29 Kasım 2012 Perşembe

Sayıkladığım Şiirler - Şiir Savaşlarım



ben yine buralardayım, siz burdasınız, ötekiler burda
ötekiler
çorap, kitap, nişan yüzüğü, gözlük kullananlar
sevimli kafası çalışan iyi insanlar
benim açlığımla beslenen
hava durumuna göre din değiştiren
boş zamanlarında acı çekenler
çoğalan
çoğala çoğala tükenenler

yedekte beklettiğim duygular; işte, korkun
hayırsever biriyim, bundan da korkun
batıda yoksul, doğuda varsıl, turnuvalarda sonuncuyum
adam olmaya doğuştan yeteneksiz
içimiz konusunda ciddiyim

sadece kederlere yardım ederim
bir güzelleşme fırsatı yakalarsanız
değerlendiririm
görüyorsunuz ikiparalık iyiniyetimle
elimden ne gelirse
çünkü hep buralardayım, yanıbaşınızda
hayvanlık ağlıyor biliyorsunuz
ötekiler ağlıyor
ama bana inanmayın rol yapıyorum
ekmek yiyorum, "nasılsın" lara teşekkür ediyorum
bebelere tütün içmesini öğretiyorum

tüm bunlar bir yana
aslında iyi bir iş arıyorum

Osman Konuk 


Kahve Molası - Temiz Hissiyatlara İhtiyaç Duymak.


"Oysa ki siz bayım, 
bir sebze bile olamazsınız, 
çünkü enginarın bile bir kalbi vardır."

Amelie Filminden

28 Kasım 2012 Çarşamba

Memleketimde Kill Bill Vaziyetleri...

 

Son zamanlarda seyrettiğim filmler sayesinde bir kez daha anlamış bulunmaktayım ki ülkeler,  isterse Dünya Barış Endeksi'ne göre en  barışçıl ülkeler  seçilsinler, ister mutluluk, refah ve konfor ölçümleri  tavan yapsın, isterse dünyanın en saygın  koca koca  üniversiteleri bu ülkelerdeki hayatın huzur içinde olduğunu, en demokratik sistemlerin bu ülkelerde  olduğunu ispatlayacak tezler ortaya atsınlar, makaleler, kitaplar yazılsın... İstendiği kadar bu ülkelerdeki  insanlarının birbirlerine saygılı ve nazik davrandığı anlatılsın... Meğer  biz kadınlar için değişen hiç bir şey yokmuş... Meğer pek çok  erkeğin kafalarının içindeki  kadınlara uygulanan o kadim şiddet hisleri, ülkelerin mutluluk, huzur, konfor, barışçıl ortam,  en demokratik sistem modelleri içinde bile  değişmiyormuş...  Bilakis sanki bileyleniyormuş bile diyebilirim. Ne fena! Of, şimdi bunları yazdıkça yüreğim sıkıştı vallahi. Nedir bu? Nedir bazı erkeklerin asırlardır kadınlara karşı bu dipten giden çekememezliği? İlk şokumu geçen yıl Ejderha Dövmeli Kız adlı filmi seyrederken yaşamıştım.  Söylesene, İskandinav ülkeleri hayatlarından en memnun, en huzurlu, devletleriyle en barışık ülkeler değil miydi?  Ne bileyim, hatırlasana... Kaliteli eğitim, sağlık sigortaları, iş imkanları ya da işsizlik yardımları filan... Breh breh! Evet, öyle...  Ejder Dövmeli Kız bir İsveç, Danimarka ortak yapımıydı. Film İsveç'te geçiyordu. Bu filmde seyrettiğim kadınlara  yapılanlar şiddet ve eziyetin dehşeti karşısında donakaldığımı bugün gibi hatırlıyorum.


