17 Şubat 2010 Çarşamba

Kitap Hastalığı Diye Bir Şey Var Mı?

Biliyor musun kitapçılara girdiğim anda resmen ruh değistiriyorum. Sanki şımarık bir çocuk halet-i ruhiyesine giriyorum. Tuhaf bir şekilde arsızlaşıyorum. Ya da kendimi kaybediyorum. Sanki kitapların her biri sürmeli gözlü ceylan. İçimden doymak bilmez bir kurt çıkıyor adeta, elimden kaçırmaktan korkarcasına, o kitaptan bu kitaba sabırsızlıkla saldırıyorum. Aslında anlatacağım günkü telaşım ceylanları kaçırma korkum nedeniyle değildi. Uçağı kaçırma endişem sebebiyleydi. Çünkü hava alanındaydım. Güya uçagın kalkmasına epeyce vakit vardı. Kitap almayacaktım da sadece aralarında dolanacaktım. Allah inandırsın seni kitapçıdan çıktığımda elimde sekiz tane kitap vardi. Gene kaptırmışım kendimi... Almışım da almışım. İyi de havaalanından pahalı pahalı alınır mı hiç? Batmışım. Resmen batmışım. Düşünebiliyor musun memlekete dönerken alsam neyse... Bir de bu kitapları gittiğim yere taşıyacağım. Valizimde okurum diye yanıma aldığım kitaplar da cabası. Çaresiz seyahat edeceklerdi benimle. Hatta benimle gidip döndüler bile.

Benim kitap hammallığım meşhurdur zaten. Bir keresinde Berlin'de bit pazarını dolaşıyoruz. 1945 lerden kalma bir İngilizce sözlük buldum. Sözlük degil de kazulet bir beton parcası sanki. Ama o kadar güzel bir şey ki. Karşıdan gözümün içine baktı sanki... Resmen "Al beni, al beni!" dedi. Ne yapabilirim? Bizimkilerin endişe dolu bakışlarına aldırmadan kitabı satın aldım. Daha yeni çıkmıştık dolaşmaya. Otele akşama dönecektik. Kitap da bizimle dolaştı. Ben taşımadım ki. Bizim evin ahalisi sırayla taşıdılar. Ben onların yerinde olsam "madem aldın, kendin taşı bana ne!" derdim. Kesin derdim. O kadar tatlıdırlar ki bizimkiler anlatamam. Bütün gün sırayla kitabı taşıdılar. Bana hiç taşıtmadıkları gibi, tek fena laf bile söylemediler. İnsan arada bari ters ters bakar değil mi? İnan ki yan gözle bile bakmadılar. Ne fenalar! İnsan daha rahatsız oluyor bu durumda. Vicdanı sızlıyor tabii..

Peki hiç kitap krizim tuttuğunda rastgelmiş miydin bana? Eger bir kitabı kafama taktıysam hiç üşenmem kitapçı kitapçı dolaşırım. Eğer bulamazsam... Ah! Eğer bulamazsam... Kitap krizim tutar işte. Adeta çıldırırım! Hele pazar gününe denk gelmişsem... Bizim sehirdeki kitapçılar kapalıdır. Nöbetçi kitapçı neden yok diye, nasıl hayıflanırım anlatamam... Bazen hızımı alamam da Istanbul'a giderim. Evet... Giderim... Böyle abartma huyum vardır işte. Ne yapabilirim? Kitap hastalığı mı bu durumum sence? Kitap! Keşke kitap katı halden sıvı hale geçirilebilse de şırınga ile damar yoluyla gönderebilsem... taa... taaa kalbime... Tabi ki şifa niyetine!

16 Şubat 2010 Salı

KAFA'lı Deyimlerle Bir Deneme Yazısı


İstanbul'a gitmeyi "kafaya koymuştum" bir kere. Mutlaka gidecektim. Gitmezsem "kafayı üşütebilirdim". Yoksa ne yapardım, derdimi kime yanardım? Neylerdim, bu şehri ateşe mi vereydim? Öyle bir "kafayı takmıştım" yani öyle böyle değil! Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş bulmalıydım. Buldum da. Hülya. Telefon ettim. "Geliyorum İstanbul'a. Seni alacağım birlikte Santralistanbul'daki sergiye gideceğiz. "Kafan yattı" mı bu planıma ne dersin?" diye sordum. Her zaman ki gibi " Şahane olur." dedi.

