20 Temmuz 2012 Cuma

"Kırık Bir Keşke, Ortaboy Bir Pişmanlık, Dipten Giden İpince Sızı..."


"Gelin yirmibirinci yüzyılın modern yerleşimi Blue Sky Towers Bokçabük Konakları'na beraberce gökyüzünden bakalım.....

Aslına bakarsanız burda, bu insan konservelerinde, bu içlerinde zamandan yorgun düşmüş delilerin dolaştığı Mecnun Kuleleri'nde, kimse kimseyle konuşmuyordu.

Eşofmanlı adamlarla kadınlar ortadaki su birikintisinin etrafında bir takım bitkilerle sınırları belirtilen yılankavi parkurda çok acele bir yerlere yetişecekmiş gibi eşofmanlarını hışırdatarak ve tek kelime etmeden yürüyorlardı. 

Akşam saatlerinde ortadan kaybolan eşfmanlıların yerini, bebek gezdiren yetmişiki millete mensup dadılar alıyordu. Gürcü, Bulgar, Özbek, Moldov, Rus vb. Dadılar biraz daha konuşkanlardı. Kendi aralarında uzak diyarların bilinmez geğiklerini çevirirken ara sıra çocuklara sesleniyorlardı. "Bakugaan,  in ordan çöcuk, düşeceksin. Köbrağ, arkadaşinin kafasını çekme, gel burda Sude ile oynayın..." 

Dadı dilleri bir derece de, kendi aralarında konuşan çocukların pilli oyuncak ve japon anime kırması dilleri hepten anlaşılmazdı. Ecnebi ejderha avazlarıyla, çocuk parkını sarmış görünmeyen dragonlara, aynı anda dokuz kötülük yapabilen; rüzgâr bükücü, ateş emer, taş yutar canavarlara sesleniyorlardı.


Şimdi böyle anlatıyorum ama sıra sıra gelen "farkındalık dalgaları dışında hayatımdan neredeyse tamamen memnundum. Tüm bunlara kendimi derin bir kabullenişle "olup olacağı budur, hayat böyledir, bunlardır, güvenlidir" telkinlerine bırakıyordum.

"Noluyo lan, nedir bunlar böyle?" diye ansızın gelen "farkındalık dalgalarını" hızla savuşturup anlaşılmaz bir şekilde daha da bırakıyordum ipin ucunu.

İçinden tren geçen şehirler, orman köyleri, balıkçı kasabaları, nehir kenarları... O sekiz bloğun dışındaki her yer çok uzak ve yorucu geliyordu. Ayrıca çok sıkılırsak, sekiz bloğa on dakika uzaklıkta, altı salonlu sineması olan bir AVM vardı.

Deniz, evet. Kıştan rezervasyon yaptırarak yetmişsekiz bungolovlu o tatil köyüne gidebiliyorduk. Yedi gün,  sekiz gece bize ait olan o bungolovlardan birine yerleşip denize girebiliyorduk. 

Sonra yine bu sekiz blok..."   



NOT:İstanbul'un güzelliğini, tarihi dokusunu bozan  gökdelenlerin dur durak bilmeden çoğaldığını gördükçe ve her geçen gün bu fena vaziyeti kabullendiğimizi fark ettikçe "kırık bir keşke, ortaboy bir pişmanlık, dipten giden ipince sızı" hissettim gene... Atilla Atalay'ın Mecnun Kuleleri adlı kitabını aldım elime... Yazar afetsin beni... Kitapla aynı adı taşıyan, arka sayfalarındaki gizli ve hisli öyküsünden,  bazı cümlelerini buraya aşırdım.

 

8 yorum:

  1. Katlar artıp insanlar çoğaldıkça yalnızlaşmamız ne garip bir çelişki...

    YanıtlaSil
  2. modern yapılar beni bu kadar üzmüyor mu diye düşündüm birrden. aslında modern yapılardan çok o yapıları yapan mantığın insan ilişkilerindeki yansımasına üzüldüğümü anladım, sanırım...

    YanıtlaSil
  3. Engin, Atilla Atalay insan konserveleri diyor ya, haklı değil mi?

    YanıtlaSil
  4. Cem, modern yapılar olacak elbette.
    Ama şehrin tarihi yapısını ve güzelliğini bozmayacak şekilde yerleştirilmeli bu binalar. Bana göre doğru bir tespit yapmışsınız.

    YanıtlaSil
  5. Son boğaz gezimde aynı sorunun canımı sıktı.İstanbul a yapılanları çok acımasız buluyorum:))

    YanıtlaSil
  6. Baştaki resmi görünce oğlumun oturduğu yüksek bina geldi aklıma.
    Kimse kimseyi tanımıyor.
    Market sahibi bayan dediki bana.
    Çoğunlukla ayrılmiş anneler ve babalar oturuyor burada.
    Sadece bayram ve tatillerde çocukları gelince cıvıl cıvıl oluyor buralar.
    DEDİ. Çağımızın kaçınılmazı oldu bu durumlar galiba.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
  7. Selam Dostca, tecrübelerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim:)

    YanıtlaSil