Bir kadın olarak bu film o kadar canımı acıtmış o kadar üzmüştü ki beni, erkeklere inancımı tekrar diriltmek için Filmekimi'nde seyrettiğim bir Kazakistan filmi olan Tulpan'ı aklıma getirmiştim. Tulpan, harbiden elektriksiz, susuz, telefonsuz, her türlü imkandan uzak, çadırda yaşanılan Kazakistan'ın steplerinde geçiyordu. Ve o konforsuz, sistemsiz çöl ortamında erkeklerin kadınlara gösterdiği hürmet insanı hayrete düşürüyordu. Bu ne demek oluyordu şimdi? Kafam karışmıştı.  Eğitimin, görgünün, refahın, her türlü niğmetin, hakkın, özgürlüğün olduğu ülkelerde kadına saygının zirve yapması gerekmiyor muydu?

 

Son Filmekimi'nde seyrettiğim Melancholia adlı film, büyülemişti beni. Bir Danimarka filmiydi. Yönetmeni Lars Von Trier'di. İsminden kim olduğunu bilemedim. Filmden çıkarken "Helal olsun, ne hoş bir film çevirmiş" dedim. Dedim demesine ama yüreğimde... nasıl anlatacağımı bilemediğim... filmden kalan... böyle... incecik...  kadınlarla ilgili... nebileyim... çok hafif ama... hangi kelimeyle izah edeceğimi çıkaramadığım... minik bi fena koku... azıcık... buna benzer bir his bırakmıştı. Önemsemedim. Öyle feminist düşünceleri olan, erkek düşmanı biri asla değilim. Bilakis insanları kadın erkek diye ayırmam. İnsanlıkları ölçüsünde  severim. Sanıyorum memleketimde son zamanlarda kadınların yaşadığı şiddet vaziyetleri, bu konudaki duyargalarımı açtı. Daha önce üstünde durmadığım ya da fark etmediğim durumlara karşı beni hassaslaştırdı.


Daha sonra  Lars Von Trier'in Antichrist adlı filmini seyrettim. Filmden sonra "Bu yönetmen kimdir?" diye iyice merak ettim. Filmdeki  pornografik görüntüleri ve şiddet içeren sahneleri bir kenara bırakıp söylemeliyim ki,  gene bir  İskandinav filminde  bir Danimarka'lı yönetmen, yüzyıllardır bazı  erkeklerin bilinçaltında kadına duyduğu öfkenin boyutlarını ortaya koyan bir film yapmış. Böyle gerilim, dehşet, şiddet içeren filmlerin huzur simgesi İskandinav memleketlerinden çıkması enteresan geliyor bana...  Tabii  hayatlarını son derece konforlu, huzurlu, sakin, sorunsuz yaşayan, dünyanın niğmetlerinden en fazla faydalanan, doğuştan temel hak ve özgürlüklere sahip olan insanların yaşadığını düşündüğüm bu memleketlerde kadınla ilgili fena vaziyetlerin değişmemesi düşündürücü. Sonra yönetmenin hayatını okudum. Film gibiydi ne yalan söyleyeyim. Üzüldüm. Du bi... İyisi mi ben gene bir Kazak filmi seyredeyim. Allahın steplerindeki çadırlarda bile olsa, dünyanın bir yerlerinde kadınlara verilen hakları ve  kadınlara gösterilen hürmeti gözümün önüne getireyim ki kederimi dindirebileyim.