Hiç duymamış bu sergiyi. "Biz İstanbul'da yaşayanlar bilmiyoruz, sen nerden buluyorsun? "dedi."Boşver, "kafa yorma" böyle şeylere, üzümünü ye bağını sorma, bana takıl hayatını yaşa!" dedim. Güldü. Arkadaşım arabaya bindiğinde önce "kafa kafaya verdik". Çok işim vardı İstanbul'da, nereden başlamalıydık, bu konuya epeyce "kafa yorduk". "Kafamızı işletmeliydik". Bir günde çok iş halletmeliydik. "Kafamızı kullandık." Önce sergiye gittik. Şöyle gözümüz gönlümüz şenlensin istedik.

uzun ihsaneflatun

İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında okuduğumuz kahramanların, usta çizerler tarafından hazırlanan yirmi beş roman karakterinin insan boyutundaki kopyalarını inceledik. Alibaz’dan Kalın Musa’ya, Arap İhsan’dan Neva’ya, Uzun İhsan'dan Eflatun'a kadar nevi şahsına münhasır Anar karakterleriydi ya bunlar, bizim "kafamızda canlandırdıklarımızla" sanatçılarınkini mukayese ettik. Sanatçı olmak ne şahane bir şey! Roman yazmak ve yazılan roman kahramanlarının başka sanatçılar tarafından canlandırılması... İnsan hasetinden "kafayı üşütebilir" vallahi. Hele benim gibi biri.

Dönüşte Kadıköy'e gittik. Kadıköy Pasajı'ndaki Büyülü Rüzgar adlı çizgi romancıydı sonraki hedefimiz. Yüzlerce çizgi roman vardı ya, aman Allahım inanın "kafayı yiyebilirdik." Sonra sahaflara girdik. Dolaştık.. Baktık... Eski kitapları kokladık... Kimbilir hangi gözler okudu, hangi eller elledi bu kitapları öyle değil mi? Dolaşırken birden "kafama dank etti." Hep eski İstanbul gravürleri almak isterdim. İşte tam yerindeydik. İstediğimiz gibi gravürlerden bulduk. Satıcıyla epeyce bir pazarlık ettim. En küçük boyu 10 lira. Ben 4 tane, arkadaşım 2 tane alacağız. Biraz indirim yapmalı değil mi? Nuh diyor peygamber demiyor. Olur mu? "Kafam nasıl kızdı?" Dedim: "Biz müşteriyiz. Bizi memnun etmelisiniz!" "Kafasız" çocuk. "Kafasını kullansa" bizi hemen ikna edebilir. Müşteriye böyle"kafa tutulur" mu hiç? Neymiş zararına satıyormuş. Zaten kriz varmış. Daha iyi ya, hazır alıcı gelmiş hem de birden çok alacak, belki arkası gelecek, bir güler yüz göstersen ya! Şaşkın valla! Neyse hallettik.

Arkadaşım dedi ki" Sen beni eve atsana. Alışık değilim bu kadar gezmeye ve takışmaya. "Kafam kazan gibi oldu inan bana!" Baktım Hülya'ya. Gerçekten "Kafayı bulmuş" gibiydi."Tamam!" dedim, sen daha fazla uyma bana. Hemen eve git ve "kafayı vurup yat!" Ben daha çok gezer ve takışırım bu "KAFA"yla!

15 Şubat 2010 Pazartesi

Ben Masumum Hakim Bey!

Şu yukarıdaki anlamlı ilanı görünce var ya, "Eyvah!" dedim. "Eyvah!" Kaç gündür Hayal Kahvem'de arka arkaya kitap kapakları üzerine yazılar yazdım. Gördün mü başıma gelenleri? Okudular benim yazdıklarımı demek ki... Kimbilir nasıl kızdılar... Eyvah! İlanlar asıp, broşürler dağıttılar öyle mi? Tüm bunlar şimdi benim yüzümden mi? Aman Allahım! Ben masumum yemin ederim. Hayal Kahvem'deki yazılarımı başından beri okuyanların hakkımı teslim edeceğine eminim. Şahsımın küçümsenmeyecek kadar çok yazıları olmuştur kitap meselesi ile ilgili. Hayır hayır! Minnettarlık beklemiyorum. Rica ederim. Kitabın kıymetinin bilinmesine ilişkin sarf ettiğim şahsi gayretler, kitabı kapağına göre yargılamadığımın delilidir. Kitabı kapağı nedeniyle alır mıyım hiç? Olur mu öyle şey? Sadece şunu itiraf etmeliyim. Gerçekten elimde değil! Güzel kapaklı kitaplara gönlüm hemen kayıverir. Şöyle hayal etsen keşke... Sevdiğin bir yazarın, sevdiğin bir kitabını almışsın eline... Şahane!. Şeyy... Ama... Yanlış anlaşılmak istemem... Nasıl anlatsam bilmiyorum ki... Bak... Hani bir tabak ekmek kadayıfı almışsın gibi eline... Oyy!.. Eee... Eğer o kitabın kapağı da güzelse... Al sana kaymaklı ekmek kadayıfı işte!.. Kitabı güzel kapağıyla sevmek var ya, inan ki aynen böyle... Netice itibariyle... Tüm okur dostlarım şahidimdir ki kitabı çok severim. Cezam neyse razıyım hakim bey! Belki yazılarımda aşırıya kaçmış olabilirim. Ama kitabı kapağına göre yargılamadığımı sizin yüksek dikkatinize sunmak isterim. İyiniyetinize sığınıyorum efendim. Saygılarımla arz ederim.

