8 Mayıs 2011 Pazar

İstanbul Modern'de Olivier Assayas Filmleri Gösterimde Öyle Mi?


Duydum ki 5-15 Mayıs arası  Fransız yönetmen Olivier Assayas filmleri  İstanbul Modern'de gösterimdeymiş. Hangi filmleri var diye baktım. Bakmaz olaydım. Juliette Binoche'un oynadığı Yaz Saati, soğuk savaş günlerinin teröristi Çakal Carlos üzerinden uluslararası bir gerillanın öyküsünü anlatan Carlos, Nick Nolte'un oynadığı Sil Baştan... Ve diğerleri... Eyvah! Hepsi ilgimi çekti. Ne yapacağım şimdi? İçime çöreklendi gene sinema sevdası.. Eyvah ki eyvah yani... Çok fena. Yine yol göründü gurbete... Bu kez Beyoğlu'na değil ama... İstanbul Modern'e.  Du bakalım... Giderim belki... Kısmet. Gidemezem üzülür müyüm peki? Üzülmem elbet!.. Parolam her daim... "Hayal Et!"

Gene Aklımın İplerini Saldım...


Epey önce satın almıştım. Kutusuyla duruyordu. Bugün gözüme değdi. Elime aldım. İçinde beş adet film vardı. Hepsi Alain Delon filmleriydi. İlk film Bir Aynasızın Postu İçin'di. Filmi kabından çıkardım. Oynatıcıya koydum. Koltuğa oturdum. Bir müzik başladı. İşte yukarıya videosunu koyduğum müzik. Allahım!  Müzik anında aklımı başımdan aldı. Müziğin sesini sonuna kadar açtım. İnan bana... Hemen yerimden zıpladım. Mutfağa geçtim. Buzdolabından gazoz şişesini çıkardım. Raftan en renkli kadehi seçtim. Bu arada filmi başlatmadım ya sürekli aynı şarkı çalıyordu. Kendi etrafımda üçyüz atmış derece dönerek elimdeki tencereyi ocağa koydum. Kavanozdaki sarı taneleri az yağ ve tuz koyduğum tencereye attım. Şişedeki gazozu yüksekten lıkır lıkır kadehe boşalttım. Fooooşşşş! Köpürdü... Bardaktan taştı. Tencereye baktım. İşaret parmağımı sihir yapar gibi tencerenin kapağına bastırdım. "Okus pokus!" dedim. Anında sihir etkisini gösterdi. Pata pata pata... Patırdadı... Tencereden taştı. Aldırmadım. Ocağı kapattım. Tencerenin kapağını açtım. Abraka dabram işe yaramıştı işte. Sarı, sert taneleri yumuşak kar tanelerine çevirebilmiştim. Muzipçe gülümsedim. Becerikli işaret parmağıma hedefi on ikiden vurmuş tabanca namlusu niyetiyle üfledim. Tencereki mucizevi yiyeceği  derin kaseye boşattım. Bir elimde kadeh bir elimde kase ayaklarımla iki ileri bir geri hareket ederek salona geçtim. Elimdekileri ön sehpaya koydum. Koltuğa bağdaş kurup yerleştim. Kumandayı elime aldım. Filmi başlattım. Heey! Alain Delon... Paris... İkisinin de 1970'li halleri... Çok şeker. Ya filmin müzikleri... Ya kadehteki içecek... Ya kasedeki yiyecek... Allahım... Yüreğimi dinledim.  Başka ne olabilir ki? Mutluluk buydu işte. Önce kadehteki gazozumu yudumladım. Sonra kasedeki patlamış mısırdan bir kaç tane ağzıma attım. Arkama yaslandım. Heyy! Düşünebiliyor musun?  Paris'teyim... Bu müzik... Bu müzik... Aklımı başımdan aldı. Aklımın iplerini iyiceeee saldım. Galiba filmle birlikte gene hayallere daldım.

 

Hey, "Işınla Beni Scoty!" - 2256 Yılında Anne Olma Vaziyeti..


Çocukluğumun televizyon dizisiydi Uzay Yolu. Benim gibi hayal etmeyi seven biri için büyüleyiciydi tabii. Düşünsene, Atılgan adında bir uzay gemisi. Kaptan Kirk'ün "Işınla beni Scoty" demesiyle, hoop gemiden anında ışınlanıvermesi... Hey, şu ışınlanmayı ben bu dünyadan gitmeden icat edebilseler keşke! Of, en büyük hayalim. Kuş olup kanatlanamayacağıma göre, keşke ışınlanabilsem istediğim yere. Allahım,  acaba benim böyle hayalci biri olmamın sebebi çocukluğumda seyrettiğim Uzay Yolu tarzı filmler mi? Ya Mr. Spock? Hani insan anne ve Vulkanlı babadan doğma, uzun kulakları ve soğukkanlı ifadesiyle hafızama kazınmış Uzay Yolu'nun ilginç karakteri. Benim seyrettiğim yıllarda o kadar şaşırtıcıydı ki bu film. Hayret ve hayranlıkla karışık duygularla seyrettiğimi çok iyi bilirim. 


