26 Nisan 2020 Pazar

Ve Yeşil Peri Gecesi Ve Oruç Ve Ben


Ayfer Tunç'un Yeşil Peri Gecesi adlı kitabını hevesle satın almıştım.   Kitap çantama  girdi çıktı,   çalışma masamdan evdeki sehpaya  sürüklendi. Okumadım.  İnanınız, kitabın  oku beni, oku beni diye fısıldadığını hissediyordum.  Dayanamayıp elime alıyordum.  Lakin  her defasında sadece ön kapağını seyrediyor, aldığım yere bırakıyordum.  

Gel zaman git zaman, Yeşil Peri Gecesi  alınıp okunmayan kitaplarımın arasına yerleşti. Yoo...  Karşıdan  karşıya her daim bakışıyorduk. Kırgın gibiydi. Ne gam? Neticede çevresindekiler de okunmayı bekleyen kitaplar değil miydi?  Her şeyin bir vakti zamanı var demezler miydi?  Bekleyecektik.

Ramazan ayının üçüncü günü. Koronavirüs sebebiyle sokağa çıkmak yasak. Evdeyim. Oruçluyum. Üzerinize afiyet bugün nasıl açlık hissediyorum anlatamam. Feciyim. Hiiiç yiyeceklerin arasında dolanıp nefsime zulmetmeyeyim, dedim. Koşar adım mutfaktan çalışma odama geçtim. Kitaplarımın arasında dolaşmaya başladım ki, Yeşil Peri Gecesi ile göz göze geldim. Kitap bir kaşını kaldırıverdi, oku beni, gör gününü, tarzında meydan okuyan endam sergiledi. 

Hiç tereddüt etmedim. "Yavrum baban nereli? Nereden bu kaşın gözün temeli?" dediğim gibi kitabı olduğu yerden kaptım çıkardım.  Koltuğa yerleştim. Okumaya başladım. 

On altıncı sayfaya geldim ki, o ne? Romandan buram buram yemek kokuları gelmedi mi?  Yooo....

"Hiç adetim olmadığı halde kahvaltı hazırladım. Hem çay demledim, hem kahve yaptım. Bir cam kâseye üç yumurta kırdım, biraz süt, bir tutam tuz-karabiber ekledim, çıptım, çırptım, çırptım. Buzdolabından çıkardığım çok tahıllı, çok besleyici, çok sağlıklı ekmekleri çırptığım sütlü yumurtaya batırıp kızartmaya başladım." 

Size bir şey söyleyeyim mi, yumurtalı ekmeğin hastasıyım... Okumayı sürdürdüm... On dokuzuncu sayfaya geldim ki:

"Plastik kutudan tam yağlı beyazpeyniri çıkardım. Porçini mantarlı kaşarı ince uzun dilimledim. Tulum ve rokfor peynirlerinin sert plastiğini mutfak makasıyla kestim. Yağlı kağıtlara sarılmış sucukları, fıstıklı karabiberlerli salamları, sebzeli jambonu, füme dili çıkardım. " 

Yapılır mı bu bana? Roman bunca zaman bekledi ya...  Bakar mısınız, ramazan orucunda yakaladı beni...  Devaammm... Sayfa yirmi...

"Osman halime giderek hayret ederken petekli balı, Bodrum mandalinası, frambuaz ve taze ceviz reçellerini, çikolatalı fındık ezmesini, buz gibi suda yıkadığım fesleğen dallarını, Çengelköy bademlerini ve çeri domatesleri, İtalyan malı zeytin ezmesini ve halis tereyağı, kaymak, pekmez ve tahini tabaklara koydum. Bardakların en büyüklerinden ikisini sıktığım  portakal suyuyla doldurdum." 

"Açtığım dolapta bir yığın baharat bulunca sevindim. Ekstra sızma zeytinyağına çöreotu, haşhaş tohumu, anason ekledim. İri, parlak, siyah zeytinlerin üstüne limon kabuğu rendeledim. Yeşil zeytinlere sarmısaklı zeytinyağı gezdirdim. Birer avuç ceviz ve bademi, buğulanmış bir siyah salkımı peynir tabağına yerleştirdim." 

Heey! Yoook artııık!!!

