23 Şubat 2011 Çarşamba

Kahve Molası... Yaz Yağmuru... Bir Tren Yolculuğu...


 

Tamam. İşe biraz mola vereceğim. Çok çalıştım. Kahvemi içmeyi fazlasıyla hakettim. Şöyle bir başımı çevirip camdan dışarıya baktım. Hava yağmurlu. Şimdi ne hayal ettim biliyor musun?  Şu an geçmiş bir zamanmış aslında. Arkadaşlarımla trenle yolculuk yapmışız. Ofisin camından değil de tren kompartımanının camından dışarıya bakmışım. Mesela... İşte o hayali anlatacağım. Dur.. Biraz dur. Bunu ben anlatmayayım... Bir dakika... Ahmet Hamdi  Tanpınar'ın Yaz Yağmuru adlı o güzelim öyküsünü bilir misin? O öykünün bir bölümünün başlığı Bir Tren Yolculuğu'dur. Ve bakar  mısın cümlelerin güzelliğine... "Hava yağmurluydu. Tren ara sıra şiddetli sağnakların arasından geçiyor, pencere camları, vagonların üstü, yanları dakikalarca kamçılanıyor, bazen su serpintilerinin içeriye girdiği bile oluyordu. Sonra bu şiddet duruyor, gök biraz yukarıya çekiliyor, yüksekte açık mavi, menevişli tek bir çiçek gibi tepemize asılıyor, o zaman manzara gülüyor, ışıkla karışan ıslaklık, içimize bir nevi  tazeleşmiş dünya hissini yayıyordu. Sonra yine simsiyah bir bulutun ülkesine girerek yine kamçılanıyor, yine ince ağların içine hapsediliyor, bir tabiat ortasında seyahat ettiğimizi unutuyorduk... " Hey! Nasıl büyüleyici bir anlatım değil mi? Aslında yağmurlu bir günde trenle yolculuk yapıyorduk, deseydi anlamayacak mıydık? Anlayacaktık tabii. Ama hayat var ya an'ların güzelliğini farkettikçe mana kazanıyor. Ve ben edebiyat ve sinemayı,  insana, doğaya, yaşama dair sonsuz çokluktaki ayrıntıları farkettirdikleri için çok seviyorum. Edebiyat ve sinema beni büyülüyor. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ruhuna rahmet. Akşam evde Yaz Yağmuru'nu tekrar okumalıyım. Özlemişim aziz Türkçe'min Ahmet Hamdi Tanpınar'ın anlatımındaki lezzetini. Hatırlamak hoşuma gitti. Ve işte... Kahve molası bitti. Şimdi işe dönme vakti.

22 Şubat 2011 Salı

Hayalperest Bünyemle Don Kişot'luğa Heves Etmek...


Ben söyleyenlerin yalancısım. “İnsan onu hayatında üç kez okumalıdır. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte,  mantığın hakim olmaya başladığı orta yaşta, her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta”. derler. Hangi kitap için böyle söylerler?  İlk roman, ilk klasik olarak kabul edilen Cervantes’in neredeyse  beşyüz yıl önce yazdığı ünlü Don Kişot adlı kitabı için tabii.  Nerden aklıma geldi şimdi Don Kişot değil mi? Dün gece Milan Kundera’nın yedi bölümlü Perde adlı kitabı elime geldi. Kitabın altını çizdiğim cümlelerine göz gezdirirken, hoş bir anlatıma denk geldim.  Bilirsin, romandaki kahraman Don Kişot,  yoksul bir köy asilzadesiyken, okuduğu kitaplardan etkilenerek, gezgin bir şövalyeye olmaya karar verir. O kadar hayal dünyasında yaşar ki önce berberin traş leğenini çalıp kendine miğfer edinir. Sonra Don Kişot, Dulsine’ye aşıktır.  Milan Kundera  altını çizdiğim cümlelerde bak  neler yazmış.  “Don Quijote, Dulcinea’ya aşıktır. Onu şöyle bir görmüştür, hatta belki de hiç görmemiştir. Aşıktır ama kendisinin de söylediği gibi “sırf gezgin şövalyeler aşık olmak zorunda oldukları için” aşıktır. Sadakatsizlikler, aldatmalar, aşk acıları, bütün bir anlatı edebiyatı bunları ezelden beri bilmektedir. Ama Cervantes’te sorgulanan aşıklar değil, aşktır, aşk kavramının kendisidir.  Hiç tanımadığınız bir kadını seviyorsanız, aşk ne demektir? Sadece sevmeye karar vermek mi? Hatta sevmeyi taklit etmek mi? Soru hepimizi ilgilendiriyor. Çocukluğumuzdan beri aşk örnekleri bizleri onları izlemeye davet etmeseydi, sevmenin ne demek olduğunu bilir miydik? Yoksul bir köy asilzadesi olan  Alonso Quijada roman tarihini varoluş üstüne sorduğu üç soruya açtı:
Bir bireyin kimliği nedir?
Hakikat nedir?
Aşk nedir?"



Hımm.. Gençliğimde  kahkahalarla gülerek okuduğum Don Kişot’u, mantığın hakim olduğu orta yaşımda tekrar okumalıyım diyeceğim demesine ama…  Bilirsin hayalperest bir ruhum var. Yaaa peki Don Kişot’luğa özenir de, karar verirsem  gezgin bir şövalye olmaya… Of!  Biliyor musun, en büyük hayallerimden biridir Don Kişot olabilmek.  İnsanlara kötülük eden yeldeğirmenleriyle dövüşüp, herkesi mutlu edebilmek.  Uçup giden değerlere karşı hüzün dolu değil midir Don Kişot?  Yapacak insani işleri olmayıp günlerini eğlenceyle geçiren insanlara karşı acımasızdır.  Hikaye aslında resmen “deliliğe övgü” dür. Don Kişot, kötülerin doğa üstü güçler olmadığını anlamaz. Olsun. Asıl güç sahibi kötülerin karşısında inandığı değerler uğruna savaşan  bir hayalperesttir o. En baş hayalci Don Kişot olduğuna göre, hemen hazırlanmalıyım.Kafamda bir tas, elimde sopa, üzerimde paslı bir zırh ve cılız atımla savaşa başlamalıyım. İçime dalmalıyım önce… İlk mücadelem kendimle….  Milan Kundera’nın, Cervantes'in  Don Kişot öyküsü sebebiyle  sorduğu üç soru var önümde:
Bir bireyin kimliği nedir?
Hakikat nedir?
Aşk nedir?


Tanrım Bana Çizim Yeteneği Vermemişsin. Olsun. Çizgilerin ve Sanatın Büyüsüne Kapılan Bir Ruhla Ödüllendirdiğin İçin Teşekkür Ederim.