Yukarıdaki yazıyı geçen sene yazmıştım. Dün akşam, gazetede "Kadın cinayetlerinin bir türlü önlenmemesi üzerine şiddet gören kadınların  meşru müdafaa haklarını kullanabilmeleri için silah kullanma eğitimine başlandı." diye bir habere denk gelince şaşırdım ne yalan söyleyeyim.  Kadına Şiddete Karşı Kadın Kalkanı Projesi hayata geçirilmiş ve öncelikle sığınma evlerindeki kadınlara, kendilerini koruma tekniklerini öğrenebilecekleri ilk kurs çoktan başlamış bile.  Haberlerin devamında "Şiddet kalkanı projesi içerisinde hukuku, adli hak arama yolları, bunun yanında öfke kontrolü, biber gazı kullanımı, panik butonu kullanımı, potansiyel katil veya şiddet uygulayıcılarının tuzaklarına karşı nasıl önlemler alınabileceği hakkında derslerle birlikte atış poligonunda silah eğitimi dersi var."  diye yazıyordu. Bu haberi okur okumaz,  Quentin Tarantino'nun  o güzeller güzeli  filmi Kill Bill  hayalimde canlandı.  Bu filmde Gelin'in, kendisine zalimce işkence eden,  diri diri toprağa gömen, vicdansızca kızını alıkoyan  Bill'e  karşı kendini koruyabilmek ve alt edebilmek için, dövüş tekniklerinin büyük ustası Pai Mei'den  nasıl savunma dersleri aldığını hatırladım. Zaten geçen haftadan beri, Mimar Sinan Üniversitesi'ndeki  Edebiyatımızın Üvey Evladı, Polisiye adlı sempozyuma giderim hayaliyle, Ahmet Mithat Efendi'nin Esrar'ı Cinâyât'ından, Halide Edip'in Yolpalas Cinayeti'ndeki Akkız'ına, Peyami Safa'nın Cingöz Recaisi'nden Çekirge Zehra'sına, Tilki Leman'ına, Şeytan Hadiye'sine kadar polisiyeyle haşır neşirim. Veee... Sempozyumda, iki gündür, sabahtan akşama polisiye üzerine şahane  muhabbetler dinlemekteyim. Du bakayım. Polisiye sempozyumunu iyice sindireyim, illa bu konuyla ilgili bir kaç lakırtı daha ederim.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Hasbihal


Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Mis gibi kokan kahveler ellerimizde mesela. Ben büyük battal koltukta oturmuşum, ayaklarımı toplamışım altıma... Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam. Muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Hele çocukluktan hiç başlamıyorum. Bu kez, paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Gözlerimi dikmişim gözlerinin ortasına. Derin bir iç çekiyorum. Hiç konusu yokken... Hani denir ya öylesine... Durup dururken... Sana... En çok içine bakarak ama... "Gitsem mi buralardan?" diyorum. Sen ise gözlerini kısıyorsun. Tabiyatıyla şaşırıyorsun. Yoo, biliyorsun arada dellendiğimi. Dellenince, omuzlarımı silkip "gideceğim uzaklara" dediğimi. Böyle lafın girizgahında ilk kez söylediğim için şaşırmış olmalısın. Senin o  komik, hayret dolu bakışların hoşuma gidiyor. Gülümseyerek "Niye gitmeye, yollara bu denli sevdalıyım. Bebekken benim göbeğimi ailem yola mı düşürmüş acaba, ne dersin?" diyorum. Şaşkınlık bir anda siliniyor,  çocuk masumiyeti gelip yüzüne yerleşiyor. Sıcacık tebessüm ediyorsun. Tam dudaklarının kıpırdadığını anladığım an, seni konuşturmuyorum gene. Kaldığım yerden devam ediyorum sözlerime... 


"Şimdi nereye gittiğini sormadan ilk trene atlasam mesela... " diyorum. "Düşünsene, yanımda sadece sırt çantam. Cüzdanım, fotoğraf makinem. Bir yedek tişört ve bir iki çamaşır. Ve kitap tabii.. Dur, bir şiir kitabı olsun sözgelimi. Yol tıkır tıkır su gibi akmalı.  Hatta arada tren çufçuflamalı. İlkinde değil de üçüncü istasyonda inmeliyim. Bir kır kahvesinin eskimiş tahta sandalyesine ilişmeliyim. Tepemde kocaman bir çınar ağacı varmış. Güzün son günlerindeyiz ya... Yaprakları iyice sararmış. Tenimi gıdıklayıcı, şööle deli deli rüzgâr esmeli. Rüzgâr estikçe yapraklar başıma konfeti gibi dökülmeli.  