Dün gece Uzay Yolu'nun yeni versiyonu, Star Trek'i seyrettim. Bu filmde de gene Kaptan Kirk, gene Mr. Spock var. Gene uzaydayız. Uçan arabalar, ışınlı tabancalar, uzaylılar, o kadar çok icatlar yapılmış, yeni gezegenlere ulaşılmış, o denli gelişmiş ki herşey anlatamam. Gene "Işınla bizi Scoty!" dediğin anda, bu kez bir yerde durmana bile gerek yok.. Koşarken bile ışınlanman mümkün herhangi bir gezegenden kendi uzay gemine. Bu film bizi Uzay Yolu dizisinin en başına götürmekte... Yıl desen 2256... Düşünebiliyor musun? Bu film günümüzden 250 yıl sonrasını anlatıyor. Filmin başında Kaptan Kirk'ün trajik doğuşu gösteriliyor. Ve inanamıyorum. Annesi aynı günümüzdeki gibi doğum yapıyor. O kadar teknolojik depdebe arasında, doğuma hiç bir kolaylık getirilmemiş ya inanılır gibi değil. Gene anne çığlık çığlığa bağırıyor. Gene başındaki doktor ya da ebe neyse, "Ikın! Ikın!" diye anneye sesleniyor. Ve Kaptan Kirk 2256 yılında  günümüzün doğum şartlarında doğuyor. Şimdi canım Mr. Spock'un kimi durumlarda "İlginçç!" demesi gibi bir söz sarfetmek istiyor. "İlgiiinnç!" Çocuğun kız mı erkek mi olduğu bile bilinmiyor. Vay canına sayın seyirciler. Filmi çok beğendim. Nostalji oldu, bir an çocukluğuma geri dönüp, mahallede oynadığımız Uzay Yolu oyunları aklıma geldi gelmesine ama... 250 yıl sonraki doğum olayında hiç bir değişiklik düşünülmemesi ve doğacak bebeğin cinsiyetinin bilinmemesi şaşırttı beni ne yalan söyleyeyim. Dehşete bile düşürdü diyebilirim... 

Hey, “Işınla beni Scoty!”

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Ne bileyim? "Evin -e Halindeyim." Dedi.


Mutfaktaydım. Behçet Necatigil'in şiirindeki gibi tam evin -de halindeydim. Sabah Değirmendere Pazarı'ndan satın aldığım mevsim sebzeleri pişmekteydi ocaktaki alev-de.  Çalan telefonu bu haldeyken cevapladım. Bir yandan yemeği karıştırırken bir yandan  telefonu omuzuma dayadım.   "Ablam seni bilmem ama... Az önce on tane gömlek ütüledim. Yazmışsın ya Hayal Kahvem'e. Sual edersen kardeşciğine şu anda vaziyetin nedir diye...  Evin -e hali diye cevap verebilirim. Sırtımda günün yorgunluğu. Kaçacağım az sonra. Yapalım mı senle kahve-sinema?" dedi.  Çığlığımı kimse duymasın diye usulca  "Heyy, tamam! İyi de hangi filme?" diye fısıldadım.  "Ne çıkarsa bahtımıza!" dedi. Canıma minnet! Yemekler pişmişti zaten. Hemen emektar kadife ceketimi ve bez ayakkabılarımı kaptığım gibi parmaklarımın ucuna basa basa evden kaçtım. Arabaya bindiğim gibi radyoyu açtım. Yaşar söylüyordu: "Kimi sevdayı aranır dağların ardında... Kimi sevdaya boyanır en umulmadık anında..." Ben var ya bayılırım Yaşar şarkılarına... Durur muyum? Hemen sesim bettir falan demedim. Başladım şarkıya vokal yapmaya... "Kimi yirmi beşinde kimi bilmem kacında... Kimi yok der inanmaz kimi bulur anlamaz... Sevda uzak degil ki sevda basucumuzdaaa... Sevda pek yakında sinemalardaaaa." Evet... Kardeşle önce kahve hüpletip, dedikodunun dizini  çıtır çıtır kırdık.  Akabinde saat olarak bahtımıza denk düşen İncir Reçeli adlı filme daldık. Ben bu filmi hiç duymamışım. İncir Reçeli mi? Şimdi düşünüyorum da... Kardeş bence bu filmi önceden  biliyor olabilir, hatta buluşmamızı bu saate özellikle denk getirmiş bile olabilir. Ben ne olduğunu anlamadan sinema salonuna daldım. O ne? Salon bomboş. Bizden başka kimse yok. Oh! Biz bir yayıldık kardeşle. Nasıl serildik koltuklara anlatamam. Film dersen damardan Love Story'nin törkiş versiyonu çıktı iyi mi? Tam kardeşlik.  Of! Bayılır  seyircisine acı biber gazı veren filmlere... Ben filmde kullanılan müzikleri sevdim. Hele İstanbul filmin başrolündeyse... Görmem ki fena birşey. Bir ara  uzun zamandır dinlemediğim "Şarkılar seni söyler... Dillerde nağme adın" başlamadı mı filmin bir sahnesinde... Heyy! Sinemada kimse yoktu ya... Baktım kardeşe... Anladı aklımdan geçeni. Muzipçe tebessüm etti. Biz azıcık sesimizi yükselterek başadık şarkı söylemeye... "Aşk gibiiii... Sevda gibiiii.. Huysuz ve tatlı kadıııınnnn... Huysuz ve tatlı kadııııınnn." Film çıkışında ben arabaya doğru giderken, kardeş "Bir şey alıp geleceğim" dedi. Geldi. Bana bir paket verdi. Sonra açarsın dedi.  Kardeşi evine bıraktım. Yola devam ederken paketi açıp baktım. Aaa! İncir reçeli... Kusura bakmasın ama... Bu filmden sonra yiyebilir miyim hiç incir reçeli? Boğazıma dizilir. Hayret edilecek şey! Bilseydim bana incir reçeli alacağını sinema sonrasında geleneksel ayak fotoğrafı çekerken  ayağına basardım inan ki:)