Thor_anthony_hopkins
Anthony Hopkins - Odin
Thor_chrishemsworth
Chris Hemswoeth - Thor
Thor_tom-hiddleston-loki
Tim Hiddlestar - Loki

21 Şubat 2011 Pazartesi

"Senin Yanın En Aydınlık Beyaz Benim İçin..."

Gün boyu kimi ofiste kimi arazide koştur babam koşturdum. Sabah uyandığımdan beri içim nasıl kıpır kıpırdı anlatamam. Bugün öğretmen kardeşimin doğum günüydü çünkü. Neler  hayal ediyordum  bir bilsen? Aslında erkenden okuluna gidecek, kardeşimi şaşırtacaktım. Tam dersin ortasında “Sürprizzz!” diye bağırarak sınıfın kapısını açacaktım mesela. Kardeşim ile  öğrencileri şaşıracaklardı doğal olarak. Gözlerini koca koca açarak bana bakacaklardı. Dalacaktım sınıfa. Kardeşimi sımsıcak kucaklayacaktım. Göğsüme bastırarak iyice sıkacaktım. “Dur yapma ablam! Dur! Çılgınsın!” diyecekti her zaman ki gibi.   Eğer ortam müsaitse, ellerinden tutacaktım sonra. Arkamıza doğru gerilecek, birbirimizi çekecektik.  Birlikte dönecek… Dönecektik… Başımız dönecekti bu durumda. Sınıf dönecekti. Şehir dönecekti hatta. Dünya durmadan dönecek dönecekti. Belki  döndükçe… Döndükçe… Zaman geriye dönecekti. Belki kardeşimin doğduğu güne  dönecektik. Onu ilk kez elime verdikleri an’a dönecektik mesela. Mini mini bir bebek. Kundak çirkini  büyüyünce mahalle güzeli olur derler ya… O hesap... Doğduğunda beyaz  böcür bir şeydi. Tam elime verdiler.  Tam o an… Elime alır almaz… Sarılıp koklamıştım  evvela. Bebeklerin o kendilerine has süt kokuları  olur ya. Oyy! Nasıl masum bir koku. Harika!. İçime doya doya çekmiştim.  Sonraaa… Birisi... “Haydi bakalım! Artık papucun dama atıldı.” demişti.  Saftirik bir kızdım her zamanki gibi. Öyleece kalakaldığımı bugün gibi hatırlıyorum.  Papucum dama atıldı öyle mi?  Ne demek olduğunu anlamamıştım ama… Sanırım benim için fena bir şeydi. Ansızın tadım nasıl da kaçıvermişti. Sonra kollarımdaki bebeğe endişeyle baktığımı hatırlarım.  İçimde fokurdayan su, ani bir savaş emri almış gibi, göz pınarlarıma hücüm etmişti. Kirpiklerimi kırpsam.. Farkındaydım… Kirpiklerimi bir kırpsam var ya… Gözlerime biriken sular pıtır pıtır  intihar edeceklerdi. Akabinde bebek kollarımdan düşüverecekti. Tam o an... İşte tam o an... Hüzünle kalakalmışken ben.  Bebek gözlerimin içine sımsıcak bakmış,  parmağımı sıkıca  tutuvermişti. İşte ilk o an… İlk o an  öğrenmiştim. Hiç unutmam.  Kalbim özlemişken böyle atmayı… Mucizeler hep böyle ansızın geliverirdi. Aynı Ebru Gündeş’in son şarkısında söylediği gibi.  Gülmüştüm… Gülünce, içimin suyu göz pınarlarımdan gerisingeri çekilivermişti. Usulca eğilmiştim kardeşimin kulağına…  “Teşekkürler minik elinle parmağımı tuttuğun için.. Teşekkürler böyle baktığın için…” demiştim…

Peki, ne oldu sonra?  Sence bu hayal ettiklerimi, bugün  yapabildim mi? Kimbilir? Niye olmasın? Yapmışımdır belki...  İyi ki doğdun kardeşim… “Karanlıktan korkmuyorum eskisi gibi… Senin yanın en aydınlık beyaz benim için..”

20 Şubat 2011 Pazar

Öleceksek Ölelim... Hadi Vur Kendini Şiire... Şiire... Ve Şiire...



Hafta sonu Birhan Keskin'in şiirleriyle fazlasıyla haşır neşir olunca....  Malum... Bir sürü haller içindedir benim halim.. Bugün ise şiir dizeleriyle öykü yazmaya hüküm giydim. Melih Cevdet Anday der ya hani... "Ah, okumaya başlamadan önce.. Çiçeklere su vermek lazımdır." Verdim. İnan bana,  şiirleri okumaya başlamadan önce evdeki çiçeğe usulca  su verdim. Ben şairlere tüm yüreğimle inanırım. Ne derlerse yaparım. Dinledim işte ne yapabilirim? Şimdi ise... Birhan Keskin'in Kim Bağışlayacak Beni adlı kitabındaki bazı şiirlerinin bazı dizelerini yanyana getirerek küçük bir öykü inşa etmeye karar verdim. Umarım şair affeder beni. Başından sonuna tamamı Birhan Keskin'in dizeleri... Ve bir ayrılık öyküsü... Bakalım becerebildim mi? Burdan buyrun...


