17 Eylül 2013 Salı

Kahve Molası - Ama Bir Ağlamaya Başlarsam Var Ya...


"En derin uykulardan uyanırken, bir rüyanın örümcek ağını yırtarız. 
Ama bir kaç saniye sonra, o ağ öylesine zayıftır ki, rüya gördüğümüzü bile hatırlamayız.
Baygınlıktan ayılırken iki aşama vardır: Birincisi, zihnin ve ruhun hissetmesi;
ikincisi de fiziksel olarak varolduğunu hissetmektir. Muhtemeldir ki ikinci aşamaya vardığımızda ilk aşamanın izlenimlerini hatırlayabilseydik, bu izlenimleri öteki boşluğun anıları arasında etkili şekilde görebilirdik. Peki o boşluk nedir?  En azından onun karanlığını mezarın karanlığından nasıl ayırt edebiliriz. Ama benim ilk aşama olarak adlandırdığım dönemin izlenimleri, hatırlamak istemese de uzun bir süre sonra çağrışım yoluyla kendiliğinden gelmiyorlar mı? Bu arada biz de nereden geldiklerine şaşıp kalmıyor muyuz? Hayatında hiç bayılmamış olan kimse korlaşan kömürlerde tuhaf saraylar, çılgınca tanıdık yüzler bulamaz. Birçoklarının göremeyebileceği havada, yükseklerde uçuşan hüzünlü rüyaları göremez. Taze bir çiçeğin kokusu üzerinde düşüncelere dalamaz..."
Edgar Allan Poe - Kuyu ve Sarkaç'tan
Çeviri - İpek E. Menekşe



Bitkindim. Yüreğim anlam veremediğim bir yangın alarmıyla sabahtan beri titreşiyordu. Sanırım  hafta sonu tatili süresince tembelleşen bünyem, ikinci çalışma günümün ağır kıvamlı temposuna daha fazla dayanamamış, gün gelipte bir işe yarayabileceğine asla aklımın kesmediği imdat çekicini kendime geleyim diye başıma indirmişti.  Bir anne şefkatiyle beni bağrına basan eflatun kadife koltuğumun kollarında yorgunluktan bayılıp kalmışım. "Şimdi şu patika yoldan sağa kıvrılacağım, sonra ilk sola dönüp dümdüz gittiğimde o yüzyıllık çınarların bulunduğu meydana çıkacağım." diye içime söylüyordum. Yürüyordum ben... Ilık esen ilk sonbahar rüzgârı omuzlarıma dökülen kestane rengi saçlarımı usul usul havalandırıyordu. Üzerimde duman rengi elbisem vardı. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Sadece patika yolun başındaki, üzerinde D. Belediyesi yazan, beyaz boyası yer yer döküldüğü için nuh nebiden kalmış bir sandal görünümü veren bankın üzerindeki kuş korosu aklımdan geçen Just Like a Woman adlı şarkının melodisine eşlik ediyordu. Cıvıltılar efsunluydu. İçinde yürüdüğüm mekan yüreğime huzur veriyordu. Patika yoldan sağa kıvrıldım. Sonra ilk sola dönüp dümdüz yürüdüm. Ama yolun ucu o yüzyıllık çınarların bulunduğu meydana çıkmıyor, bambaşka bir yere açılıyordu. Karşımda bir marangoz atölyesi vardı.  Çok şaşırdım... Olduğum yerde öylece kalakaldım. Nerede olduğumu soracak hiç kimse görünmüyordu. Yapayalnızdım. Kaybolmuştum ben. Kapısı demir kepenkli marangoz atölyesinin talaşlı camında korkmuş kendimi gördüm. Ürkek gözlerle içime baktım. Hiç tereddüt etmedim. Bağıra bağıra ağlamaya başladım.

