ece temelkuran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ece temelkuran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2023 Pazartesi

"Sahip Olduğun Her Yeteneği Kullan. Yanlızca En Güzel Şakıyan Kuşlar Ötseydi, Orman Epey Sessiz Olurdu," Demiş Hanrry Amca:)

 
Ece Temelkuran'ın bu hafta gazete Oksijen'de, 50 yaşı nedeniyle kaleme aldığı yazısında üç film tavsiyesi vardı. Helena Bonham Carter'ın üç bölümlük Nolly adlı diziyi seyrettim. Çok sevdim. Şimdi Lıv Ullman'ın hayatını konu alan filmi seyretmeye niyetliyim.


Ayça Özefe'yi yeni keşfettim.  "Hiç gerek yok daha fazlasına / Zamanı tutmaya / Fezaya uçmaya" diyerek,  Seni Dert Etmeler'i tekrar tekrar dinliyorum. Bakalım beğenecek misiniz?

https://www.youtube.com/watch?v=8alCNUrs4_A


Muazzez İlmiye Çığ'dan bir alıntı yazmalıyım:

"Sümerler ne demiş? Mademki biliyorsun, neden öğretmiyorsun. Boş vakitte, çürüyorsun, neye yaradın? Bazı insan, çok okur, okur, okur. Çok okuyorum der ama okuma seninle gidecek, okumadan kime ne faydan var? Paylaşmazsan kime ne faydası var?"

İşte bu cümleleri okuyunca, okuduğum kitapları paylaşmaya karar verdim. 
Paylaştım ya, sevindim:)


Kürek çekmeye devam ediyorum. Bir ayı devirdim.  İki gün denizde bir gün karada kürek antremanım var. Kürek çekmek vücuttaki kasların %85'ini çalıştırıyormuş. Spor salonlarına yürüme bandı ya da bisikletten çok  kürek çekme ergometresi kullanılmalı diye düşünüyorum.  Ve denizde vakit geçirmeye, diğer kürekçilerle uyumlanarak hareket etmeye bayılıyorum.

 Geçen hafta okuduğum Kürek Çocukları adlı kitabın arka sayfasında şöyle yazıyor:

"Kürek muhteşem bir sanattır. Yeryüzündeki en güzel sanattır. Bir hareketler senfonisidir ve iyi kürek çektiğiniz zaman kusursuzluğa yaklaşırsınız. Kusursuzluğa yaklaştığınızdaysa, Tanrı'yı, ona dokunacak kadar yakınınızda hissedersiniz. O içinizdeki en derin benliğe dokunur. Yani ruhunuza..." Öyle işte.



Nanananooom!.. Ukuleleden sonra sıra geldi akordiyona:) 
Minicik bir akordiyon edindim.
Arz ederim😅


31 Mayıs 2023 Çarşamba

Kadından kadına Geçen Ölçü Birimleri

Ne diyeceğim, bugün çilekçi kafaya aldı beni, tamam mı? Valla çilekçinin tatlı sözlerine mi,  yoksa çileğin o harikulade rengine mi kandım bilmiyorum. Bir kasa devasa sandık dolusu çileği kendi elleriyle koydu arabama,  bir kasa devasa sandık dolusu çileği  arabamdan çıkarıp kendi ellerimle koydum mutfağın tezgahına:)

Ne yapayım yani? Helali hoş olsun. Bir daha bu fiyata çileği nereden bulabilirdim? Mesela yani,  di mi? Amann. Canıma değsin...  Birazını komşulara veriririm. Birazını yerim. Sonraa, birazını yıkayıp tencereye koyarım. Reçel yaparım.  Biraz şeker üzerine... Şööyle... Bir taşımlık kaynatırım. Bir taşımlık. 

Şimdi ben böyle "bir taşımlık" diye yazınca Ece Temelkuran'ın çok eski bir köşe yazısı aklıma geldi. "Bir taşımlık. Kadınların kendilerine ait ölçü birimlerinden biridir bu. Zaman bizim gövdemizde oluşuyor çünkü. Ay, gövdemizden geçiyor kanlı. Doğurmak için aylar geçiyor karnımızda. Zaman, kadınların gövdesinde etleniyor bir tek. Bir pincik tuz, bir tık açmak var ocağın altını, göz kararı var suda pilav yaparken. 

Kadından kadına geçen ölçü birimleri. Kendi dillerinde ürettikleri başka bir bilim. Sonra bir yayvan kaba konup, üzerine beyaz bir bez gerilip güneşe bırakılır. Güneş reçeli pişirir. Böylece, toprağın, dalın, kadının elinin ve güneşin bilgisi eklenir reçele. Reçel bu yüzden kıvamlıdır. Ve bu yüzden birikir şeker içinde. Çilek reçeli yapmakta bir bilgi vardır. Topraktan başlayan, dala değen, oradan çıkıp kırmızının eline bulaşmasıyla ilgili bir bilgi. 