Aslında.. hazin bir öyküdür bu.. Anlatılmaya yakışmaz sesiniz.. Yanımdaki bütün sandalyeler boş, alabilirsiniz. Oturunuz.. 
Kadının ince uzun parmakları vardı... Ateş vurunca saçlarına zaman dururdu.. Gözlerini saklar kuytulara, alır başını giderdi.... Sesi ağzından uzak bir yerdeydi.
- Nasılsın... 
- Bugünlerde ben iyi gibiyim... Yorgun gri kaideler arasında hüzünlü bir yeşilim, Ya sen... Sen... Nasılsın? Göğsündeki ağrılar nasıl? İyi misin?
 - "İyiyim" diyorum... Yani aslında korkuyorum. Ben şimdi uzaklarda bir fırtınayım, gece geçen tren seslerine karışan. Yoruldum çok... Kente ve sana durmaktan...Hadi barışalım... İstersen kahve içip fal da bakarız yine.. Belki ay doğar fincanda hanemize...
- Şimdi unut beni sevgilim... Beni kanadı kırık küçük bir yavru gibi bulduğun, çoktandır sanki birini beklediğin varmış gibi katladığın, o çöplükte bulduğun beni, baktığın, büyüttüğün beni unut. 
- Seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp... Sanki senden bahsetmiyormuş gibi yapıp... Sanki benden bahsetmiyormuşum gibi yapıp... Hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana... Bütün bunları sana nasıl anlatacağım?
- Dur... Aşkın karanlık yüzünde dur, öylece... Karanlık yüzünde dur aşkın.. Sus.. Tamamı buydu de... Orda kal... Ben sürdürürüm kalan kısmını... Kendime de sana da ağlarım... Sen sus.. Sen konuşma.. Ortalıkta dönen yalanlarını hep hissettim, hep... İsteseydim kolaylıkla çıkardı ortaya... İstemedim... Senin kendinden kaçırdığın şeyleri ben nasıl ortaya koyardım! Sen inandırmakla, inandırmamak arasındaki o siyah noktada durdun... Bunun adı işte:  Zulumdü. Bu zulümde sen beni bütün uçlarımdan çarmıha gerdin. Ben bütün uçlarımı kanatarak kopardım kendimi ordan. Tekrar tekrar... Tekrar tekrar kanattım.  Sus... İstediğin kadar sus artık... Öyle kal... Kervanları ben yalnız geçiririm sahradan.. Sen yalan hayatını sula... Aşksız hayatın kenarında dur.. 
- Birkaç gece önce seni rüyamda gördüm. Ben çok üzgündüm. Bir yerden bir şeyi kurtarmış gibi dönüyordum. Mekanlar çok garip yerlerdi. Tanımıyordum. Çok üzgündüm. Çok yorgundum. Çünkü kurtaramamıştım. Oysa ki kurtarabilmek için "o şeyi" kan ter içinde kalmıştım. Sonra garip bir şekilde bu rüyanın bitişinde sen vardın. Gözlerinde uykusuzluk, rutubet vardı. Ama ne garip, bana çoook sıcaktın. Ben de sanki senin sıcaklığını özlemiş gibiydim. Seninle çok garip merdivenlerden inip, çok garip odalara girdik. Günlerce seni düşündüm.  Haklıydın. 
- Ah, ben kor yuttum. İçimdeki herşey yandı. İçimde yanacak birşeyler daha var mıdır? daha fazla acı çekemem. Hala duymaktayım soluğunu, bir de hançer gibi sapladığın o sözcüğü.. Yaralanan bir şey tekrar iyileşebilir mi? İyileşen yerde iz kalınca, tekrar eskisi (gibi) olunur mu? Hayır... İz bırakmaz insanı. Hiçbir iz beni bırakmadı. Ve biz bu izlerle eskisi (gibi) olamıyoruz. Eskisi gibi olunamayınca.. ne öncesi gibi.. ne de sonrası gibi olunamıyor.. Hiçbir zamanda olamamak bunu anlamak! Hiçbir şey gelmeyecek bundan böyle.. Bir daha ilkbahar olmayacak..  Ama yaz, ve hani derler ya "yazdan kalma" diye, onlar da olmayacak.. artık hiçbir şey gelmeyecek.. Asla ağlamamalısın...
-  Ey Allahım bir gidip bir geliyor aklım.. Bana sırtını dönme.. Bir yanım bembeyaz ışık, kör ediyor, bir yanım zehir gece.. Bana sırtını dönme.. Unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.. Dünya yordu bizi.. Benim de söyleyemediklerim var. Hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.. uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu geldikçe anlıyorum ki, biz, bir dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile.. Kim bağışlayacak beni? Teslim oldum... öldür... öldümmm...

 NOT: Yazıda bazı dizelerini kullandığım şiirler:
- DeliriklerII
- woman in red
- Hüzünlü Gezintiler Güvertesi III
- Kaktüs and Teksas
- Bir mevsim yok anne gibi...
-  Tüller ve silah..
- Ve ipek ve aşk ve alev
- Kışın bana yaptıkları
- Eksik cinayetler
-Ruth
- Yolcunun Siyah bavulu
-Penguen
-Hançer

Cennetteki Yabancılar Çizgi Roman Kareleri ile Melis Denişmend Şarkı Sözü

 Hepimiz en az bir
http://sozarsivi.com/
kere ‘çok eğleniyorum’ taklidi yapmadık mı?
Her şeye dışarıdan bakıp içerdeymişiz gibi kahkaha atmadık mı?
Hepimiz en az bir kere ‘çok seviyorum’ taklidi yapmadık mı?
     Eski bir yüzü unutmak için yeni yüzlere bakıp pişman olmadık mı?
http://sozarsivi.com/
http://sozarsivi.com/



Günahsız hayat var mı?
Hatasız biri var mı?

 
 Her şey normal
Hepsi normal bu hayatta
Anladım

Hepimiz en az bir
http://sozarsivi.com/
kere ‘çok masumum’ taklidi yapmadık mı?
Şeytanla iyi dost olup meleklere de arada göz kırpmadık mı?


O kadar zaman kendine eziyet çektirip
Sonra anlıyorsun her şey normal



NOT: Cennetteki Yabancılar Çizgi Roman  kareleri ile  Melis Danişmend'in şarkı sözlerini eşleştirdim.
     

Şansıma Hangi Öykü Çıkarsa Oyunum ve Öykülerle Zamanda Yolculuk.


Emrah Serbest'in Erken Kaybedenler adlı öykü kitabını okuyunca, yıllardan sonra  Fakir Baykurt öykülerini okumayı canım çekmişti. Kitaplıkta Fakir Baykurt'un kitaplarını bulamamıştım ama Necati Güngör'ün Kahramanlar Hep Çocuk adlı içinde elli civarında memleketim yazarlarının öyküleri olan kitabı elime geldi. Sana bir şey söyleyeyim mi? Böylesi daha iyi oldu belki. Bu kitabı, hele içindekileri görünce o kadar şaşırdım ve sevindim ki anlatamam sana. Çok işim vardı aslında. Fakat kıyamadım. Oturdum. Ardı ardına iki öyküyü en hasret dolu ilgimle okudum. Bak şimdi...