Bilmeyen Ne Bilsin Bizi... Bilenlere Selam Olsun...


Az önce gazetelere göz gezdirdim. Evdeyim. "Evin en yalın hali... İster cüce, ister dev... Camlarında perde yok... Bomboş, ev... Evin -i hali, sabah, Geciktiniz haydi! Uykuların tatlandığı sularda... Bıracaksınız evi. Evin -e hali, gün boyu, Ha gayret emektar deve! Sırtınızda yılların yorgunluğu... Akşam erkenden eve. Evin -de hali, saadet... Isınmak ocaktaki alevde... Sönmüş yıldızlara karşı... Işıklar varsa evde. Evin -den hali, uzaksınız, Hattâ içinde yaşarken... Aşkların, ölümlerin omzunda... Ayrılmak varken evden." Bu yazdığım Behçet Necatigil'in bir şiiri. Bu cumartesi... Tam şimdi... Ev hangi halinde acaba? Yalın halinde değil. Camlarda perde var. Ev eşya dolu. Hımm, bence evin hallerini düşünmekten vazgeçmeliyim. Kendi halime dönmeliyim. Hasan Ali Toptaş'ın kitap ismi gibi  bin hüzünlü haz'lardan biri bu yazıyı yazarken hissettiğim. Sonra bir MFÖ şarkısı var akıl süzgeçimden geçirdiğim... "Bir hüznün kıyısında... Karıştım halkın arasına... Yalnızlığın koynunda sessiz... Nerdeyiz... Nerdeyiz..."  Anlaşılan... Gene... Bir sürü haller içinde halim. Daldım farklı farklı düşüncelere...  Şimdi burada meramımı anlatmaya çalışırken... Farkettim... Hal ve gidişimi gene şiirlere yüklemekteyim. Evimde oturmuşum... Oturmuşum da dünyanın savaşlarına, gailesine, kavgasına, şiddetine, bencilliğine oturduğum yerde ağıt yakmaya niyetlenmişim. Elimde kız belli bardak... Sol elimle kavramışım bardağı. Tabağına bırakmıyorum. Bak şimdi böyle yazınca... Tam da şu anda...  Cemal Süreya'yı anmak istiyorum. O güzeller güzeli dizesinde der ya hani... "İki çay söylemiştik birisi açık... Keşke yalnız bunun için sevseydim seni." Sol elimde çay bardağı olunca, tek elimle birşeyler yazmaya çabalıyorum. İlla yazacağım ya... Yazmalıyım. Çünkü yazmadan duramıyorum. Kafamda binbir çeşit düşünce... İyi ama neydi acaba anlatmak istediğim? Evin hallerinden kendi halime geçtim. Yazının bir yerlerinde dünya halleri demiştim.  İlgi dağınıklığından mustaribim ya...  Neydi  bu yazıdaki asıl maksadım bilemedim. MFÖ söylüyor radyoda... "Adımız miskindir bizim... Düşmanımız kindir bizim... Biz kimseye kin tutmayız... Ha bu alem birdir bize." Tamam... O halde... "Bilmeyen ne bilsin bizi... Bilenlere selam olsun." diyeyim. Hatırlamadığım yazı konumu  hepten dağıtıp uzatmadan... Şimdi.... Tam da burada keseyim. Son olarak... Yazarken kelebek misali  aklıma düşen şairlere  yürekten  selam edeyim.

