van gogh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
van gogh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mayıs 2012 Salı

Sanat Yoluyla Hayatlarda Gezinti


Of!.. Elimde değil!.. Ben her bahar böyle olurum.  Yağmur olurum.  Rüzgâr olurum. Taşar içimden ruhum... Böyle bir şarkı var mıydı? Yoksa şimdi ayaküstü ben mi uydurdum? Bak şimdi...  Nisan bitti.  Çok şükür  Mayıs ayına  eriştim.  Ah!..  Şimdi var ya... Tam da  Mayıs şiirinin şairi Sabahattin Ali'yi anma vaktidir. "Mayıs ayların gülüdür. Taze bir çiçek dalıdır. İçerim ateş doludur. Mayıs'ta gönlüm delidir." der ya hani...  Başka nasıl izah edebilirdim? İyisi mi hâlimi bir şair anlatsın dedim. Dedim de fena mı ettim?  Sahiden Mayıs'ta vaziyetim aynen böyleyken böyledir. Bu deli gönlüm, Mayıs'ın  hoop diye girivermesiyle döküldü saçıldı besbelli. Gene olanlar oldu. "Göklere karşı yatılır. Dertlerimiz unutulur." diyor ya Sabahattin Ali... Uzaktan kuşlar mı seslendi? Yoksa Mayıs'ın ilk dakikalarında gönlüm mü delirdi? Bilmiyorum.  Bak şimdi... Van Gogh'un İstanbul'daki sergisine bir ayda üç kez gittim demiştim ya... Üç kez aynı sergiye gidip, o büyüleyici gösteriyi Hayal Kahvem'de ve gördüğüm herkese ballandıra ballandıra anlatınca ben...  Abartmaya meyyal ruhum Van Gogh'un renkleriyle ve hüznüyle dolup dolup taştıkça... Acaba Van Gogh'un ruhu hissetti de çağırdı mı yoksa beni? Ne bileyim? Hiç aklımda yoktu.  Van Gogh Hollandalı bir ressam ya... "Madem bayıldın benim çizdiklerime, yazdıklarıma... Atla gel Amsterdam'a... O bayıldıklarının sahicilerini gör." dedi belki...  Hiç hesapta yokken, felek bir kıyak yaptı bana... Hayal alemine daldırdı... O ne? Birdenbire Amsterdam'da yeldeğirmenlerinin karşısında buldum kendimi...  Gözlerimi oğuşturdum da baktım. İnanamadım gördüklerime!