Önce Fakir Baykurt'un Babamın işi adlı öyküsü okudum. Öykü Almanya'da geçmektedir.  Babası ve annesiyle Almanya'da yaşayan öykünün kahramanı Türk kızı, Daisburg istasyonunda okul arkadaşlarıyla birlikte Köln'deki bir müzeye gitmek için tren beklemektedir. Sınıftaki tek Türk kendisidir. Ailesinden izin alıp ilk kez geziye gittiği için çok  heyecanlı ve sevinçlidir. Babası, anlattığı  kadarıyla dünya büyüklüğünde bir fabrikada çalışmaktadır. Babası işini anlatırken dışardan bu kadar hoş görünse de fabrikanın içerisinin cehennem gibi olduğunu söylemektedir. Burada çorba gibi eriyen demirler, kazanlardan kepçelerle alınmakta ve kalıplara dökülmektedir. Demirin resmen su gibi akabildiğini ilk burada görmüştür. Çok kazalar ve ölümler olmaktadır. Allaha çok şükür babası hiç kaza yaşamamıştır. Çünkü işine çok dikkat etmektedir. Zaten artık pek çok işi bilgisayar denilen makinalar yapmaya başlamış, işleri kolaylaşmıştır. Babası işini enine boyuna her fırsatta anlatır. Her ne kadar çevrelerindeki diğer Türkler, kız okutulur mu diye laf sokuştursa da, babasının güvenini boşa çıkarmamakta, derslerine sıkı asılmaktadır. Fakir Baykurt'a göre öykü, "yazıldığı dönemin tarihsel, toplumsal renklerini, özelliklerini içermeli az da olsa belge işlevi yüklenmelidir."  1971 de sıkıyönetim tarafından tutuklanan Fakir Baykurt askeri mahkemede uzunca bir süre yargılanıp beraat edince Almanya'ya gider. O dönemde Almanya'da yaşayan Türklerin sorunlarıyla ilgili öyküler yazmaya başlar. İşte bu öykü de onlardan biridir. Sonra ne olur öyküde biliyor musun? Tren istasyonunda yerleri süpüren iki Türk amca  kızın ilgisini çeker. Amcalardan biri belini doğrultunca, kız bedenine elektrik verilmiş gibi sarsılır. "Ötede, başka bir yolcu kalabalığının arasında peronu süpüren" adamlardan biri babasıdır. Babasının Almanya'ya geldiklerinden beri fabrikada değil çöp işinde çalıştığını anlar. Bilir neler olup bittiğini.. Küçücük yüreğiyle hisseder. O bilgisayarlar girdikçe fabrikaya, işçinin yerini bu makinalar aldıkça, işçiler kapı dışarı edilmeye başlamışlardır. Babası da ilk çıkaranlar arasındadır. İşin iyisi kötüsü olur mu? Çalışmaktadır babası, öyle değil mi? Öyledir öyle olmasına ama... Okudukça insanın içine işler öykü...  Zamanının ruhunu yansıtan bir öyküdür. Anlatılamayacak kadar etkilidir. Belki Emrah Serbes şimdiki zamanın ruhunu yansıtan öyküler yazdığı için bende  Fakir Baykurt'u okuma isteği uyandırdı kimbilir? Fena mı oldu? Yıllardan sonra Fakir Baykurt okuduğum için çok mutluyum.


Sonra ne yaptım biliyor  musun? Doyamadım öykü okumaya...  Birbirinden değerli yazarlarımızın öyküsü olunca kitapta... Gözlerimi kapadım. "Şansıma hangi öykü  çıkarsa.." diye bir sayfayı araladım. Gene kendi kendime "şansıma  hangi öykü çıkarsa" oyunumu oynuyordum ya çok heyecanlanmıştım. Bu oyunumun  bir de "şansıma hangi şarkı çıkarsa" versiyonu var. Onu kısmet olursa başka yazımda anlatırım. Efendime söyleyeyim, ben yumduğum gözlerimi usul usul aralarken... aralarken... Bir de ne göreyim? Şansıma  Aziz Nesin'in Üç Meleğin Anası adlı öykü denk gelmdi mi? Hey! İnan bana... Kanatlarım olsa... Havalanırdım o anda... O kadar sevindim. Öyle tatlı bir öyküdür ki... Bu öykü de anlatılacak gibi değildir.  İlla okumak gerekir. Amaa.. Dayanamayacağım. Kısaca anlatacağım. Çok şeker yaaa... Valla... Bak... Adam nasıl zayıf, nasıl zayıf... Güçsüz... Hani denir ya sıska ihtiyar.. Öyle...  Ayaklarını zor sürüklüyor. Bayılırım öykünün şu cümlesine...  Bir yandan da "İnsanın bir türlü sırtından atamadığı, taşınması en zor yük kendi ağırlığıdır." diye düşünüyor. Kilosu kırk kırkbeş arası olmalı. Karnı çok aç. Hem yürüyor hem öksürüyor. Yanından vızır vızır arabalar geçiyor. Bir araba... Hem de masmavi pırıl pırıl bir araba... İçinde şiir gibi bir kadın.. Of... Kadının saçları rüzgarda duman duman uçuşuyor. Direksiyondaki kadın sürekli adama bakıyor. Adam  önce "açlık beynime vurdu galiba..." diye düşünüyor. Acaba kadın ona acıyor mu? Yoksa gözüne mi kestiriyor? Adam pek anlayamıyor. Yolunu değiştirip karşı kaldırıma geçiyor. Kadın bu kez diğer pencereden gene kendisine bakıyor. Bir güven geliyor bizim sıska ihtiyara... Eee.. Gençken yakışıklı olduğu düşünüyor. Kadın kendisine seslenip, arabanın kapısını açıp içeri oturmasını söylüyor. Şaşırıyor ihtiyarcık... Önce endişe ve sevinçle bocalıyor. Sonra arabaya binip oturuyor. Eve varana kadar hiç konuşmuyorlar.  Hizmetçi açıyor kapıyı, eve giriyorlar. Salona geçtiklerinde kadın adama soyunmasını söylüyor. Aslında burada kesmeli öykünün devamını anlatmamalıyım. Çünkü anlatılamayacak kadar hoş bir öykü.  Çok şeker.. Çokk... Neyse... Adam bari izin verilse de bir yıkansam diye söyleniyor. Kadın pantolonunu da çıkarmasını isteyince.... Hımm.. Acaba kadın kendisini aldatan kocasına inat mı böyle zamparalığa kalkışmaktadır? Belki kadının gönlü kendisine kaymıştır.. Olamaz mı yani? Kim bilir? Aklından binbir ihtimal geçiriyor. Pantolonunu çıkarıp kadına doğru sokulurken kadın fanilasını da çıkarmasını söylüyor.  Sonra güzel hizmetçiyi çağırınca... Adam içinden bu kadar da olmaz. İki kadınla mümkün değil başa çıkamam diye aklından geçiriyor. Kadın güzel hizmetçiden, mürebbiyeye çocukları alıp gelmesini söylemesini istiyor. Bir donla kalan ihtiyar artık üşümekten mi yoksa heyecandan mı bilmiyorum titremeye başlıyor. İşte bundan sonrası tam bir kara mizah vaziyeti...  Bak şimdi... Çocuklar mürebbiyeleriyle geliyorlar. Anneleri çocukların o gün yemeklerini yiyip yemediklerini soruyor. Üç çocuk gene yemeklerini yememişler. Kakao, çikolatayla idare etmişler.  Kadın onları korkutur gibi parmağını uzatarak ayakta titreyen yaşlı adamı gösteriyor. "Bakın, bunu görüyorsunuz ya... Nasıl iskelete dönmüş. Eğer yemek yemezseniz siz de işte bunun gibi olursunuz." diyor.  Üç melek yavru korkup analarının bacaklarına sarılıyorlar. "Şiir kadar güzel kadın, sıska ihtiyara: "Haydi, çabuk giyin de git," diyor. Böyleyken böyle işte. Resmen şahane bir Aziz Nesin klasiği. Ne vicdansız kadın öyle değil mi? Yemek ver sıska ihtiyarcığa bari! Hayret edilecek şey! Güler misin ağlar mısın? dedirten cinsten öykülerden yani.. Allahım yarabbim... Görüyor musun halimi... Şimdi nerelere geldim gene durup dururken... İyi ama öyküleri yazacağım diye bakar mısın saat kaç oldu. Yok yatağa falan gidecek halim yok. Kafamı koyup masada uyuyacağım şimdi bennnnnnnnnnnnn..........