6 Mayıs 2011 Cuma

Birhan Keskin'in Örümcek Adlı Şiiri İle Örümcek Adam Çizgi Roman Kareleri


Terliymiş mavi gök, bıkkınmış akşamüstü
balkon yorgunmuş, yel söylenecekmiş.
Hariçmiş badem dünyadan, sardunya
daha şımaracakmış. Kerem edecekmiş taş,
mayalanacakmış çöl, düze çıkacakmış çukur.
Hah hah ha...
Sağ sağrımda aşk tozu birikiyor
gamzemde lirik hatıra.

 Karnımın üstündeki çiyden duyuyorum dünyayı
Her ayağım bir başka yöne işaret ediyor.

Durmadan değişiyormuş dünya
Örümcek bağlıyormuş hatıra...



 
Ruhumdaki sarkaç bir atıyor beni
cesaretin beyaz atına, bir çekiyor içeri
ağulu korkuya.
(Ben üretmişim kuşkuyu, benim ipliğimmiş korku! hah.)


 
Örümcek bağlıyormuş hatıra
hah hah ha.

İpim indirsene beni dünyaya
ha.
 
Birhan Keskin/ Örümcek

5 Mayıs 2011 Perşembe

Canım Balkanlarda Dolaşmak İster Şimdi...




"Nasıl yani? Muammer Ketencoğlu İzmit'e geliyor öyle mi? Nassıııll? Ford Otosan getiriyor ve biletler ücretsiz yani... Heyy! Bizlere de bilet ayarladın öyle mi? Tamam canım ayaklarımı yerden kestin şimdi!" dedim arkadaşıma. Biz bu akşam altı kişi Muammer Ketencoğlu'nun konserine gideceğiz. Şimdi ben bu akşam  konserde dinleyeceğim ya Muammer Ketencoğlu'nun türkülerini...  Ne olacak peki? Yüreğime tesir edecek. Ağlayacağım. Kesin ağlarım. Adım gibi eminim.  Sonra... Biliyorum canım fena halde Balkanlar'da dolaşmak isteyecek. Yooo... Gidemem Balkanlar'a tabii... Hele bugünlerde öyle seyahate falan çıkmam mümkün değil. Ne yapabilirim? Eve döndüğümde... Balkan müziği eşliğinde Balkanlar'la ilgili bir romanın satırları arasında  dolaşmak  bana ilaç gibi gelecektir. İvo Andriç'in yazdığı Drina Köprüsü adlı kitabının satırları arasında dolaşsam mesela.. Drina Köprüsü'nü hemen bulmalıyım  kitaplarımın arasında... Mutlaka... Uyuyamam. Gözümü uyku tutmaz valla!.. Of! Söylemek istemiyorum.  Ama söylemeliyim. Bu konserden sonra  var ya...  Ayrıcaaa... Ben... Ben... Akordeon öğrenmek isteyebilirim... Of! Neden böyle herşeye heves eden biriyim? Bilmiyorum...  Şimdi "Gitara heves ettin anca bir parça öğrenebildin. Bağlamayla heves ettin  anca  bir türkü çalabiliyorsun. Akordeon öğren de, bir ayde mori çal bari!" deyip kıs kıs  gülüyorsun  bana değil mi?  Herşeye hevesim var. Ama yeteneğim yok. Yaradılışım böyle, ne yapabilirim? Olsun..  Akordeonla  bir tek "ayde more"  çalmaya razıyım. Of! Düşünsene... Kollarıma geçirip akordeonu... Hele bir Bosna sevdalinkası çalabilsem mesela.. Keşke tek  şarkı çalabilsem. Of, keşke! İnan bana... Şimdi aklımdan geçirdim ya... Girdim havasına... Heyy!  Hayali bile yetti valla:)







Fotoğraflar - Seda Çınar Ceyhan'ın fotoğraf galerisinden alınmıştır.

