neşet ertaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
neşet ertaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Var Olmak Ve Kızılcık


Pazarda kızılcığı gördüm ya! Aman ne sevindim...  Durur muyum? Hemen satın  aldım. Eve gelir gelmez,  kallavi bir tabağa doldurup yıkadım. Marş marş  kitaplık! Okuma sırası bekleyen kitaplarıma  aceleyle göz attım. İçlerinden birini çektim çıkardım.  Balkona çıktım. Kızılcık kasesini kitapla yan yana masaya bıraktım.  Kızılcığın rengi gözümü aldı.  "Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir." der ya Sait Faik. Kızılcığın kırmızı olması da meseledir bana göre tadında düşünceler zihnimde dolanırken, kitabın kapağına bakakaldım. O ne? Kitabın adı... Keşke Hiç Olmasaydık. Var Olmanın Kötülüğü.   Hay canına sayın seyirciler, dedim kendi kendime... Nasıl yani?

Acaba nereden duyup sipariş ettim? Kitapçıda  gözüme takılıp aldığım kitaplardan olmadığına, kargoyla geldiğine eminim. Derhal gözümü kapadım. Kitaptan bir sayfa araladım.  İlk denk geldiğim cümleleri okumaya başladım:

"Kişinin hayatından zevk alması,  var olmanın var olmamaktan daha iyi olduğu anlamına gelmez; çünkü eğer kişi dünyaya gelmeseydi, o hayattan alınan zevklerden  mahrum kalan kimse olmayacaktı ve hazzın yokluğu kötü olarak nitelendirilmeyecekti. Diğer taraftan eğer kişi  hayattan zevk almıyorsa varoluşuna hayıflanması da doğaldır. Bu durumda, kişi dünyaya gelmemiş olsaydı, yaşadığı hayatı sürdüren  ve acı çeken bir varlık da olmayacaktı. Bu, hazzı tecrübe edecek kimsenin yokluğunda bile "iyi"dir."

Durdum.  Olgun bir kızılcık tanesini elime aldım.  Mücevher  gibi.   Nasıl güzel anlatamam. Hayran kaldım. Dayanamadım,  "Cahildim dünyanın rengine kandım" diyerekten, bir Neşet Ertaş türküsü mırıldanmaya başladım. 

10 Ocak 2016 Pazar

Gönülden Gönüle Yol Gizli Gizli


 Yalan söyleyecek değilim. 
Bu adamı çok seviyorum.
 Az önce son filminden çıktım.  
Yine yeni yeniden sevdiğimi kendi kendime itiraf ettim. 
Pekiii...
O kimi seviyor acaba?



Neee?
Nası yani? 
Beni mi?
Yooo...
Yok artık!
Aaa!
Sahi mi?
Kalp kalbe karşı derler ya,
doğruymuş demek ki:)



20 Ekim 2013 Pazar

Dönüyor Aman Dünya Başım Duman...

Dün gece... Niyetine girdim. Beş Batman filmini, yine yeni yeniden seyretmeye heves ettim. İkisi Tim Burton'ın Batman ve Batman Dönüyor. Üçü Christopher Nolan'ın Batman Başlıyor, Kara Şövalye ve Kara Şövalye yükseliyor. Tamam. Hazırım. Odayı kararttım. Nananaanooom! Seyretmeye başladım. İyi ama... İkinci filmin sonunda saat gece yarısı üçü gösteriyordu. Dayanamadım yattım.


Sana bir şey söyleyeyim mi, süper kahramanlar arasında sanırım en çok Batman'i seviyorum. Bikere ona bahşedilen özel güçleri yoktur. Batman kendiliğinden uçamaz, görünmez olamaz, binlerce ton ağırlık kaldıramaz. Karanlık bir kahramandır o. Gülümserken bile kederli görüntü verir. Süperman gibi pırıl pırıl, tertemiz Metropolis'te yaşamaz. Belki  kapkara, kirli, yozlaşmış, çürüyen bir şehir olan Gotham'ın mutsuz insanlarından biri olduğunu düşündüğüm için,  Batman herdaim bana melankolik bir adam hissi geçirir.


Bugün hava nasıl güzeldi anlatamam. Uyandığımda güneş pırıl pırıl parlıyordu. Oysa... Daha dün... Şakır şakır yağmur yağıyordu. Anladım ki... Şehre bir film gelmiş. Mevsim akdeniz olmuş, dedim. Gülümsedim. Hemen süslendim püslendim sinemaya gittim. Filmin adı Yerçekimi'ydi. Üç boyutlu bir film. Epeydir bu filmi bekliyordum. Koltuğuma kuruldum. Gözlüklerimi taktım. Işıklar karardı. İster inan ister inanma... Filmin başlamasıyla, anında uzayın o büyüleyici mecrasına aktım. Filmin konusunu boşverdim. Üç boyut görüntüleri içinde, bu filmden bencileyin hayalperest bir bünyenin etkilenmemesi mümkün değil. Bayıldım filme. Peki ya Sandra Bullock... Kaç yaşında bu kadın?  Sanal ansiklopediye şimdi baktım. Tam 49 yaşında. Vay canına sayın seyirciler! Valla film kadar, Sandra Bullock'un görüntüsü ve performansından da etkilendim. 