"Bir gün parkta gezerken hayretten donakaldım.
Bir sürü gözü olan tuhaf bir kıza rastladım.
Epey hoş bir kızdı hem de sarsıcı baya'a!
Baktım ağzı var, başladık laflamaya.
Çiçeklerden bahsettik, onun şiir kursundan...
Ve gözlük takarsa bir gün yaşayacağı onca sorundan.
Öyle bir kız tanımak hoş bir sürü gözü olan.
Ama ağlamaya başladı mı baya' ıslanıyor insan."

Şiir/Çok Gözlü Kız - Tim Burton
2011

15 Eylül 2013 Pazar

Kanarya Mezarlığında Mutlu Yatan O Adam...


 Şu yukarıdaki çizimi, bir kitap kapağında gördüğüm anda vuruldum. Bittim! Bittim! Eğer posteri olsa var ya, hemen çerçeveletip duvara asacağıma yemin edebilirim. Öyle sevdim. Sahaftaydım. Toz ve eski kokan kitaplar arasında sessizce dolanıyordum. Bazan gelişigüzel bir raftan öylesine bir kitap çekeriz ya  hani... Hah işte... Kısmetime ne gelirse diyerek bir kitap çektim. 1970 basımı, sarı benizli, incecik bir kitap elime geldi. 40 yıllık kitap!.. Kimbilir kimlerin elinden geçmişti?  Kitabın kapağında, Keşkül-ü Fukara, Zeki Beyner Albümü yazmaktaydı. Ne kitabı ne de çizerini daha önce  hiç işitmemiştim. 


İşte kitabın kapağındaki bu çizim nasıl çarpmıştı bünyemi anlatamam.  Düşünsene, binlercesi  arasından durup dururken elime gelmişti...  Peki niye? Bir abraka dabra vaziyeti vardı yani, eminim. Ne olup bittiğini anlayamadım ki... Aaa!.. Karikatürde,  yere sere serpe uzanmış, gökyüzündeki yüreğin ışıltısı altında mutlu gülümsemekte olan,  ayakları, göbeği çıplak, fukara  adam birdenbire dile gelmesin mi? Dedi ki...


 


“1936 yılında Fatih’te doğdum. Kimsesiz çocuklardan biriyim. Anasız babasız sokaklarda büyüdüm. Çocukluğum, gençliğim Karacaahmet’te geçti. Mezarlıkta yatıyordum. 20 yaşına kadar hep sokaklardaydım. Vapur iskelelerinin yolcu salonlarında, Üsküdar Paşakapısı’ndaki adliyenin duruşma salonlarında kışın soğuktan korunmaya çalışırdım. Sokaklarda büyüdüm, ama kendimi korumasını da bildim. Hiç eğitim görmedim, okula gitmedim. Okuma yazmayı kendi kendime öğrendim. Okuduğuma inandıktan sonra çizeceğime de inandım ve çizdim."



 

Hayalle gerçek arasında, Zeki Beyner'le ayak üstü sohbet ettik. Keşkül-ü Fukara Albümü, aslında sanatçının kendi yaşamının bir özetiymiş. Kitap yıllardır  sahafın bu rafında ellenmeden duruyormuş. Şimdi benim elimdeymiş ya, aynı karikatürdeki fukara gibi çok mutluymuş.  Nasıl hoşuma gitti bu sözler anlatamam.  Utandım biraz tabii... Mahcubiyetle dudaklarımdan şu cümleler döküldü. "İnandığım Tanrı, çizgi sanatından bir nebze bile lütfetmemiş bünyeme. Olsun varsın. Çizgiden etkilenen bir bünye bahşetmiş ya, her daim teşekkürü bir borç bilirim kendisine. Sizin bu kapak karikatürünüz var ya fena halde dokundu yüreğime. Sanki acıttı. Ama anlatılmaz güzellikte. Acı olan şey aynı zamanda güzel olabilir mi sizce?"  dedim. 

