kemal tahir öyküleri için sempozyum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kemal tahir öyküleri için sempozyum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2013 Cumartesi

Abartma Sanatı İcra Ederek Roman Okuma Vaziyetim.



Evet, seviyorum duygularımı abartmayı... Kabul ediyorum mübalağacıyım. Yoo... Çoğu zaman evlatlık mıyım acaba diye, düşünmedim değil. Düşündüm vallahi. Yoksa...  Bilmiyorum olabilir mi ama...  Kaç kere yakaladım ailemin, "Acaba karıştırdılar mı, bu çocuk bizim değil mi?" tadındaki bana acımtrak bakan gözlerini...  Hal böyleyken, anlatamıyorum derdimi, inandırıcı gelmiyorum... Şaşırıp, hayret ediyorlar bana tabii. Hep sabırla beklediler. Yaş aldıkça duygularımı abartmayı dizginleyeceğimi zannettiler. Nerdeee?  Bilakis, yıllar içerisinde iyice sahiplenip, en incesinden en kallavisine, tüm hislerimi çitileyip, kabarttıkça kabarttım, abarttıkça abarttım. Artık şaşırmayı bıraktılar... Yüzlerinden okuyorum... Vaziyetime ya üzülüyor ya da acıyorlar... Bakma,  bazan ben de çok acıyorum bana. Amaaa... Hemen Evliya Çelebi'yi getiriyorum aklıma.. Misal, Karadeniz'in dalgalı oluşunu nasıl anlatır Evliya Çelebi? Heyy! Hatırlasana...  "Dalgalar yükseliyordu ay'ı elliyorduk, dalgalar çekiliyordu cehennemdeki zabanileri görüyorduk" tadında anlatışı, nasıl harikûladedir, öyle değil mi?

Şimdi niye anlattım bunları biliyor musun? Engin Ergönültaş'ın Minare Gölgesi adlı kitabının, Mart ayı başından itibaren satışa çıkacağını duyduğumdan beri, yüreğimin pıtpıtını durduramadım gitti. Hatta hafta başında, İstanbul'a,  Kemal Tahir Sempozyumu'na gittiğim gün, kıyı bucak önüme denk gelen tüm kitapçılara, hiç üşenmeden tek tek girdim. Minare Gölgesi'ni sordum. Yoktu. Kitabı ogün elime alacağıma kendimi öyle inandırmışım ki, bineceğim otobüsün Kadıköy'deki şubesinin yanındaki son kitapçıda da bulamayınca... Of... Bak... "Abartmışsın gene... "Alt tarafı kitap, acelen ne?"  diyeceksen, aman sakın ola deme... O an bana denk gelip, "naber" filan deyip dokunsaydın elime...  Başımı omuzuna dayayıp, iki gözü iki çeşme ağlardım inan ki.. Öyleee koskocaman bir yumruk oturmuştu yüreğime.  Öyle işte... Abartıyorum öyle mi? Pekiii... Bi sor bakalım niye?


Günümüzde, her yer, her şey, o kadar  hızlı, o kadar paldır küldür değişiyor ve adına  modernizisyon deniyor ya hani... Biliyorum gene abartıyorsun diyeceksin ama...  Yeminle başka türlüsü elimden gelmiyor... Bu değişim bünyemin akordunu fena halde bozuyor, yabancılık hissediyorum, ne yapabilirim yani...  İnan... Kimi zaman yüreğim sırf bu sebepten daralıyor... Bu kadar mı değişir herşey bu kadar mı yabancılaşır insan çevresine?  Hiç mi eskiyi hatırlatmaz bir şey, bu kadar mı anılar gömülür yerin dibine?  Yıllardır duymadığım Engin Ergönültaş ismi, beni aldı taaa  Gırgır mizah dergisi okuduğum zamanlara götürdü. Engin Ergönültaş'ı tanıyor muyum? Yooo...  Fotoğrafını görsem bilir miyim? Hayır. O zamanlar televizyonda herkesi görmezdik. Henüz kameralar evlerin içine kadar girmemişti. Ayrıca sanatçılar  yaptıkları işlerden çok kendilerini göstermeye hevesli değillerdi ki... O zamanlar Engin Ergönültaş'ın mizah dergilerinde çizip anlattığı yoksul mahalleler, ötekileştirilenler, hor görülenler, işsizler, yaşamın sertliklerinde sahipsiz savrulanlar, çevremde görmediğim zalim bir dünyayı farketmeme ve dahası anlamama sebep olduğuna inanıyorum. Engin Ergönültaş'ın Minare Gölgesi adlı romanını duyunca, eskiyi hatırlatan  sığınacak bir liman bulduğumu düşündüm. Gene duygularımı dizginleyemedim. Çocuk gibi sevindim.  Hele bu romanda, evinden kaçıp minareye saklanmış, artık şerefede yatıp kalkan bir çocuğun varlığını öğrenince...  Otomatikman afacanlaşıp güldüm. Neden biliyor musun?  Ne vakit yabancılaşma hissetsem, ilk denk geldiğim minareye çıkıp yerleşsem diye hayal ederim. Hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. Demek ki Engin Ergönültaş'ın kahramanlarından biri,  benim gibi abartmayı seviyor. Nanananooom... Minare Gölgesi şimdi elimde. Abartacağım. Kısmetse, sabaha kadar okuyacağım. İyisi mi,  bi iyilik yapıver,  bana "İyi okumalar" dile:)