 
Arabama bindim. Eve dönüyordum. Yüreğimin bir yarısında Batman... Gotham şehrine gidesim, Batman'ın kapısını çalasım var. Diğer yanında Yerçekimi filminin  o şahane görüntüleri. Ne dersen de... Astronot olasım, uzaya çıkasım var. Öyle özenti biriyim işte. Tam o anda radyoda bir misket havası çalmaya başlamadı mı? Üstelik Neşet Ertaş söylüyor. Ruhuna rahmet... "Aman ben yandım yandım yandım yandım. yandım. Ellerin memleketinde aldandım  kaldııııım."  Yeminle, Ankara'yla uzaktan yakından ilgim yok. Nedir bu böyle? Allahım nasıl şahane bir türkü bu anlatamam.  Ne vakit duysam içim kıpır kıpır ediyor. Nasıl halim biliyor musun? Direksiyon başında hem türkü söylüyor hem omuzlarımı öne arkaya sallıyorum. O anda arabayı yolun kenarına çekesim, arabadan fırlayıp, şıkır da şıkır oynayasım var. Öyle böyle değil. 

Dünya dönüyor. Mevsimler geçiyor. Tatil bitiyor. Benim... Başım içmeden duman. Amaann! "Aman desinler desinler şeker yesinler. Şu Hayal Kahvem kafayı iyice yemiş desinleeeer:)


NOT- Başlık Yaşar'ın şarkı sözü.

19 Temmuz 2013 Cuma

Bir Çeki Taşı Gibi Üstümde Zaman...


Şimdi durup dururken nereden hatırıma geldi bilmem. Cemal Süreya der ya hani: " Anımsıyor musun Toros ekspresinden inmiştiniz... Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği."  

Allahım, bu dizeler şairin hangi şiirinde geçiyordu ki? İnan bilmiyorum. Bedenimle buradayım. Evde. Heyy! Sanıyorum ruhum gene seferde. Çocukluğum  tren yolunda geçtiği için olmalı... Zaman zaman ruhum sefere çıkmak istiyor. Sefere çıkmak istiyor çıkmak  istemesine... deee... İlla trenle gitmek istiyor... İlla trenle. 

Şehrim, bir vakitler içinden tren geçen şehirdi. Bizim evimiz tren yolunun kenarındaki apartmanlardan birindeydi. Çok severdim gelip geçen trenleri seyretmeyi. İçindeki insanları hayal etmeyi. Ben evimizin penceresinden, o meçhul yolcu ise vagon penceresinden bakarken... Göz göze gelirdik bazen... Gülümser el sallardım. "Kalpten kalbe bir yol vardır görünmez. Gönülden gönüle yol gizli gizli." der ya Neşet Ertaş hani... İşte ruhumu sefere göndermeye o zamanlar başlamışım demek ki... Kimi takıldım o trenlerin peşine.. O şehir senin bu şehir benim dolaştım bir bir... Anlıyorsun değil mi?  Trenin değil, yüreğimin hayal ettiği yere giderdim tabii...

Allahım, sahiden bütün bunlar şimdi nereden aklıma geldi? "Bir çeki taşı gibi üstümde zaman." mı diyordu Oktay Rifat, Mısır Dönüşü adlı şiirinde? O halde, du bi... Edip Cansever'in şu şiirini bulayım da yazayım Hayal Kahvem'e... "Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?  Biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir... O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar... Nazilli kokardı... Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası... Kül gibi ince İstanbul yağmurunun  altında... Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen... Diyeceğim şu ki... Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler..." Bu dizelerin üzerine başka ne diyebilirim? 

Biliyor musun, az önce ruhum Toros ekspresinden indi. Ve inanmayacaksın ama kimliğim biletimden ibaretti... İşte bak, eve döndüm. Neler yaşadığımı anlatamayacağım. Çok geç oldu.Yatmalıyım. Uykum geldi. 


2011

20 Haziran 2013 Perşembe

Ve Bağlama Hevesi Ve Kentin Türküsü Ve Yalan Dünyada



Selda'nın yukarıdaki fotoğrafını gördüğüm an, "bittim ben!" diye düşündüm. Uzun zamandır bağlama çalmayı öğrenmek istiyorum. Ara ara nüksediyor bu arzum. Bu kez kolay uyum sağlamak niyetiyle, kendime hemcinsim bir rol model arıyorum. Düşünüyorum... Düşünüyorum... Aklıma bir tek eskilerden elinde bağlamayla şarkı söyleyen Selda Bağcan geliyor nedense. Artık kararlıyım ya bağlama öğrenmeye... Selda'nın bağlamalı fotoğraflarına bakmak istedim. Az önce sanal dünyada fotoğraflarını bulmak üzere  dolanmaya başladım. Denk geldiğim ilk fotoğrafına  baktım ki o ne? Bağlama değil de gitar yok muydu Selda'nın elinde. "Eyvah!" dedim.  "Allahım bağlamalı bir kadın rol model bulamayacak mıyım yoksa kendime?"