NOT: İlk çizim Ravza Uzuner'in Resim Galerisi'nden alınmıştır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Zagor - Kahve Muhabbetleri ve En İnsani Hayret Halleri


 
 
 
 
 

NOT: Bu çizgi roman kareleri Zagor'un Batı Yolu mecerasının en sevdiğim kareleri. Bakmaya doyamam. Niye biliyor musun? Bir kere kahve muhabbeti var. Sonra hayret etmeyi ve hayret ettirmeyi çok sevdiğim gibi hayret edenleri seyretmeye de bayılırım ne yalan söyleyeyim. Sonra şu erkek hallerine ne diyeceksin? Ne olur her bir kareye dikkatle bak olur mu? Çizgi roman kahramanları olsalar da, verdikleri tepkilere bakar mısın  aynen gerçek yaşamdaki gibi.. Kaç kere okudum, kaç kere seyrettim bu kareleri... Her defasında o kadar gülüyorum ki anlatamam. Of... Zagor'u sahiden seviyorum. Haa.. Kızların adlarını da yazmalıyım. Raşel ve Sara... Evlilik lafını duyunca... Zagor soğuk espri esintisi alıyor olmalı ki... Baksana yaz gecesi hapşırıyor:)) Harika!

Kitapçıda Gizli Kitap Okuma Oyunu - Çin İşkencesi

Öykü sever biri olarak memleketim yazarlarından Ahmet Ümit’in Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı polisiye öyküler içeren  kitabını okumadan elbet duramazdım. Kitapçıda elime almıştım. Öncelikle kitabın kabına bayılmıştım. Doğruya doğru. Ne yapabilirim? Kabı  özenle hazırlanmış kitapları seviyorum. İnsan suretleri gibi cezbediyorlar beni. Hele bazı kitap kaplarını seyretmeye doyamam. Gerçekten. Neyse. Ben Ahmet Ümit’in ilk kez  Beyoğlu Rapsodisi adlı kitabını okumuştum. Çok beğenmiştim. Şimdi düşündüm. Neden diğer kitaplarını okumadım acaba? Üstelik bir kaç kitabını almışım. Baktım. Duruyorlar kitaplığın yanındaki masada. İnan cevabını bulamadım. Bu kitabını ise… Şeyy… Bu kitabını o vakitler satın almamıştım. Tamam. İtiraf ediyorum. Bu kitabındaki öyküleri hep kitapçıda okudum. Biliyorsun, var işte benim böyle kendi kendime oynadığım oyunlarım. Bir kitap belliyorum. Seçtiğim kitap illa ki öykü ya da deneme kitabı oluyor. Böylelikle kitapçıya her gittiğimde bir-iki öykü ya da bölüm okuyabiliyorum. Ne yapabilirim?  “Kitapçıda gizli kitap okuma oyunu” oynamak ne yalan söyleyeyim çok hoşuma gidiyor. Her seferinde aynı kitapçı olmuyor tabii. Hangi kitapçıya denk gelirsem orada okumaya devam ediyorum. Bak şimdi. Kitapçıya giriyorum. Misal Ahmet Ümit’in Şeytan Ayrıntıda Gizlidir kitabına mı başlamıştım. Hemen ilgili reyondan bu kitabı buluyorum. Elime alıyorum. İlla kaldığım bölümden başlamam da şart değil. Öykü kitabı ya. Mesela Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’de on sekiz öykü var. Gözüme kestirdiğim bir öyküsünü ayaküstü okuyorum. Bu durum beni bir  süre koparıyor ortamdan. Usulca kitabın derinliklerine dalıyorum.Yazarlar affetsin beni. Ben bunu hep yapıyorum. Kimden öğrendiğimi yazmayayım burada. Kendisi de bir yazardır zira.


Geçenlerde gene kitapçıda bu öykü kitabını buldum. Yerinden aldım. Şööylee kitabın sayfalarını dalgalandırdım. Ayaktaydım. Gizlice  etrafıma bakındım. Omzumu yanlamasına duvara dayadım. Hımm. Şu öykünün adı ilgimi çekti. “Çin İşkencesi” Okumaya başladım. Anlatacağım. Bak şimdi… Öykü bu ya… Robert Kolej’den sonra Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirmiş sonra da Yale’de üçer yıl master yapmış üç eski arkadaştan ikisi öldürülmüş ve biri komadadır. Komiser Nevzat yardımcısı Ali’yle birlikte  iz üstünde katili bulmaya çalışmaktadır. Yaptıkları araştırmada eğitimleri bittikten sonra, üç gencin bir yere girip çalışmadıklarını, kendilerine bir  sosyal laboratuar kurduklarını öğreniyorlar. Bu sosyal laboratuarda Sezar’dan Hitler’e, Lenin’den Churchill’e, Greta Garbo’dan Madonna’ya dünyanın gelmiş geçmiş liderlerinin, başarılı insanlarının yaşam öykülerini okuyup, ülkemizin kötü talihini nasıl değiştirebilecekleri konusunda araştırma yapmışlar. Öyküdeki iyi eğitimli bu üç genç, yaptıkları araştırma sonucunda artık kitleleri büyük liderlerin değil, ünlü şarkıcıların, futbolcuların, yardımsever iş adamlarının daha fazla etkilediğini anlamışlar. Öyleyse böyle  bazı şöhretli kişiler eğitimden geçirilirse, hem ülkemizin  kalkınması hem de dünyada toplumsal ilerleme için kaldıraç görevi görebilir diye düşünüyorlar. Tabii seçilen deneklere bunu kabul ettirmek mümkün olabilir mi? Kim kabul eder öyle değil mi? İlk deneği kaçırıyorlar. Sonra ailesine haber verip merak etmemelerini, bir aya kadar geri döneceğini söylüyorlar. Peki bil bakalım ilk denekleri kim? Şeco. Kim mi Şeco?  Öykü bu. Kurgu tabii. Eski türkücü, yeni arabeskçi, milyonların sevgilisi Şeco…  Konu şu… Bizim üstün eğitimli üç genç anlayacağın kaçırdıkları Şeco’yu eğiterek  üstinsan tiplerinden birini yaratmayı hedefliyorlar.Sonra onunla kitleleri etkileyecekler.