Acıkmışım. Kahvaltı yapmalıyım. Cemal Süreya'nın dediği gibi... "Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." Gizliden Şükran Ay'ın sesini duymalıyım. "Kapıdım gidiyorum bahtımın rüzgârınaaa" diye bir nakarat tutturmalıyım. Şükran Ay, geçen yıl bu zamanlar dünyadan göçmemiş miydi? Acaba Şükran Ay bu şarkıyı söyler miydi ki? Kafama fazla takmamalı, sevgiyle ruhuna rahmet göndermeliyim. İçime tatlı bir hüzün çöreklenmeli. Efkarlı efkarlı derinden "ahh!" çekmeliyim. Sonra farketmeliyim ki çayım bitmiş. Kır kahvesindeki çilli yüzlü çocuğa seslenmeliyim... "Tazeler misin, demli olsun lütfen." demeliyim.  Kız belli bardakta tavşan kanı çayım gelmeli. Bardağı ince belinden sımsıkı kavramalıyım avucumla...  Elim yansa da tabağa koymamalıyım. Çayın kokusu aklımı başımdan almalı. Bir süre iç çekerek kendimden geçmeliyim." diye anlatıyorum sana. Susuyorum. Bu hayalim hoşuna gidiyor olmalı ki, sadece dudakların değil, gözlerinin kenarları da gülümsüyor. 


Sonra yüzünde puslu  bir bulut geziniyor...  "Sahi, gidermiyim?" diye endişeye mi kapılıyorsun yoksa? "Yooo..." diyorum sana... "Korkma"... "Bir nilüfer çiçeğinden farkım yok ki benim. Tamam, köksüzüm. Özgürüm. Ama sınırlarım belli. Nereye gidebilirim ki? Sadece hayallerle yaşamayı severim. Mesele gitmek, gidilecek  yer değil ki. Gitmek düşüncesi ve bütün bunları yaşıyormuşum gibi hayal etmek en güzeli..." Yerimden kalıyorum. Boşalmış kahve fincanını elinden  alıyorum. İçimi ılık bir yorgunluk sarmış. Sanki o kır kahvesine gidipte dönmüş gibi.