Elimize değen her şey tenimize bir yeni tat katıyor mu acaba? O tatlar ellerimizde birikiyor mu? Birikiyor olmalı. Niye güzel olsun yoksa kadınların elleri? Tenleri de biriktiriyorsa eğer... Tenlere değmeye korkmamışsa, biriktirecek kadar aklında tutmuşsa... Genç kadınlar, kadınların kendi dillerini biriktirdikleri yerlere bakmalılar. Reçel yapmayı öğrenirken genç kızlar, aslında kadının evreniyle ilgili bir atlasa bakmaktadırlar. Oralarda biriken diller ve yazılmamış bilgiler hayatı döndürüyor hamarat. 

Reçel bahane, genç kadınlar kendilerinden yaşlı kadınlarla konuşmalılar. Ama iyi yaşlanmış kadınlar bulmalılar. Annesinin lafından çıkmamış kadınları değil, bütün sözlerden çıkmış, sözler vermiş, tutamamış, sözlerini tuttuğu için ağlamış, ülkelere gitmiş gelmiş, adamlar terk etmiş, terk edilmiş, sonunda en çok gülmeyi ve umursamamayı öğrenmiş kadınları bulmalılar. Genç kadınlar kendilerine kılavuzlar seçmeliler. O kadınlarda uyutulan bilgileri uyandırmalılar. Ama iyi yaşlanmış, maceralarda eskimiş kadınlardan bahsediyoruz burada; kitabına göre yaşamışlardan mümkün mertebe uzak kalmalılar."

Ne tatlı yazmış. İyi ki hatırladım.  Bu yazı bana ne kadar   iyi geldi anlatamam. 

Yarın  devasa bir kase dolusu çilekle, Münevver halama uğramalıyım. Birlikte çilek yerken, kadınlık  bilgisinin gelmişini geçmişini anlattırmalıyım. 


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Ve Düğümlere Üfleyen Kadınlar Ve Ben Ve Şaka Cehennemi.



Kızın arkasından zokayı yutmuş lodos balığı şaşkınlığıyla baktım. Ne diyordu bu kız Allah aşkına! Yoo... Başka türlüsü olamazdı. Biri bu kızı başıma sarmış, beni ustalıkla işletiyor olmalıydı. Yüreğimin pıtpıtını bastırmaya çalıştım. Hafızamı ışın hızıyla mıncıkladım. Tabii ya... Yıllardır detaylı  planlarla hunharca işlettiğim yıldızlar sayısınca  insan vardı. Her 1 Nisan günü, illa şaka yapacam diye günler öncesinden organize şakalar hazırlayan kimdi? Elbette bendim. Nisan ayında doğmamın nedeni buydu sanki. Sanırsam, daha doğarken şaka manifestom alın yazıma ince bir dantel gibi işlenmişti. Nisan 1 geldi miydi, adeta illüzyona girmiş gibiydim... Elimde değildi ki... Her sene, şaka yapma rekorumu yenileyemezsem bile,  eşitleme gereği illa hissederdim.  Yooo... Doğrusunu söylemek gerekirse, T.S. Eliot'un kehanetini doğru çıkarmaktı niyetim. Ne söylemişti koca şair?  "Nisan ayların en zalimidir." Şair sözünü her daim hakikat belleyen bir bünyeye sahiptim. Eee... Ne yapsaydım yani? Nisan'ın hakkını nisana verecektim. Bir nevi meslek sırrı saydığım için, yaptığım şakaları  anlatmak istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, yıllardır hiç acımadım kimseye...  Yalnız hayırsız değil...  Şaka yapma hususunda, hem kalpsiz hem zalimdim.

Nisan çoktan geldi geçti. Mayıs ayı bitti bitecek. Eee... Niye anlatıyorum bunları öyle değil mi? Bak şimdi... Kocaeli Kitap Fuarı'nın açılışının ikinci günüydü tamam mı? Benim öğretmen kardeşle fuar alanının giriş kapısında buluşmuştuk. İçeriye girmiştik ki... O ne? Aman Allahım! İğne atsak yere düşmezdi yani. Bir o yana bir bu yana koşuşturan gümbür gümbür insan seli... Kalakaldık. Yoo... Hoşumuza gitti aslında, bakma... Düşünsene... Sadece küçücük iki kitapçı dükkanı olduğu için üzüntü duyduğumuz bizim şehrin insanları kitap okumayı seviyorlardı demek ki... Ne güzeldi!... Sonra hiç aldırmadan gümbürtüye biz de bodoslama daldık tabi... Ama Allah seni inandırsın,  vık bile demedik. Kitapların sergilendiği salonlarda, eski kadim tapınakların içinde ilahi amaç için sessizlik yemini etmiş iki rahibe misali eteklerimizi salıya salıya üç tur atıp gezindik. 