Onsuz Olmazdı.. Yeri Dolmazdı..

Günümüzden 146 yıl önce doğmuş bir yazar. Acaba yukarıdaki fotoğrafından kim olduğunu hatırlayabilmek mümkün olabilir mi? Bugün minibüsle İzmit’e gidecektim. Araba kullanmayacağım ya yanıma bir kitap alayım istedim. Hep ucucuna yaşadığımdan gene telaş içindeydim. Kitaplığın yanından geçerken bahtıma ne denk gelirse diye rafların birinden bir kitap çektim. Kitabı çantama koydum. Koştura koştura evden çıktım. Arabaya bindiğimde kitabı çıkardım. Aa! O ne? Yılardır okumadığım bir kitap! Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın öykü kitabı. Ne kadar sevindim anlatamam! Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç biraz daha uzundu. İkinci öyküyü okumaya başladım. Öykünün adı şuydu: Melek Sanmıştım Şeytanı.

Aradan bu kadar geçmiş. Dile kolay. Nerden baksan aramızda bir asırdan fazla var. İyi bir edebiyatçı yaşlanır mı hiç? Mümkün mü? Tekrar anladım ki mümkün değil!.. Öyküde kibarca bir ailenin yanında üç yıldır içgüveysi olan Hüsnü, kendi başından geçenleri anlatıyordu. Öyle eğlenceli bir lisanla, öyle tatlı bir mizahla anlatıyordu ki, bir an karşımda gencecik yaşında Hüseyin Rahmi Gürpınar oturuyor sandım. Evet.. Hayal değil hem de gerçekten. O samimi üslubuyla sırlarını bana döküyordu resmen. Dırdırcı kaynana, altına iç takkesi giymekle kafasındaki şapkanın günahını hafiflettiğine inanan kayınbaba ve kıskanç bir eş. Yan bastığı, öne baktığı, aksırdığı, öksürdüğü affedilmez kabahat olan sığıntı durumda bir damat. Asıl önemlisi o devirlerin aile ve sosyal hayatını gözler önüne seren eğlenceli bir tasvir. Hangi tarih kitapları anlatabilir bu denli etkilisini? Sanki Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatıyor, ben de dinledikçe dayamıyor kıkır kıkır gülüyordum. Sırlarını anlatıyordu anlatmasına ama, tatlı tatlı da akıl veriyordu arada. Öykü bitince yazarın diğer öykülerini düşündüm. Biliyorum diğer yolcuların tuhaf bakışları arasında kendi kendime gülüyordum. O çocukluğumda okuduğum perili Gulyabani, Cadı öyküleri mesela... Tekinsiz öykülere onunla alışmıştım galiba. Şimdi ne düşündüm biliyor musun? İyi ki doğmuş, iyi ki bu öyküleri yazmış Hüseyin Rahmi Gürpınar! İyi ki! Ruhuna Rahmet!.. Onsuz ne eksik olurdu değil mi? Yeri tam bir boşluk olurdu. Kesin! Sen hiç Hüseyin Rahmi Gürpınar'sız bir Türk Edebiyatını düşünebiliyor musun? Mümkün değil.

NOT: Eski ve yeni kitap kaplarına bakınca iyice anlıyorum ki, demek kitap kapları artık özensiz hazırlanıyor. Ne fena değil mi? Çok fena hem de. Bir yeni baskı kitabın kapağına bakalım bir de eskisine... Kim merak edip okumak ister kapağı bu kadar ruhsuz hazırlanmış bir kitabı? Kimse! Ya da Edebiyat öğretmeni ödev verecek. Zorla okuyacaklar. Oysa ne dünyalar var Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın kitaplarının içinde!

14 Şubat 2010 Pazar

Godard'ın Filminde Rol Verdiği Kitapların Peşine Bir Dedektif Gibi Düşünce...

Fransız yönetmen, Jean Luc Godard'ın çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde kitaplara oyuncu muamelesi yaptığını öğrendiğimde çok merak etmiştim. Filmi seyrettim. Doğruydu. Filmde oyuncuların elinde, masada, sehpada hep kitaplar vardı. "Ne var bunda?" denebilir. Kitapların bolca yer aldığı kütüphanede, kitapçıda çevrilen filmler yok mudur? Vardır. Ama bu filmde durum farklıydı. Kamera kitapların kapaklarına bir oyuncunun yüzüne yaklaşır gibi odaklanıyordu. Adeta her kitap bir oyuncu yüzü gibiydi. Bu durum çok hoşuma gitti. Çünkü ben de kitap kapaklarına meraklı biriyim. Sevdiğim kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Ayrıca filmde oyuncular da kitap gibi konuşuyorlardı. Sanki Godard kitap yazmak istemiş de, kitap yazacağına kitap gibi bir film çekmişti. Filmi seyrederken, kameranın odaklandığı kitapların yazarlarının adlarını not ettim. Acaba Godard niye bu yazarların kitaplarını seçmişti? Merak ettim. Şimdi bu yazarları ve kitaplarını tek tek inceleyeceğim. Jean Luc Godard'ın Aşka Övgü adlı filminde, uzun uzun gösterilen kitaplardan birinin yazarı Peter Cheyney'di. Sanal ansiklopedide yazarın kitaplarını buldukça kapaklarına bayıldım. Bakınız işte aşağıya ve yukarıya ekledim.