Gerçekten yazarların engin hayallerinin sınırı yok. Çok eğlenceli bir polisiye öykü bu.  Kaçırdıkları Şeco’ya üstinsan olsun diye neler yapıyorlar biliyor musun? Gözleri bağlı klasik müzik dinletiyor eski türkücü yeni arabeskçi Şeco’ya. Liderlik duygusunun pekişmesi için Wagner dinletiyorlar. Tarkovski’nin Ayna adlı filmini, Bergman’ın Yaban Çilekleri’ni izletiyorlar. Kant’ın Mutlak Aklın Eleştirisi’ni okutuyorlar. Mozart dinletiyorlar. Pasolini izletiyorlar. Kafka okutuyorlar. Artık Şeco Machiavelli’nin Prens’ini okumaya başlıyor. Sonra ne mi oluyor? Yok artık. Kusura bakma ama söyleyemem öykünün sonunu. Öykünün adı Çin İşkencesi diyeyim. Artık sonunu sen anla. Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’i var ya…  Bence okumalısın mutlaka.

18 Şubat 2011 Cuma

Ben Yoluma Devam Ederim...


İşe biraz mola vereceğim. Kahvemi höpürdeterek içeceğim. Bu arada bak ne anlatacağım. Hani  Murathan Mungan'ın o güzelim şiiri var ya... Yalnız Bir Opera.. Ben bu şiiri hep Bir Yalnız Opera diye yazmışım Hayal Kahvem'e iyi mi? Bulabildiklerimi düzelttim ama.. Kimbilir daha kaç yazımda vardır bu hata. O kadar çok yazmıştım ki. Çünkü bu şiirini sahiden çok severim. Murathan Mungan opera sanatı için "bütün mahşeri kalabalığına karşın gene de bir yalnızlık sanatı değil midir?" diyor.  Bu şiirle aşktan çok kırılganlığın gücünü anlattığını söylüyor. Şiirin, hislere tercüman olmak, içimize bir dil bulmak  olduğu düşünülürse, Yalnız Bir Opera'nın bu anlamda işini iyi yaptığını, gücünü burdan aldığını düşünüyor. Aşk şiirlerinin çoğu ayrılık şiiridir. Yalnız Bir Opera da bunun dışında değil.  Bu şiirin çok etkili çok geçirgen bir gücü var. Etkisini hemen gösteren güçlü zehirler gibi kana çabuk karışıyor diyor şair.  Yalnız Bir Opera'nın yakıcı  gücünü, yalın, tutkulu dilinden, sağlam tempolu akışından, arkasında taşıdığı sızılı  hikayeden, etkili  sahiliğinden aldığını ve okuyanı hemen sararak avucuna aldığını söylüyor.  Murathan Mungan haklı... Yalnız Bir Opera her okuduğumda hemencecik beni sıkıca avucuna alıverir. Kolay kolay bırakmaz biliyor musun? Şimdi bir bölümünü yazsam mesela... Tutuklu kalsam Yalnız Bir Opera'nın avucunda... Sonra... Az sonra... İş..  İşe dönmeliyim... İtekleyip açacağım şiirin avucunu... Karışacağım hayata... Tüm kırılganlığımla... Olsun...  "Bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda... Ben yoluma devam ederim."

Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta başka türlü geçilen
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta biraz gecikilen
Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
Gözlerim
Aşkın kuzey yıldızıdır bu
Yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
İlerlerim
Zamanla anlarsın bu bir yanılsama
Ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
Yeniden yollara düşerler
Düşerim
Bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
Ben yoluma devam ederim.
MURATHAN MUNGAN

17 Şubat 2011 Perşembe

Al Paranı Koy Çuvala... Salla Salla Vur Duvara...


Bugün var ya aynen şu türküyü söyleyesim vardı: "Al paranı  koy çuvala.. Salla salla vur duvara.." Biliyorum. Elbette türkünün sözleri  böyle değildi. Hatırlıyor musun, Eyvah Eyvah 2 filmindeki türkülerden hani.  Kimi insan halleri  senin de üstüne üstüne gelir mi? Bazı insanların öncelikleri, hal ve gidişleri seninkiyle denk düşmez ya hani... Bilirsin...  Saçma sapan irili ufaklı dolaplar çevirmeye kalkanlar, dirsekleye dirsekleye, itişe kakışa iş yapmak isteyenler, karşısındakini enayi gibi görenler, küçük kurnazlıklar, gülünç hileler...  Gülmekle ağlamak arasında kalırsın karşılarında. Of! Sebep... Daha çok para. Ya sana çelme takmaya kalkacak ya da seninle iş yaptıysa her durumda kendini haklı sanacak. Alışamıyorum bu insan hallerine.. Kabullenemiyorum ne yapayım yani... Değer mi? İki günlük ölümlü dünyada... Hepimiz ölüp gideceğiz. Var mı dünyaya çivi çakan? Paralarıyla sarmaş dolaş yaşayan... Varsa söyle. Neyi paylaşamıyoruz öyleyse? Niye insanca yaşamayı beceremiyoruz? İlla itiş kakış...  Bazan inan kendimi çok tuhaf  hissediyorum. Kabağuma gömüleyim. Bir süre orada kendi kendime demleneyim istiyorum.  İşte buyrun... Dedim ki  keşke  Meursault olaydım şimdi... Hatırladın mı Mersault'u? Hani 1957 yılında Nobel Edebiyat ödününü alan Albert Camus'un  Yabancı adlı romanındaki kahramanı... Okurunu etkileyen ve sarsan romanlardan.  İncecik bir kitaptır ama az sözle duvara çiviler yani ne yalan söyleyeyim. İnsanın düşüncelerini alt üst eder.  Dersin ki dünya gerçekten boş ve manasız. Herşey saçma. Kimi 30'unda.. Kimi 70'inde... Ölmeyecek miyiz eninde sonunda. Eee.. Nedir bu kabullenmeme? Nedir bu kavga? Buraya kadar tamam ama...   Meursault okuru şaşkına çeviren bir  halde, her durumu olağan karşılayan biridir. Meursault her insan halini doğallıkla kabullenir. Bunu nasıl becerir inanılır gibi değildir. Her türlü insani zaaflara, ne bileyim yaşamın karşısına çıkardığı her türlü çaparize  nasıl bu kadar dert etmeden bakmayı becerebilir? Bu kitabı okuduktan sonra yaşam içinde bazı insan hallerini  kabullenmeyi beceremiyorum ya.. Meursault olsam... Olabilsem diyorum.. Onun gibi...  "İnsan eninde sonunda her şeye  alışır." diyebilmeyi beceremiyorum. Onun yerine şunu söylemek istiyorum... "Al Paranı Koy Çuvala... Salla Salla Vur Duvara"  Görüyor musun yaptığıma? Koskoca Albert Camus'un  felsefecilere ilham olmuş roman kahramanıyla ilgili akşam akşam neler yazıyorum burada?  Saçmalıyor muyum ne? Pes bana!