Akabinde söyleşilerin yapılacağı salona doğru yürüdük. O gün arka arkaya bildiğimiz yazarlar söyleşi yapacaktı. Salonun ortalarda birer  sandalye bulduk. Oturduk. Ayşe Kulin'i dinlemeye başladık. Ayşe Kulin'in söyleşisi bitti. Şimdi Ece Temelkuran salona girecekti. Benim yanımdaki sandalyede oturan kızın kucağında Ece Temelkuran'ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar adlı son kitabı duruyordu. Biz bu kitabı henüz okumamıştık. Kardeşim, her zamanki zerafetiyle başını kıza doğru uzattı. Kitaba bakabilir miyim, diye sordu. Kız kitabı bana verdi. Ben kardeşime verdim. Kardeşim, kitabın  sayfalarını şööle bi dalgalandırdı. Arka kapağına göz attı. Kitabı bana geri verdi. Ben kitabın içini hiç açmadım. Sadece kapağına baktım. Kitabın sol üstünde tırnak büyüklüğü kadar bir köşesi, sanki sert bir cismin altında kalmış da sıkışmış gibi bükülmüştü. Gene tuhaflığımı sergiledim. Kıza kitabı verirken, kusurlu bir kitap satın almışsınız ama sakın dert etmeyin. Onu bu haliyle çok sevin olur mu, gibisinden, benden başka kimsenin anlam veremeyeceği  lakırtılar ettim. Tam o anda Ece Temelkuran içeriye girdi. Ben, kızı, kardeşimi, kitabı unuttum.  Söyleşinin mecrasına aktım. Söyleşi devam ederken, kardeşim, telefonundan birisine fısır fısır bişiler dedi. Sonra kulağıma eğilip, kocasının geldiğini, çıkması gerektiğini söyledi ve gitti. Onbeş dakika kadar sonra söyleşi, soru-cevaplar bitti.  Tam yerimden kalkıyordum ki, yanımda oturan kız sinirli sinirli, hiç beklemezdim sizlerden, tadında bişiler söyledi. Döndüm ona... Hayrola, ne yaptık, dedim. Ne olacak, bu benim kitabım değil. Benim kitabım böyle değildi. Aldınız benim kitabımı, kapağı arızalı kitabınızla değiştirdiniz, dedi. Hoppala! Ben mi? Yahut kardeşim böyle bir şey yapacak öyle mi? Olacak iş değil!




Hep ne derdim biliyor musun? İnsan kendinden eminse, üzerine bomba gibi kuru iftira gülleleri bile gelse...  Hiçbir şey etkilemez. Kale gibi olur, derdim.  Ben asla kızın söylediği gibi  bir şey yapmamıştım. Kardeşim de yapmamıştı. Emindim. Zaten Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ı daha önce hiç elimize almamıştık ki.  Eee... Sapasağlam, kale gibi olmalıydım harbiden. İyi de neydi benim o halim? Sana bir şey söyleyeyim mi? Asla kale gibi dimdik olamadım. Bırak kale gibi olmayı, kültablasına bastırılmış sigara izmariti gibiydi vaziyetim. Keşke gizli bir kamera olaydı da, çekimimi yapaydı. Durmaksızın kendimi ve kardeşimi savunmaya başladım. Masumdum... Kardeşimle ben masumduk ya... Günahımızı alıyordu.  Yapılır mıydı böyle bir şey bana? Çırpındım. Çırpındım. Neler yaptım neler? Çantamı açtım. İçini göstermek için kıza uzattım. Kitabın parasını vermeye kalktım. Kız söylediklerinde ısrar etti. Ben parasında değilim. Yapılan çok çirkindi, dedi. Sırtını dönüp gitti. İşte o zaman kızın arkasından zokayı yutmuş lodos balığı şaşkınlığıyla baktım. Nasıl yıkıldım anlatamam. Biri dokunsa ağlayacaktım. 