Tuhaf huylarım vardır.  Biliyorum temkin süzgeçi eksik benim bünyemde.  Bir şeye karar verirken bi dur bi etraflıca düşün di mi? Nerdee? Her bişeye kolay heves ettiğim gibi, moralman şıppadanak çökerim. Kendime inancım çapçacık yıkılır. Hemencik kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmış gibi hissederim.  Ne denir? "Savaşı kazanan, kılıcı keskin iri savaşçılara sahip olan değil, morali yüksek savaşçılara sahip olan taraftır." Bu sözü kim demiş, ne zaman demiş, niçin demiş diye sakın sorma. Laf aramızda inan bilmiyorum. Valla ne bileyim, kalmış işte hafızamın tozlu bi çekmecesinde. Helee... Sen sen ol... Lütfen, bu söz ne alaka filan sakın deme. Bende yüksek moralli savaşçı ruhu olmayınca. Anlasana... Bittiğimin resmidir. Biterim... Biterim! Misal bu ya bağlama çalma hevesimden  şıp diye vazgeçebilirim.


Neyse ki, Cumhur Canbazoğlu'nun, gelecek nesillere kaynak olsun diye yazdığı, Kentin Türküsü Anadolu Pop Rock adlı kitabı var şu an elimde. Şu kitap denen nesne var ya, her derde deva yeminle. Allah razı olsun Cumhur Canbazoğlu'ndan. Bu kitabı morasiz ruhuma ilaç gibi geldi... Bak şimdi. Kitabının 222. sayfasından itibaren altı sayfayı Selda'ya ayrılmış. Selda 1948 yılında Muğla'da doğmuş. Ortaokula giderken gitara ilgi duymuş. Bak burayı iyi dinlemelisin... Çünkü ismini ilk olarak bu kitapta okuduğum Catherina Valente'nin,  Aşk ve Müzik filmini izlerken, Selda'nın içinde şarkıcı olma merakı uyanıvermiş. Al sana rol model durumu... Gördün mü, anlatmak istediğim budur işte.

Sonra eve alınan teyp, radyoda dinlediği Latin şarkıları teybe kaydetmeler, sonra bu şarkıları söylemeye başlamalar filan... Yani bir bakıma eve alınan teyp sayesinde şarkıcı olmaya başlar. Lise bire giderken sahneye çıkar. Alpay'la tanışır. Alpay'ın sayesinde banda çekilen şarkıları Ankara Radyosu'na gönderilir. Rahmetli Fecri Ebcioğlu İstanbul Radyosun'da bu şarkıları yayınlar.  Ailesinin ısrarıyla Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'ne devam eder. Bu yıllar memleketimizdeki gençlik olaylarının yayıldığı, türkülerin ve Anadolu popunun canlanmaya başladığı yıllardır. Ünlü türkücü Saniye Can'dan dinlediği türküler sebebiyle halk müziğine gönül verir. Türküleri gitarıyla söylemeye başlar.  Latince şarkı söylerken, birden Mahzuni'yi, Neşet Ertaş'ı, Aşık Veysel'i keşfeder. Ne güzel!




Cem Karaca'yla Barış Manço'nun, Selda'nın çalıştığı Ankara'daki kulübe uğramaları, hayatının yönünü İstanbul'a çevirir. Çünkü bu iki sanatçı kendisine plak yapmak için yardımcı olacaklarını söylerler. Tatlı Dillim, Katip Arzu Halim Yaz Yare Böyle, Çemberimde Gül Oya çok hoşlarına gider. Bu şarkılar banda okunup TRT ye gönderilir. Denetimden geçer ve radyolara dağıtılır.  Türkan Poyraz'ın TRT için hazırladığı Mahpushaneler adlı programında Selda'nın Mahpushanelere Güneş Doğmuyor adlı şarkısı fon müzik olarak kullanılınca, ismi cismi belli olmayan fondaki ses çok beğenilir. Hatta Deniz Gezmiş'in eski nişanlısı olduğu söylentisi yayılmaya başlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise kısa bir süre önce yakalanmışlardır.



Plakçılar evinin kapısını aşındırmaya başlayınca, gitar dersleri alır ve türküleri tamamen doğal sesiyle söylemeye başlar. 1971 yılında ilk 45'liği çıkar. Plakları ilgiyle karşılanır. Adaletin Bu mu Dünya ile listelerin en üst sırasına yerleşir. Aynı dönemde TRT deki programdaki sesin Selda olduğu anlaşılınca, Deniz Gezmiş'le adı anıldığı için yayınlanamaz kararı verilir. Moğollarla çalışmaya başlar. Bir süre sonra yolları ayrılır. 1972'de Dışişleri bakanlığı tarafından Bulgaristan'daki Altın Orfe yarışmasına gönderilir. Dereceye giremez. İzmir Fuarı'nda sahneye çıkar. Denetim, Selda'nın şarkılarını onaylamaz. Arif Sağ'ın bağlamayla yer aldığı albümünde türkü kokan şarkılar söyler.

