17 Şubat 2010 Çarşamba
Kitap Hastalığı Diye Bir Şey Var Mı?
16 Şubat 2010 Salı
KAFA'lı Deyimlerle Bir Deneme Yazısı
İstanbul'a gitmeyi "kafaya koymuştum" bir kere. Mutlaka gidecektim. Gitmezsem "kafayı üşütebilirdim". Yoksa ne yapardım, derdimi kime yanardım? Neylerdim, bu şehri ateşe mi vereydim? Öyle bir "kafayı takmıştım" yani öyle böyle değil! Yanıma "kafa dengi" bir arkadaş bulmalıydım. Buldum da. Hülya. Telefon ettim. "Geliyorum İstanbul'a. Seni alacağım birlikte Santralistanbul'daki sergiye gideceğiz. "Kafan yattı" mı bu planıma ne dersin?" diye sordum. Her zaman ki gibi " Şahane olur." dedi.
İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında okuduğumuz kahramanların, usta çizerler tarafından hazırlanan yirmi beş roman karakterinin insan boyutundaki kopyalarını inceledik. Alibaz’dan Kalın Musa’ya, Arap İhsan’dan Neva’ya, Uzun İhsan'dan Eflatun'a kadar nevi şahsına münhasır Anar karakterleriydi ya bunlar, bizim "kafamızda canlandırdıklarımızla" sanatçılarınkini mukayese ettik. Sanatçı olmak ne şahane bir şey! Roman yazmak ve yazılan roman kahramanlarının başka sanatçılar tarafından canlandırılması... İnsan hasetinden "kafayı üşütebilir" vallahi. Hele benim gibi biri.
Dönüşte Kadıköy'e gittik. Kadıköy Pasajı'ndaki Büyülü Rüzgar adlı çizgi romancıydı sonraki hedefimiz. Yüzlerce çizgi roman vardı ya, aman Allahım inanın "kafayı yiyebilirdik." Sonra sahaflara girdik. Dolaştık.. Baktık... Eski kitapları kokladık... Kimbilir hangi gözler okudu, hangi eller elledi bu kitapları öyle değil mi? Dolaşırken birden "kafama dank etti." Hep eski İstanbul gravürleri almak isterdim. İşte tam yerindeydik. İstediğimiz gibi gravürlerden bulduk. Satıcıyla epeyce bir pazarlık ettim. En küçük boyu 10 lira. Ben 4 tane, arkadaşım 2 tane alacağız. Biraz indirim yapmalı değil mi? Nuh diyor peygamber demiyor. Olur mu? "Kafam nasıl kızdı?" Dedim: "Biz müşteriyiz. Bizi memnun etmelisiniz!" "Kafasız" çocuk. "Kafasını kullansa" bizi hemen ikna edebilir. Müşteriye böyle"kafa tutulur" mu hiç? Neymiş zararına satıyormuş. Zaten kriz varmış. Daha iyi ya, hazır alıcı gelmiş hem de birden çok alacak, belki arkası gelecek, bir güler yüz göstersen ya! Şaşkın valla! Neyse hallettik.
15 Şubat 2010 Pazartesi
Ben Masumum Hakim Bey!
