesaj göndermiş olabilirdi?  Aldım telefonumu elime. Baktım ki o ne? Benim öğremen kardeş! Eyvah! dedim Eyvah! Gece yarılarına kadar oturduğumu gördü de bana bir uyarı mesajı mı attı gene? Korkarak açtım mesajı. Yazdığı mesaj aynen şöyle: “Ablam… Kaçsak mı yarın bir yerlere? O kadar bunaldım ki. Anlarsın ya elele…” Hoppala! Neyse…  Rahatladım. Bir uyarı mesajı değilmiş. Benim kardeş bana kaçmayı teklif etmiş. Tamam. Hep ben kaçalım diyecek değilim ya… Bu kez kardeşte sıra işte… Cevap yazdım telefon mesajı olarak değil de bir maille:  “Bir tanem. Anladım. Başım sızlıyor, yüreğim sersem diyorsun. İyi de yanlış kişiye kaçmayı teklif ediyorsun. Bilirsin ben Lale devri çocuğuyum. Zamanım çoktan geçti." desem eğer,  sen  duramaz şöyle bir soru sorarsın bana hemen… “Aşk şarabından en son hangi şanslı içti?” Ben ne bileyim canımın içi, ben ne bileyim? Ablalar kardeşlerin her sorusunun cevabını bilecek değil ya, cevabı bilmiyorum işte! Fıstığım... Kendine yük haline gelince, koru kendini asıl kendinden. Kekik bile kendince kokarken; bir tortu kalmıştır geriye, ben bildiğin o senden. Sen de saygılı ol kendine, çık yola sabah erkenden. Ya hiçbir yerde görünme, ya da geç aynı anda üç yerden. Unutma, sen sen ol, kalbinin böcüüğünü öldürme sakın e mi? İnan ki ben çok seviyorum seni. Üç değil, beş değil, sekiz taneAma yatık sekiz anladın değil mi beni? Yarın sabah  kaçmam mümkün değil ne yazık ki...  Verilmiş sözlerim var anlarsın ya önceden. Dur bir güzellik yapayım sana. Sanki kaçmışız da bir yerlerde geziyormuş gibi,  ikimizin resmini  photoshop'la çıkartayım yan yana ne dersin? Şimdilik yetin bu fotoğrafla istersen. İşim bitince bir mesaj atarım sana. Son vaziyetini yazarsın sen de bana. "Durumum feci, al beni!" diyorsan hala… Dayanamam gelirim. Biliriz yan yana sokulmak bu dünyadaki yoksulluğumuzdan. Kimine dünya gerek, dünyaya kazık gerek, çakmak gerek! Biz dünyada cevize sığdık nasılsa gideceğiz diye buradan.   Du bakalım...  Yarın ola... Hayrola... Bir kırık kalpler kulübü kurarız gene,  dünyanın anasını ağlatırız  şiirlerle...  Sen  sakın merak etme! Sevgilerimle. Ablan."

NOT: Nazım Hikmet-Metin Altıok-Atilla Atalay-Birhan Keskin dize ve cümlelerinden alıntılarla yazılmıştır.  

20 Mart 2011 Pazar

Sen Ve Ben Değirmenlere Karşı...



Zaman düşer ellerimden yere
Oradan tahta boşluğa
Saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya,
Resimler sarı güneşsizlikten, duygular değişir
Dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına
Ve sen ben, değirmenlere karşı 
Bile bile birer yitik
Savaşçı,
Akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle...
Uçurma uçar sözlüğümden, geri gelmeyecek bir kuş
Yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş. 

Bülent Ortaçgil 

Hayali Bilmeceler...

  

Yukarıda soldaki siyah beyaz fotoğraftaki kişi  1840 yılında Rusya'da, sağdaki ise 1969 yılında Amerika'da doğmuş. Biri Kuğu Gölü'nün bestecisi, diğeri ise Siyah Kuğu adlı filmin yönetmeni. Şimdi durup dururken bunları neden yazıyorum değil mi? Neden biliyor musun? 1840 yılında Rusya'da doğan Kuğu Gölü'nün bestecisinin soyadı TCHAIKOVSKY... 1969 yılında Amerika'da doğan Siyah Kuğu'nun yönetmeninin soyadı ise ARONOFSKY... Ne bileyim? Bu soyad benzerliği komiğime gitti. Baksana tipleri de benziyor sanki. Sonu benzemesin ama acaba Aronofski, Çaykovski'nin 21.yüzyıl versiyonu olabilir mi? Of! "Neler aklına geliyor!" diye gülüyorsun bana gene  değil mi? Sen boşver beni... Bilirsin tuhafımdır. Durup dururken hayal ederim işte böyle şeyleri...


Şeeyy... Bir şey daha soracağım. Şu bilmecenin cevabını bulamadım ne yazık ki. Acaba Einstein ile Frankestein kardeş olabilirler mi? Peki, büyüyünce ünlü bir bilim adamı olan Einstein, "Hayal kurmak, bilgiden daha önemlidir," demiş mi sahi? Einstein (1879) kendisinden önce doğan abisi Frankestein'in (1818) hayal ürünü olması sebebiyle bu sözü söylemiş olabilir mi?

Peki, Nizamettin Amcam'ın dört oğlu var. Kemalettin, Şemsettin, Nurettin ve Bahattin. Nizamettin Amcam askerliğini Amerika Tennessee'deki Nato üssünde yapmış. Yoksa ünlü yönetmen Quentin bizimkilerin üvey kardeşi mi? Aman Allahım! Quentin Tarantino benim Amerika'daki kuzenim olabilir mi?

İnanmıyorum ya... Bütün bunlar gerçek mi? Peki, hayali şeyler yazan biri, kendi yazdığı hayallere, kendi inanabilir mi? Yani... Of! Anlarsın ya, aynen benim gibi...