İşte tam o anda 1 Nisan şakalarım aklıma geldi. Kimbilir o organize şakalarımla kimleri üzmüştüm. Yaptığım şakalar neticesinde, kimbilir kaç kişi o anda benim düştüğüm vaziyette kendini hissetmişti. Ne zalimmişim. Feciydi. Şaka cehennemi diye bir şey varsa, bu dünyadaydı demek ki... İşte bu kızı karşıma çıkarmıştı felek... Sen misin organize şakalar yapan, anla bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu demişti belli... Yeminle cehennemi  damardan hissetmiştim. Önce, tövbe, dedim. Bir daha mı, şaka yapmak mı, asla! Sonraaa... Peki, bu kız, şaka yaptım, amma ciddiye aldınız ha, tadında bir lakırdı etseydi? O zaman ne yapardım? diye aklımdan geçti. Oh! Yüreğimde geniş bir ferahlama hissettim. Nasıl hafiflerdim anlatamam. Sevinçten kesinkes kızı şapur şupur öperdim. Hey! Şaka hoş bişiydi anlaşılan. Önce şaşırtan... Hatta acıtan... Ama nihayetinde uçuran! 

Keşke bu olup biten şaka olaydı. Değildi. Kız suçu başıma çakaloz etti. Yüreğime kızgın kurşun akıttı ve gitti. Gene de o kıza teşekkür etmeliyim. Bana beni öğretti. Vay canına sayın seyirciler... Düşündüğüm kadar kale gibi biri değilmişim demek ki.  

Sol üstünde tırnak büyüklüğü kadar bir köşesi, sanki sert bir cismin altında kalmış da sıkışmış gibi bükülmüş kapağı olan  Düğümlere Üfleyen Kadınlar adlı kitap benim elimde şimdi. Söyleşiden sonra, Ece Temelkuran'ın imza sırasına girmedim. Sadece kitabını satın almak için kalabalığın içine daldım. Bu kitaba orada rastladım. Kenara konmuş. Süklüm püklüm ve de üzgün öyylece duruyordu. Kitapçıya sordum. Daha önce kitabı satın alan bir kızın, kapağı ezik diye geri verip, düzgün kapaklısıyla değiştirdiğini söyledi. Deli gibi sevindim. Durur muyum? Hemen o kitabı bana verin lütfen, dedim. Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ı havada kaptım. Kitapçı şaka yapmış biri gibi güldü. Ben de güldüm. Yalanım yok... Kulaklarımla işittim. Düğümlere Üfleyen Kadınlar kahkahayla güldü. Güldük biz:)

29 Ocak 2013 Salı

Hayallerim, Tango Ve Ben


Tam iş günümün bitimindeydim. Bütün gün, harala gürele  hakiki dünyayla o denli haşır neşirdim ki,  hayal çarklarımı biraz daha çalıştırmazsam, eni konu pas tutacağına emindim.  Aklımdan geçince bu düşünce... Hey! Korktum ben!.. Hemen, bir hayal içine ruhumu firar etmeliydim hemen! Derhal iki elimle yanaklarımı avuçladım. Dirseklerimi masaya dayadım. Gözlerimi kapadım. Nanananooom... Bil bakalım ruhumu nereye yolladım? Gözlerimi açtım ki o ne? Aman Allahım... Zaman 1800'lü yıllarmış. Mekan ise neresi biliyor musun? O devirlerin Siyam Kralının sarayı! Yuf olsun bana! Ne işim olur benim o devirlerin Siyam Sarayında? Üstelik Kralın yanında! Nasıl şık giyinmişim anlatamam. Tam o anda... "Ya kral benimle dans etmek isterse?" tadında düşünceler fink atmasın mı aklımda? Aman diyeyim... Aman ha!



Aptala malum olur haybeye dememişler. Sanırım benim gibileri düşünerek bu lakırtıyı etmişler.  O ne? Kral birden ayağa kalktı. Köyde yaşıyorum diye o kadar leydilik bilmiyorum zannetme... Eee.. Kral ayağa kalkınca, tabiatıyla ben de ayağa kalktım. İnanmayacaksın ama, hatta dizlerimi kırarak kibarca reverans bile yaptım. Yooo... Bakma gülümsediğime öyle...  "Ayvayı yedim şimdi," diyordum kendi kendime.  Söyler misin ne yapacaktım şimdi ben? Korkudan titriyordum yeminle...


Ben var ya... Hayatta dans mans bilmem. Haydi yalanım yok, üç ayak oynayabilirim. Ya da deli horon belki. İyi de, Siyam Kralı'na nasıl söyleyebilirdim böyle bir şeyi? Haydi becerdim söyledim diyelim. Taaa 1800'lerin Siyam'ında nereden buldurabilirdim ki  kemençeyi? Ah!.. Korktuğum başıma geldi.  Kral belime doğru uzattı elini. En hükümdar sesiyle "Dans edeceğiz!" dedi. Önce ellerimi arkama gizledim. "Yooo! Yapamam!" diye aklımdan geçirdim.