Ben var ya yaşam içinde neyin hakikat neyin hayal olduğunu çoğu zaman ayıramıyorum. İşte burası Amsterdam'daki Van Gogh Müzesi'ymiş. Ve ben bu müzede Van Gogh'un orijinal resimlerini seyretmeye gitmişim güya. Bu anlattığım bir hayal olmalı... Belki buldum Van Gogh Müzesi'nin bir fotoğrafını ve kendimi ekledim bu fotoğrafa... Olamaz mı? Yapmadığım şey değil ki... Benim gibi hayalci birinden herşey beklenir. Sana bir şey söyleyeyim mi, şu söyleyeceğim kesinlikle doğrudur... Müzeler, kitapçılar, sinemalar... Of!.. Aynı mabedler gibi, en bayıldığım mekânlarımdır benim... Heeyy! Düşünsene... Hem kalabalık içindesin... Hem kendinlesin. Her biri harikûlade hisler geçirir. Ne yalan söyleyeyim, Masumiyet Müzesi'nin açılacağını duyduğumdan beri, ev müzeler ilgimi çekmeye başladı. Henüz Masumiyet Müzesi'ni gidip göremedim. Bu hafta içinde kısmetse gitmek niyetindeyim. Bir kitabın müzesinin olması fazlasıyla heyecanlandırıyor beni. Üstelik bu kitap İstanbul'u ve tutkulu bir aşkı anlatıyorsa... Ne diyebilirim? Şahane!.. Düşünsene...  Niye hep müzelerde koca koca devletlerin, kralların, padişahların hayatlarını gezip görelim ki? Mütevazı bir İstanbul günlük hayat müzesini gezebilmek merakımı fena halde kışkırtıyor. İşte böyle böyle düşünürken düşünürken... Ve de hayalle hakikat arasında... Hazır yolum düşmüşken Amsterdam'a... Sanki iki ev müze gezdim ben... Biri Sabancı Müzesi'nde, resim sergisi 10 Haziran'a kadar sürecek olan ünlü ressam Rembrand'ın Evi, diğeri ise 2. Dünya savaşında Yahudi soykırımı zamanında, iki yıl babasının ofisinin arkasındaki binada, komşularıyla, gestapodan gizlenerek yaşayan, yaşadıklarını günlüklerinde anlatan, yakalanıp esir kampına gönderilen ve 16 yaşında ölen Anne Frank'ın saklandığı bina. Ömrümde ilk olarak iki ev müze gezdim. Her ikisi de çok etkileyiciydi. Bir zamanlar birileri hayatlar yaşamışlar. Onların korkuları, heyecanları, aşkları, tutkuları, hayalleri, günlük hayatta kullandıkları eşyalar, giysiler... İnsana dair şeyler... Hani Karacaoğlan'ın dediği gibi... "Kim var imiş ben burada yoğ iken" dedirten... Başka bir şairin "Henüz vakit varken tomurcuklarını toparla. Zaman hâlâ uçup gidiyor. Ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüp, yok olabiliyor." dizelerini hissettiren... "Yaşadığın günü kavra! Yaşadığın anı olağandışı kıl!" dedittiren cinsten müzeler bunlar.


 

 

Peki bu fotoğraflar nedir? Yoksa, Hollanda Kraliçesi Beatrix, Türkiye ile ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle verdiği davete, beni de mi çağırdı bilemiyorum ki? Amsterdam'daki Dünya Basın Fotoğrafları Sergisi'nde ne işim vardı benim? Bu fotoğraflarda gördüklerim mi hayal? Yoksa ben mi hayalim? Dünyanın dört bir yanından olaylar ve elbette insan manzaralarıydı bu fotoğraflar... Bu kez ben burada var iken, neler neler olmuş dünyanın öbür memleketlerinde dedirten cinsten fotoğraflar... Çarpan, çivileyen, sarsıp, silkeleyen,  farkettiren, meselelere duyarlılığı arttıran  kareler!

Heyy... Yazıma başlarken neredeydim? Bakar mısın şimdi nerelerdeyim? Yazımı nasıl toparlayacağımı bilemedim gene şimdi... Du bi... Murathan Mungan'ı yeniden anma vaktim geldi. O güzeller güzeli şiirinin sonundaki dizeler gibi...  Yazımı bitirirken... Beni hayal alemimde hayatlarda gezindiren sanatın her türü için demeliyim ki "Ey sanat! Herşeyi hayata dönüştüren!" 

24 Nisan 2012 Salı

Eşyaların Tesellisi...