Hayat Fena halde Futbola Benzer. Çünkü Top Her Zaman Beklediğin Köşeden Gelmez.



Ben futbolun f'sinden anlamam  biliyorum ama nasıl atlarım bu haberi? Şu yukarıdaki siyah beyaz fotoğraftakilerden biri kim biliyor musun? 1913-1960 yılları arasında yaşamış, 1957 yılında Nobel Edebiyat ödülü kazanmış, insanın var oluşunun ve uyumsuzluğunun peşinde kalem oynatmış biri.. Kim mi? Albert Camus! Cezayir Üniversitesi'ne giderken okul takımının kaleciliğini yapmış iyi mi? Vay canına sayın seyirciler... Albert Camus bir futbol takımının kalecisiydi demek ki? Kaleci nasıl biridir ki? Şöyle hemen kaleci deyince ne geliyor aklıma arka arkaya sıralasam sözgelimi... Bazan televizyonda maç olduğunda...  Bakıyorum sahaya.. Özellikle kaleciyi izliyorum sürekli... Hepsi aynı takımın oyuncuları oldukları halde kalecinin formasının farklı... Sanki ayrıcalıklıymış, sanki tek adammış gibi... Diğer oyuncularla karıştırılma ihtimali sıfır... Acaba bu durum güçlü mü hissettirir kendini? Yoksa oyun boyunca diğer arkadaşları koca sahada top koştururken kaleci kendi kale alanı içinde kalıyor ya yalnızlık duygusu içinde olabilir mi?


Bence kaleci genelde yalnızlık duygusu içindedir. Hatta kendini o farklı formasıyla yabancı gibi bile hissedebilir. Albet Camus'un Yabancı adlı kitabı aklıma geldi şimdi.. Kaleci top kurtaracak.. Kaleye top sokmayacak... İşi bu.. İyi de top her zaman beklediği yerden gelmiyor ki... Aynı hayat gibi... Sen istediğin kadar plan yap... Hayat kendi mecrasında akmıyor mu? Aynen öyle sanki... Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmde, Esnafspor'u hatırladın mı? "Hayat fena halde futbola benzer" o filmin resmen sloganıydı... Albert Camus kaleciliği çok severmiş. Ve ilginç bir söz söylemiş... "Ahlaka dair bildiğim ne varsa futboldan öğrendim. Çünkü top hiç bir zaman beklediğim köşeden gelmedi." Ben var ya uzatmadan kısa keseyim sözü... Futbolun f'sinden anlamayarak bu kadar cümle uydurdum ya pes vallahi... Futboldan anlayıp bu yazıma denk gelenler, kıs kıs gülecekler bana eminim... Ne bileyim? 20. yüzyılın en önemli Fransız yazarlarından koskoca Albert Camus'nun tutkulu bir futbol kalecisi olduğunu duyunca iki kelam etmek içimden geldi. Sonra üzerinde düşündükçe inanmaya başladım. Hayat fena halde futbola benziyor sahiden. Top her zaman gelmiyor ki beklediğin köşeden. Sadece maçta değil hayatta da bilirsin insan ummadığı acı golleri yiyebiliyor durup dururken... İşte o zaman kendini bir kaleci gibi çaresiz, yalnız ve yabancı hissedebiliyor. Hoppala... Ben şimdi kaleciyi anlatmaya çalışıyordum. İyi de topu neden böyle hüzünlü bir köşeye sürdüm. Ben yazmıyorum, klavye kendi kendine böyle yazıyor diyeyim bari... Ne bileyim? Saçmalıyor muyum ne gene yani?

Bilmediğim bir konuda ahkam kesiyorum ya eğer kusurum olduysa affetsin okuyanlar beni... Aaa! Ne diyeceğim... Birinin daha kaleci olduğunu öğrendim bu arada. Yooo... Merak etme hakkında bir şey yazmayacağım. Bilmiyorsan bil isterim ama... Kimmiş biliyor musun? Che Guevera.. Yaaa... Of! Şimdi müsaade etsen de anlatsam keşke... Hayatta en büyük hayalim ne biliyor musun? Yok canım... Kaleci olmak değil elbette... Şeeyyy! Ben Ernesto Che Guevera gibi motorsikletle Güney Amerika'yı dolaşmak istiyorum. Biliyorum. Bana "Yok artık bu kadar da hayallerde yaşanmaz!" diyorsundur.. Hatta ardından koca bir "Pes!" ünlemesi ekliyorsundur... Ne var? Yapamasam bile hayal ediyorum... Off! Peki tamam. Konuyu burada kesiyorum.

Okuduğum gazete haberi - http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=2620 
14.09.2010

Evreşe Yolları Dar Olmasına Dar Da, Sahiden Börek Pişirilir Mi Fırınlarında?


Cemal Süreya'nın şiirini bilir misin?
"Evreşe,
Tek türküsüyle var olan ela gözlü kasaba
Bir çocuğum olsun isterdim senden" der ya..