Ortam gergindir.  Sol müziğin bayraktarlığını yapmaktan vazgeçmez. Kaldı Kaldı Dünya adlı parçası Hey dergisi 45'likler listesinde 1 numaraya yükselir. 12 Eylül Askeri Müdahales'nde üç kez göz altına alınır. Söylediği şarkılardan dolayı yargılanır. 1980-1987 arasında pasaportuna el konulur. Yurt dışına çıkamaz. Uzun bir dönem TRT yasaklısı olur. Ancak 1992 yılında ekranlara çıkacaktır. Geçmişte ürettiği albümleri ve 45'likleri ulaşamadığı geniş kitlelere ve genç kuşak için tekrar değerlendirmeye karar verir. Ve muhtelif albümler çıkarır.  2000 yılında konsere giderken ağır bir kaza geçirir ve uzun süre tedavi görür. Cumhur Canbazoğlu, kitabında Selda'ya  ayırdığı altı sayfalık yazısını şöyle bitirmiş: "2004 yılında Denizlerin Dalgasıyım albümüyle geçmiş günleri anımsatan yoğunlukta politik, duyarlı bir söylemle yeniden listelerde gözükür. Anadolu popun yorulmaz emekçisi olarak Selda, bayrağı hiç düşürmeyerek her dönem büyük saygı görür."


Heyy! Du bi... İşte Selda'nın elinde bağlamayla bir fotoğrafını buldum. Acaba Selda bağlama çalıyor muydu ki? Yoksa Türkülerimiz plağı için mi böyle fotoğraf çektirmişti? Kentin Türküsü kitabında, Selda'nın bağlama değil gitar dersi aldığı yazıyordu. Hatta türküleri gitarıyla çalıp söylüyormuş. Bir ara gitara da  heves etmiştim. Allahım ben ne şıpsevdi biriyim? Yooo. Enseyi karartmayayım, ne var? Olsun varsın... Şimdi gitarla tek şarkı çalabilirim misal... Romans!.. Arpejle Romans'ı çalmayı beceriririm. Hımm... Acaba bağlamayı bırakıp, gitarla türkü çalmayı mı denemeliyim? Kafam karıştı. İnan bilemedim. Geç oldu. Önce şu yalan dünyanın  herşeyine meraklı, dikkati dağınık, bilgisi yarım yamalak bünyemi tımar edecek bir Neşet Ertaş türküsünü önce Selda'dan.. Yooo... Dayanamam. Üstüne cilalama niyetiyle bir de Neşet Usta'dan  dinleyeyim. 

Hocaların hocası Neşet Ertaş'ın ruhuna rahmet göndereyim. Selda'yla, Cumhur Canbazoğlu'na  mahsus selam edeyim. Sonra anne sözü dinler gibi masum... Tıpış tıpış uyumaya gideyim.



2012

30 Eylül 2012 Pazar

Ah, Yalan Dünyada...



Selda'nın yukarıdaki fotoğrafını gördüğüm an, "bittim ben!" diye düşündüm. Uzun zamandır bağlama çalmayı öğrenmek istiyorum. Ara ara nüksediyor bu arzum. Bu kez kolay uyum sağlamak niyetiyle, kendime hemcinsim bir rol model arıyordum. Düşünüyorum... Düşünüyorum... Aklıma bir tek eskilerden elinde bağlamayla şarkı söyleyen Selda Bağcan geliyor nedense. Artık kararlıyım ya bağlama öğrenmeye... Selda'nın bağlamalı fotoğraflarına bakmak istedim. Az önce sanal dünyada fotoğraflarını bulmak üzere  dolanmaya başladım. Denk geldiğim ilk fotoğrafına  baktım ki o ne? Bağlama değil de gitar yok muydu Selda'nın elinde. "Eyvah!" dedim.  "Allahım bağlamalı bir kadın rol model bulamayacak mıyım yoksa kendime?" Tuhaf huylarım vardır.  Biliyorum temkin süzgeçi eksik benim bünyemde.  Bir şeye karar verirken bi dur bi etraflıca düşün di mi? Nerdee? Her bişeye kolay heves ettiğim gibi, moralman şıppadanak çökerim. Kendime inancım çapçacık yıkılır. Hemencik kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmış gibi hissederim.  Ne denir? "Savaşı kazanan kılıcı keskin iri savaşçılara sahip olan değil, morali yüksek savaşçılara sahip olan taraftır." Bu sözü kim demiş diye sakın sorma. Laf aramızda inan bilmiyorum. Valla ne bileyim kalmış işte hafızamın tozlu bi çekmecesinde. Helee... Sen sen ol... Lütfen, bu söz ne alaka filan sakın deme. Bende yüksek moralli savaşçı ruhu olmayınca. Anlasana... Bittiğimin resmidir. Biterim... Biterim! Misal bu ya bağlama çalma hevesimden  şıp diye vazgeçebilirim.