Hani İstanbul Modern'deki 15 Mayıs'a kadar devam edecek olan  Van Gogh sergisi var ya? İşte, o sergiye ben tam üç defa gittim. Zaten müzeleri, resim, fotoğraf sergilerini, sinemayı oldum bittim seven biriyim. Bu sergi adeta benim için biçilmiş kaftandı. Sinema atmosferini andıran loş bir ortamda, klasik müzik ve aryalar eşliğinde, Van Gogh'un muhteşem tabloları film gibi duvarlardan duvarlara akıyordu. Yüreğime dokunmuştu. Resmen büyülenmiştim. Başkalarının ne düşündüğü umrumda değildi. Bu sergi  benim başımı döndürmeyi becermişti. Gene de dört hafta gibi kısa bir sürede, üç defa aynı sergiye gidilir mi? Gitmiştim işte. Denk gelmişti. Yolum o tarafa düşmüştü. Kaçırır mıyım? Eteklerim zil çala çala, salonun karanlık koridorundan girip, renk ve melodi deryasına dalıvermiştim. Her defasında yine yeni yeniden etkilenmiştim. Biliyorsun Van Gogh Hollandalı bir ressam. Kısacık, hüzünlü bir yaşamı var. 37 yıllık hayatının hastalıklarla boğuştuğu son on yılında 900 ün üstünde eserler vermiş. Şu iki tablosu var ya... Hani Van Gogh'un  odasını, sandalyesini, piposu resmettiği tabloları... Of!... Bu tabloları, ne zaman görsem fena etkiler beni. 

Şimdi yeni bir müze heyecanım var. Bu kez Masumiyet Müzesi'nin açılmasını bekliyorum. Tekrar hatırlamak niyetiyle, son günlerde, Masumiyet Müzesi romanını elimden düşürmüyorum. Romanın kahramanı Kemal, acı içinde, kendisini terk eden sevgilisi Füsun'un eşyalarını biriktiriyor. Ve o eşyalara dokunmak, seyretmek, Kemal'e gerçekten teselli veriyor. Romanı okurken bir ara kitabı bıraktım. Hayalimde Vang Gogh'u canlandırdım.  Acaba Van Gogh neden kendi eşyalarını resmetmişti?  Van Gogh, kendi  eşyalarını, en acılı, en buhranlı olduğu zamanlarında çizmiş olabilir mi? Masumiyet Müzesi'nin bir bölümünde, Kemal  şöyle der... "Ama en mutlu anı işaret ettiğimizde, onun çoktan geçmişte kaldığını, bir daha gelmeyeceğini, bu yüzden bize acı verdiğini de biliriz. Bu acıyı dayanabilir kılan tek şey, o altın andan kalma bir eşyaya sahip olmaktır. Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o  mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar." Van Gogh'un, kullandığı eşyalara bakması, dokunup, eşyalarının resmini çizmesi, acaba eşyanın verdiği teselliye ihtiyaç hissetmesi sebebiyle miydi?  Masumiyet Müzesi'nde eşyaların tesellisine sığınan Kemal'in dediği gibi, sevginin büyük bir dikkat ve büyük bir şefkat olduğunu, acaba Van Gogh kendi eşyalarının resmini yapmakla mı  hissettirmek  niyetindeydi? Sevmek, acaba Van Gogh'un eşyalarına dikkatle bakıp, şefkatle resmetmesi gibi bir şey mi?  Van Gogh'un eşyalarını çizmesi... Masumiyet Müzesi'nde bir aşığın biriktirdiği eşyaların sergilenmesi...  Bana düşen ise... Hayata durup bakmak.... Eşyaların tesellisini hissedebilmek besbelli. 

 


28 Mart 2012 Çarşamba

"Uzanıp Kendi Yanaklarımdan Öpüyorum."

 


İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) konferans salonunun giriş kapısının önünde duran uzun boylu görevli, içeriye girmek istediğimi görünce, elindeki listeyi gösterdi ve kibarca sordu:

- Adınız?
- ????
  Be.. Benim mi? İnanmıyorum! Rezervasyon mu yaptırmam gerekiyordu?