Du bi...  Ben bi Zagorseverim. Zagor maceralarından öğrenmiştim ya hani... Cayugalarla Abenakilerin savaş dansı... Ya da Mohawkların işkence dansı... Ne bileyim... Senecanların yağmur dansını yapabilirdim belki... Yoo... Ben sahiden deliyim. Bunları krala nasıl söyleyebilirim? Ben bu dansların figürlerini aklımdan geçirirken... Kral bir elini belime doladı. Diğer eliyle sol elimi tuttu.  Ben ayaklarıma dolanmasın diye, boş elimle eteklerimi toparladım ki... O ne? Ben... Ben... Siam Kralıyla dans etmeye başladım.


Fonda bir tango çalıyordu. Canım fena halde dans etmek, kimseciklere tangoyu bilmediğimi  belli etmemek istiyordu. O anda... Hafızamın bir çekmecesini araladım. "Bazı danslar bazı yaşları bekler" diye okuduğum bir yazıyı hatırladım. "Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!" diye hafızamın tozlu köşelerinde bişiler  kalmış. Nasıldı peki devamı diye zihnimi zorladım. "Birine, hiç yüzüne bakmadan bir şey diyebilmek için biraz ihtiyarlamalıdır insan. Tuzaklar oyununu sürdürebilme sabrı için biraz yaş almalıdır. Ayaklar, birbirine dolanmadan bir sabır oyununu devam ettirmek için kimi yollardan geçmiş olmalıdır. Bu kadar efendice kederlenmek, bir keder dansı yapmak için çalçene acılardan geçmiş olmalıdır. Bir şeyi çok isteyip de yapmamayı bilmek gerekir tangonun "olması" için.  Tango, istemek ve istediğini belli etmemek dansıdır biraz. Tango kalıcı olanların değil, hep gidecek olanların dansıdır.  Ele geçirilemeyenler arasında bir sessiz kavga...  Çok korkan belli etmeyen iki kişinin birbirine meydan okuyuşu... "Sevdim de vermediler" ağlaşması değil, "ben seni hiç sevmedim." yalanı. Kim önce dökülecek, kim önce teslim olacak sınanması."



Bu dans bu yaşımı beklemiş olmalı. Kendimi dansın akışına bıraktım. Ayaklarımı birbirine dolandırmadan, dans etmek istediğimi ve de  gidici olduğumu belli etmeden,  eteklerimi savurmaya başladım. Vesaire... Vesaire... Vesaire...

Gözlerimi açtım ki o ne? Ofisteki odamdayım. Ya saray... Ya kral... Ya dans...  Kimse işitmesin diye usulca kıkırdadım. Dedim kendi kendime... Of ya, ben ne şaşkınım!



NOT: İtalik cümleler Ece Temelkuran'ın yazısından alıntıdır.

14 Ekim 2012 Pazar

Trene Binip Gideceğim İşte!.. İyi de Nereye?


Nasıl anlatsam bilmiyorum? Bak şimdi... Dün arkadaşlarım Oya ve Hülya'yla birlikte kahve içmeye gitmiştik tamam mı? Kahveden çıkışımız sinema saatine denk gelince, Uzun Hikaye adlı filme girdik. Film fonda ağız mızıkasından çıkan ezgiler eşliğinde, bir kara trenin olağanüstü güzelliğiyle dumanı tüte tüte gelişiyle başlıyordu. Atilla Atalay öyküsünde der ya hani; "Kimisi vapurları daha çok sever. Denizotobüsüne şiir yazanına, hafif metro görünce içlenenine henüz rastlamadım. Ama ben, belki de asla bir daha aynı vagona binemeyeceğini bildiğimden, cama burnunu yapıştırmış çocukluğumla hiçbir imdat frenine aldırış etmeden akıp giden trenlere, öküzlerinki gibi karşılıksız bir aşkla bağlıyım..." Yazarla aynı fikirdeyim. Trenleri oldum bittim karşılıksız  aşkla sevdim. Uzun Hikaye'yi seyredince, film başından sonuna trende, tren yolu çevresinde geçince, trenle yolcuğa gene nasıl heves ettim anlatamam. Of!  Tamam.. Tak etti canıma. Çantamı takacağım sırtıma… Trenle yolculuğa çıkacağım mutlaka… Evet… Evet… Çıkacağım. Hem de tek başıma. Fazla eşya almayacağım yanıma. Kitapsız olmaz ama.. Bu kez cimri olmayacağım kitap konusunda. Okuduğum kitabı, oturduğum koltuğa bırakacağım. Hatta içine bir not bırakacağım. “Ben okudum. Çok sevdim. Okumanızı tavsiye ederim.” diyeceğim mesela… Ne dersin? Şahane bir hayal değil mi bu? Peki nereye mi gideceğim? Tren istasyonuna gideceğim. O sırada gelen tren nereye gidiyorsa oraya gideceğim. Mesela çok uzaktaki ıssız bir kasabaya…