"Mutfaktan kavrulan soğanın, ezilen sarmısağın, pişen etin kokusu geliyordu." s44
"Badem ve çikolata yiyordu." s.44

"Yemeğe kalsana.. Tanya bölfstrogonof yapıyor," demişti Osman.
     Tanya, harika bir aşçıydı. Kendi yöntemleri vardı. Mesela Rus salatasına kornişon yerine kapari çiçeği koyuyordu. Ispanağı sütle pişiriyordu. Pirinç pilavına limon sıkıyor, bir tane kesme şeker atıyordu. Borş çorbası, pojaskiye ve piliç kievskide kimse eline su dökemiyordu." s.45

Ayfer Tunç, Yeşil Peri Gecesi'nde roman tarzında bir yemek kitabı hazırlamış diyebilirim. İyi de, kitap kendini okutmak için  ramazan gününü mü buldu? Pes vallahi. Bitiim ben... Bittim:)

"Ekmek tazeydi, tek eliyle ucunu kopardığında incecik bir buhar tüttü." s. 74

"Gelirken kitaptan başka, kıymalı börek, patlıcan- biber kızartması gibi şeyler de getiriyor."

"Babamın çok sevdiği işkembe, ciğer, yürek, böbrek, dil, paça, koçyumurtası, beyin, dalak, uykuluk gibi sakatatı ağzına bile sürmüyor. Oysa ben kekikli böbrek kızartmasına bayılırım, babam da harika arnavutciğeri yapar. " s.77

"Leylacık'ın henüz lise öğrencisi şapşal kızkardeşinin yemek yerken ağzını kapatmamasını, balon pide, ceviz, tulumpeyniri ve acur turşusunun diyet kolayla ıslanmış karışımını dudaklarının bir hareketiyle dişlerinden damağına itmesini görmeye hiç tahammül edemiyordu." s122

Diyeceksiniz ki, zulmetme kendine... Bırak kitabı... Orucunu açınca, yemek yiyince  devam edersin, ne olacak yani, di mi?  Yooo... Yapamam... Kitap hem lezzetli hem sürükleyici çünkü... Ağzımın suları aka aka okumaya devam:)



20 Nisan 2020 Pazartesi

İzlediğim Seri Filmler - The Godfather


Korona sebebiyle  evde kal günlerinde, başrollerinde Marlon Brando, Al Pacino, Robert De Niro ve daha pek çok oyuncunun yer aldığı, vizyona girdiği 1972 yılında pek çok dalda Oscar alan,  yazar Mario Puzo'nun aynı adlı romanından  Ford Coppola yönetmenliğinde beyaz perdeye uyarlanmış  The Godfather üçlemesini seyrettim. 

Godfather'ı hevesle seyretme nedenim,
güç, iktidar, sadakat, acımasızlık dolu  mafya vaziyetleri,  göçmenlik zorlukları veya muhteşem oyuncular,  şahane müzikler, harikulade görüntüler  değildi.

Üçlemenin özellikle ilk filmindeki, kalabalık düğünler, kalabalık eğlenceler, kalabalık cenaze törenleri, insanların dip dibe, yan yana, nefes nefese  aynı masa etrafında toplaşıp bazan bağıra çağıra, bazan seve okşaya, bazan ağlaya sızlaya, beraberce, omuz omuza, yemek yiyip içmeleri, acı ya da sevinci paylaşmaları, birbirlerine temas ederek muhabbet etmeleriydi.

Gene kalabalıklar halinde bir araya geleceğiz diye hayal ettim. Sevindim.


12 Nisan 2020 Pazar

Ve Bazan Ve Mevsimler


Bazan hiçbir şey yapmaz, sessizce otururduk.

Bazan yağmur yağar, camlardaki tıpırtıyı dinlerdik.

Bazan "Hava ne sıcak," derdik.

Bazan yaz akşamları, cumbanın penceresinden giren bir pervane, lambanın çevresinde hızlanarak deli gibi dönmeye başlardı.

Bazan "Kar yağacak" derdi televizyon, ama yağmazdı.

Bazan "Hava bugün ne soğuk değil mi," derdik. 

Bazan uzaklarda  şimşekler  çakar, gök gürlerdi.

Bazan, özellikle yaz akşamları bir rüzgar çıkar, kapılar çarpardı.

Bazan sert bir rüzgar eser, pencerelerde uğuldar, soba borusunda da tuhaf bir ses çıkarırdı.

Bazan kar yağar, pencerelerin kenarlarında, kaldırımlarda tutardı.

Bazan "Resmine bakalım mı Füsun?" derdim ben ve bazan bakardık ve o zaman Füsun'la yaptığı resme bakarken, her zaman mutlu olduğumu anlardım.


Orhan Pamuk/ Masumiyet Müzesi / Bazan/S.443-450
Juliette Binoche/Blue


7 Nisan 2020 Salı

Hayat Böyle!