Kahve Molası - fransız konsolosluğu önünde, fransız fransız bakıyorum..



az önce kahve molası verdim.. bak sana ne anlatacağım.. aylardan mayıstı.. günlerden ise salı.. "fransız konsolosluğu önünde, yerli bir banka oturmuş, fransız fransız, önümden akıp giden hayata bakıyorum.." diye başlar  bir yazısına metin üstündağ.. ben de aynısını yapma niyetiyle fransız konsolosluğu önündeydim.. heyhat..  aradım taradım.. o yerli bankı bulamadım.. fransız konsolosluğunun  yanındaki kafenin tahta sandalyesine  çöktüm.. ama, fakat, lakin.. sonrası aynen metin üstündağ'ın yazdığı cümleler gibiydi.. "püfür püfür kızlı, erkekli grublar geçiyor.. zenginler, fakirler.. işportacılar, zabıta.. tramvay, yerliler, kediler, yabancılar.." inan bana şahane bir ilkbahar ikindisi vaktiydi.. "elişi kağıdı gibi gökyüzü.. " derin derin içimi çektim.. dinledim yüreğimi.. bin hüzünlü hazlardan biriydi hissettiğim.. "ve haydarpaşa hüzünlenmesinde rüzgar.. esiyor çocukluğum." işte aynen böyle hisler içerisindeydim.. sonra kalktım yerimden.. fransız konsolosluğu'na girdim.. bir el içeri itti beni sanki.. merdivenlerden aşağıya indim.. "burası" dedi birisi.. burası dediği  yer, bir sinema salonu gibiydi.. o kadar kalabalıktı ki  salon, ilk boş bulduğum koltuğa çöktüm.. baktım.. sahnede yedi  kişi vardı.. ortadaki.. "sadece arap dünyasının değil dünyanın yaşayan en büyük şairlerinden ve edebiyat düşünürlerinden biri burada.. adonis.. şiirini  arapça dilinde okuyacak şimdi.." dedi.. heyecanla dinledim.. şiirin arapça  dilindeki melodosi  harikuladeydi..  oturduğum  koltuğa kendimi iyice yerleştirdim.. şair, editör, caz eleştirmeni jack reda.. fransız edebiyatı, sanat ve estetik tarihi öğretim görevlisi hassan wahbi..  la monde'un edebiyat eleştirmeni vardı bir de.. bizden kimler vardı biliyor musun.. küçük iskender ve özdemir ince.. heyy.. şahane.. ben.. yazar ve felsefeci ahmet soysal yönetiminde, bizzat şairlerinden arapça, fransızca ve türkçe şiirler dinledim..  of.. müthişti gerçekten.. bu  akdeniz şairleri buluşmasıydı biliyor musun.. şahidim..  havada üç dilde akdeniz dizeleri uçuştu resmen..  şiirden başım dönmüş hâlde dışarıya çıktığımda..  fransız konsolosluğu önünde.. evet.. yerli bank yoktu  ne yazık ki..  bir süre ayakta durdum.. "fransız fransız, önümden geçip giden hayata, hayatıma baktım.. hayat başka çarem yok.. seni çok seviyorum."

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Rahatı Kaçan Ağaç


Tanıdığım bir ağaç var.
Etlik bağlarına yakın..
Saadetin adını bile duymamış.
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor. 
Dört mevsim, rüzgârı, karı...
Ay ışığına bayılıyor.
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim.
Rahatını kaçırmak için.
Bir öğrenegörsün aşkı,
Ağacı o vakit seyredin." 

Melih Cevdet Anday

Nereye Bu Gece Vakti? Güzel Tren, Garip Tren...


o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!
Haydar Ergülen




Ah! Yolcu olamadım, bari mektup olaydım ona!
Haydar Ergülen




 NOT: Konu başlığı Cahit Sıtkı Tarancı'nın dizeleridir.

3 Mayıs 2011 Salı

Fi Tarihi Ve Ebabil Kuşları


Necip Fazıl’ın Peygamber Halkası adlı kitabını okuyordum. Peygamber Halkası olarak anlatılmak istenen  Muhammed Peygamber'e  inanmış olarak bir kerecik gören ya da O’nun tarafından görülmüş olan kişiler yani Sahabiler. Necip Fazıl her bir Sahabiyi anlatırken, “Fil tarihinden” şu kadar yıl sonra doğmuş diye başlıyor cümlesine. Söz gelimi Hz.Muhammed Fil Tarihi ile aynı yılda doğmuş. Hani biz Türkçe’de “fi tarihinden kalma” diye bir deyim kullanırız ya, aynı tarihi mi anlatıyor acaba diye düşünerek başladım işte bu yazıyı yazmaya...