Neyse ki, Cumhur Canbazoğlu'nun, gelecek nesillere kaynak olsun diye yazdığı, Kentin Türküsü Anadolu Pop Rock adlı kitabı var şu an elimde. Şu kitap denen nesne var ya, her derde deva yeminle. Allah razı olsun Cumhur Canbazoğlu'ndan. Bu kitabı morasiz ruhuma ilaç gibi geldi... Bak şimdi. Kitabının 222. sayfasından itibaren altı sayfayı Selda'ya ayrılmış. Selda 1948 yılında Muğla'da doğmuş. Ortaokula giderken gitara ilgi duymuş. Bak burayı iyi dinlemelisin... Çünkü ismini ilk olarak bu kitapta okuduğum Catherina Valente'nin,  Aşk ve Müzik filmini izlerken, Selda'nın içinde şarkıcı olma merakı uyanıvermiş. Al sana rol model durumu... Gördün mü, anlatmak istediğim budur işte. Sonra eve alınan teyp, radyoda dinlediği Latin şarkıları teybe kaydetmeler, sonra bu şarkıları söylemeye başlamalar filan... Yani bir bakıma eve alınan teyp sayesinde şarkıcı olmaya başlar. Lise bire giderken sahneye çıkar. Alpay'la tanışır. Alpay'ın sayesinde banda çekilen şarkıları Ankara Radyosu'na gönderilir. Rahmetli Fecri Ebcioğlu İstanbul Radyosun'da bu şarkıları yayınlar.  Ailesinin ısrarıyla Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'ne devam eder. Bu yıllar memleketimizdeki gençlik olaylarının yayıldığı, türkülerin ve Anadolu popunun canlanmaya başladığı yıllardır. Ünlü türkücü Saniye Can'dan dinlediği türküler sebebiyle halk müziğine gönül verir. Türküleri gitarıyla söylemeye başlar.  Latince şarkı söylerken, birden Mahzuni'yi, Neşet Ertaş'ı, Aşık Veysel'i keşfeder. Ne güzel!


Cem Karaca'yla Barış Manço'nun, Selda'nın çalıştığı Ankara'daki kulübe uğramaları, hayatının yönünü İstanbul'a çevirir. Çünkü bu iki sanatçı kendisine plak yapmak için yardımcı olacaklarını söylerler. Tatlı Dillim, Katip Arzu Halim Yaz Yare Böyle, Çemberimde Gül Oya çok hoşlarına gider. Bu şarkılar banda okunup TRT ye gönderilir. Denetimden geçer ve radyolara dağıtılır.  Türkan Poyraz'ın TRT için hazırladığı Mahpushaneler adlı programında Selda'nın Mahpushanelere Güneş Doğmuyor adlı şarkısı fon müzik olarak kullanılınca, ismi cismi belli olmayan fondaki ses çok beğenilir. Hatta Deniz Gezmiş'in eski nişanlısı olduğu söylentisi yayılmaya başlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise kısa bir süre önce yakalanmışlardır. 


Plakçılar evinin kapısını aşındırmaya başlayınca, gitar dersleri alır ve türküleri tamamen doğal sesiyle söylemeye başlar. 1971 yılında ilk 45'liği çıkar. Plakları ilgiyle karşılanır. Adaletin Bu mu Dünya ile listelerin en üst sırasına yerleşir. Aynı dönemde TRT deki programdaki sesin Selda olduğu anlaşılınca, Deniz Gezmiş'le adı anıldığı için yayınlanamaz kararı verilir. Moğollarla çalışmaya başlar. Bir süre sonra yolları ayrılır. 1972'de Dışişleri bakanlığı tarafından Bulgaristan'daki Altın Orfe yarışmasına gönderilir. Dereceye giremez. İzmir Fuarı'nda sahneye çıkar. Denetim, Selda'nın şarkılarını onaylamaz. Arif Sağ'ın bağlamayla yer aldığı albümünde türkü kokan şarkılar söyler. Ortam gergindir.  Sol müziğin bayraktarlığını yapmaktan vazgeçmez. Kaldı Kaldı Dünya adlı parçası Hey dergisi 45'likler listesinde 1 numaraya yükselir. 12 Eylül Askeri Müdahales'nde üç kez göz altına alınır. Söylediği şarkılardan dolayı yargılanır. 1980-1987 arasında pasaportuna el konulur. Yurt dışına çıkamaz. Uzun bir dönem TRT yasaklısı olur. Ancak 1992 yılında ekranlara çıkacaktır. Geçmişte ürettiği albümleri ve 45'likleri ulaşamadığı geniş kitlelere ve genç kuşak için tekrar değerlendirmeye karar verir. Ve muhtelif albümler çıkarır.  2000 yılında konsere giderken ağır bir kaza geçirir ve uzun süre tedavi görür. Cumhur Canbazoğlu, kitabında Selda'ya  ayırdığı altı sayfalık yazısını şöyle bitirmiş: "2004 yılında Denizlerin Dalgasıyım albümüyle geçmiş günleri anımsatan yoğunlukta politik, duyarlı bir söylemle yeniden listelerde gözükür. Anadolu popun yorulmaz emekçisi olarak Selda, bayrağı hiç düşürmeyerek her dönem büyük saygı görür."