"Ne diyeyim  geçmiş olsun, kendini fazla hırpalama, ben öğretecek değilim: 
Neler görüp geçirmiyor ki insan! Hayat böyle!"

      Bazı boktan lafların bu kadar gerçek olması ne kadar kötü değil mi? 
Tıpkı "Hayat böyle" demek gibi. Ama ne yapalım ki hayat böyle! 


Murathan Mungan/Kibrit Çöpleri/S.21




2 Nisan 2020 Perşembe

İnsanlaşmak Ne Demek?


Şu görmüş olduğumuz sevimli canlıya Tardigrad deniyormuş. Tar yavaş, digrad ise adım demekmiş. Yavaş adımlı. Benzersiz. Zararsız. İnsanlık tarihinin beş büyük  kitlesel yok oluşundan canlı çıkmayı becerebilmiş. Gözle görülmüyor. Mikroskobik boyutta. Minnacık, pintiricik bişi.  Ekvatordan  kutuplara dünyanın her yerinde hem çeşitlerine hem fosillerine rastlanmış. Bir çok canlının hayatta kalamayacağı koşullarda yaşayabilmiş. Kaynar suda, buzlar arasında, susuz, havasız ortamda, radyasyona, basınca maruz bırakıldığında canlı kalabilmiş. Uzaya bile götürülmüş. Canlı dönmüş. Organlarını koruma altına alabilen biyolojik yapısı varmış.  Yok olmamak için yarı ölü vaziyetine geçiyor, tehlike geçince hayat dönüyormuş. Canlı kalmak için  duruma adapte oluyor yani... Müthiş.

Biz tardigrad  değiliz. İnsanız. Ölü numarasına yatıp bugünlerin geçmesini bekleyemeyiz. İnsanı insan yapan değerlerimizi hayata geçirip insanca yaşamanın çarelerini bulmayı becermeliyiz.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Korona Günlüğüm-10- Zamanın Ruhu

  Shanghai Tower/Çin 632 metre
 Makkah Royal Clock Tower/Arabistan 601 metre
            Çocuklar/Dünya   
  One  World Trade Center/Amerika 408 metre
Metropol /Türkiye 300 metre


ÖTEKİ
Ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
Onlar aşağıda siyah kalacak!
Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
Siz tatlı rüyanızı görün, onlar kalkıp sıçrayacak!
Kavun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!

Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar,
Onlar bir ömür taşlara su tutanlar,
Onlar bir hatırada donmuş duranlar,
Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.

Siz nasılda menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası.

Ah siz, nasıl da 'siz'siniz buram buram, onlar avam.
Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan!

Siz 'it  was very amazing' derken 'and fun'
Onlar özür dileyenlerdi ağaç ruhundan

Balkonunuz çok yüksek sizin  baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.

Birhan Keskin



Korona Günlüğüm-9- Masal


Judith Liberman'ın Masallarla Yola Çık adlı kitabının  268. sayfasında Yaşlılar başlıklı bir masal vardır.  Uzak diyarlardan birinde Raul, yaşlı babasıyla birlikte yaşamaktadır. Birlikte tarlaya gider, birlikte çalışırlar. Lakin baba günden güne güçsüzleşmektedir. Raul bu duruma çok üzülür. Çünkü ülkenin genç ve acımasız kralının çıkardığı kanuna göre, bir vatandaş artık çalışamıyorsa, ailesi tarafından uçuruma götürülüp aşağıya atılmalıdır. Her kim bu kurala uymazsa başı kesile, denmektedir.

Raul, babasının güçsüzleştiğini köydekilere belli etmek istemez.  İnsanların ağzı torba değil ki büzesin. Babanı  atma zamanın gelmedi mi, diye sormaya başlarlar. Babası oğluna zarar gelmesinden korkar, götür  beni demeye başlar.  Raul sepete koyar babasını.  Atar sırtına... Ormana doğru yola çıkarlar. Kıyamaz yaşlı adama. Fırsat buldukça geleceğini söyleyerek,  babasını ormanın derinliklerindeki bir mağaraya bırakır. 

Gel zaman git zaman ülkede esen değişik bir rüzgar bütün meyve ağaçlarının çiçeklerini yok eder. Ağaçlar kurur. Köylüler daha önce böyle  bir vaziyetle karşılaşmadıkları için ne yapacaklarını bilemezler.  Raul babasına gidip durumu anlatır. Yaşlı adam gülümser. Aman oğlum der, çok kolay. Bu başınıza gelen  ne ilk ne de son... Üzülme.  Her derdin bir çaresi var. Bahçelerde, açık alanlarda ağaçlar bazan böyle  ölüp giderler lakin ormanın kalbinde onun bir çifti hayatta kalır. Onların tohumlarını ekerseniz, bir sonraki mevsimde bütün bahçelerde ağaçların  ve meyvelerin yetiştiğini göreceksiniz, der.  