İngiliz polisiye yazarı Peter Cheyney, bugün adı pek bilinen bir yazar değil. Yazarın kitapları Çağlayan yayınlarının değişik kapak tasarımlarıyla 1954 yılında bizim memlekette yayımlanmaya başlamış. Ve zamanında oldukça fazla satmış. Tükçe'ye çevrilen 25 civarında kitabı varmış. Öykülerinin konuları Avrupa'da geçiyormuş ve türdeşlerinden daha az şiddet içeriyormuş. Malum, İngiltere'de polis bile tabanca taşımaz. Bu nedenle İngiliz yazar Peter Cheyney'in dedektifi, sıkıştığında 45 liğine davranan ünlü dedektif Mayk Hammer tiplemesi gibi değilmiş. Peter Cheyney'in kitaplarındaki dedektif iş kavgaya geldi mi, sanıyorum bizim şimdi Ju do diye bildiğimiz, o dönemin tabiriyle Jui Jutsu ile düşmanlarını alt edermiş. Ama çapkınlıkta ABD'li meslektaşlarını aratmazmış. Şimdi ilginç bir tespit yapacağım. Romanlarının edebi değeri tartışılan Peter Cheyney'in Türkçe metinlerde Lemi Kovşun olarak adlandırılan, orijinalinde ismi Lemmy Caution biçiminde geçen ünlü dedektif karakteri var ki, bu dedektif sinemada da tanınmış biri değil mi? Hatırlasana Jean Luc Godard'ın Alphaville(1965) adlı filmini.. Bu filmde Alphaville adlı ilginç bir şehre gelen özel dedektifin adı nedir? Lemmy Caution.

Çok tuhaf bir filmdir Alphaville. Alpha 60 adında bir bilgisayar şehri yönetmektedir. Şehirde aşk, vicdan gibi kelimeler yokedilmiştir. İnsanlara ağladıkları için ölüm cezası verilebilmektedir. İnsanları her an gözlemekte ve denetim altında tutmakta olan bilgisayarı tasarlayan bilimadamının kızına aşık olur bu ünlü dedektif Lemmy Caution... Neyse.. Şimdi anlatmak istediğim film konuları değil. Jean Luc Godard'ın, yazar Peter Cheyney'in bir kitabına, 2001 yılında çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde rol vermesi haybeye değil demek ki. Çünkü Godard yıllar önce, taa 1965 de çevirdiği Alphaville adlı filminde yazarın kitaplarının ünlü kahramanı dedektif Lemmy Caution'un adını kullanmış. Bundan yıllar sonra Godard, çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde Peter Cheyney'in kitabına rol vermekle, kendi tarzında yazara teşekkür ediyordur belki, kim bilir? Bakar mısın sen şu işe? Neler öğreniyor insan... Seyirci olarak yönetmenin filmindeki kitapların peşine dedektif gibi düşünce...



Edebiyat Aşk Değil De Ne?



İki saat boş vaktim vardı. Ne yapacaktım? Kardeşimi ayarttım. Gene iki saat evinden kaçırdım. Kimi zaman böyle dar zamanlarda buluşuveririz. Birlikte hasbihal ederiz. Kardeşim öğretmendir. Uzmanlığı da Türkçe olunca, deymeyin edebiyat muhabbetine… Edebiyata meraklı bu öğretmen bir de balık burcuysa eğer, ohhh şahane aşk sohbeti yapabilirsiniz böyle biriyle. Balık burcu bilirmisiniz ki, en romantik, en gizemli, en duygusal, en hayalperest ve depresyona en meyilli kadın tipidir. İki hafta çocukları hasta oldu diye döküntü oldu vücudu sıkıntıdan vallahi. Ama hastalığının adı da pek yakışmış haspaya; Rose! Okadar romantiktir ki, döküntüleri bile gül şeklinde!. Neyse iyileşti şimdi çok şükür!... Gene bir kaçamak yaptık kardeşimle. Önce bir kafeye gittik. Kahvelerimizi sipariş ettik. Şöyle koltuklarımıza rahatça yerleştik. Yaslandık arkamıza. "Bu gün konumuz edebiyatımızda aşk olsun! Ne dersin?” dedik göz kırparak birbirimize. Kahvelerimiz geldi. Şöyle bir kahveleri kokladık çektik içimize. Sonra fincanların uçlarını birbirine değdirdik “Aşk olsun!” diye bağırdık çevreyi umursamadan gene... Vee.. Başladık muhabbetimize…


Önce ben Attila Atalay'ın çok sevdiğim Ebekulak adlı öyküsünden bahsettim. Benim kardeş de çok sever Ebekulak'ı. Her öyküseverin ayrıcalıklı öyküleri vardır. Ebekulak benim için öyledir. Zaman zaman kitabını açar okurum. Tekrar tekrar okumaktan bıkmam. Bilakis öyküyü bildiğim için yüreğimde hissederim. Haa.. Bir de mutlaka sesli okurum. Gözümün görmesi yetmez, kulaklarım da duysun isterim. Çok severim.