Necip Fazıl kitabında Fil Tarihini şöyle anlatıyor: “Fil Tarihi… Şu, Yemen Padişahı Ebrehe’nin Kabe’yi yıkmak için Mekke önüne geldiği, ordusundaki bir beyaz filin Mekke kapılarında yere çöküp tek adım atmadığı, deniz tarafından Ebabil kuşlarının sökün ettiği ve ağızlarıyla ayaklarındaki mercimek tanesi kadar taşları salıvererek Ebrehe ordusunu birbirine kattığı ve geriye dönmeye zorladığı tarih…”



Düşünebiliyor musun? Bu olay Peygamberimizin doğduğu yıl meydana gelmiş. Yani olanlar İslamiyetle ilgili değil. Kabe İbrahim Peygamber’den bu yana kutsal bir mekan olarak kabul ediliyor. İslamiyet öncesinde Kabe içinde o dönem insanlarının taptıkları putlar var. İnsanlar  o zaman da Kabe’ye ziyarete gidiyorlar. Yemen Padişahı ise Bizans Kralının yardımı ile büyük bir tapınak yaptırıyor kendi memleketine. Artık herkesin Kabe’ye gitmekten vazgeçip kendi tapınağına gelmesini istiyor. Ancak gelen giden olmuyor. Bunun üzerine kızıyor ve Kabe’yi yıkacağına dair  yemin ediyor. Kalabalık bir ordu ve fillerle yola çıkıyor. Tarih M.S 571.

Ordu Kabe’yi yıkmak için tam Mekke önüne geliyor ki ilkin büyük fil kapının önünde oturuyor ve ne yapsalar hareket ettiremiyorlar. Sonra daha önce o bölgede hiç görülmemiş kuş sürüleri bir anda ortaya çıkıyorlar. Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşlar ve balçıklarla askerlere saldırıyorlar. Koca bir ordu kuşların saldırısında feci şekilde telef oluyor. Böylelikle kutsal Kabe korunmuş oluyor. Mekke şehrindekiler de bu olayı hayretle seyrediyorlar. Kutsal kitapta bu kuşlar Ebabil kuşları diye geçiyor.



Bu olay fil tarihi olarak kabul ediliyor ve anlatılacak bir durum söz konusu olduğunda fil tarihinden önce, fil tarihinden şu kadar yıl sonra ya da fil tarihinden kalma denmeye başlanıyor. Çok enteresan bir olay değil mi? Hayalinde canlandırabilir misin? Sence böyle bir olay gerçek olabilir mi? Pekii... Hitchcock’un başyapıtları arasında sayılan, 1963 yapımı ünlü gerilim filmi Kuşlar’ı hatırlasak birlikte... Ne korkunç bir filmdir öyle değil mi? Filmde kuşlar insanlara öyle bir  saldırırlar ki insanlar ne yapacaklarını şaşırırlar!.. Üstelik bu filmde kuşların neden saldırdıkları  tam olarak anlaşılır değildir. Acaba Hitchcock böyle bir filmi ne niyetle çevirmiştir? Film kuşların durduk yerde saldırısıyla, normal giden gündelik hayatın bir anda beklenmedik bir sebeple alt üst olabileceğini anlatıyor olabilir. Ya da bu filmde doğayı kuşlar temsil ediyordur. İnsanın sömürüsüne başkaldırmışlardır ve bu film onu anlatmaya çalışıyordur belki  kimbilir? Ya da Hitchcock keyfine göre bir sebepten, keyif onun değil mi, filmde heyecan ve korku yaratacak bir neden olarak kuşları kullanmak istediğinden böyle bir film çevirmiş olabilir.Vesaire…Vesaire…


Sanırım sinema yazarları bu film hakkında yüzlerce yorum yapmışlardır. Benim demek istediğim ise şu… Hani anlatılıyor ya Ebabil Kuşlarının orduya saldırması ve orduyu bozguna uğratması… İnsan okuyunca ilkin şüpheye düşebilir ve olur mu canım böyle şey diyebilir yani değil mi insanlık hali… İşte o zaman gözünün önüne Hitchcock’un Kuşlar filmini getir.

Üstelik Kutsal Kur'an'da bu olay açıkça yazıyorsa ki Kuran-ı Kerim'de Fil Suresi'nin üçüncü ayetinde geçmektedir. Fil Suresi'nde bu olay şöyle bildirilmektedir: "Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? Onların 'tasarladıkları planlarını' boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi. Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı; Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı." (Fil Suresi, 1-5) O halde inanmak gerekir.

Bu olay Peygamberimiz’in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fillerden dolayı "Fil Vakası" olarak anılmış. İşte Fil Tarihi denilen buymuş demek ki. Peki, Fi Tarihi? Aynı şey mi? Olabilir. İnsan yaşadıkça ve okudukça daha neler görecek ve öğrenecek kim bilir?

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Saçımı Albatros Kestirmeye Karar Verirken, İlgim Dağıldı Gene...