Bunu yapar Raul. Tüm tohumları köylülerle paylaşır. Ekerler. Üstelik sanki sihirliymiş gibi, toprağa düşen her tohum hemencik filizleniverir, kısa sürede eskilerin boylarına ulaşırlar. İnsanlar Raul'a kurtacı gözüyle bakmaya başlarlar.

Gel zaman git zaman ülkede kokulu bir rüzgarın esmesiyle gece ve gündüzün renkleri değişir, koyunlar sürüler halinde ölmeye başlarlar. Kimse ne yapacağını bilemez. Raul gene çareyi babasından öğrenir. Belli ki  babası ömrünün  geçmiş zamanında buna benzer bir musibete denk gelmiştir. Çözümü bilmektedir.  Raul babasının dediklerini köylülerle paylaşır. Ve kurtulurlar.

Gel zaman git zaman gene başlarına bir bela gelip Raul'dan yardım istediklerinde, Raul itiraf eder;  ben de sizler gibi cahil ve deneyimsizim, der.  Lakin bu bilgileri babamdan alıyorum.  Babam kaç kere hayatımızı kurtardı. Krala söylemeliyiz. babama yaşam hakkı vermeli, der.  Kral yaptığı hatayı anlar. Özür diler. O günden bugüne o ülkede ve her yerde yaşıların yeri  sofra başındadır. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine:)

NOT- Bu masalın orijinali elbette kitaptan okunmalıdır. Masallar  yaşlı insanlar gibidirler. Yüzyıllarca anlatıla anlatıla gelirler, bize rehberlik ederler,  sallar silkeler, kendimize getirirler.  Veee... Gökten üç elma düşer:)

31 Mart 2020 Salı

Korona Günleri - 8- "Doğal Seleksiyon"

Narayama Türküsü adlı film,  Japonya'nın yoksul bir dağ köyünde geçer. İklim serttir.  Tarım zordur. Kıtlık ve açlık vardır. Bu bölge insanı acımasız bir geleneği sürdürmektedir. 70 yaşına gelen aile büyükleri, Narayama Dağı'nın tepesine götürülüp  ölüme terkedilmektedir.

Orin Ana 69 yaşındadır. Dinçtir, üretkendir, şirin mi şirin bir kadındır. Dişleri bile dökülmemiştir.  Hani, yoksulluğun gözü kör olsun derler, ya.. O hesap. Evdeki torun  torba yediği lokmaları saymaktadır. Oğlu ise  hiç kıyamaz anacığına... Dağa  götürüp kurda kuşa yem etmek istemez. 

Lakin Orin Ana geleneklerine bağlı bir kadındır. İlla  dağa götürülüp bırakılmalıdır. Yoksa  öldüğünde cennete gidemez. Ruhu huzur yüzü göremez. Öyle inanmaktadır.  Israrla oğluna bunu  yapmasını söyler. Sonunda sırtındaki küfeye koyar Orin Ana'yı oğlu... Dağa  tırmanmaya başlarlar. Her yer insan iskeleti doludur. Leş kargaları ağızlarının suları aka aka hazırolda beklemektedir. Orin Ana'yı oğlu dağın tepesine bırakır. Arkasına bakmadan köyüne döner. Bu da geleneğin bir parçasıdır. Neyse ki kar yağmaya başlar. Orin Ana'nın oğlu sevinir.  Sevinir çünkü  leş kargaları  tarafından yenmektense, annesinin  donarak ölmesi en iyisidir.

Bu hikayenin dilden dile kulaktan kulağa günümüze kadar gelen, Japonya'nın yoksul bölgesinde 150 yıl kadar inanılarak uygulanan gerçek bir gelenek olduğu söylenmektedir.

"Hayat sanattan daha acı" denir. Çok doğru... Günümüzün "Doğal Seleksiyon" muhabbetleri,  Narayama  Türküsünü'nün hikayesine  benzemektedir.



29 Mart 2020 Pazar

Korona Günlüğüm-7- Çizgi Roman


Korona günlerinde, temizlik, tertip, düzen  niyetiyle odamdaki kitaplığı indirince, Yeşilçam'da üç yüz kadar filmde kötü adam rollerinde figüranlık yapan Masist Gül'ün, 1980'li yıllarda tamamını tükenmez kalemle  yazıp çizdiği  Kaldırım Destanı adlı çizgi romanına denk geldim. Bir vakitler bu el yapımı çizgi romanları  edineceğim diye  sanal sahaflarda aman ne gezinmiştim. Özenle  kalın bir zarfa koyup saklamışım.  Resmen hazine çünkü benim için.