Ama asıl benim küçük, Nezihe Meriç’in "Keklik Türküsü" öyküsünü okadar güzel anlatır ki doyamazsınız tadına. Dinlerken kardeşimi, kendinizi bir kaptırırsınız konunun akışına... Öykü bir kara tren olup, tünelden geçer gibi gönlünüzü delip geçer. Öyyyle bakakalırsınız ardından . Çok güzel anlatır gerçekten."Keklik Türküsü’nü anlatsana bana kardeş"dedim. " Tamam!” dedi. Hiç itiraz etmedi… Canım benim ya… Bu bildiğim hikayeyi kaç kez dinledim kardeşimden. Neden yeni duymuşum gibi geliyor bana her seferinde? Neden gözlerim doluyor ve zor tutuyorum ağlamamak için kendimi… Bu akşam da müthişti anlatımı! Sakın bilmeyenler adında keklik var diye fabl gibi bir şey sanmasınlar. Yoo! Bu bir genç kızın İstanbul'da her gün bindiği vapurda karşıdan aşık olduğu bir çocukla ilgili... Şehir hikayesi yani.. Ama daha eski yıllarda geçer... Gene içten içe çekilen, dile dökülmeyen aşklardan. Eski aşklardan! Yazarın Bozbulanık adlı kitabında yeralan öykülerinden...

Sonra nedense birden Huzur’a atladık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arkasından rahmet okuduk… Bir çocuklu dul bir kadın kahraman ile genç sevgilisinin aşkını hatırlamaya çalıştık. A.H.Tanpınar'ın, Orhan Pamuk‘un en etkilendiği romancı olabileceğini konuştuk. Biz aslında öyküleri konuşacaktık. Nerden geçtik acaba şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’a? Konu konuyu açıyor işte. Huzur'dan, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne atladık. Nasıl saplantılı bir aşktı değil mi Kemal'in Füsün’una duyduğu aşk? Ya Kemal’in sevgilisinin her kullandığı eşyaya hastalık şeklinde düşkünlüğü… Sekiz yıl içinde kaç taneydi, sevgilisinin 4.213 tane miydi sigara izmaritini biriktiren aşık… Böyle sapkın bir aşık olabilir miydi gerçek hayatta acaba? Konuştuk da konuştuk… Konu edebiyatımızda aşk olunca ve iki kadın bir araya gelince kimi çekiştireceğiz konu komşuyu mu? Tabii ki edebiyatçılarımızı öyle değil mi?



Uykusuz mizah dergisinde sürekli takip ettiğim Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’den bahsetmeye başladım. Bir keresinde anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama çarpması ile başlıyordu. İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken çok eğlenmiştim. Tam onu anlatırken kardeşime, ben de ilgi dağınıklığı vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses duyarsın ve sinir olursun ya " diye söze başladım şimdi de. “Hişt” ne kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt”e atladık. Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa , bir hişt diyenim bile olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?



İlk olarak nedense Sezai Karakoç geldi aklımıza… Mona Rosa şiiri… Hani üniversitede okurken platonik aşık olduğu kız için yazmış bu şiiri de kızın haberi yokmuş… Kızın ceplerine gizli gizli aşk şiirleri koyarmış. Kız, bu şiirleri erkek arkadaşı yazıyor sanırmış. Oysa Sezai Karakoç yazarmış. Mona Rosa'yı okuduğunuzda kızın adı çıkar ya şiirden sahiden. Kızın adı da aramızda kalsın Muazzez Akkaya. “Mona Roza siyah güller akgüller” diye başlayan uzun şiiri. Kız yıllar sonra bu şiir ortaya çıkınca sevildiğini öğrenmiş. Bunu duyduğunda evliymiş tabii ki! Yoksa kızı, Muazzez Akkaya benim annem diyerek ortaya mı çıkmış? Muhtelif söylentiler var ama bildiğimiz kadarıyla şair hiç evlenmemiş. Ne aşklar var ! Aaa biraz dedikodu yapalım artık bu kadar da öyle değil mi? Hemen büyük şairimiz Attila İlhan'a geçtik ki kardeşimin telefonu çaldı..

