"Koruyun beni benden başkalarının gözleri
Koruyun beni aklımın derinliklerinden
Koruyun beni hayallerimin, düşlerimin yettiği yerden
Geri çağırın beni başkalarının arasına. Kalabalıkta kaynayıp gideyim,
korunup saklanayım kendi kalabalıklığımın cehenneminden.
Sonsuza kadar yum gözlerini alnımın ortasındaki nazar
Yüreğim dile getirmesin senin gördüklerini!
Başkalarının gözleriyle yetineyim.
Ben dahi kendime yabancı gibi yaşayıp öleyim."
Murathan Mungan / Geyikler Lanetler oyunundan
Biliyorum. Karşıdan bakan, hayatını düzene koymuş, basiretli, dirayetli, kafası net biri gibi görüyor beni. Değilim arkadaşım. Öyle düşündüğün ve de göründüğüm gibi biri hiiiç değilim. Senin aklına geldi mi bilmiyorum ama... Misal bu ya... Az önce keşke otomobilim yerine atım olaydı diye hayal kurmuş biriyim. Düşünsene... Normal şartlar altında, benim gibi iş güç sahibi, hanım hanımcık manzara sergileyen birinin, böyle olmayacak hayaller kurması sence normal mi? Sadece atım olsa diye hayal kurmakla kalsam iyi... Atımı, evde, ofiste, müşterilerime gittiğimde nerelere bağlayacağımı inceden inceye düşündüğüm gibi, bir at için kabaca bir günde gerekecek kuru ot ve saman miktarını hesap ettiğimi, suyunu yemekten önce mi yoksa sonra mı vereceğimi, şehir içinde elbette rahvan ya da tırıs... Amaaa... Otobanda nasıl hızlanıp, rüzgar gibi dörtnala at süreceğimi, sıcağı sıcağına az önce hayal ettiğimi itiraf etmeliyim. Niye böyle acayibim bilmiyorum. Atalarım 90 harbinde kuzeyden göçmüş. Ne kadar normal görünmeye debelensem de, belki genetik olarak atalarımdan intikal ediveren ruh hallerim sebebiyle, yerleşik düzene, normal zannedilene uyumu kabullenemeyen bir bünyeye sahibim. Niye anlattım bunları şimdi? Ne bileyim? Yazıyorum işte... Niye anlattım inan ben de bilmiyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi? Düşünürken, hayal ederken, yazarken değil, yemin ederim yazdıklarımı okurken kendimi daha çok keşfediyorum. Kimbilir? Belki de farketmeden bir acayipliğime daha girizgah yapmış bulunuyorum.
Biliyorsun, 30 Mart 14 Nisan arasında 32. İstanbul Film Festival'i var. Bakma bu cümleyi böyle sessiz sedasız, çığlıksız, ünlemsiz yazdığıma. Yeminle, yüreğimdeki coşkuyu bastırıyorum. Abartmamaya, acayipleşmemeye kendimi zorluyorum. İstanbul... Sinema... Festival... Ne olacak ki değil mi? Meraklısı için 32 yıldır süregelen bir gelenek yani... Ben ise son dört yıldır takipçisiyim. İki hafta süren festivalde, gitsem gitsem, her yıl en fazla iki gün Beyoğlu'na gitmişimdir. İstanbul isee... Nedir yani? Altı üstü kalabalık, keşmekeş bir şehir.
Yooo... Yapamayacağım! Normal, aklıbaşında bir yazı yazamayacağım. Ah! İstanbul diyeceğim gene... Hımm... "Deniz ve balık kokusu! Buram buram hüzün... Sevinç. Minareler
uzanmış gökyüzüne bağırır... Kara sevda nerelerden yüreğimi çağırır...
Dua gibi... Büyü gibi hasretini ezberlediğim... Yeditepe üzerinden
saçlarını dağıtan, hatıraların tarihin küllerini savurduğu, kadın gibi,
kısrak gibi ince beline sarılıp gerdanından öpülesi bir Levent Yüksel
şarkısıdır İstanbul! Gizemdir İstanbul! İstanbul'un sırrı o gizemde saklıdır.." deyivereceğim. Ve İstanbul benim için elbette sinemadır.... Yooo... Yazıyı burada keseceğim. Yarın çok işim var. Şimdi anne sözü dinler gibi masum uyumaya gideceğim. Nasılsa biletlerimi aldığımda ve festivale her gittiğimde, İstanbul'u, Beyoğlu'nu, festivali, filmleri, kendi kendime oynadığım oyunları ballandıra ballandıra anlatmaya devam edeceğim. İşte buyur... Gene abartayım. Sadece 32. İstanbul Film Festivali afişini değil, İstanbul Festivali'nin gelmiş geçmiş tüm afişlerini sergilemekle bu yılki festival yazıma giriş yapayım. Du bi... Abartmaksa abartmak... Kısmetse, bu sene iki gün gidip gelerek değil, yıllık iznimin bir kısmını kullanıp, sinema kapısına döşek sermeye, festival niyetiyle, en az bir hafta İstanbul'a yerleşmeye niyetliyim. Du bakalım:)