Alt dudağımın aşağıya sarktığını, çenemin titrediğini hissettim. Zaten nefes nefeseydim. İstanbul Modern'den yokuş tırmanıp İstiklal Caddesi'ne çıkmış, kimbilir kaç kişiye sora sora İKSV'na kadar koşar adım yürümüştüm. Ubor Metenga Buluşmaları'nın başlamasına on dakika kalmıştı. Felek gene yapacağını yapmış, hayalimi gerçekleştireceğim programı hazırlamıştı. Öğlen üzeri Kavacık'taki yeni müşterimle görüşmemi tamamlamıştım. İstanbul Film Festival'i için düşündüğüm biletleri satın almıştım. Dayanamamış İstanbul Modern'deki Van Gogh gösterisine gene girmiştim. Sanki Teras Kafe'de oturmuş, Ren Nehri'nde Yıldızlı Bir Gece geçirmiş, Van Gogh'un 1889 yılında yaptığı bu tabloların eşsiz renkleri ve etkileyici aryaların eşliğinde kendimi yıldızların altında dolaşır varsaymıştım. "Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu farkedin. O zaman hayat neredeyse büyülü görünüyor." diyen Van Gogh'u dinledim. Sahiden hayat büyüleyiciydi.  Başım dönüyordu. Gene sarhoş olup çıkmıştım. Hazır denk düşüp İstanbul'dayken, Tomris Uyar için yapılan buluşmaya gitmeye niyetlendim. O niyetle şimdi İKSV'deydim. İyi ama, kapının önündeki görevlinin elinde tuttuğu uzun listede adım yoktu işte... Sanırım vaziyetim yüzümden ayan beyan okunuyordu. Korkudan büyümüş gözlerle kimbilir  görevlinin gözlerine nasıl bakıyordum ki...
-Beş dakika bekleyin. Eğer boş sandalye kalırsa girersiniz merak etmeyin, dedi.
Utanmasam sevinçten boynuna sarılabilirdim. Sanırım bu düşüncem gene yüzümde ayan beyan belirdi. Kapıdaki görevli, herhangi bir yanlış anlaşılacak duruma sebebiyet vermemek için bir adım geri çekildi. Olduğum yerde mıh gibi çakılı bekledim. Beş dakika kala:
-Buyrun, dedi. İçeriye girdim. Alt salon tıklım tıklım doluydu. Üst kattaki küçük balkona çıktım. Bir sandalye buldum. Oturdum. Bir edebiyat yıldızını anma şölenindeydim. Sahiden hayat büyüleyiciydi. Allahım, çok teşekkür ederim.





NOT: "Uzanıp Kendi Yanaklarımdan Öpüyorum." Turgut Uyar'ın dizesidir.

11 Mart 2012 Pazar

Bir Çocuk Gibi Şaşarcasına Bakarak Yaşamak İstiyorum.


Şimdi ben bu yazıma o güzeller güzeli Guguk Kuşu'nun film karelerini ekleştirdim ya, sakın bu filmi anlatıyorum sanma olur mu? Yok, film filan anlatmayacağım. Bak şimdi. Geçtiğimiz sene mayıs ayında, şehrimdeki   kitap fuarından aldığım kitaplar arasında Dücane Cündioğlu'nun Hz.İnsan adlı kitabı vardı. Okumamıştım. Kitaplığın yanındaki masanın üzerinde o gün bugündür demleniyordu. Bu akşam elime gelince.. Baktım ince bir kitap zaten. Niyetlendim. Okumaya başladım. Sevdim kitabı. "Delilik özgürlüktür" adlı bir  bölüme geldim. İlgiyle okumaya devam ettim. Bizim geleneğimizdeki delilere gösterilen sevgiden, hürmetten bahsediyor. Onlardan korkulmaz bilakis gıpta edilirdi çünkü onlar anlamadığımız, kavrayamadığımız bir dünyanın insanlarıydılar diyor. Aramızda dolaşırlardı. Bir yere kapatılmalarına, mahkumiyetlerine gönüller razı olmazdı çünkü bir zaman delilik özgür olmak demekti diyor. Sonra mecnun'un çılgın ve deli anlamına geldiğini söyledikten sonra çeşitli kelimelerin kökenlerine inmiş yazar. Bunları okumak hoşuma gidiyor. Ve akabinde  bir hadisi şerif eklemiş.. "Siz deli olmadıkça imanınız sahih olmaz."  Sonra devam etmiş. "Akıllı, uslu olmak, belki size garip gelecek ama aklın üstüne çıkmak isteyenlerin ayağını bağlayan bağ demektir." demiş. Uslu olanlar, aklın sınırları içinde kıpırdamayan durunlardır. Oysa deli olma harekete geçmeyi, yerinde duramamayı gerektirir.Yazısını Mevlevi'den bir dua ile bitirmiş. "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine HAK'tan şifa diliyorum; zira şu akıl belasından tamamiyle kurtulabilmiş değilim."
 