23 Kasım 2012 Cuma

Sevgili Örtmenim


Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 26 - Canan


Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


İstanbul'a sabah erken varmıştım. Harem'den Sirkeci'ye arabalı vapurla geçerken, şehrin siluetini bozan o ucube gökdelenlere kederle baktım. Kıymeti bilinmeyen bir mücevherdi İstanbul ve mütemadiyen taşlaşıyordu. Yüreğimi derin bir hüzün kaplamıştı. Sirkeci'deki müşterimle görüşmemi yaptıktan sonra metrobüse binip, Kılıç Ali Paşa Camii'nin önündeki durakta indim. Yılların Taksim Meydanı'nda da, ne olacağını kestiremediğim düzenleme çalışmaları başladığını biliyordum. Kasım başından itibaren, Taksim Meydanı'ndaki otobüs, taksi ve dolmuşların bekleme ve yolcu aktarmalarında değişiklik yapılmıştı. Yürüyerek Tophane'den Boğazkesen Caddesi'yle Finuz Ağa üzerinden Taksim'e çıkmayı kurmuş olduğumdan, tam bozahane başına gelince,  başımı kaldırdığımda, nefeslenen genç bir kadınla göz göze geldim. Kadın tebessüm ederek yürüdü. Peşi sıra gittim. O anda bu genç kadını Ahmet Mithat Efendi'nin romanı Felâtun Bey ile Râkım Efendi adlı romanındaki beyaz köle Canan olduğunu farz ettim.  Kitapta okuduğum gibi uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufarak ağızlı, güzel burunlu, hâsılı kusursuz bir güzel idiyse de, bir vakitler gayet zayıf ve hastalıklı on dört yaşında olduğundan  öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir şey değildi. Fakat neydi kızda o baygın bakışlar? Neydi o harika tebessümler? Râkıp Efendi dayanamamış, o ihtiyarın yanındaki satılık beyaz cariye olan bu çerkez kızını 100 altına satın almıştı. Çocukluğundan beri kendisine bakan sadık dadısına can yoldaşı olsun diye satın aldığı için adını Canan koymuşlardı. Kızı eğitip öğretmeye başlamışlardı. Kızın hâli günden güne değişip, Dadı Kalfa'nın kadınlığı sayesinde üstü başı düzelmiş, hatta yüzüne de renk gelmiş, güzelliği artmıştı. Mutfak işlerini gene Dadı Kalfa yapıyordu. Canan ise ortalığı toparlıyor, haftada bir çamaşır yıkıyor, başka zamanlarda ise giyinmiş kuşanmış olduğu halde dersleriyle, dikişiyle, piyanoyla  vakit geçiriyordu. Dadı Kalfa, Canan'ı sever, Râkım Efendi ile evlenmesini arzu ederdi. Her ne zaman bir moda kumaş çıksa, Dadı Kalfa Râkım'a rica ederek mutlaka aldırır, Canan evde kendisine dikerdi. Ne giyerse kaşık gibi yakışırdı. Günden güne nazik, tatlı dilli, şen bir kız olup çıkmıştı. Yüzünü gördükçe neşelenmemek ve aşık olmamak imkansızdı. Doğrusu Türkçeyi gereği gibi değil, layıkıyla dahi öğrenmişti. Ancak kendine özgü bir şiveyle konuştuğu için insanın içini tatlı tatlı gıcıklardı. Râkım Efendi her ne kadar kıza kendisi Türkçe konuşmayı, okumayı ve yazmayı öğretse, Madam Yosefino'dan piyano ve Fransızca dersleri aldırsa da, Canan'ın yanında dadı olmadan sokak kapısından dışarıya çıkmasına razı değildi. Yoo, yanlış anlaşılmasın, Râkım Efendi, Canan'ı odalığı gibi kullanmıyor, hatta hafta geçmeden, Canan'ın kendisine özel olmak üzere en güzel çil paralardan seksen kuruş veriyordu. İyi ama Canan parayı ne yapacak? Sokağa çıkmaz, hiçbir şeye ihtiyaç görmez ki harcasın. Tamamen Dadı Kalfa'ya verip, kalfa da bunları ayrıca biriktiriyor ve biraz kümelendikten sonra yine Râkım Efendi aracılığıyla kıza bir yüzük veya bir saat, bir kordon, hasılı gereksiz eşyalardan bir şey aldırıyordu. Sözü uzatmak ne lazım? Bir kibar kadın diyemeyiz ama - Çünkü Canan'ın kocası yoktu- bir kibar kızdan daha iyi yaşamak, zavallı Canan'a nasip olmuştu.  Yüz yıl öncesine kadar memleketimizdeki bazı kadınlar için bu yaşantı bir şans gibi düşünülmekteydi. Çünkü 100 altına satın aldığı Canan'ı, sahibi Rakım Efendi'nin Türkçe, Fransızca, okuma, yazma, piyano öğrendiği için çok daha pahalıya satmaya hakkı vardı. Alıcı çıkmıştı zaten.  100 altına aldığı  Canan'a, şimdi bin beş yüze teklif vardı.
   
  
Genç kadın Atlas Sinema'sının önünde durdu. Afişlere baktı. Pasaja girdi. Ardı sıra gittim. Bilet aldı. Ben de aldım. Sinema kalabalık değildi. Sıra başı bir koltuğa oturdu. Hemen arka çaprazına geçtim. Kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Sanki "Ey sabâ esme nigârım" diye bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şaşırdım. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı.  Ben "Canan" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazımın bazı cümlelerini Ahmet Mithat Efendi'nin  1875 yılında yazdığı Felâtun Bey ile Râkım Efendi adlı  kitabından alıntıladım.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Çizimler Ve Ders Notları

"Yaşım ilerledikçe daha iyi görüyorum:
Önemli olan öğrenmek değil;
anlamak'mış."
 




 "Noktalama işaretlerinden
(söylemem gerekli mi?)
en çok soru işaretini seviyorum."





"Işığın aşığıyım.
Karanlığı da severim.
Ama gerçek tutkum
Karanlıktaki ışığı yakalamak."





Ders Notları - Ferit Edgü
Çizimler - Şenol Bezci