Şu yukarıdaki anlamlı ilanı görünce var ya, "Eyvah!" dedim. "Eyvah!" Kaç gündür Hayal Kahvem'de arka arkaya kitap kapakları üzerine yazılar yazdım. Gördün mü başıma gelenleri? Okudular benim yazdıklarımı demek ki... Kimbilir nasıl kızdılar... Eyvah! İlanlar asıp, broşürler dağıttılar öyle mi? Tüm bunlar şimdi benim yüzümden mi? Aman Allahım! Ben masumum yemin ederim. Hayal Kahvem'deki yazılarımı başından beri okuyanların hakkımı teslim edeceğine eminim. Şahsımın küçümsenmeyecek kadar çok yazıları olmuştur kitap meselesi ile ilgili. Hayır hayır! Minnettarlık beklemiyorum. Rica ederim. Kitabın kıymetinin bilinmesine ilişkin sarf ettiğim şahsi gayretler, kitabı kapağına göre yargılamadığımın delilidir. Kitabı kapağı nedeniyle alır mıyım hiç? Olur mu öyle şey? Sadece şunu itiraf etmeliyim. Gerçekten elimde değil! Güzel kapaklı kitaplara gönlüm hemen kayıverir. Şöyle hayal etsen keşke... Sevdiğin bir yazarın, sevdiğin bir kitabını almışsın eline... Şahane!. Şeyy... Ama... Yanlış anlaşılmak istemem... Nasıl anlatsam bilmiyorum ki... Bak... Hani bir tabak ekmek kadayıfı almışsın gibi eline... Oyy!.. Eee... Eğer o kitabın kapağı da güzelse... Al sana kaymaklı ekmek kadayıfı işte!.. Kitabı güzel kapağıyla sevmek var ya, inan ki aynen böyle... Netice itibariyle... Tüm okur dostlarım şahidimdir ki kitabı çok severim. Cezam neyse razıyım hakim bey! Belki yazılarımda aşırıya kaçmış olabilirim. Ama kitabı kapağına göre yargılamadığımı sizin yüksek dikkatinize sunmak isterim. İyiniyetinize sığınıyorum efendim. Saygılarımla arz ederim.
Onsuz Olmazdı.. Yeri Dolmazdı..
Aradan bu kadar geçmiş. Dile kolay. Nerden baksan aramızda bir asırdan fazla var. İyi bir edebiyatçı yaşlanır mı hiç? Mümkün mü? Tekrar anladım ki mümkün değil!.. Öyküde kibarca bir ailenin yanında üç yıldır içgüveysi olan Hüsnü, kendi başından geçenleri anlatıyordu. Öyle eğlenceli bir lisanla, öyle tatlı bir mizahla anlatıyordu ki, bir an karşımda gencecik yaşında Hüseyin Rahmi Gürpınar oturuyor sandım. Evet.. Hayal değil hem de gerçekten. O samimi üslubuyla sırlarını bana döküyordu resmen. Dırdırcı kaynana, altına iç takkesi giymekle kafasındaki şapkanın günahını hafiflettiğine inanan kayınbaba ve kıskanç bir eş. Yan bastığı, öne baktığı, aksırdığı, öksürdüğü affedilmez kabahat olan sığıntı durumda bir damat. Asıl önemlisi o devirlerin aile ve sosyal hayatını gözler önüne seren eğlenceli bir tasvir. Hangi tarih kitapları anlatabilir bu denli etkilisini? Sanki Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatıyor, ben de dinledikçe dayamıyor kıkır kıkır gülüyordum. Sırlarını anlatıyordu anlatmasına ama, tatlı tatlı da akıl veriyordu arada. Öykü bitince yazarın diğer öykülerini düşündüm. Biliyorum diğer yolcuların tuhaf bakışları arasında kendi kendime gülüyordum. O çocukluğumda okuduğum perili Gulyabani, Cadı öyküleri mesela... Tekinsiz öykülere onunla alışmıştım galiba. Şimdi ne düşündüm biliyor musun? İyi ki doğmuş, iyi ki bu öyküleri yazmış Hüseyin Rahmi Gürpınar! İyi ki! Ruhuna Rahmet!.. Onsuz ne eksik olurdu değil mi? Yeri tam bir boşluk olurdu. Kesin! Sen hiç Hüseyin Rahmi Gürpınar'sız bir Türk Edebiyatını düşünebiliyor musun? Mümkün değil.
14 Şubat 2010 Pazar
Godard'ın Filminde Rol Verdiği Kitapların Peşine Bir Dedektif Gibi Düşünce...