Yoo.. Biliyorum Evreşe deyince aklımıza Cemal Süreya'nın bu dizeleri gelmiyor.. Ne geliyor? O güzelim Evreşe türküsü.. "Evreşe yolları dar.. Daarr.. Bana bakma benim yarim var." Evreşe neresi acaba? Çok öğrenmek istiyorum.. "Bir fırın yaptırdım, doldurdum ekmekleri.. Gel beraber yiyelim yaptırdım börekleri" diye devam ediyor ya bu türkünün sözleri.. Ne yalan söyleyeyim yollarının dar olup olmadığından çok, acaba fırınlarında sahiden börek pişiriliyor mu diye daha çok merak ediyorum. Eh, pişiriliyorsa eğer mutlaka görmek istiyorum. Görünce börekleri, dayanamam yemek isterim tabii.. İyi de Evreşe neresi ki? Neden türkülerimizde geçen yerleri öğretmezler Coğrafya derslerinde diye eğitim sistemimize sinir olacak bir şey buldum gene iyi mi? Şimdi sordum hazreti googla.. Hiç bekletmedi beni hiiçç.. Cevapladı bir kerede.. Evreşe Çanakkale'nin Gelibolu Belediyesi'ne bağlıymış..


Heyy! Şimdi yazarken aklıma geldi.. Hani Yılmaz Erdoğan'ın filmi Organize İşler'i hatırladın mı? Hani başrolünde ne Yılmaz Erdoğan ne Cem Yılmaz ne Tolga Çevik ya da Özge Namal vardır o filmde.. Başroldeki kim mi? Organize İşler'de o güzeller güzeli İstanbul başroldedir. Bana göre böyledir tabii ki.. Şahane bir filmdir.. Tamam..  Evreşe esprisi geçmiyor muydu Organize İşler'de? Tolga Çevik vardı ya filmde.. Hani Süpermendi.. Ama Kriptonsuzdu da hatırlasana Evreşeli'ydi.. "Evreşe'nin yolları aslında dar değildir de, yolları dar türküsü çok meşhurdur" muhabbeti geçiyordu bu filmde.. Yarabbim.. Nerden aklıma geldi Evreşe şimdi? Canım fırında pişirilmiş börek mi istedi? Eyvahh! Ben bu iştahla yusyuvarlak bir şey olacağımdan korkmuyorum da aklıma takıldı ya bir kere.. İlla Evreşe'ye gideceğim diye tutturacağımdan korkuyorum. Şeyy.. Laf aramızda  gerçekten Evreşe'nin yollarının darlığını değil de fırınlarında börek pişiriliyor mu, daha çok merak ediyorum. Hey gidi Evreşe... "Sırtındaki yeleği ben örmedim ki yarim.. Kızlarla konuşurken ben görmedim ki yarim.. Evreşe yolları dar darrr!.. Bana bakma benim yarim varrr!" Off! Bir türküden hevesle... Evreşe'ye gidebilirim... Yok artık!. Neler merak ediyorum görüyor musun? Vay başıma gelenler!      10.09.2010

16 Şubat 2011 Çarşamba

Alacanım, İndi mi Göğsüne Heves!


Murathan Mungan'ın Duvardaki Testi başlıklı yazısını ilgiyle okumaya başladım.   O çok sevdiğim Alacanım adlı şiirinin dizeleri arasında geçen testinin hikayesini anlatıyordu. Bak işte.. Şiirin ilgili dizeleri şöyle:

ah, nerde benim altından avaze sesim!
yankısı bir duvara gömülmüş testide kaldı
avaze sesim!

şimdi başkalarının kalplerinde yankılanan
bir zamanlar içinden geçtiğim aşklardı
feryattan kimseler ölmez, denirken
duvarlardan geçtim

artık kimseyi sevemez aşktan ölmüş yürek, derlerdi
şimdi kulağını dayadığın duvarda inleyen testi
bir zamanlar feryatlarda unuttuğum avaze sesim!

Doğuda kilise, cami gibi yapıların duvarlarına testi gömme adeti varmış. Bu mimari bir gelenekmiş. Bu yolla akustik sağlanması mümkünmüş. Duvarlar sesi saklarlar, hem kendi zamanına hem zamanla başkalarına yankırmış. Ne hoş değil mi? Bu şiiri zaten çok severdim. Şimdi daha oturdu belleğime.  Çok uzun biliyorum. Ama kıyamadım... Biraz daha devam etmek istedim şiire..
 
mil yeşili gözlerin
dindirdi gözlerimi
kaç körü birden öldürdün bende
mahsur kaldım, eksik oldum, kapına düştüm
ben yandıkça
ezber ettin ayazın demirini
alacanım,
indi mi göğsüne heves?
hangi duvarın halısında
gördün, bildin, vurdun beni
kaç ormandan geçti
içinde kaybolduğumuz o büyük takip
içimizde bunca gurbet dururken
yol ettik uzaktaki sılayı
şimdi burdayız
kanlar içinde
alacanım
indi mi göğsüne heves?

MURATHAN MUNGAN

15 Şubat 2011 Salı

Edebi Bilmeceler


1. "Örgütün kusursuz olduğunu iddia etmiyorum. Adı pek çok şüpheli işe karıştı. Bize karşı belirli suçlamalarda bulunuldu-snop olmamız, başkalarını dışlamamız, başkalarından farklı olmak için özellikle yetiştirilmemiz- bunlar bir yere kadar doğrudur. Beni tedirgin eden kusurlarımız değil." Kusurları tedirgin etmiyorsa; peki acaba ne tedirgin ediyor olabilir?


2. "Elindeki zarf düşmüş ve içindeki bankonotlara, ayaklar, izler bırakıyordu. Bir cinayetin ayak izleri. Kadının çırpınması sona erdiğinde, ellerini boynundan çeken Asil, Gonca'nın hızla yıkılmasını izledi. Ve bir kural belirdi zihninde:

Zihinsel ağırlığı ne olursa olsun her düşen beyin, aynı hızda hızlanır.

Kuralın benzeri, Asil'in annesinin mesleki kitaplarından birinde, kimin imzasıyla yer alıyordu?



3. "İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince
Bu aşk var ya bu aşk
Dikkat!

............ ilk kurtarılacak.

Şair'e göre aşk hangi afette ilk kurtarılması gerekendir?



4- "Çünkü böyle kendimi daha kolay ayakta tutuyordum. Sürekli kravat takan, arabalarını kilometre başına kaç para benzin yaktığının hesabını yapan, her şeyin yolunda gittiğine inanmak için, sadece yılın belirli dönemlerinde "güneye inen" insanlara da ancak böyle dayanabiliyordum." Sence yazar ne yaparak dayanmaktadır?


1.Cevap- Erdemleri- Susan Sontag - Ben, vesaire - Sayfa 108
2.Cevap- Galileo - Hakan Günday - Azil - Sayfa 132
3.Cevap- Yangında - Metin Altıok - Bir Acıya Kiracı - Sayfa 91
4.Cevap- Gülümseyerek - Mario Levi - Bir Yaz Yağmuruydu - Sayfa 131