6 Mart 2013 Çarşamba

Marş Marş! İstikamet Bahar... Yooo... Sempozyumlar:)


Ilık  uykumdan  uyandım. Tiril tiril giyindim. Yapsam mı yapmasam mı diye hiiç düşünmedim. Daha mühimi, hiiç üşenmedim. Sabahın en erken saatinde bizim köyden otobüse bindim. İstanbul'da otobüsten indim. Servise bindim. Servisten indim. Minübüse bindim. Minübüsten indim. Bil bakalım neredeydim? Yeditepe Üniversitesi'nde...  Peki niye?  Hey!.. Bilenler bilir... Saat 10 ile 16.30 arasında Rektörlük binasının mavi odasında, Kemal Tahir Öyküleri İçin Sempozyum vardı. Ve ben bu sempozyumun uzun zamandır hayalini kurmaktaydım. Hava mı rüzgârlıydı, yoksa bizatihi yürüyüşüm mü  rüzgâr çıkardı, bilmiyorum. Ayazdı. İncecik ceketimle üşümeye razı bir halim vardı. Hayret edilecek şey! Oysa her yıl beni avare eden zalim nisan'ın gelmesine günler vardı. İyi ama... Bu sabah etrafta, anlamadığım bir enteresanlık vardı. Nasıl desem? Adeta bir  mevsimin diğerine dönüştüğü o efsunlu zamandı. Yoksa? Kış bitti mi? Yoksa? İstikamet artık bahar mı? "Amaaan sende..." dedim kendi kendime... Kafamı bulandırmadım Hiç telaşlanmadım. Ellerimi ceplerime sokup ıslık çalmaya başladım. Aaa! O ne? Saçlarımı savura savura yürürken, rektörlük binasına çoktan ulaşmıştım.

 
Kemal Tahir Türk Edebiyatı'nın en güçlü kalemlerinden biri. Aslında romanlarıyla daha bilinir olsa da, sahaflarda denk gelip satın aldığım  Kemal Tahir'in Göl İnsanları adlı öykü kitabını çok severim. Ballıydım. Sempozyumda en çok bu kitabından söz edildi. Şahane bir sempozyumdu. Memleketimdeki üniversitelerin, en azından edebiyat bölümündeki öğrenci ve öğretmenlerinin bu mühim sempozyumları nasıl kaçırdıklarına hayret ediyorum. Niye katılım bu denli az hiç anlam veremiyorum. Ben akademisyen değilim. Sadece kitap okumayı seven biriyim. Herkesin katılımın serbest olduğunu öğrendiğim geçen seneden beri, edebiyatçılar için düzenlenen bu sempozyumları kaçırmamaya gayret ediyorum. Kendi adıma söylemeliyim ki, sadece bir okur olarak, sevdiğim bir yazarın ve kitaplarının farklı yönlerden incelenmesi zihnimi silkeliyor. Üstelik bir iki akademik anlatım dışında, bu sempozyumlar bana  çok samimi, eğlenceli, zenginleştirici ve şaşırtıcı geçiyor.

 
 

Misal  Kemal Tahir'in okuduğum ve sevdiğim Göl İnsanları adlı öyküsünün, sinemaya uyarlandığını bilmiyordum. Sempozyumda biraz izleme şansı bulabildiğim, Kadir İnanır'ın başrolde oynadığı bu filmin adı, Göl İnsanları değil de Güneşe Köprü'ymüş. Mutlaka bulup seyretme arzusundayım.  Ayrıca Kemal Tahir'in şiirleri olduğunu, karikatür ve mizah dergilerine yazdığı öyküleri olduğunu da bilmiyordum. Araştırmaya niyetliyim. Kemal Tahir'i nasıl bilirsiniz ile başlayan sempozyumda, öykülerindeki labirent mekanlar, göç ve üretim ilişkisi, uzaktaki köyün ironisi, öykülerdeki kadınlar,  öteki çocuklar ve onların diğer yaşıtları gibi, Kemal Tahir'in öykücülüğü ve öyküleri hakkında yapılan araştırmaları  dinlemek çok keyifliydi. 


Gene afacanlık yapmadan duramadım.  Umarım kamera çekmemiştir. Sempozyum çıkışında kapının üstünde asılı olan Kemal Tahir Öyküleri İçin Sempozyum afişini gizlice aşırdım. Eve gelir gelmez, hemen odamdaki çerçeveye yapıştırdım.  Geçen yıl Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Vüs'at O Bener, Tomris Uyar, Masumiyet Müzesi, Yusuf Atılgan sempozyumlarına gitmiştim. Bu yıl ilk izleyici olduğum Kemal Tahir Öyküleri İçin düzenlenen Sempozyum oldu. Ve gene dünyanın en mutlu, en güzel, en zengin kişisi benmişim gibi havalı köye döndüm. Bugünkü sempozyumu düzenleyen Yeditepe Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyat Bölümü'ne ve  Hilmi Tezgör'e çok teşekkür ederim.