Heyy! Du bi... İşte Selda'nın elinde bağlamayla bir fotoğrafını buldum. Acaba Selda bağlama çalıyor mu ki? Yoksa Türkülerimiz plağı için mi böyle fotoğraf çektirmişti? Kentin Türküsü kitabında, Selda'nın bağlama değil gitar dersi aldığı yazıyordu. Hatta türküleri gitarıyla çalıp söylüyormuş. Bir ara gitara da  heves etmiştim. Allahım ben ne şıp sevdi biriyim? Yooo. Enseyi karartmayayım, ne var? Olsun varsın...Şimdi gitarla tek şarkı çalabilirim. Romans!.. Arpejle Romans'ı çalmayı beceriririm. Hımm... Acaba bağlamayı bırakıp, gitarla türkü çalmayı mı denemeliyim? Kafam karıştı. İnan bilemedim. Geç oldu. Önce şu yalan dünyanın  herşeyine meraklı, dikkati dağınık, bilgisi yarım yamalak bünyemi tımar edecek bir Neşet Ertaş türküsünü Selda'dan dinleyeyim. Neşet Ertaş'ın ruhuna rahmet göndereyim. Selda'yla, Cumhur Canbazoğlu'na  mahsus selam edeyim. Sonra anne sözü dinler gibi masum... Tıpış tıpış uyumaya gideyim.




26 Mayıs 2011 Perşembe

Kahve Molası - Kalpten Kalbe Bir Yol Vardır Görünmez. Gönülden Gönüle Giden Yol Gizli Gizli.


Şimdi durup dururken nereden hatırıma geldi bilmem. Cemal Süreya der ya hani: " Anımsıyor musun Toros ekspresinden inmiştiniz... Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği." Allahım, bu dizeler şairin hangi şiirinde geçiyordu ki? İnan bilmiyorum. Bedenimle buradayım. Ofiste. Heyy! Sanıyorum ruhum gene seferde. Çocukluğum  tren yolunda geçtiği için olmalı... Zaman zaman ruhum sefere çıkmak istiyor. Sefere çıkmak istiyor çıkmak  istemesine... Amaa... İlla trenle gitmek istiyor... İlla trenle. İzmit bir zamanlar içinden tren geçen şehirdi. Bizim evimiz tren yolunun kenarındaki apartmanlardan birindeydi. Çok severdim gelip geçen trenleri seyretmeyi. İçindeki insanları hayal etmeyi. Ben evimizin penceresinden, o meçhul yolcular ise vagon pencerelerinden bakarlarken... Göz göze gelirdik bazen... Gülümser el sallardım. "Kalpten kalbe bir yol vardır görünmez. Gönülden gönüle yol gizli gizli." der ya Neşet Ertaş Gönül Dağı adlı türküsünde hani... İşte ruhumu sefere göndermeye o zamanlardan başlamışım demek ki... Kimi takıldım o trenlerin peşine.. O şehir senin bu şehir benim dolaşırdım bir bir... Anlıyorsun değil mi?  Giderdim trenin değil yüreğimin istediği yere. Allahım bu kahve molasında  bütün bunlar nereden aklıma geldi? "Bir çekitaşı gibi üstümde zaman." mı diyordu Oktay Rifat Mısır Dönüşü adlı şiirinde? O halde dur Edip Cansever'in şu şiirini bulayım da yazayım Hayal Kahvem'e... "Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?  Biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir... O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar... Nazilli kokardı... Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası... Kül gibi ince İstanbul yağmurunun  altında... Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen... Diyeceğim şu ki... Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler..." Bu dizelerin üzerine başka ne diyebilirim? Biliyor musun, az önce ruhum Toros ekspresinden indi. Ve inanmayacaksın ama kimliğim biletimden ibaretti. Vee... Ofise döndüm. Neler yaşadığımı anlatamayacağım. İşim var... Kahve molam bitti.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Bağlamanın Sesi Gizlenenleri Ortaya Çıkarır Mı Sahiden?


İtiraf etmeliyim ki geçen yıl merak sarıp türkülerin menzilinde dolandıkça yakın takibe almıştım Neşet Ertaş'ı... Hele bir ara Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı" şarkısını  sürekli arka arkaya dinlemeye başlayınca, Neşet Ertaş'ın babasıyla ilgili okuduğum  bir hikaye aklıma gelmişti. Hikaye 20. yüzyılın başlarında geçiyor. Ve biliyoruz ki "Dünyalılar hiçbir yüzyılda 20.yüzyılda çektiği kadar acı çekmedi. "  20. yüzyılın ilk yarısı tamamen savaşlarla geçmişti ya işte gene o savaş yıllarını hayalimizde canlandıracağız şimdi.  