Hikaye "Tuvalette bir aylık çocuk bulundu," diye başlar. Helada doğan, bebekliğinden itibaren işkence görerek büyüyen, adı Hela Faresi'yken, büyüdüğünde Kaldırımlar Kurdu'na dönüşen bir çocuğun hayatını anlatır. "Zengin zorbalardan haraç alıp, yoksullara para dağıtan, dünyanın en mert ve en sadist insanı... Tesbihi iki kilodur. Allah onun çektiklerini bir taş parçasına çektirmesin"  diye devam eder. 

Yeşilçam filmlerinde figüran olan Masist Gül, kendi yazıp çizdiği çizgi romanının baş kahramandır. Aynı hikayesindeki gibi gerçek hayatta da güçlü bedeninde narin, şair, filozof  bir ruh taşımaktadır. Yalnız yaşamaktadır. Hayaller kurar.  "Zekamız desen insanüstüydü. Allah'tan şair yaratılmıştık."der. Kurduğu hayallerle işte bu Kaldırım Destanı'nı yazar çizer.  2003 yılında 56 yaşında vefat eder.

Bu çizgi romanlar yıllarca  bir valizin içinde sahaflarda terk edilmiş vaziyette kalır. Banu Cennetoğlu adında bir kitapsever bu çizgi romanları keşfeder. Berlin  Bienali'nde sergilenir. Kendini "amatör, kahırkeş sanat uzmanı" olarak  tanımlayan,  Masis Gül'ün  tıpkı basım yoluyla çoğaltılan bu el yapımı kitapları, New York Museum Of Art gibi    dünyanın önemli kütüphanelerinde ve  bir çok  kurumsal  ve özel  kolleksiyonlarda yer alır.  Ruhuna rahmet. İkisi benim kitaplarımın arasındadır.


28 Mart 2020 Cumartesi

Korona Günlüğüm -6- SU


Ellerimi yıkamak için musluğu açtığımda su şırıl şırıl akıyor ya, inanın gözlerimle kucaklıyorum suyu. Her defasında ödüm kopuyor çünkü... Feci korkuyorum. "Ya su tükenirse! Ya akmazsa!" 

Suyu tüketmemek maksadıyla, idareli kullanmaya alıştırıyorum kendimi. Suyu açık bırakmıyorum. Daha kısa duş alıyorum. Çamaşırı makinesini, kirlileri biriktirerek  ekonomik çalıştırıyorum. Elde bulaşık yıkamıyorum. Diş fırçalarken kullanmadığım zamanda suyu kapatıyorum. Koronavirüs sebebiyle  ellerimi daha çok yıkıyorum ya, ellerimi sabunlarken hemen kapatıyorum suyu mesela... Hemen...  Şöylee iyice sabunlayıp, avuç içlerimi,  parmak aralarımı, tırnak uçlarımı temizlerken suyu akıtmıyorum. Çünkü aynı endişe dolanıyor yüreğimde gene... "Ya akmazsa! Su  ya tükenirse!" Eyvaah!

Musluğun vanasını usulca çeviriyorum. Akıyor. Heyy! Ellerimi iyice yıkıyorum. Su akıyor ya nasıl mutlu oluyorum anlatamam.  

Hani bazan mutluluk nedir, diye sorarlar ya... Mutluluk  suyun  hep  akacağını bilmektir.


27 Mart 2020 Cuma

Korona Günlüğüm - 6- Aklımın Derinlikleri


 "Koruyun beni benden başkalarının gözleri
Koruyun beni aklımın derinliklerinden
Koruyun beni hayallerimin, düşlerimin yettiği yerden
Geri çağırın beni başkalarının arasına. Kalabalıkta kaynayıp gideyim,
korunup saklanayım kendi kalabalıklığımın cehenneminden.
Sonsuza kadar yum gözlerini alnımın ortasındaki nazar
Yüreğim dile getirmesin senin gördüklerini!
Başkalarının gözleriyle yetineyim.
Ben dahi kendime yabancı gibi yaşayıp öleyim."