Lütfen söyler misin? "Hafıza nedir? Emrimizdeki bir köle mi? Yoksa başına buyruk bir isyankar mı?" Bu yazdığım bir film repliği mi yoksa bir kitaptan alıntı mı hatırlamıyorum. Ama bakar mısın  benim hafızamın yaptığına? Ben Dücane Cündioğlu'nun kitabını, yukarıda kısaca özetlediğim kitabın Delilik Özgürlük adlı bölümünü okuyordum ya hani.. Bu bölüm bitince ne yapmalıydım? Kitabın bir sonraki bölümüne devam etmeliyim değil mi? Yok işte. Bu kitap bu günlük bende bitti. Neden? Çünkü aynı konuda Gündüz Vassaf'ın bir yazısını hatırladım. Baktım. Var gerçekten. Cehenneme Övgü adlı kitabında var. Konu başlığı da şöyle: "20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller." Şimdi  söyler misin, benim hafızam emrimdeki bir köle miymiş? Yoo.. Kölem olmadığı besbelli. Benim hafızam resmen başına buyruk bir isyankâr. Okuduğum kitabı bıraktırıyor, yerimden kaldırıyor, başka bir kitabı elime aldırıp, baktırıyor. Pes ama. Ben hiç bir kitabı başka bir kitapla ya da filmle  eşleştirmeden okuyamayacak mıyım Allah aşkına?  Niye rahat vermiyor bana? Mesela ne kadar istiyorum,  bir tane şiir ezberleyebilsem, bir filmi ya da kitabı tam manasıyla anlatabilsem... Nerdeee? Onları hafızanın karanlık çekmecelerine atıyor. İlla bana isyan etmesi gerekiyor ya, okuduğum kitabı bıraktırıyor. Ne fena!


Gündüz Vassaf'ın yazısı oldukça uzun ve Dücane Cündioğlu'yla aynı fikirde. Delilik aslında özgürlüktür diyor. Gerçeğe benzersiz bir bakış açısıyla bakmak deliliğin muhtelifliğini oluşturur ve her deli kendi havasındadır. Psikiyatri denen olay deliliğin özgürlüğünü ellerinden almıştır. Deliler dize getirilmiştir. İyice ilaçlandırılıp toplumun kıyısına itilmiş, istenmeyen birer varlık haline getirilmişlerdir, diyor. Peki onların herhangi bir insandan daha zararlı daha tehlikeli olacağını kanıtlayan doğru dürüst bir araştırma ya da istatistik var mı? Yok ama deliler bizi tedirgin ettikleri için onlara yapılan uygulamalara ses çıkarmayız diyor. Akıl hastanesindeki hastalar psikiyatristinin  izni olmadan  telefon edemezler, bazıları yıllarca koğuşlarından dışarıya çıkarılmaz, mektup yazma, ziyaretçi  kabul etme hep doktor iznine tabi... Dolayısıyla psikiyatrinin bir baskı aracı olduğunu  ve ilgili ilgisiz her yerde kullanılabildiğini söylüyor. Bu konuda bir kaç örnek veriyor. Mesela ABD'de polis 12 yaşındaki bir erkek çocuk ruhsatsız bisiklet kullanıyor diye önce uyarmış, devamında  çocuğu psikoloji kliniğine havale etmiş.  New Hampshire yasalarına göre tüm bisikletlere para karşılığında plaka alınması ve polise kayıt ettirilmesi gerekiyormuş. Aile yoksulmuş. Çocuk da bisikleti sadece evin yakınında kullanıyormuş. Şimdi bu olayın psikoloji kliniği ile ne ilgisi var diye soruyor? Otoritenin itaat etmeyenlere uygun gördüğü bir şekilde dışlama yöntemi olduğunu söylüyor.