Fransız yönetmen, Jean Luc Godard'ın çevirdiği Aşka Övgü adlı filminde kitaplara oyuncu muamelesi yaptığını öğrendiğimde çok merak etmiştim. Filmi seyrettim. Doğruydu. Filmde oyuncuların elinde, masada, sehpada hep kitaplar vardı. "Ne var bunda?" denebilir. Kitapların bolca yer aldığı kütüphanede, kitapçıda çevrilen filmler yok mudur? Vardır. Ama bu filmde durum farklıydı. Kamera kitapların kapaklarına bir oyuncunun yüzüne yaklaşır gibi odaklanıyordu. Adeta her kitap bir oyuncu yüzü gibiydi. Bu durum çok hoşuma gitti. Çünkü ben de kitap kapaklarına meraklı biriyim. Sevdiğim kitap kapaklarını seyretmeyi severim. Ayrıca filmde oyuncular da kitap gibi konuşuyorlardı. Sanki Godard kitap yazmak istemiş de, kitap yazacağına kitap gibi bir film çekmişti. Filmi seyrederken, kameranın odaklandığı kitapların yazarlarının adlarını not ettim. Acaba Godard niye bu yazarların kitaplarını seçmişti? Merak ettim. Şimdi bu yazarları ve kitaplarını tek tek inceleyeceğim. Jean Luc Godard'ın Aşka Övgü adlı filminde, uzun uzun gösterilen kitaplardan birinin yazarı Peter Cheyney'di. Sanal ansiklopedide yazarın kitaplarını buldukça kapaklarına bayıldım. Bakınız işte aşağıya ve yukarıya ekledim.
Edebiyat Aşk Değil De Ne?
Uykusuz mizah dergisinde sürekli takip ettiğim Ersin Karabulut’un Sandıkiçi’den bahsetmeye başladım. Bir keresinde anlattığı öykü, yanlışlıkla bir adama çarpması ile başlıyordu. İnanılmaz tatlı yazmıştı gene ve okurken çok eğlenmiştim. Tam onu anlatırken kardeşime, ben de ilgi dağınıklığı vardır işte böyle… Konu aşk iken değiştirdim konuyu birden. "Hani birine çarparsın fark etmezsin de sana “Hişt dikkat etsene” diyen bir ses duyarsın ve sinir olursun ya " diye söze başladım şimdi de. “Hişt” ne kardeşim dedim. Hişt ne? şeklinde konu akınca… Birdenbire “Hişt Hişt”e atladık. Hani Sait Faik’in “Hişt, Hişt “adlı yalnızlık temalı öyküsü. Ben hişt kelimesine sinir oluyorum ama ya kimsem olmasa , bir hişt diyenim bile olmasa ne olurdu acep halim diye düşündüren öyküsü. Çok güzeldir bu öykü de sahiden! Biraz dedikoduya girip Sait Faik’in özel hayatıyla ilgili konulara dalıyorduk ki… Boşver dedik şimdi bunları… Birkaç da şair yadetsek! Mesela kim?
13 Şubat 2010 Cumartesi
Kadınları Sinir Krizinin Eşiğine Kimler Mi Getirmiş?
Dvd kabının üzerinde Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar adını görünce, “Ay, hiç çekemem şimdi kadınların vırvırlarını… Hele bir de İspanyol filmi… Laflarının ardı arkası gelmez… Vıdır... Vıdır... Depresyondaki kadınların muhabbetini mi izleyeceğim? Hiç işim olmaz!” dedim ki, baktım yönetmen Pedro Almodovar’mış. O zaman bir durdum. Almodovar’ın ilk ödüllü filmlerinden. 1988 yılında çevrilmiş. “Hımm.. Öyleyse seyredeyim bari,” dedim. Pedro Almodovar kadınları hep erkeklerden daha ilginç bulduğunu söyleyen bir yönetmendir ya kadın erkek ilişkilerini, sorunlarını, açmazlarını, hayatı görme ve anlama durumlarını onun bakış açısıyla seyretmek zevkli olur diye düşündüm. Bakalım bu hınzır yönetmen, kadın ve erkeğin hayatta kendilerine biçilen rollerin klişelerini nasıl sorgulamış, görüntüleri nasıl reklendirmiş, hangi müziklerle süslemiş, hangi filmlere gönderme yapmış, hangi şaşırtan şakalarıyla desenlemiş, doğrusu merak ettim. Sonuç olarak filmi seyrettim. Eski de olsa filmi sevdim. Kadınları sinir krizinin eşiğine getiren kimler mi? Erkekler… Evet, öyleydi... Yooo…Ben söylemiyorum ki. Filmde durum böyleydi. Filmdeki Antonio Banderas'ın hali ise tam seyirlikti. Vallahi... Çok komikti. Eğlendim.