O anlatılan dikbaşlı, muhalif, ters, huysuz, isyankar halini benden gizledi. Sadece efkarlı efkarlı gülümsedi.  Elindeki albümü gösterdi. "Bakın bunlar benim karikatürlerim, görmek ister misiniz?" dedi. Çok sevindim. "Elbette görmek isterim." dedim. "Ama şimdi gitmeliyim. Eğer gene görüşmek isterseniz, Kanarya  Mezarlığı'nın en ucundaki, kimsesizlerin yattığı mezarlığa gelmelisiniz. 11 yıldır oradayım. Karikatürü seven kalbi hemen anlarım. Gelin olur mu ziyaretime. Bekleyeceğim sizi." dedi.  Gitti.





Kanarya Mezarlığı mı? Kanarya Mezarlığı'nın içinde,  kimsesizler mezarlığı var öyle mi? Ömrümde duymadım. Orası neresi ki? Şaşırdım kaldım ne yalan söyleyeyim. Tamam, ailesi, akrabası yokmuş ama, koskoca sanatçı niye kimsesizler mezarlığında yatsın ki? Onun çizdiklerinden  para kazanan dergi sahipleri,  değerli karikatüriste bir mezar bile yaptıramamışlar mı? Bu ne kadirbilmezliktir? Bu ne vefasızlıktır? Yuf yani!

Zeki Beyner'le ikimiz aynı balonu paylaşan iki çocuk gibiydik. Zeki Beyner değerli bir çizerdi. Ben ise  çizgisever kabiliyet fukarası biri. Feleğin tatlı cilvesiyle, denk gelmiş, kitabın iki ipinden tutmuştuk birlikte...  Keşkül - ü Fukara bizi yan yana getirmişti. Zeki Beyner, çizdiklerini yüreğime dokundurmuş, acıtmıştı sanki. Ama bu acı anlatılmaz güzellikteydi.

Zeki Beyner, artık  ailemden biridir benim... Bence, o da beni yakını gibi gördü. Eminim. Öbür dünyaya göçmüş akrabalarımla birlikte, büyük sanatçının ruhuna rahmet gönderdim. En kısa zamanda Kanarya Mezarlığı'nda kimsesizler bölümündeki yerini bulmaya niyetlendim.
   
 

14 Eylül 2013 Cumartesi

Karnını Yardım Kazma İlen Bel İnen. Yüzünü Yırttım Tırnak İlen El İlen...


Buzdolabının kapısını araladığımda, patlıcan tek başına domateslerin kenarında yan gelmiş yatıyordu.  Şaştım kaldım. Çevrendeki birbirinden güzel kırmızı yanaklı domateslere, bi işmar et, bi yan gözle bak, bi pas ver di mi? Ne bileyim, bir ima... Bir iltifat... Nerdeee? O nasıl afilli tavır, o nasıl havalı çalım anlatamam. Yok artık!.. Kafam bi attı... Sen kimsin abicim, diye seslendim. Şu memleketin erkeklerinden kızlara hep mi tafra ya! Pes vallahi, dedim.  Tamam, A,C,B vitaminleri ile kalsiyum, fosfor, demir minarelleri olan bir sebzesin.  Sözüm ona, sinirleri yatıştırır, tansiyonu düşürür, kalp çarpıntısını giderirsin. Kandaki kolestrol seviyesini düşürür, damar tıkanıklığına iyi gelir, karaciğerin ve pankreasın çalışmasını düzenlersin. Böbrek ağrılarını ve yanmasını azaltırsın. Kilo vermeye yardımcı olursun. İyi de abicim, dünya alem biliyor, fena halde acısın işte... Haybeye mi tuzlu suda bekleterek acılığın gideriliyor söylesene? İmamlar bayılıyor vaziyetine, karnın boydan boya yarılıyor hünkar beğensin diye... Eeee...