Tam Attila İlhan’a geçtik .. Pia… Yağmur kaçağı ve Üçüncü Şahsın Şiiri ile sohbetimize devam edecektik ki... Devam edemedik… Bitirdik… Çünkü küçük yeğen evde “Anne..Anne!” diye tutturmuş. Hemen hesabı ödedik. Arabaya bindik. Birbirimize baktık.. Bir ağızdan: “Gözlerin gözlerime değince Felaketim olurdu ağlardım. Beni sevmiyordun, bilirdim. Bir sevdiğin vardı, duyardım. Çöp gibi bir oğlan, ipince, Hayırsızın biriydi fikrimce. Ne vakit karşımda görsem Öldüreceğimden korkardım. Felaketim olurdu, ağlardım!" Üçüncü Şahsın Şiiri adlı muhteşem şiirin ezberimizdeki ilk dizelerini aşkla seslendirdik… Kardeşimi bıraktım evine... Araba kullanırken devam ettim şiire: "Ne vakit Maçka'dan geçsem Limanda hep gemiler olurdu Ağaçlar kuş gibi öterdi. Bir rüzgar aklımı alırdı. Sessizce bir cigara yakardın. Kirpiklerini eğerdin bakardın. Üşürdüm içim ürperirdi. Felaketim olurdu, ağlardım!" Bu kadarı kalmış ezberimde... Edebiyat AŞK değil de ne?

13 Şubat 2010 Cumartesi

Kadınları Sinir Krizinin Eşiğine Kimler Mi Getirmiş?


Dvd kabının üzerinde Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar adını görünce, “Ay, hiç çekemem şimdi kadınların vırvırlarını… Hele bir de İspanyol filmi… Laflarının ardı arkası gelmez… Vıdır... Vıdır... Depresyondaki kadınların muhabbetini mi izleyeceğim? Hiç işim olmaz!” dedim ki, baktım yönetmen Pedro Almodovar’mış. O zaman bir durdum. Almodovar’ın ilk ödüllü filmlerinden. 1988 yılında çevrilmiş. “Hımm.. Öyleyse seyredeyim bari,” dedim. Pedro Almodovar kadınları hep erkeklerden daha ilginç bulduğunu söyleyen bir yönetmendir ya kadın erkek ilişkilerini, sorunlarını, açmazlarını, hayatı görme ve anlama durumlarını onun bakış açısıyla seyretmek zevkli olur diye düşündüm. Bakalım bu hınzır yönetmen, kadın ve erkeğin hayatta kendilerine biçilen rollerin klişelerini nasıl sorgulamış, görüntüleri nasıl reklendirmiş, hangi müziklerle süslemiş, hangi filmlere gönderme yapmış, hangi şaşırtan şakalarıyla desenlemiş, doğrusu merak ettim. Sonuç olarak filmi seyrettim. Eski de olsa filmi sevdim. Kadınları sinir krizinin eşiğine getiren kimler mi? Erkekler… Evet, öyleydi... Yooo…Ben söylemiyorum ki. Filmde durum böyleydi. Filmdeki Antonio Banderas'ın hali ise tam seyirlikti. Vallahi... Çok komikti. Eğlendim.

12 Şubat 2010 Cuma

Şimdi Pedro Almodovar'ın Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar Adlı Filmini Seyredeceğim. Bakalım, Kadınları Sinir Edenler Kimlermiş Öğreneceğim.

Ne Olacak Bu Takımın Hali?


Futbolla ilgili olduğumu söyleyemem. Bana tuttuğum takımın oyuncularının isimlerini sorma istersen. İnan çok mahçup olurum. Cevap veremem. Geçen sene lig şampiyonu hangi takımdı diye sorsan? Bilmem. Yo, biliyorum. Beşiktaş’tı galiba. Eyvah! Değil miydi yoksa? Anlatmayayım daha fazla. Ne yapayım? Üzgünüm. Durumum aynen böyle.

Ama bak… Futbol seyredenler daima ilgimi çeker. Gizli gizli bakarım. Alenen bakıp rahatsızlık vermek istemem. Merak ederim. Bir küçük meşin top. Topun peşinde koşan adamlar. Onları seyreden milyonlarca insanlar. Aynen eskiden Roma’da birbiriyle dövüşen gladyatörleri ya da aslanları seyredenler gibi. Değişen ne ki? Seyirci aynı. Seyredilen olay farklı. O kadar. Bakınız alttaki ve üstteki fotoğraflar.