Edward Hopper - Room İn Brooklyn
Murathan Mungan  - Geyikler Lanetler oyunundan


26 Mart 2020 Perşembe

Korona Günlüğüm- 5- Dayanışma


Sigorta acentesiyim. Evlerimizde bilgisayarlarımızı kurduk,  nasibimizin peşinde koşturmaya oturduğumuz yerden devam ediyoruz. İnternet bizim için  büyük nimet. Zaten uzun zamandır kağıt sarf etmemek niyetiyle poliçeleri mail ya da whatsup mesaj olarak sigortalılarımıza gönderiyorduk. Kredi kartı ya da havaleyle prim borçlarını ödüyorlardı. Durmak yok. Aynen  devam ediyoruz.

Lakin  yakın çevremde pek çok esnaf dükkanını kapattı. Madem biz tezgahımızı kurabildik ve şimdilik  çalıştırabiliyoruz, o halde  ihtiyacı olanı görme  vakti, dedim. Dayanışmaya girişmeye niyetlendim.  Nereden başlayabilirim?

Bizim mahallede sürekli gittiğim  kuaför vardı.  Yıllardır giderim. Elemanlarını tanırım. Sahibesi ve iki elemanı  hem işinin ehli hem güler yüzlüdür.  Muhabbetimiz şahaneydi.  Hayattan konuşurduk. Aile sorunlarından konuşurduk. Babaların hep geçici iş bulduğu, annelerin genç yaşta çok çocuk doğurduğu, çok istedikleri halde okuyamayan, nasiplerini parmak uçlarından çıkaran gencecik, fidan gibi kızlar...  Biri gider... Biri gelir...

Bugün bizim mahallenin o minik kuaför salonu geldi aklıma. Dükkan kapanınca, nasıl, ne zamana kadar  çalışanlarına maaş verebilir ki? İki elemanın maaşı, sigortası, kirası, elektrik, su, doğal gaz ve diğer giderleri...  Mümkün değil. Biliyorum işi ancak döndürüyordu çünkü... Çalışan kızlardan birinin babası hasta, işsiz. Anne  evdeki üç çocuğuna bakıyor. Kuaförde çalışan büyük kız evin direği... Ona ulaşsam...  Burs tadında, yarım elma gönül alma yardımcı olsam mesela... Umut versem...  

Gün dayanışma günü desem... Geçecek bugünler desem...  Şair sözü söylesem... Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak, desem. Unutma aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak, diye devam etsem... Mesela... Du bi...

Korona Günlüğüm - 4 - SPOR


Eve kapanmadan önce hemen her gün yürürdüm.  Bazan  bizim  kızlara mesaj atardım.  Ofisten fırlarlardı. Sahilde hem yürür hem konuşurduk. İş toplantılarımızı bile yürüyerek yapmaya başlamıştık.  Ayrıca  yıllardır pilates yapıyoruz. Yani yapardık. Haftada iki gün spor salonuna  pilatese giderdik. 

Yooo... Şimdi hiç birini yapamıyoruz diye enseyi karartmadık. Madem evlerde çalışıyor, evlerden çıkmıyoruz, hemen bir çözüm bulduk. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Leslie ile evde yürüyüşle spor yapıyoruz. İnanın çok iyi geliyor. Vatsuptan  "Spor saatiiii" diye yazıyorum. Ve  aşağıdaki linki açıp, bilgisayardaki görüntüleri izleyerek  sporumuzu yapıyoruz. 

Leslie'ye şimdilik inanıyoruz. 

Çünkü sloganı şöyle:  Sağlıklı yürümeniz için evden daha iyi bir yer yoktur:)


25 Mart 2020 Çarşamba

Korona Günlüğüm - 3 - Ev


Coronavirüs sebebiyle, tüm gün evde çalışmaya başlayınca, evin temizliğinin pratikleşmesi, enerjimi  ekonomik sarf edebilmek niyetiyle, toz tutacağını düşündüğüm  halıların, eşyaların büyük bir kısmını kaldırdım. Üç  küçük halıyı süpürüp, yerleri silmek,  iki sehpanın  tozunu  almak çok kolay ve  hızlı oluyor. 

İki öğün yemek mutfak işini azaltıyor.  Mükellef  kahvaltı ve itinayla hazırlanmış  akşam yemeği. O kadar. Arada meyve, kahve. 

Haftalık  alışveriş yapınca, haftanın bir günü dışarı çıkmak yeterli oluyor.  Mesela bu hafta cuma günü ofisin işi nedeniyle bankaya gideceğim.  Evin ihtiyaçlarını  aynı gün gidermek niyetindeyim.

Evde okunmayı bekleyen onlarca kitabım var.  Veee  çalışma odamın durumu feci... İnceden çalışıp ortalığı hafifletmem  gerekiyor.  Sanıyorum masamın dağınık olmasından, kitaplarımın yanı başımda sere serpe durmasından hoşnutum. Yooo... Sözüm söz.   Hafta sonu  mutlaka düzelteceğim.