Şu domatesler var ya...  Herbiri safın önde gideni.  Şööle havalı havalı dursalar var ya, o parlak ciltleri, bıngıl bıngıl endamlarıyla  Playboy'a kapak kızı olurlar valla.  Cazibelerinin kırıntısını farkedemiyorlar ki...  Onun yerine, dolaptaki tek patlıcana bi göz süzmeler, bi iç çekmeler... Yooo... Yok artık! Biz kadınlar ne zaman akıllanacağız ya! İlk çağları aklına getirsene... Taş devrinde erkek ava gidermiş. Döndüğünde o ne? Kadının karnı şişmiş. Tekrar ava yolculuk... Döndüğünde kadın bağır bağır bağırıyor. Erkek gözlerini pörtletmiş bakıyor. Niye? Çünkü kadının içinden bir canlı çıkıyor. Vay canına sayın seyirciler? Erkek kadını ilah gibi görürmüş o devirlerde. Taş devrindeki ilahe kadınlardan günümüzün çaresiz kadınlarına nasıl ve ne zaman dönüştük? Baksana hemcinsimiz sebzeler bile aynı vaziyette. Domateslere göz attım. Hani tv dizisi var ya... Umutsuz ev kadınları. Yeminle herbiri aynen öyle göründüler gözüme.

Hal böyleyken böyleydi işte. Patlıcanı kaptığım gibi alaca bulaca soydum. O yanık teni bi gitsin hele... Efendime söyleyeyim, karnını yardım kazma ilen bel ilen, yüzünü yırttım tırnak ilen el ilen türküsünü çığıra çığıraaa...  Sonra ne mi yaptım? İşte şu yukarıdaki yemeği... Çok açım. Şu tabağı bi silip süpüreyim...  Neler olup bittiğini anlatırım elbette:)

13 Eylül 2013 Cuma

Ve Gece Ve Müzik Ve Uzak Hayaller


“Gece, odanın ışıkları söndürülmüş yalnızca radyonun ışığında klasik sesle bu şarkıyı dinliyor, neye olduğunu bilmediğim bir hasretle uzakları, çok uzakları düşlüyorum.”

 Murathan Mungan /  Hayat Atölyesi


11 Eylül 2013 Çarşamba

Ben Yoksa Özenti Biri Miyim? Az Bile... Feciyim! -4-


 
 

Aylardır bu zamanı bekliyorum.
İşte Eylül geldi!
Leyleklerin göçme vakti...
Günlerdir gözüm gökyüzünde dolanıyorum.


Çünkü...
Leylekleri havada görürsem eğer,
Bütün yıl esintili bir kadın olup, dünyanın yollarının tozunu attıracağıma inanıyorum.


Bu yıl, yine yeni yeniden leyleklerin göçünü görmeye niyetlendim ya, 
Kısmetse göreceğim.
Ah, benim deli gönlüm! 
Sırtıma çantamı atıvereceğim...
Hemencik yolculuğa heves edeceğim!!!


Yoksa ben özenti biri miyim?
Tamam, söyleme biliyorum.
Az bile...
Feciyim!




9 Eylül 2013 Pazartesi

Her Eylül Gerçekleştirdiğim Balık Mevsimine Giriş Şölenim...



Söyleyeceğim ilk şarkıyı mutlu insanlara adıyorum. Bu şarkının benim için tatlı acı hatıraları vardır. Aşkın ne olduğunu ben bu şarkıyla öğrendim. Saadeti bu şarkıyla tattım. Bir şey daha öğrendim bu şarkıyla… Her şeye sahip olmak isteyen elindekini de kaybediyor.”

Yukarıda yazdığım sözleri, Atıf Yılmaz’ın 1970 yapımı, Karagözlüm adlı filminin sonlarına doğru o meşhur buğulu ve hüzünlü bakışlarıyla Türkan Şoray söyler.  Ve devamında rol kabiliyetinin hakkını sonuna kadar yerine getirerek, o yıllarda bıyıksız, incecik, gencecik olan Kadir İnanır’a sahiden aşıkmış gibi, Orhan Gencebay’ın dinleyeni keder girdabına sürükleyen Sevemedim Karagözlüm Seni Doyunca adlı şarkısını söylemeye devam eder. Şarkıyı asıl okuyan Türkan Şoray değildir elbette, Belkis Özener’dir. 