Dostoyevski'nin sara nöbetlerini, Van Gogh'un bir tablosunu, Nietzshe'nin bir kitabını saatlerce konuşabildiğimiz  halde deliler hakkında konuşmak tuhaf gelir.  Beklenmedik, alışılmış dışında düşünceleri olan veya davranan insanlar endişe uyandırırlar. Aslında Gündüz Vassaf kendisi de psikolog olmasına rağmen bu yazısında psikiyatristlik ve psikoloji klinikleri hakkında  oldukça fazla olumsuz görüş bildirmiş. Şimdilik o konulara girmeyeceğim. Asıl önemli olan ne biliyor musun? İnsan davranışlarının  farkında olmaksızın standart hale getirilmesi. Aynı olay karşısında herkesten aynı tepkinin beklenmesi...  Bu haller farklı tutum ve davranışta olanların kınanması sonucunu getiriyor. Böylece içimizdeki sese kulak vermekten ve hayallerimizi açıklamaktan korkar oluyoruz. Bize deli denmesine ve deli muamelesi yapılmasının sonuçlarına katlanacak gücümüz kalmıyor. Böylece her konuda standartlaşma yaşamın kendisindeki yoğunluk duygusunu ortadan kaldırıyor. Derinliğe vakit kalmıyor. Haybeye söylemiyor Gülten Akın "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" diye. Bu romantik değil  bilakis ağırından protest bir dize bence... İşte belki de bu yazıda paragraflarla anlatılan bu konuyu, bir şair bir dizede özetliyor. O kadar ilginç örnekler vermiş ki Gündüz Vassaf gerçekten  tüm yazıyı okumak gerekiyor. Neticede standartlaşma eğer halen her yere tam manasıyla nüfüs etmediyse, bu içimizdeki deliler sayesindedir diyor ve deli sözcüğünü hafife almamak gerektiğini ardından bir sürü acıyı beraberinde getireceğinin altını çizdikten sonra "Kendimizi koruyamıyorsak bari bırakalım deliler deliliklerinde özgür kalsınlar." diyor.
 

Guguk Kuşu'nun film karelerini bu yazıya eklememin sebebi, bir akıl hastanesinde geçiyor olması tabii. Benim hafızam emrimdeki kölem değil  başına buyruk bir isyankâr olduğu için bu yazıyı Guguk Kuşu filmiyle kapatmamı emrediyor. Film tam ibretliktir. Ve eğer bu filmi seyretmediysen,  bırak üzülmeyi, acırım sana yemin ederim. Müthiştir. İşte dayatılan sisteme karşı çıkan bir adamın öyküsüdür. Ve Gündüz Vassaf gibi psikiyatri alemini derinden eleştiren olağanüstü bir filmdir. Bu filmi seyretmiştim. Kaç defa. Güzdüz Vassaf'ın kitabını okumuştum. Şimdi ise deliliği yücelten Dücane Cündioğlu'nun kitabını okudum.  Bunları tekrar hatırlamak bana iyi geldi.  Hayatta en çok korktuğum şey, şaşırmayı ve hayret etmeyi unuttuğumuz bir yaşam... Herkesin aynı tepkileri verdiği, davranışların önceden kestirildiği ve denetlendiği bir toplum. Bu konuda çok okuyup yazmalıyım aslında. Ben Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" istiyorum. Benim özgürlüğüm burda saklıdır ve özgürlüğüme sahip çıkmak istiyorum.Yazımın sonunu Mevlevi'den dua ile bitirmeliyim.. "Deliler Sultanı'nın yüzüsuyu hürmetine HAK'tan cümlemize şifa diliyorum."  Ne şifası mı? Şu akıl belâsından  tamamiyle  kurtulmak  için acil şifa tabii... amin!