Memleketimizdeyiz. Anadolu'dayız. Savaşın bin bir türlü hallerinden biri olan, savaştan kaçan, savaş cephelerinden dağların karanlıklarına gizlenen asker kaçaklarının durumunu hayal edeceğiz. Bu  kaçak askerlerin kendilerini aramaya çıkan askeri birliklere yakalanmamak için oldukları yerde sessizce beklediklerini düşünelim.  Neşet Ertaş’ın ailesi Kırşehir'liymiş. Bu bölgedeki dağlarda asker kaçakları olduğu duyulmuşsa, askeri birlikler dosdoğru Neşet Ertaş'ın babasının dayısı olan Bulduk Usta'ya giderlermiş. "Haydi bakalım, al bağlamanı gel bizimle," derlermiş. Dağda görünmez bir köşeye otuttururlarmış Bulduk Usta'yı. Otutturduktan sonra vurup bağlamanın  tellerine türkü söylemesini isterlermiş. Bulduk Usta'nın öyle olağanüstü, öyle yürek titreten bir sesi varmış ki, bağlamasını çalıp türkü söylemeye başladığında, dağ taş türkü olurmuş. Bu sesin güzelliğine kimse dayanamazmış. Bu sesin güzelliğine dayanamayan asker kaçakları adeta hipnotize olmuşcasına yerlerinden çıkar, gizlenmeyi unutur, birer birer Bulduk Usta'nın bulunduğu yere doğru yürümeye başlarlarmış. Eee... Yürümeye başlayınca da tek tek yakalanırlarmış.


Bulduk Usta, Neşet Ertaş'ın babasının dayısı. Neşet Ertaş memleketimizin en değerli bağlama ustası, türkü derleyicisi ve kendine has türkü söyleyen sanatçılarından biri. Ben  o günlerde, döne döne Neşet Ertaş'tan özellikle Gönül Dağı'nı dinliyordum. Gönül Dağı'nı döne döne dinledikçe, yüreğimi titretiyordu bağlamanın sesi. Bu durumda içimdeki kuytuda gizli kalmış, yıllardır saklanmış bağlama çalma hevesi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı iyi mı? Eyvah!.. Evet, Eyvah, ne olacak benim sonum diye düşünmüştüm önce... Bu gönül gene bir şeyi  daha öğrenmeye heves ediyordu işte.  Sonra Kocaeli Belediyesi'nin bağlama kursu duyurusu, bu hevesimin ortaya çıktığı  günlere tam denk gelince... Haftada bir gün iki saat bağlama kursuna devam etmiştim.  



Bugün duydum ki İstanbul Teknik Üniversitesi  Türk Musikisi Devlet Konservatuarı değerli sanatçımız Neşet Ertaş'a fahri doktora ünvanı vermiş. Ne hoş bir sanatçının yaşarken milletinden değer görmesi... Çok sevindim.  Peki ben artık bağlama çalabiliyor muyum? Nerdee?  Zorlarsam kendimi bir türkü çalabilirim tabii. Gitarla da bir şarkı. O kadar. Bundan sonra aklımda kemençe var. Karadenizlilik var da serde...  Anlatabildim mi yani kemençe öğrenme istemem tamamen bu sebeple... Fakat... Ben sanatın her dalına  heves eden ama  hiçbir sanata kabiliyeti olmayan biriyim.  Olsun. Deniyorum kendimi. Elbet bir gün neye yeteneğim olduğunu öğreneceğim. Misal yarın fotoğrafçılık kursuna başlıyorum. Fotoğraf sanatının hastasıyım. Bazı fotoğraflara nasıl ilgiyle bakarım. Öyküler anlatır bazı fotoğraflar bana... Keşke ben de öykü anlatabilen fotoğraflar çekebilsem... Keşke... Neyse anlatırım zaten fotoğraf kursu maceralarımı...  Şu kursa bir gideyim de.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Hafıza Ne Acayip Bir Kutu, Şaşırtıyor İnsanı!


Bugün programım oldukça yoğundu. İstanbul'a gideceğim. Görüşmeler yapacağım. Üstelik yeni işler. Oldukça heyecanlıyım. Her gece oyunu olan sanatçılar nasıl sürekli sahne heyecanı hissediyorlarsa,  ben de işimde aynı  durumdayım. Her yeni iş, her yeni müşteri,  her yeni  iş dalı, yeni dünyalar demek bana göre..  Her iş koluna göre risk analizleri yapmak büyülüyor beni... Ne yalan söyleyeyim seviyorum işimi... Neyse... Demem o ki sabah erkenden hevesle yola çıktım. Sadece bir sorunum var. Arabam son günlerde tuhaf  haller sergiliyor. Müzik çalar kafasını  mı dağıttı acaba bilmiyorum. Nedense benim istediğim cd leri değil de kendi istediklerini çalıyor.  Tamam. Üzerine gitmek istemiyorum. Sonbahara girdik ya belki depresyondadır diye aklımdan geçiriyorum. Düzelsin, kendisine gelsin diye  kaç zamandır sabırla bekliyorum. O kadar çilemi çeken arkadaşıma, sevgili arabama, bu kadar kıyak yapmalıyım ama, öyle değil mi? Son durumunu görmek niyetiyle usulca  arabamın müzik çalarına  bir cd ittim.  İnanmıyorum... Hangi cd yi itsem  gene geri veriyor. Hem araba kullanıyorum hem kucağımdaki cd leri sırayla müzik çalara itiyorum. Yoooo... Asla  kabul etmiyor. Resmen  diliyle "tüühh" deyip geri itiyor. Yan koltuktaki iki cd ye baktım. Biri Ahmet Kaya diğeri Neşet Ertaş. Bak şimdi.  İnanmayacaksın gene bana biliyorum ama... Bir haftadır benim arabamın müzik çaları var ya sadece bu iki cd yi çalıyor. Hatta önce Ahmet Kaya'yı da kabul etmiyor. İlk Neşet Ertaş olacak.. Ayrıca birinci parçayı da istemiyor.  Atlıyor... İkinciyi  Gönül Dağı'nı  çalıyor. Üçüncü şarkıya da geçmiyor.. Her seferinde başa dönüp gene Gönül Dağı'nı çalıyor. Allahım! Çıkartıyorum Neşet Ertaş'ın cd'sini, bu kez  Ahmet Kaya'nın cd sini itiyorum. İlk parçayı gene  atlıyor. İkincisine geçiyor... Ve beni mahvediyor... Nedir bu?  İlla  Attila İlhan'ın o güzelim dizeleri, o mahur bestenin çalmasını ve müjganla benim ağlamamı mı istiyor? Sonra ne yapıyor biliyor musun? Ahmet Kaya'ya o etkili sesiyle, "Beddua etmem üzülme, kafama sıkar giderim"i söyletiyor ve cd yi geri itiyor... Hoppala.. İstanbul'a kadar ben bu halde yolculuğuma devam ederken, aklıma ne geldi bil bakalım? Atilla Atalay! "Gene mi Atilla Atalay öyküsü?" demezsin değil mi? Bak şimdi? Neden Atilla Atalay ama, dinler misin beni?