Şimdi nereden aklıma geldi peki bu film?  Üzgünüm ama beklediğin gibi öyyle romantik bir cevap veremeyeceğim. Yukarıdaki aşk dolu  girizgahtan sonra nereye gidecek bu yazı merak ediyorsun değil mi? İnsana verilen ömrün tek bir yaşamla geçirilmesini bir türlü kabullenemeyen bünyem kimi zaman balıkçı kız olmayı hayal eder. Sait Faik'i bu kadar sevmem, hikayelerinin beni o çok merak ettiğim balıkçıların dünyasına sokması sebebiyledir belki... Kim bilir? 

Bilirsin, Eylül'le birlikte sadece sonbahar değil, balık mevsimi de başlar. Üzerine afiyet, nasıl balık delisiyim anlatamam. Denizden babam çıksa yerim yani öyle söyliyim. İşte her Eylül ayında önce balıkçı kız olmayı hayal ederim.  Sonra açılış niyetiyle, bu filmi seyrederim. Çünkü filmin başlarında Türkan Şoray  Karadenizli, başında kırmızı beresi, kırmızı balıkçı kazağı, pantolonu ve plastik çizmeleri ve asıl mühimi şahane argo muhabbetiyle tam olmak istediğim balıkçı kız rolündedir. 

Film şöyle gelişir...  Klasik müzik eğitimi alan, besteci, romantik genç adam, arkadaşıyla birlikte balık almaya gelir. Diğer balıkçılar Azize'ye seslenirler...

-Azize Abla, küçük bey karides istiyor... 

 

-250 gr. yeter.
-Dokuz asker
-Ne askeri?
-Dokuz papel! 
-!!!???
-Dokuz lira senin anlayacağın.
-Ama tartmadınız ki.
-Benim elimin hassasiyeti eczacı terazisinde yoktur. Tastamam 260 gram verdim sana. Fazlası var eksiği yok.
-Tartsanız terazinize yapışmaz herhalde!... Ben müşteriyim siz de satıcı. Böyle göz kararı karides satıldığı nerde görülmüş?
-Eeee, balina değil, orkinos değil, sinarit değil. Alt tarafı 250 gram karides alacaksın abicim. Tutup bir gazetelik laf ediyorsun. Alırsan ne ala... Almazsan keyfin bilir!!
-Bari kağıdını değiştirin bu kesekağıdı ıslak...
-Hah, zatınızın teşrif edeceğini bilselerdi, karidesler ıslanmamak için şemsiye kullanırardı!
  ( Laf aramızda, Azize'nin bu tarz  muhabbetlerine biterim:)

 

İşte bu filmde, Türkan Şoray’ın  şık gece elbisesiyle ve her dem buğulu, hüzünlü gözleriyle Sevemedim Karagözlüm şarkısını söylemesini değil, şen şakrak, matrak,  balıkçı kız haliyle  Balıkçı Kız şarkısını söylemesini seyretmeyi daha çok  severim.  Ve dayanamam... Hemen başıma kırmızı beremi geçiririm.  Aynı balıkçı kız Azize gibi, hem oynar hem söylerim.

 
Ah! Senin şimdi beni aşağılacağını çok iyi biliyorum. Neymiş? Balıkçı kız olmayı hayal ediyorum diye küçümsüyorsun beni öyle mi? Amaann...  Keyfin bilir...