Bazen inanmıyorum kendime. Şimdi durup dururken "albatros"  kelimesi nereden aklıma takıldı?  Az önce aynaya bakıyordum. Saçlarım  epeyce uzadı. Yelpaze yelpaze omuzlarımdan aşağıya dökülüyor. İyi ama önümüz yaz. Nedense  "Yarın kuaföre gideyim. Saçlarımı albatros kestireyim." diye aklımdan geçirdim. Sonra düşündüm düşündüm... Ne albatros saç modelini ne de albatros kuşunu gözümün önüne getiremedim. Ne bileyim? Küçükken annem kuaföre götürüp "albatros olsun!" derdi. Bizim mahallenin kuaförü Aysel Abla'da ensemi tıraşlar, alnıma ufak bir kahkül düşürürdü. Acaba albatros saç kesimi öyle bir şey mi? Albatros kuşu nasıl bir şey peki?  Takıldı ya bir kere kafama... Üşenmedim. National Geographic' e baktım.  Aman yarabbim!  Şu kuşun muhteşemliğine bakar mısın? Tüm kuşlar arasında en geniş kanatlara  (3.5 metre) sahip  olan albatroslar, bir kez dahi karaya ayak basmadan binlerce kilometre kanat çırpmadan süzülürlermiş. Albatros, uçan canlı makinelerin en heybetlisiymiş. Albatros, kemik, tüy, kas ve rüzgârmış. Vay canına sayın seyirciler! Meğer albatros ne heybetli bir kuşmuş.  İnan unutmuşum. Hatırlar mısın Coleridge'in "Eski Bir Denizci'nin Türküsü"nü...  Hani öyküdeki gemi, buzlar, korkunç sesler, ve sisler arasında ilerlerken... `Albatros kuşu geminin peşi sıra gelir ve sanki bu uğurlu kuş sayesinde yol açılır.  Hani yaşlı gemici  sebepsiz yere albatrosu öldürür. Albatros günahının simgesi olarak yaşlı denizcinin boynuna asılı bırakılır. Sonra yaşlı gemici  bu cezadan kurtulsa da vicdan azabı hep içinde kalacaktır. Müthiş bir eserdir. Ve işin ilginç yanı söylendiği kadarıyla bu eseri Coleridge denizi görmeden, albatros kuşlarını bilmeden yazmıştır. Allahım! Nedir bu şimdi? "Ben saçımı kestireyim mi? Kestirirsem albatros modeli olsun mu?" diye ne albatros modelini, ne de albatros kuşunu  hatırlayamadan düşündüm ya... Eee... Afedersin ama... Nerden geldim Coleridge'in Yaşlı Denizci'sine? Bu hafıza komik ve tuhaf bir kutu sahiden.. İnternet ise var ya... Of! Garip ötesi bir derya! İyi ama, gene ilgim dağıldı gördün mü? Bu gidişle kestiremeyeceğim saçlarımı... Aaa! Leman Sam'a benzeyeceğim sonraa!


Fotoğraf: Frans Lanting

Sıcak Bir Yaz Gecesi Yıldızların Altında Kitap Okuma Fikri



Son zamanlarda İstanbul'da o kadar çok kitapçıya girdim ki anlatamam. Ben evvel ezel güzel kapaklı kitapları çok severim. Şu yukarıya kapak resmini koyduğum "Fark Etmemişim Bilmiyordum" adlı kitabı, o şahane kapak resmine rağmen, inan  hiç fark etmemişim. Bilmiyordum. Bu kitabın adını Tersninja'da duydum. Kitabı tanıtan yazar, okuduğu bu  kitabı öyle ballandıra ballandıra anlatmış ki, okumak için nasıl heveslendim anlatamam.
 

Yoo.. Bak bu kitabın yazarı ve çizeri Ferudun Oral'ı tanırım.  Kitaplarımın arasında Böğürtlen Cini Ve Sarı Gaga adlı  yurt dışında ödül kazanmış bir çocuk kitabı var. Neden biliyor musun? Çünkü kitabın öyküsü dışında, kabı ve içindeki çizimleri olağanüstü! Geçmiş günlerden birinde kitapçıda elime almıştım. O kadar güzel bir kitaptı  ki çocuk kitabı dememiştim de, ne yapabilirim satın almıştım. Halen ara ara elime alıp çizmlerine bakmaya bayılırım. Vardır benim böyle tuhaflıklarım. Ferudun Oral çocuk kitapları illüstrasyonları dışında resim, heykel, seramik alanında da sergiler açan, İstanbul'da atölyesi olan değerli bir sanatçımız. Tersninja'daki yorumda, kitaptan bir tarif vardı. "Sıcak bir yaz gecesi yıldızların altında kitap okuma tarifiydi" bu...  Ne yalan söyleyeyim tam benlikti bu tarif! Bayıldım!.. En kısa zamanda aynısını yapacağım. Tarifi şimdi aynen buraya yazacağım:

"Tek Kişilik Tarif:


Malzemeler:

Sıcak yaz havası (gece toplanmış), 1 adet dut, 1 adet bülbül, 1 adet ay ışığı, yerlisi çıkmışsa dolunay, 3 adet sivrisinek, 1 adet ağustosböceği, irili ufaklı taze yıldız, bir üflemelik mum ışığı, 3-4 tane ateş böceği, yazısız boş bir kitap, yaslanmak için geniş gövdeli bir ağaç, sık dokulu çimen, bolca oksien, aldığı kadar sessizlik. 
Not: Balkon ve teras da olabilir, ama aynı tadı vermeyebilir.
 