Son günlerde Atilla Atalay'ın "Dup Dup Çedene" adlı kitabı sürekli elimde. Okumamışım bu kitabını.  İstanbul'daki Sahaflar Festivali'nden satın almıştım. Şimdi mizah kitabı almak istemeyen, bu kitabın kabına ve ismine bakan ve Atilla Atalay'ın  komik öyküleri yanında "ciddi" ve "hisli" öyküler yazdığını bilmeyen biri almaz  bu kitabı di mi? Almaz vallahi. Ama benim gibi Atilla Atalay külliyatını bilenler, mizah kitaplarının arka bölümümde "ciddi" ve "hisli" öyküleri olduğunu bilirler. Sabah kahvaltıdan sonra  bu kitaptan bir öykü okumadan evden çıkmak istemedim. En kısa öykülerinden birini "Normal Hayatlar"ı okuyup bitirdim. Of! Şahane bir öyküdür.  Öyküde iki sevgili var tamam mı, yazar bu ilişkinin devamının mümkün olmadığını düşünmektedir. Şimdi öyküyü  tam anlatıp yazımı uzatmak niyetinde değilim. Çok uzun yazınca yazdıklarım okunmuyor. Bu defa kimse okumuyor yazdıklarımı diye çok üzülüyorum. Neyse... Öyküde yazar, sevdiği kıza "Fen ilerledi artık. Yürü gidip aldırtalım duygularımızı. Kelebek'te okudum, beyinde aşk merkezi bulunmuş, lazer sıkıyo adamlar oraya. Anında geçiyo herşey, ertesi gün denize bile girebiliyorsun" demektedir.  


Bak dikkatini çekerim, şimdi yazarken aklıma geldi. Atilla Atalay'ın bu öyküsünün içinde olduğu  kitabı  1999 da yayımlanmış. Hani o meşhur hafızadan  aşk acısı veren anıları sildirme konulu "Enternal sunshine of the spotless mind" ya da Türkçe adıyla "Sil Baştan" adlı film var ya 2004 yılında çevrilmiş. Bence resmen "Dup Dup Çedene" adlı kitabın "Normal Hayatlar" öyküsünden aşırma var yaa...  Benzerlik olur mu kuzum bu kadar da? Neyse konuyu dağıtıp uzatmayayım... Aslında şimdi sadede geleceğim. Hani  Ahmet  Kaya'yı dinleyince, Atilla Atalay aklıma gelmişti ya... Bak işte şu sebeple...  Aslında ayrılmaları gerekmektedir ya... Ama yazar bir türlü ayrılmak istediğini söyleyemez kıza.. Tam söylemeye hazırlanmışken, kız eliyle çocuğun saçlarını taramaya başlar mesela... İşte yazar öyküde gene bir ayrılma moduna girme aşamasında, sevdiği kıza  Ahmet Kaya'nın "Yorgun Demokrat" bakışlarını takınıp, Savaş Ay'ın şiir tonlamasıyla "Kafama lazer sıkar giderim." filan demek ister de... Aslında yüzüne o türlü bakmayıp, o öksüz tavrını takmıyacaktır yani..  Sonra mı? Ben öyküyü anlatmak istemiyorum ki... İşte Ahmet Kaya'nın "Beddua etmem üzülme, kafama sıkar giderim" şarkısını dinleyince, öykünün bu kısmında yazar  "Kafama lazer sıkar giderim" filan demek isteyince... Yani Atilla Atalay'ın aklıma gelmesi inan ki bu öyküsü sebebiyle... Diyorsan "Nedir bu anlattıkların şimdi? diye... Bilmem... Bilmiyorum inan ki.. Hafıza ne acayip bir kutu, şaşırtıyor insanı... İnsan aklından ne gelip geçeceğini bilebiliyor mu ki? Ne yapabilirim? Aklımdan geçenler böyleyken böyle işte.