12 Şubat 2010 Cuma
Ne Olacak Bu Takımın Hali?
Futbolla ilgili olduğumu söyleyemem. Bana tuttuğum takımın oyuncularının isimlerini sorma istersen. İnan çok mahçup olurum. Cevap veremem. Geçen sene lig şampiyonu hangi takımdı diye sorsan? Bilmem. Yo, biliyorum. Beşiktaş’tı galiba. Eyvah! Değil miydi yoksa? Anlatmayayım daha fazla. Ne yapayım? Üzgünüm. Durumum aynen böyle.
Nick Hornby'ın “Futbol Ateşi” adındaki kitabını bilir misin? Tuttuğu takımın maçlarını kaçırmamak için hayatındaki her şeyden vazgeçebilen bir adamı anlatır. Şahane bir kitaptır. Sonra kitabın filmi de çevrildi. Tekrar tekrar keyifle seyrettiğim fimlerden biridir. Aslında Nick Hornby kendisi de tam bir taraftar. Resmen Arsenal delisi. Kitabında aynen şöyle diyor “Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” Eğitimli bir insan nasıl kendini bu denli futbola kaptırabilir? Kaptırıyor vallahi. Kitapta okuyorsun. Filmde seyrediyorsun. Duruma şahit oluyorsun. Şaşırıyorsun. Hayrete düşüyorsun. Futbol tutkusu, futbol sevgisi bu denli iyi anlatan başka yazar var mı ben bilmiyorum. Bu kitabı okuyunca, ardından filmini seyredince şunu çok iyi anlıyorsun. Futbol gerçekten kimileri için aşk gibi. Bu aşkın içinde fazlasıyla hüzün de var biliyor musun? İki ellerini yanaklarına dayayıp diyorlar ya: “Ne olacak bu takımın hali?” O vaziyetlerini görünce… Öf! Öyle üzülüyorum ki!
11 Şubat 2010 Perşembe
Simon & Garfunkel Dinliyorum...
Eski dostum karanlık merhaba. Tekrar konuşmak için geldim seninle. Çünkü bir ilham hafif hafif yaklaşıp, ben uyurken tohumlarını bıraktı zihnime ki hala oradalar. Sessizliğin sesinde. Bitmek bilmez o rüyalarda, dar Arnavut kaldırımlarda, sokak lambalarının halesi altında yürüdüm. Yakamı doğrultup soğuğa ve neme, gözlerim geceyi bölen neon ışığıyla süngülenmişken, dokundum sesizliğin sesine. O çıplak ışıkta binlerce, belki de daha fazla insan gördüm. Söylemeden konuşan, dinlemeden duyan o insanlar, seslendirilmemiş şarkılar yazarlar ki rahatsız etmezler asla sessizliğin sesini. ‘Aptallar’ dedim, “Bilmiyorsunuz kanser gibi yayılan sessizliği. Kulak verin sözlerime öğreteyim, tutun kollarımdan ki geleyim.” Fakat sessiz yağmur damlaları misali, düştü ve yankılandı sözlerim kuyularında sessizliğin. (The Sound of Silence adlı şarkılarının şarkı sözlerinden alıntılar...)