Yapılışı:

Bol oksijenli sıcak bir yaz gecesi, ay doğar doğmaz, bir adet dut bülbüle yavaşça yedirildikten sonra ateş böcekleri serbest bırakılır.. Bir üflemelik mum yakılır, sivrisinekler ve ağustosböcekleri tek tek salınır.. Ağaç gövdesine yaslanıp ya da çimenlere uzandıktan sonra boş sayfalı kitabın yapraklarına gökyüzünden taze yıldız serpiştirilir.. Nane etkisi yapan yıldızların ferahlığı hissedilir hissedilmez, muma üflenir, gözler yavaşça kısılıp yaklaşık iki saat, iç çekirilinceye kadar boş kitaba sarılarak hayal kurulur ve sessizliği dinleyerek uyunur."

Of! Tam benlik bir  tarif bu... Bayıldım... Heyy, tez zamanda bu tarifi uygulamalıyım! Açık havada hayallerime dalmalıyım!!

Edebi Bilmeceler


1) 1926, Ankara doğumlu. Askeri Memurlar okulunu bitirdi. Bir süre subay olarak çalıştı. 1958'de askerlikten ayrılarak Selüloz Sanayii'ne girdi. 1968'de emekliliğini isteyerek memuriyetten ayrıldı. Kim olabilir?


2) 1914 Trabzon doğumlu. Maliye bakanlığı hesabına yüksek öğrenimini yapmak için Paris'e gönderildi. Orada üç yıl Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. Avukatlık yaptı. Kim olabilir?


3) 1931,Erzincan doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakiltesi'ni bitirdi. Maliye Müfettiş Muavinliği, Maliye Müfettişliği yaptı. Kim olabilir?



4) 1931, Muğla doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Kaymakamlık yaptı. Kim olabilir?




5) 1928, İstanbul doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. Kapalı Çarşı'da Sandal Bedesteni'nde antikacılık yaptı. Kim olabilir?



6) 1936, Mersin doğumlu. Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca bölümünü bitirdi. Muğla Lisesi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı. Kim olabilir?




7) 1933, Ergani doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Maliye Müfettiş Muavinliği, Gelirler Kontrolörlüğü yaptı. 1965'te devlet memurluğundan istifa etti. Kim olabilir? 



CEVAPLAR:
1) Turgut Uyar
2) Oktay Rifat
3) Cemal Süreya
4) Ece Ayhan
5) Edip Cansever
6) Özdemir İnce
7) Sezai Karakoç

NOT: Kanat Atkaya'nın  gazetedeki köşe yazısında  okudum. Hayal Kahvem'e alıntıladım.

1 Mayıs 2011 Pazar

Aylık Neş-e ve Cambazlıklar Mecmuasından İlk Alıntım...


"Komşumuzun torunu Sema'nın, kız ve bana göre cüce olmasına rağmen benden önce okula başlamasına fena halde içerlemiştim. Bir kaç kez okulda harfleri öğrendiklerini, oynamaya gelemeyeceğini, okuması gereken kitaplar olduğunu filan söyleyip hepten delirmeme neden oldu. Ben de konuyla ilgili duygularımı kaleme almaya karar verdim.
 

Gelgelelim çok fazla harf bilmediğimden Sema'nın dedesine ait park halindeki arabanın üzerine beton çivisiyle sadece "At" yazdım. Yazım büyük ses getirdi. Telif ücreti olarak babam İstanbul'dan arabasını karaladığım adama ikiyüz lira para gönderdi."




NOT: 44 pûr-i pak renkli sahifeli ve içerisinde kapağında hal-i hazırdaki isim ve mahlaslara ilaveten daha nice mürekkep erbabı ve muharrirlerin iştiraki ile defter idülüp dürülmüş aylık neş-e ve cambazlıklar mecmuası HARAKİRİ'nin ilk sayısından Hayal Kahvem'e seçtiğim ilk alıntı yazı, 24. sayfadaki Atilla Atalay'ın  "İlk yazdığım yazı: Konusu kıskançlıktı ve iki harften oluşuyordu: At..." başlıklı yazısıdır.