Eyvah.. Ben böyle hayal kepenklerimi açarsam gene sonuna kadar, trenle seyahat etmek niyetiyle gidersem bir kasabaya… Ya Anayurt Oteli gibi bir otele denk gelirsem? Hatırlasana Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı kitabından sinemaya uyarlanan, Ömer Kavur’un yönettiği aynı isimli filmi… Amaaann, Allah Korusun!.. Ya karşıma bu filmde Macit Koper’in canlandırdığı Zebercet adlı karakter gibi biri çıkarsa? Hani anne babası ölmüştür de Zebercet’in, otele çevrilmiş eski bir konakta neredeyse hiç çıkmadan günlerini geçirmektedir. Sadece otele günübirlik gidip gelenler vardır. Bir de uzun kalan bir yaşlı müşteri ile otel hizmetçisi o kadar. Galiba konusu böyle bir şeydi... Hani günübirlik otelde kalan bir kadının ardından, kadının her an tekrar geri döneceğini ümit eder. Of!.. Ne güzel trenle seyahat edeceğim derken, şimdi Anayurt Oteli nerden aklıma geldi birden? Hele Zebercet gibi bir otel işletmecisi... Hımm… Ece Temelkuran’ın Kasaba Otelleri adlı bir yazısı vardır. Okumuş muydun bilmem? Belki de hep oradan gitmek istemiş, gitmeyi beceremeyince de bari gidenlere tanıklık edeyim diyenlerin kasaba otellerini işlettiğini söyler. Hayata küsmüş insanlardır belki. Çünkü konukları hep kazara, hep mecburiyettendir ya... Hep şüpheci ve sinirli olmaları da belki de bu yüzdendir kasaba oteli sahiplerinin der. Büyük, lüks oteller insanı şımartır, mühim bir şahsiyet olduğunuzu tekrar edip durur mütemadiyen. Oysa kasaba otelleri yüz vermez insana. Ne kadarsan o kadar. O nedenle kendini pek önemsemeyenlerin merakı kasaba otelleridir der Ece Temelkuran.


Severim ben kasaba otellerini ve kalacaksam eğer bir kasaba otelinde kalırım her şeye rağmen. Günübirlik bir müşteri olurum… Arkamdan neler olur biter bilemem... Kim bilir? Ben yola devam ederim...Yeni bir kasabaya giderim belki. Öyle bir yer ki, oraya varınca karların yolu kapatacağı tepe bir kasaba olabilir sözgelimi… Off! Bu kez Kubrick’in, Stephen King’in romanından uyarladığı Cinnet adlı film aklıma geldi iyi mi? Hani Jack, eşi ve oğlu ile birlikte bir dağ otelinin kış bakıcısı olamayı kabul eder. Otelde bazı kötü ruhların varlığını hissetmeye başlar. Yooo…. Hiç anlatmayayım korku filmlerinin baş yapıtı sayılan bu filmi... Yooo... Ama... Ya yolum böyle bir otele düşerse? Yok artık… Nedir bu? Nerden geldim ben bu dağ kasabasındaki otele Allahaşkına? Ne güzel atmıştım çantamı sırtıma.. Çıkacaktım trenle yola… Olmaz ama… Yoo.. Şimdi oturduğum yerde böyle hayaller kuruyorum ama... Trenle nereye gidebilirim ki? Hızlı tren çalışmaları başladı ya hani... Bizim şehirdeki tren seferleri kaç aydır iptal edildi. Hımm. Du bi... Enseyi karartmamalıyım.   "Hayal et, olur elbet" demekten vazgeçmemeliyim. Evet. Hayali de olsa...Takacağım çantamı sırtıma. Ben anlamam! Trenle yolculuğa çıkacağım mutlaka! Hem de tek başına! İlla!

17 Ekim 2011 Pazartesi

Trene Binip Gideceğim İşte!.. İyi de Nereye?



Nasıl anlatsam bilmiyorum? Bak şimdi... Kaç zamandır niyetlendim ya.. Neye mi? Trenle yolculuğa tabii.. Nasıl heves ediyorum anlatamam... Of! Yok artık dayanamayacağım… Tak etti canıma... Tamam.. Çantamı takacağım sırtıma… Trenle seyahate çıkacağım mutlaka… Evet… Evet… Çıkacağım… Hem de tek başıma… Fazla eşya almayacağım yanıma. Kitapsız olmaz ama.. Bu kez cimri olmayacağım kitap konusunda… Okuduğum kitabı, oturduğum koltuğa bırakacağım. Hatta içine bir not bırakacağım… “Ben okudum. Çok sevdim. Okumanızı tavsiye ederim.” diyeceğim mesela… Ne dersin? Şahane bir hayal değil mi bu? Peki nereye mi gideceğim? Tren istasyonuna gideceğim. O sırada gelen tren nereye gidiyorsa oraya gideceğim. Mesela çok uzaktaki ıssız bir kasabaya…