Dünyanın her yerinde futbol oynanıyor. Futbol sporun gözdesi. Özellikle derbi denilen maçlarda ya da milli maçlarda tüm ülkenin nefesi ekranda atıyormuş gibi. Sokaklar nasıl ıssız. Herkes maça kilitli. İnsanlar o günlerde futbolla yatıyor, futbolla kalkıyor. Neredeyse futboldan başka bir şey konuşulmuyor. Bunu yazınca bak aklıma ne geldi? Portekiz’in eski dikatörü Salazar demiş ki, “Futbol olmasaydı yarım saat bile idare edemezdim bu ülkeyi.” Tuhaf geliyor değil mi? Ama futbol böyle bir şey işte. İlginç olan Salazar gitti. Dünyada rejimler değişiyor. Duvarlar yıkılıyor. Futbol kurallarıyla halen yaşamaya devam ediyor. Ya seyirci? Aynı. Başından beri bilindiği gibi. İnsanlar hayranlıkla futbol maçlarını seyretmeye devam ediyor. Spor tarihi boyunca seyirci hiç değişmiyor. Coşkuyla seyrediyor. Vazgeçemiyor. Özlüyor. Söz söyletmiyor. Sahipleniyor. Tuttuğu takımı yenilse bile, sanırım futbol insanı gene de hayal kırıklığına uğratmıyor.. İlginç bir büyü. Beni futbolu seyretmek değil… Seyirciyi seyretmek cezbediyor.

Nick Hornby'ın “Futbol Ateşi” adındaki kitabını bilir misin? Tuttuğu takımın maçlarını kaçırmamak için hayatındaki her şeyden vazgeçebilen bir adamı anlatır. Şahane bir kitaptır. Sonra kitabın filmi de çevrildi. Tekrar tekrar keyifle seyrettiğim fimlerden biridir. Aslında Nick Hornby kendisi de tam bir taraftar. Resmen Arsenal delisi. Kitabında aynen şöyle diyor “Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” Eğitimli bir insan nasıl kendini bu denli futbola kaptırabilir? Kaptırıyor vallahi. Kitapta okuyorsun. Filmde seyrediyorsun. Duruma şahit oluyorsun. Şaşırıyorsun. Hayrete düşüyorsun. Futbol tutkusu, futbol sevgisi bu denli iyi anlatan başka yazar var mı ben bilmiyorum. Bu kitabı okuyunca, ardından filmini seyredince şunu çok iyi anlıyorsun. Futbol gerçekten kimileri için aşk gibi. Bu aşkın içinde fazlasıyla hüzün de var biliyor musun? İki ellerini yanaklarına dayayıp diyorlar ya: “Ne olacak bu takımın hali?” O vaziyetlerini görünce… Öf! Öyle üzülüyorum ki!

11 Şubat 2010 Perşembe

Simon & Garfunkel Dinliyorum...

Eski dostum karanlık merhaba. Tekrar konuşmak için geldim seninle. Çünkü bir ilham hafif hafif yaklaşıp, ben uyurken tohumlarını bıraktı zihnime ki hala oradalar. Sessizliğin sesinde. Bitmek bilmez o rüyalarda, dar Arnavut kaldırımlarda, sokak lambalarının halesi altında yürüdüm. Yakamı doğrultup soğuğa ve neme, gözlerim geceyi bölen neon ışığıyla süngülenmişken, dokundum sesizliğin sesine. O çıplak ışıkta binlerce, belki de daha fazla insan gördüm. Söylemeden konuşan, dinlemeden duyan o insanlar, seslendirilmemiş şarkılar yazarlar ki rahatsız etmezler asla sessizliğin sesini. ‘Aptallar’ dedim, “Bilmiyorsunuz kanser gibi yayılan sessizliği. Kulak verin sözlerime öğreteyim, tutun kollarımdan ki geleyim.” Fakat sessiz yağmur damlaları misali, düştü ve yankılandı sözlerim kuyularında sessizliğin. (The Sound of Silence adlı şarkılarının şarkı sözlerinden alıntılar...)


10 Şubat 2010 Çarşamba

Zagor'la Türkülerin Menzilinde Dolanma Durumları

Zagor'u bilmeyen var mıdır? Zagor çocukluğumda en sevdiğim çizgi roman kahramanlarından biriydi. O zamanlar ailem, çizgi roman okumama izin vermezdi. Abim alıp okurdu. Ben elime alınca kıyamet kopardı. Zaten meşrebim yasaklanan her şeyi daha fazla merak etmeye meyilliydi. Ben de ders çalışıyorum diye kitabımın arasına koyup, gizli gizli okurdum. Sanki çizgi roman okumakta ne varsa? Kız kısmı böyle kitaplar okur muymuş... Çizgi roman yerine resimli Ayşegül dizileri ne güne duruyormuş... Ayşegül tatlı bir kızdı aslında. Ama uymuyordu ki benim yapıma. Öyle sinir olurdum ki anlatamam... Ayşegül Ormanda, Ayşegül Lunapark'ta, Ayşegül Hasta... Hele bir tanesi vardı ki, annem hep önüme sürerdi. Hangisi mi? Ayşegül Evde tabi.. Bak şimdi... Ayşegül'ün annesi gezmeye gider. Ayşegül de, annesi gelene kadar bulaşıkları yıkar, evi süpürür, temizler. Vay canına sayın seyirciler. Şimdi şimdi anlıyorum. Sanırım annem Ayşegül'ü okuyayım da örnek alayım istiyordu. Hatta bana Ayşegül'ün giysilerinden de dikiyordu. Hiç sevmezdim ki o hanım hanımcık giysileri... Bile isteye kirletirdim. Ayşegül'le hiç işim olmazdı hiiç! Hiç kafama denk değildi resimli Ayşegül dizileri.