28.01.2011

26 Şubat 2012 Pazar

Kahve Molası - Yeniden Yollara Düşerim...


Yoo... Bu fotoğrafı Van Gogh sergisinde çektirmedim.  Hani Karaköy'e giderken Tophane-i Amire'de 26 Şubat'ta bitecek olan Dali sergisi var ya... Hah işte, orada çektirdim. Dali sergisini sevdim. Ama sana bir şey söyleyeyim mi, ben Dalici değil,  kesinlikle Van Goghcu olduğuma karar verdim. 15 Mayıs'a kadar sürecek olan Van Gogh sergisi, İstanbul Modern'deydi. Aynı gün hem Dali hem Van Gogh sergisini gezmiştim. Van Gogh'un orijinal resimleri sergilenmiyordu. Sadece duvarlara yansıtılıyordu. Van Gogh'un resimlerindeki renkler,  loş bir ortamda, klasik müzik ve aryalar eşliğinde, adeta dört bir yanımdan akıyordu. Büyülendim. 

 
 

Başım döndü. Dizlerimin bağı çözüldü. Çöktüm... Yere oturdum. Bir ses çınladı kulağımda... "Dün gece Van Gog'u gördüm rüyamda... Ağlıyordu... Gözünün üstünde bir pamuk... Pamuktan kan sızıyordu... Dün gece Van Gog'u gördüm rüyamda... Ağlıyordu... Bir kulağını kesip... Arkadaşına götürmüştü... Ama kulağı değil... Gözleri kanıyordu... Dün gece Van Gog'u gördüm rüyamda... Ağlıyordu." Bedri Rahmi Eyüpoğlu sanki bana bu dizelerini okuyordu. Kendime gelemedim.





Kısa hayatı acı dolu geçmiş Van Gogh'un...  Ömrünün son  on yılında  900' ün üzerinde suluboya/yağlıboya resim yapan  20. yüzyılın en ünlü ressamı, 37 yaşında intihar etmiş. Çok başarılı bir sergi olduğunu söyleyebilirim. Renkler ve müzik, loş ortam içerisinde öyle bir nüfuz ediyor ki belleğe, insan ressamın kederini yüreğinde hissedebiliyor.



Sanırım, Van Gogh, gökyüzünü, yıldızları seven biriydi. Zaten kardeşi Teo'ya yazdığı bir mektubunda, "Yıldız çizmek için tuvale beyaz noktalar koymak yeterli değildir." diye yazmış. Tablolarındaki yıldızlar çok farklı... Büyüleyici... İstanbul'daydım... İstanbul Modern'in 3. antreposundaydım... Yerde oturuyordum... Hüzünlü bir melodi ortalarda dolanıyordu... Karanlıktı... Dört bir yanımda Van Gogh'un yıldızları uçuşuyordu... Biri kulağıma Murathan Mungan'ın dizelerini fısıldıyordu... "Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler... gözlerim... aşkın kuzey yıldızıdır bu... yazları daha iyi görülen... Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler... ilerlerim... zamanla anlarsın bu bir yanılsama... ölü şairlerin imgelerinden kalma... Sen de değilsin. O da değil... Kuzey yıldızı daha uzakta... yeniden yollara düşerler... düşerim... bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda...ben yoluma devam ederim."  Ben bu sergiden sarhoş çıktığımı söyleyebilirim. Anladım bu bir yanılsama... Ölü ressamın çizimlerinden kalma... Bazan bir resim yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda... Ben.. ben... ben bu sergiye kesinlikle gene giderim... 


NOT: Fotoğrafların çoğunu Momentos'un albümünden aldım.