Eyvah.. Ben böyle hayal kepenklerimi açarsam gene sonuna kadar, trenle seyahat etmek niyetiyle gidersem bir kasabaya… Ya Anayurt Oteli gibi bir otele denk gelirsem? Hatırlasana Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı kitabından sinemaya uyarlanan, Ömer Kavur’un yönettiği aynı isimli filmi… Amaaann, Allah Korusun!.. Ya karşıma bu filmde Macit Koper’in canlandırdığı Zebercet adlı karakter gibi biri çıkarsa? Hani anne babası ölmüştür de Zebercet’in, otele çevrilmiş eski bir konakta neredeyse hiç çıkmadan günlerini geçirmektedir. Sadece otele günübirlik gidip gelenler vardır. Bir de uzun kalan bir yaşlı müşteri ile otel hizmetçisi o kadar. Galiba konusu böyle bir şeydi... Hani günübirlik otelde kalan bir kadının ardından, kadının her an tekrar geri döneceğini ümit eder. Of!.. Ne güzel trenle seyahat edeceğim derken, şimdi Anayurt Oteli nerden aklıma geldi birden? Hele Zebercet gibi bir otel işletmecisi... Hımm… Ece Temelkuran’ın Kasaba Otelleri adlı bir yazısı vardır. Okumuş muydun bilmem? Belki de hep oradan gitmek istemiş, gitmeyi beceremeyince de bari gidenlere tanıklık edeyim diyenlerin kasaba otellerini işlettiğini söyler. Hayata küsmüş insanlardır belki. Çünkü konukları hep kazara, hep mecburiyettendir ya... Hep şüpheci ve sinirli olmaları da belki de bu yüzdendir kasaba oteli sahiplerinin der. Büyük, lüks oteller insanı şımartır, mühim bir şahsiyet olduğunuzu tekrar edip durur mütemadiyen. Oysa kasaba otelleri yüz vermez insana. Ne kadarsan o kadar. O nedenle kendini pek önemsemeyenlerin merakı kasaba otelleridir der Ece Temelkuran.


Severim ben kasaba otellerini ve kalacaksam eğer bir kasaba otelinde kalırım her şeye rağmen. Günübirlik bir müşteri olurum… Arkamdan neler olur biter bilemem... Kim bilir? Ben yola devam ederim...Yeni bir kasabaya giderim belki. Öyle bir yer ki, oraya varınca karların yolu kapatacağı tepe bir kasaba olabilir sözgelimi… Off! Bu kez Kubrick’in, Stephen King’in romanından uyarladığı Cinnet adlı film aklıma geldi iyi mi? Hani Jack, eşi ve oğlu ile birlikte bir dağ otelinin kış bakıcısı olamayı kabul eder. Otelde bazı kötü ruhların varlığını hissetmeye başlar. Yooo…. Hiç anlatmayayım korku filmlerinin baş yapıtı sayılan bu filmi... Yooo... Ama... Ya yolum böyle bir otele düşerse? Yok artık… Nedir bu? Nerden geldim ben bu dağ kasabasındaki otele Allahaşkına? Ne güzel atmıştım çantamı sırtıma.. Çıkacaktım trenle yola… Olmaz ama… Yoo.. Şimdi akşam akşam böyle hayaller kuruyorum ya... Sabah trenle yolculuğu düşünmeliyim.. Aydınlık hayaller kurmalıyım. Hımm.. Sabah ola hayrolaaa!!!
30.01.2011

14 Eylül 2011 Çarşamba

Taşla Hesaplaşan Çiçek..


Taşı delip çıkan çiçekler taşla hesaplaşır. 

Taş durdurur. Çiçek yürür. 
Aslında uzun düşmanlıklar da bir sadakat meselesidir. 
Yani çiçek de taş da birbirini bilir.

Ama esas mesele yoldan geçen birinin yani öylesine geçiverirken çiçeği öylesine koparıverme ihtimalidir.

Taştan çıkan çiçeğin göze aldığı asıl budur.


Yazı-Ece Temelkuran
Fotoğraf-Numan Serteli


27 Mayıs 2011 Cuma

"Kendime Dökülüyorum, İçime..."


Ey ruhum sen yola çık
Ben aklımı eski bahçeye gömeceğim
Bu yaylım ateşlerinde yıkanıp
Sana döneceğim.