Şimdiki gibi binbir çeşit ve renkli olmasa da benim çocukluğumda da muhtelif çizgi romanlar vardı. Tommiks vardı. Teksas vardı. Swing vardı... Hatırlasana... Çelik Blek vardı. Yooo... Olmaz... Ben illa Zagor'un yolunu gözlerdim. Baltalı İlah!.. Zagor'un iştahlı mı iştahlı, şişko mu şişko, korkak mı korkak Çiko diye bir kankası vardı. İşi gücü Zagor'un başına bela açmaktı.

Hey gidi günler hey!.. Neyse... Aradan yıllar geçti. Artık Zagor'u takip etmeyi bırakmıştım bırakmasına ama eski sevgim yüreğimde küllenmiş kalmış demek ki... Günlerden bir gün Tersninja'nın sağ üst köşesinde Zagor'un Sözü Bu! diye bir blog adı görünce nasıl sevindiğimi anlatamam. Hemen ziyaret edip, bloğun yazılarında bir süre dolandım durdum. Sanki uzun zamandır görmediğim bir arkadaşıma kavuşmuştum. İşte o günden sonra ara ara bakar oldum Zagor'un Sözü Bu! adlı bloğa. Blog sahibi Sıtkı Sıyrıl'dı. Bana göre "Zagor'un sözü bu!"nun bloglar arasındaki yeri çok özeldi. Tüm blogda Sıtkı Sıyrıl'ın sadece Zagor'la ilgili esprili yazıları vardı. İşte bu yazılar arasında Zagor'un Duman Mesajları ve Tamtam Mesajları diye iki yazı okumuştum.

Sıtkı Sıyrıl'ın anlattığı, zamanında Kızılderililer tarafından kullanılan ama Zagor'un da zaman zaman kullandığı duman mesajlaşmasını, bir ara okadar çok okumuştum ki ezberlemişim. Biriyle haberleşmek istersem, önce bir tepeye çıkıp ateş yakacağım. Gökyüzüne yükselen dumanı bir örtü ile yönlendirip kesik kesik duman işaretleri yani puf elde edeceğim. Her bir pufun bir anlamı vardı tabi. Bir puf “dikkat!” , iki puf “Her şey yolunda” üç puf ise “Tehlike - SOS - Yardım çağırın” anlamına geliyordu. O kadar eğlenceli anlatıyordu ki Sıtkı Sıyrıl bu haberleşme durumunu, mutlaka Zagor'un Sözü Bu! bloğuna bakıp orijinalinden okumalısın.

Peki Tamtam Mesajlaşması nasıl yapılıyordu? Bak şimdi... Tıpkı cep telefonu gibi elimizin altında bulundurmamız gereken demirbaşlar şunlar... Hakiki meşeden içi boş kütük parçası ve gene meşeden mamul iki adet tokmak.. O kadar!.. Hem bunu kullanırsak ne iletişim vergisi var ne de herhangi bir ücret... Ne güzel!.. Peki nasıl mesajlaşacağız bu durumda? Tamtam mesajlarında geçerli bir alfabesi yok ki. Alfabe müziğin ta kendisi, o yörenin türküleri.. Şahane değil mi? Arkadaşıma gitmek istiyorum sözgelimi... Hemen alıyorum tamtamımı elime... Bil bakalım hangi türküyü tamtamlıyorum? Mesela şunu..."Oyaaaa! Gelemezsen haber veeeer... Ben sana geleceğiiiim!" Ya da yağmur başladı bizim köyde... Haber gönderiyorum İzmit'teki benim kardeşe... "Yağmur yağdı kaççç kaç kaç!.. Şemsiyeni aççç aç aç!" Çok keyifli vallahi. Bu akşam yemeğe çağırmak istiyorum mesela seni... Hemen alacağım elime meşeden mamul tokmakları... Vuracağım içi boş meşe kütüğe... Bak şöyle... "Bir fırın yaptırdııım... Doldurdum ekmekleriii, Gel beraber yiyeliiimm, Yaptırdım börekleriiii" Ne güzel değil mi? Diyelim ki bizim köyde yangın var.. Başlıyorum tamtamları çalmaya... Hangi türküyü çalıyorum öyle mi? Aaa! Sorulur mu? "Yangın var, yangın var, ben yanıyorum! Yetişin a dostlar tutuşuyoruuuummm!" tabii ki!.
http://sitkisiyril.blogspot.com/2008/05/zagorun-tamtam-mesajlar.html

NOT: Zagorun Sözü Bu