24 Mart 2020 Salı

Corona Günlüğüm -2- Babam


Babam  on beş yıldır evinde tek başına yaşıyor. Dindar bir adam. Hacı. Günde beş defa camiye giderdi. Çoğunlukla denk gelirdim. Sessizce seyrederdim. Babam için abdest almak, giyinmek, anahtarlarını kontrol etmek, camiye gitmek  şölen gibiydi. Özenirdim. Yolda denk geldiği tanıdıklarını kucaklamak, ayak üstü sohbet etmek, uzun yürüyebilmek için en uzak camiye gitmek babamın  günlük rutiniydi. Her sabah halama giderdi mesela. Babamdan dört yaş büyük ablası var. Kendisinin çocukluğunu hatırlayan, bazan azarlayan, bazan şefkatle yemeğe çağıran, "tıpkı annem gibi lezzetli pişiriyor" dediği  yemekleri iştahla yediği ablası...  Her sabah ablasına ekmek alıp götürürdü. Şimdi tüm bu alışkanlıkları "küt" diye kesildi. Yapamıyor. Evden çıkması  hem uygun değil hem yasak çünkü. 

Biz üç kardeş babamın ortamını güzelleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz.  Toplu alışveriş yapıp mutfağına bıraktık. Kendi düzeninde yerleştirsin istedik. Evinde yemek yapan genç bir akrabamız, pazartesi, çarşamba ve cuma günleri hazırladığımız menüye göre yemek yapıp götürüyor. Kapıdan bırakıyor. Babam kitap okumayı, notlar çıkarmayı çok sever. Seveceğini tahmin ettiğimiz kitapları sipariş edip gönderdik. Her birimiz günün belirli saatlerinde babayı arıyoruz.  Babam gene eski babam. Sesi gene enerjik ve mutlu geliyor. 

En son cuma namazı için camiye gittiğinde caminin kapısının kilitli olması, cemaatin olmaması tahmin ediyorum ki  babamı derinden etkilemiştir. Yüreğinden vurmuştur. Lakin hemen kabullendi. Evde namaz  kılarım ne olacak ki, dedi. Sonra hastalık tehlikesi geçene kadar, geçici bir süre  sokağa çıkmasının yasaklandığını anlattık. Sadece kendisinin değil hepimizin  sokağa çıkmasının sakıncalı olduğunu söyledik. "Öyle mi, hayret, nasıl dehşetli bir virüsmüş bu böyle, dedi. Ve  dışarıya çıkmaya hiç niyet etmedi. 

Biliyor musunuz, babamın böyle metanetli duruşunu görünce, önce uzun yaşamanın sırrı olaylara kolay adapte olmakta diye düşündüm. Başa geleni kabullenme,  elinden gelen neyse, icabını yerine getirebilme,  karaları bağlayacağına tünelin ucundaki ışığı görebilme....  Modern dünyada  ne diyoruz? Adaptasyon gücü... Esneklik... Çözüme odaklılık...  

Hay canına sayın seyirciler! Kadim bilgide bunun karşılığı ne?  Babamın gücünü anladım.  Tevekkül... Ne muazzam hakikat... Tevekkül etmek elbette.  

NOT- Fotoğraf, Amelie filminden

Korona Günlüğüm -1- Ofis


İki  haftadır evlerimizden çalışıyoruz. Ofis düzenini hiç bozmadan, her birimiz için  evlerimizde çalışma ortamı kurduk. "Yakalım gemileri, ofisteki düzeninizi olduğu gibi evlerinize taşıyalım, bundan sonra hep evlerden çalışalım:)" dedim. Lakin bizim ofisin çalışkan kızları "Evlerimiz, ofise yürüme mesafesinde, toplu taşımaya binmiyoruz, ofise gidip geliriz," dediler. Bunun doğru olmayacağına karar verdik. Ofise gelen olabilir. Ya da yolda birilerine temas etmek durumunda kalabilirdik. Ve de sokağa çıkmamaya azami gayret göstermeliydik. Lamı cimi yok, evlere geçtik. İnsan her şeye alışıyor biliyorsunuz. Bizler de evden çalışmaya alıştık diyebilirim. Günün belirlediğimiz saatlerinde görüntülü  toplantı yapıyoruz. Yoğunuz.  Bugünlerin bir an önce geçmesini, sağlıkla eski yaşantımıza kavuşmayı sabırla  bekliyoruz.