Birhan Keskin





Ne kadar garip bir an
Ona yakınlaşmak, bir şans daha vermek için kafasını aşağıda tuttu.
Ama o yapamadı
Cesareti yoktu
Döndü ve gitti

(Aşk Zamanı adlı filmden)

 

                                                                   
Yaz ne istersen yaz
İster aşk mektubu
İster nefret
  Yeter ki sen lütfet
                                                                       
Numan Serteli



 
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir
kendi hayatımızdaki anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
Bazılarının gelecekte sandıkları "bir gün" geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken, 
trafik ışıklarında rastladığınız,
omızunun üzerinden şöyle bir baktığınız
sonra da boş verip "Nasıl olsa ileride bir gün karşıma çıkar." dediğinizdir.
Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O, 
boş yere bu sokaklarda ararsınız. 

Murathan Mungan   



 
müsait bir yerde
unutur musunuz
beni lütfen


Metin Üstündağ



NOT: Konu Başlığı Birhan Keskin'in dizesidir.


27 Ağustos 2010 Cuma

Yeni İnsanlık İçin Yeni Derslere İhtiyacımız Var..

Ece Temelkuran'ın "Yeni İnsanlık İçin Yeni Dersler" başlıklı bir yazısı vardır.. Lütfen "Yeni insanlık için yeni dersler mi? Haydi ordan? Gene yeni yeni icatlar çıkarmayın!" deme.. Çok severim bu yazısını.. Sadece kafa açıcı bir yazı değildir üstelik.. İnsanın yüreğinin kapılarını da açar sonuna kadar.. Bak şimdi.. Diyelim ki insanlık yeni baştan kurulacak.. Diyelim ki yeni bir hukuk inşaa edilecek.. Hımm.. Ece Temelkuran'ın dediği gibi öyle bir şey yapalım ki insanığın yeni mevzuatında "kalbi cürümlere" de yer verelim ne dersin? Sevip de en olmayacak zamanda çekip gidenler, işyerindeki entrikalar, dostluklarda yenilen kazıklara, selam verince almayanlar, söz verip de gelmeyenler; her birinin cezası olsa mesela.. Ezik ya da enayi gibi hissettirenlere tazminat davası açabilabilse keşke.. Eğer yeni okullar kurulacaksa ve erkekler ile kızlara ayrı müfredatlar uygulanacaksa, bari oğlan çocuklarına kızların kafa karışıklıkları anlatılsa.. Kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl anlayamayabileceklerinden söz edilebilse.. Müzik derslerinde bazı şarkılardan söz edilmeli mesela.. İlla sözetmeli hem de.. Hani dinleyince aptal cesareti yaratan şarkılar.. O şarkılardan korunmayı öğretmeli.. Anlarsın ya.. O cesaretle telefon etmemeyi ya da mailler yazmamayı öğretmeli.. Pişman olacağı şeyler yapmamayı.. Yaparsa da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı ders olarak göstermeliler tüm öğrencilere.. Öfkelendiğinde boğazında düğüm olan cümle nasıl söylenir? Ağlama gelip de böğrüne oturduğunda ses titremeden nasıl konuşulur? İşyerinde birine aşık olursa işi çamurlaştırmadan nasıl halledilir? Bu gibi işlere de baksalar yeni üniversiteler daha iyi olmaz mı sence? Tabii bir de master programları olmalı daha karmaşık konular için.. Mesela "Daha az sevdikçe daha çok seviliyormuş gibi yapmak nasıl becerilir?", "Kalbin tamirinde nelerden faydalanılabilir?" gibi başlıklar olsa yeni akademik tezlerin ne dersin?


Kendini geliştirmek isteyen artık dil kursuna veya tenis kurslarına gitmese de Marlene Dietrich'in nasıl olup da diğer kadınlardan daha güzel görünebildiğini tartışsa kadınlar mesela.. Böylece güzel kadın olmaktan ziyade, "atmosfer mimarı" bir kadın olmanın daha kıymetli olduğunu anlabilseler bu kurslarda.. Humphrey Bogart'ın neden Casablanca'nın son sahnesinde İngrid Bergman'la gitmediğini anlatmalı insanlara, kendini geliştirme kurslarında.. Şimdi dünyanın bir yerlerinde çocuklara ölüm kalım savaşı verir gibi kerat cetveli ezberletiliyordur illa ki.. Hatırlasana ne zorlanırdık okullarda.. Çocukların korku ve endişe dolu yüzlerini aklına getirsene.. Sonra o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe.. Ece Temelkuran'a hakveriyor insan.. "İnsanlık artık, yeni çocuklar için yeni hukuklar yapmalı." Yaaa.. "Yeni insanlık için yeni dersler neymiş.. İcat çıkarmayın," diyorsun ya, böyle şeyler işte..