23 Kasım 2012 Cuma

Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 26 - Canan


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


İstanbul'a sabah erken varmıştım. Harem'den Sirkeci'ye arabalı vapurla geçerken, şehrin siluetini bozan o ucube gökdelenlere kederle baktım. Kıymeti bilinmeyen bir mücevherdi İstanbul ve mütemadiyen taşlaşıyordu. Yüreğimi derin bir hüzün kaplamıştı. Sirkeci'deki müşterimle görüşmemi yaptıktan sonra metrobüse binip, Kılıç Ali Paşa Camii'nin önündeki durakta indim. Yılların Taksim Meydanı'nda da, ne olacağını kestiremediğim düzenleme çalışmaları başladığını biliyordum. Kasım başından itibaren, Taksim Meydanı'ndaki otobüs, taksi ve dolmuşların bekleme ve yolcu aktarmalarında değişiklik yapılmıştı. Yürüyerek Tophane'den Boğazkesen Caddesi'yle Finuz Ağa üzerinden Taksim'e çıkmayı kurmuş olduğumdan, tam bozahane başına gelince,  başımı kaldırdığımda, nefeslenen genç bir kadınla göz göze geldim. Kadın tebessüm ederek yürüdü. Peşi sıra gittim. O anda bu genç kadını Ahmet Mithat Efendi'nin romanı Felâtun Bey ile Râkım Efendi adlı romanındaki beyaz köle Canan olduğunu farz ettim.  Kitapta okuduğum gibi uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufarak ağızlı, güzel burunlu, hâsılı kusursuz bir güzel idiyse de, bir vakitler gayet zayıf ve hastalıklı on dört yaşında olduğundan  öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir şey değildi. Fakat neydi kızda o baygın bakışlar? Neydi o harika tebessümler? Râkıp Efendi dayanamamış, o ihtiyarın yanındaki satılık beyaz cariye olan bu çerkez kızını 100 altına satın almıştı. Çocukluğundan beri kendisine bakan sadık dadısına can yoldaşı olsun diye satın aldığı için adını Canan koymuşlardı. Kızı eğitip öğretmeye başlamışlardı. Kızın hâli günden güne değişip, Dadı Kalfa'nın kadınlığı sayesinde üstü başı düzelmiş, hatta yüzüne de renk gelmiş, güzelliği artmıştı. Mutfak işlerini gene Dadı Kalfa yapıyordu. Canan ise ortalığı toparlıyor, haftada bir çamaşır yıkıyor, başka zamanlarda ise giyinmiş kuşanmış olduğu halde dersleriyle, dikişiyle, piyanoyla  vakit geçiriyordu. Dadı Kalfa, Canan'ı sever, Râkım Efendi ile evlenmesini arzu ederdi. Her ne zaman bir moda kumaş çıksa, Dadı Kalfa Râkım'a rica ederek mutlaka aldırır, Canan evde kendisine dikerdi. Ne giyerse kaşık gibi yakışırdı. Günden güne nazik, tatlı dilli, şen bir kız olup çıkmıştı. Yüzünü gördükçe neşelenmemek ve aşık olmamak imkansızdı. Doğrusu Türkçeyi gereği gibi değil, layıkıyla dahi öğrenmişti. Ancak kendine özgü bir şiveyle konuştuğu için insanın içini tatlı tatlı gıcıklardı. Râkım Efendi her ne kadar kıza kendisi Türkçe konuşmayı, okumayı ve yazmayı öğretse, Madam Yosefino'dan piyano ve Fransızca dersleri aldırsa da, Canan'ın yanında dadı olmadan sokak kapısından dışarıya çıkmasına razı değildi. Yoo, yanlış anlaşılmasın, Râkım Efendi, Canan'ı odalığı gibi kullanmıyor, hatta hafta geçmeden, Canan'ın kendisine özel olmak üzere en güzel çil paralardan seksen kuruş veriyordu. İyi ama Canan parayı ne yapacak? Sokağa çıkmaz, hiçbir şeye ihtiyaç görmez ki harcasın. Tamamen Dadı Kalfa'ya verip, kalfa da bunları ayrıca biriktiriyor ve biraz kümelendikten sonra yine Râkım Efendi aracılığıyla kıza bir yüzük veya bir saat, bir kordon, hasılı gereksiz eşyalardan bir şey aldırıyordu. Sözü uzatmak ne lazım? Bir kibar kadın diyemeyiz ama - Çünkü Canan'ın kocası yoktu- bir kibar kızdan daha iyi yaşamak, zavallı Canan'a nasip olmuştu.  Yüz yıl öncesine kadar memleketimizdeki bazı kadınlar için bu yaşantı bir şans gibi düşünülmekteydi. Çünkü 100 altına satın aldığı Canan'ı, sahibi Rakım Efendi'nin Türkçe, Fransızca, okuma, yazma, piyano öğrendiği için çok daha pahalıya satmaya hakkı vardı. Alıcı çıkmıştı zaten.  100 altına aldığı  Canan'a, şimdi bin beş yüze teklif vardı.
   
  
Genç kadın Atlas Sinema'sının önünde durdu. Afişlere baktı. Pasaja girdi. Ardı sıra gittim. Bilet aldı. Ben de aldım. Sinema kalabalık değildi. Sıra başı bir koltuğa oturdu. Hemen arka çaprazına geçtim. Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Sanki "Ey sabâ esme nigârım" diye bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Canan" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Ahmet Mithat Efendi'nin  1875 yılında yazdığı Felâtun Bey ile Râkım Efendi adlı  kitabından alıntıladım.

2 yorum:

  1. yazılarınızı beğeniyorum çok akıcı bir diliniz var.

    YanıtlaSil
  2. Ben ise sizin yemek tariflerinize bayılıyorum:)

    YanıtlaSil