NOT- Fotoğraf, The Devil Wears Prada filminden


23 Mart 2020 Pazartesi

Otomat


"Otomat (1927), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. Vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşıldığı üzere dışarıda hava soğuktur. Görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. Dekor tamamen işlevseldir: üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. Kadının yüzünde içe dönük, biraz da korkmuş bir ifade vardır, kamusal yerlerde oturmaya alışkın değildir sanki. Belli ki o masaya oturmadan önce yaşamında bir şeyler ters gitmiştir. Kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. Kahve fincanını dudaklarına götürürken elinin titremesini engellemeye çalışır. Saat gecenin on biridir, aylardan Şubat'tır, yer Kuzey Amerika'da bir şehirdir. 

Otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. İyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. Eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. Salonda başka yanlız insanlar da vardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibidüşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. Toplumdan kopuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır. Hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. Resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. Bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. Hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir." 

Alain De Botton'un, Görmek ve Fark Etmek adlı kitabından

20 Mart 2020 Cuma

İnziva Günleri Ve Sanatçılar

Bütün kabile kızar bana
Derler bu adam çalışmaz mı
Bu adam hep düşünür mü
Bir kuş ölmüş diye üzülür mü

(MFÖ)



Sait Faik'in 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar adlı kitabında, Sivriada Geceleri adlı bir öykü vardır. Bu öyküde yazar, balıkçı Kalafat ve yamağı Sotori ile birlikte, bir nisan akşamı balığa çıkar. Deniz dümdüzdür. Ebemkuşağı zaman zaman görünüp kaybolmaktadır. Yazarın deyimiyle sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibidirler. Adaya gelirler. Güneş batmaktadır. Martılar haykırmaktadır. Karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını deli gibi çırpmaktadır. Öyküde şahane betimlemeler vardır. Sonunda balıkçılar ve yazar artık ateş yakıp, dinlenecekler. 

Herkes çalı çırp toplamak için koşuştururken, yazar oturduğu yerden arka üstü yatmış, kırmızı bacakları ile havayı dövmekte olan bir martıyı izlemektedir. Martının yanına gider.  Hayvanın gözleri açıktır.  O sırada Sotori elindekilerle yanına gelir. Martının ölmekte olduğunu söyler.  Az sonra gerçekten ölür martı.  Balıkçılar için çok doğal bir durumdur martının ölmesi. "Ne olacak, insanlar da ölmüyorlar mı?"der. 

Yazar ise martının ölmesinden çok etkilenir.  Ağlamaklı gibidir. Diğerleri ateş üzerinde yemek pişirme gayetindeyken, yazar halen martının başında beklemektedir.  Hayale dalar.  Sanki dünyanın yaradılışındadır şimdi. İnsanların ilk zamanlarını yaşamaktadırlar. Onlar avlıyor ve ateş yakıyorlar. Yazar ise bir martıya belki türkü yazmış, ateşin karşısında onlara okumak üzeredir. Amaa... Bütün kabile kızmıştır ona. Çalışmıyor ya!.. Hep kayalara oturup düşünecek mi? Martı ölmüş diye üzülecek mi? İşte öykü böyle başlar.
Evet, gündüz çalışmadığı için yazara söylenenler, gece olup da çalı çırpı yanınca, rüzgar denizi homur homur söyletirken, martılar deli gibi bağırışırlarken, "Eee!" der Kalafat, anlat bakalım şu martının ölümünü..." Yazar şiirsel bir dille anlatmaya başlar hayalinden bir hikaye.. "..... Güneş yeni batmıştı. Doğudan mavi bir karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı." Martının öyküsü de, öyle dokunaklıdır ki anlatamam. Doğa ile insan ilişkisini en güzel anlatan öykülerden biridir.

İnsanlar yazarın öykülerini çok severler. Anlarlar ki çalışmasa da, avlanmasa da, hayal gören, bir martının ardından hüzünlenen, öyküler yazan, şarkılar, türküler söyleyen bu insana ihtiyaçları vardır. Bütün gün kendileri çalışırlar. Sabah balığa giderken yazarı uyandırmazlar. Bilirler ki akşam yorgun argın  ateşin başına geçtiklerinde, onlara üzülme veya sevinme duyguları veren türküler, öyküler dinleyeceklerdir. Sadece bunu bilmek, beklemek bile şahanedir.

Eve kapandığımız bu inziva günlerimizde, hastalara şifa veren doktorlar gibi, ruhumuzu şifalandıran tüm sanatçılara  selam olsun.


Fotoğraf - Oya Usta