Bak şimdi... Kırmızı beremi başıma geçirdim. Az önce filmi seyrettim. Niyetine girdim. Kendi kendime azıcık üç ayak oynayacağım. Keman mi? Amaaannn! Klasik müzik seven, Şopen sende... Keman değil, kemençe eşliğinde oynayacağım... Kemençe eşliğine...  Hey! Zokayı yutmuş lodos balığı gibi bakma öyle...  Bu yazıyı yazmamın sebebi ne biliyor musun? Bu akşam balık yemektir niyetim.  Balıkk...  Anlasana... Havaya girmeliyim. Nee? Karides mi? Ne karidesi? Senin okuman yazman yok mu kuzum? Deminden beri ne yazıyorum... Balık diyorum balık!... 

Okuman yazman yoksa eğerrr...  Hadi bakalım... Marş... Marş... Mektebeee..

 

1 Eylül 2013 Pazar

Ömrümün Çok Narin Ve Çok Nadide Zamanları'nı Çoğaltma Çalışmalarım.



Araba kullanıyorum. Babam yanımda. İkimiziz. Baba kız. Kıymetli anlar... Mühim.

Felekten, beyaz tülbentlere sarılacak, hafızamın "ömrümün çok narin ve çok nadide zamanları" çekmecesine itinayla kaldırılacak bir rol kapmaya çalışıyorum.

Laflıyoruz. Bir ara sustuk.  Küçük derin bir sessizlik oldu. Aklımızdaki sessizliğe dalacağımızdan korktum. Sessizliği bozdum. Fısıltılı bir sesle ilahi söylemeye koyuldum. 

-Sevdim seni mabudumaaa, canaaan diye sevdim. Bir ben değil alem sana,  hayraaan diye sevdim.

Dayanamayacağını biliyordum. Söylediğim, en sevdiği ilahiydi. İlahiye eşlik etti. 

-Mahşerde Nebiler diler, sendeeen meded ister. Gülyüzlü melekler sana hayraaan diye sevdim.

Babam efkârlı bir türküye dönüştü. Ansızın bana dönüp...

-Sen şarkı söyleyince seviniyorum, dedi.

Bu sözü işittim ya... Kalbim hop etti. Ağlayasım geldi. Durur muyum?  Şak diye cevabımı verdim.

- Zaten sen sevin diye bu ilahiyi söylüyorum, dedim.

-Aslında neden seviniyorum biliyor musun? dedi.  

Aklıma bir şey gelmedi. Sustum.

- Çünkü sen şarkı söylediğinde, mutlu olduğunu hissediyorum, dedi.

Yüzümü yoldan  babama çevirdim. Gözlerimiz karşılaştı.  Gülümsedim.  

Babamın söylediği söz buharlaştı. Tek nefeste içime çektim. Ilık ılık yüreğime yayıldı. Bir anda dünyanın gelmişi geçmişi silindi. Topyekün iyiliğe, güzelliğe, tatlıya bağlandı hayat...

Ömrümün çok narin ve çok nadide zamanları'na bu anımı  itinayla ekledim. 

Hoşgeldin Sonbahar Ve Eylül'de Yüreğimi Titreten Şeyler


Şu yukarıdaki muhteşem "kıvırcık salata" var ya, altı ay hasretle beklediğim bir sevgili gibiydi. Sadece kışları çıkardı piyasaya benim çocukluğumda. Kendini acayip özletirdi. O kadar severdim ki anlatamam. O zamanlar mevsiminde gelmesini beklediğim bir sevgili gibiydi ya, ne zaman çıksa bizim pazardaki manavın tablasına, onu uzaktan görürdüm ve ahhh... yüreğim  titrerdi. Kıvırcık salata, sanki eylül ayında geri gelen bir Alpay şarkısıydı. Ben mevsimi gelip kıvırcık salataları gördüğüm zaman aynen şöyle olurdum: Eylül'de gelirdi. Görenler dönmüş hem de mutlu derlerdi. Ağaçlar başıma konfeti gibi yaprak dökerlerdi...


Böyleydim işte. Salata için çıldırırdım. Hâlen deli eder beni. Ne yani? Olamaz mı? Koskoca Orhan Veli Kanık haybeye söylememiş ya şu güzelim dizeleri: "Deli eder insanı bu dünya; Bu gece, bu yıldızlar, bu koku, Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç" İnsanın içinde sevgi olsun yeter... Herşey deli edebilir insanı... Herşey... Bazen deli etmek için... Bir kıvırcık salata bile yeter.


Ya domates... ya maydanoz... ya yeşil biber... ya roka.... Hepsi benim için salatayı ifade ederdi. Şimdiki gibi değildi benim çocukluğumda. Her sebze ve meyve kendi mevsimine aitti. Okulda mevsimleri öğrendiğimiz zaman, durmadan sınıflandırırdık. Yaz sebzeleri... Kış sebzeleri... Yaz meyveleri... Kış meyveleri... Her birini sadece mevsiminde yiyebilirdim. Mevsimi geçerken özleyeceğimi bilirdim ya, ardından seslenirdim. Misal, yaz geliyor ve artık lahana, karnabahar, ıspanak, marul, pazı, roka, pırasa gibi kış sebzeleri ve portakal, mandalina, elma, muz, nar, armut gibi kış meyvelerini artık göremeyeceğim Eylül'e kadar... İnanın böyleydi. Şimdiki gibi her mevsim göremezdiniz bu sebze ve meyveleri,  abartıyorum sanacaksınız biliyorum ama, tiplerini bile unuturdunuz belki...

Ben, ayrılacağımı bildiğimden arkalarından şarkı söylerdim: "Tatil geldiği zaman Ağlarım ben inan Gidiyorsun işte Arkana bakmadan Nasıl geçer bu yaz Ne olur bana yaz Sen sen sen Sen bir ömre bedel Yok yok yok Gitme gitme gel Eylülde gel!
 


Bu yazdıklarım saçma gelebilir belki kimilerine.. Ne bileyim? Benim çocukluğumda her şey mevsiminde yenirdi ya özlenirdi... Kavuşunca koklanırdı... Hangi meyve ya da sebze ise, kendisine has bir kokusu vardı... Hiç aklınıza geliyor mu şimdi elinize aldığınızda limonu koklamak? Ya domatesi... Ya maydanozu.. Ya portakalı... Ya çileği... Ya kahveyi içerken koklayanlardan mısınız? Ben koklardım... Hâlâ koklarım... Eski alışkanlık! Hem yemeden önce koklamak, o nebata saygıdır... Koklarım mutlaka. 


Şimdi, kendi usulüm olan salata tarifimle sözüme son vereceğim...
Öncelikle istediğiniz kadar kıvırcık , domates, biber, roka, maydanoz, tereotu, taze soğan ve elinizin altındaki tüm yeşillikleri itinayla doğrayıp bir derin kaseye doldurunuz. Herkes aynı şekilde yapar salatayı öyle değil mi? Bakın şimdi size gizli bir sırrımı vereceğim:

Eğer yeşil salata yapıyorsanız, mevsim sebzeleriyle renlendirilen salatanızın, limonunu eli bol'a, zeytinyağını cimri'ye koydurunuz. Ama eğer benim salatam gibi fevkaladenin fevkinde bir salata yapmak istiyorsanız: "Lütfen salatanızı ya bir deliye karıştırttınız, ya da deli gibi karıştırınız!" Eğer yağını, limonunu, tuzunu sadece üzerine döküp bırakırsanız... Onlar  yüzeyde öyylece kalırlar. Oysa bir deli çılgınca karıştırırsa, herbiri aşk ile birbiriyle hemhal olurlar. Eee sevgi ile yapılan bu işleme, bir tutam şefkat iki tutam da ilginizi katarsanız, lezzeti fevkaladenin fevkinde salata yaparsınız! Deneyin...  Esas şimdi salatanın tadına varacaksınız! 
Ah, o yüreğimi tireten şeyler....  Eylül'de geeeelll:)