shakespeare etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
shakespeare etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ocak 2019 Pazartesi

"Kim Bana Söyleyecek Benim Kim Olduğumu?


Kral Lear, ilk kez 1606 yılının Aralığında Noel şenlikleri sırasında oynanmış. Kral Lear, Büyük Britanya'nın Hıristiyanlık dönemi öncesi krallarından biriymiş ve Shakespeare'den önce de ele alındığı için Shakespeare'in tregetyasını yazmadan önce bu kaynaklardan faydalandığı düşünülmekteymiş. Ayrıca eleştirmenlerin çoğuna göre Kral Lear, Shakespeare'nin dört büyük trajetyasının en değerlisi, hatta en yüce yapıtı olarak görülmekteymiş.  Çünkü Kral Lear, Shakespeare'in öteki oyunlarından ayrılarak, insan kişiliği üzerine kurulu ruhsal bir dramın sınırlarını aşan, tüm evreni kapsayan bir tragedya niteliğini taşımaktaymış. 

Prof. Dr. Mîna Urgan'ın ruhuna rahmet... Shakespeare ve Hamlet adlı kitabını yıllar önce edinmiştim. Okudun mu derseniz? Yooo... Sadece sayfalarına göz gezdirmiştim. Lakin bu kitap bir bilge edasıyla kitaplarımın arasına yerleşmişti ya, sevinmiştim.  Sanırım zamanı  şimdi geldi. Kitap kendini bana hatırlatıverdi.

Benim öğretmen kardeşle, oyunun ilk oynandığı tarihten 413 sene sonra Haluk Bilginer'in oynadığı  Kral Lear oyununa gideceğiz de... Gitmeden Mina Urgan'ın yorumlarını okumak istedim.  

Mîna Urgan, bencileyin kıt bilgili birinin bile anlayabileceği şahanelikle enfes bir kitap yazmış. Önce Shakespeare'nin yaşam öyküsüyle başlamış. Çok enteresan...  Yazarın ilk yirmi sekiz yılına ait bütün bilinenler resmi belgelerden öğrenilenlermiş. Ne bunlar biliyor musunuz? 1564 yılına ait vaftiz töreni tarihi, evlendiği ve çocuklarının dünyaya geldiği tarihler... O kadar. Hakkında çok sayıda araştırma yapılmasına rağmen, meğer Shakespeare hakkında bilmediklerimiz bildiklerimizden çokmuş.

Mesela, çocukluğu nasıl geçti, nerelerde okudu, hangi koşullarda evlendi, mutlu bir evlilik mi yaşadı,  doğduğu kasabadan neden ayrıldı, Londra'daki hayatı nasıldı, tiyatroya ne zaman ve nasıl girdi,  dinsel inancı neydi, 52 yaşına kadar yaşadığı halde 48 yaşından sonra neden yazmadı, hangi hastalıktan öldü, yüzünü ve tipi nasıldı? Tek el yazması ya da mektubu olmadığı için el yazısını  dahi kesin olarak bilmiyormuşuz.

Belki bu okumalarım ve  yazım sayesinde Shakespeare'in  adını doğru yazmayı öğrenebilirim diye düşünüyordum ki, o ne... Shakespeare'in kendi adını nasıl yazdığını bile bilmiyormuşuz. Kesin olmamakla birlikte üç vasiyetname üç de başka resmi belgelerde imzası varmış. Shakespeare, Shakesper, Shakespere gibi değişik biçimlerdeymiş. Shakespeare yazımı, yazarın vasiyetnamesindeki imza olduğu için bugün herkesce benimsenmiş.  

Neyse, dedim kendime. İyi bari:)

not- başlık kral lear oyunundan

24 Mart 2018 Cumartesi

Niye Kadın Shakespeare Yok?


"Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları "ezeli" ve de "ezici" bir soru vardır: Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız? İşte Virginia Woolf bu "yakıcı" soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine  inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!"

Virginia Woolf/Kendine Ait Bir Oda


İngiliz  kadın yazar Virginia Woolf(1882-1941), Kendine Ait Bir Oda adlı kitabının bir bölümünde Shakespeare'in, kendisi kadar yetenekli, bilgili, edebiyata, tiyatroya ilgili bir kız kardeşi olsaydı neler olurdu, diye hayal eder. Diyelim ki adı Judith olsun, der. Şekspir okula gidip eğitimini tamamlayacak, kızların okula gitmesi yasak olduğu için Judith ise evde temizlik, yemek, ütü yapacak, evin küçük çocuklarına bakacak.  Şekspir sanat ve tiyatroyla ilgilenirken ailesinin isteği üzerine komşu kızıyla evlendirilir. Bu duruma dayanamayan Şekspir evden kaçıp, hayallerinin peşi sıra Londra'ya gidecektir. Bir tiyatroda iş bulur. Başarılı bir oyuncu olur.  Sanatçılar arasında yaşar. Herkesle tanışır. Sokaklarda dolaşır.  Oyunlar yazar.  Kraliçenin sarayına giriş hakkını elde eder. 

Bu arada, kendisi gibi  olağanüstü yetenekli kızkardeşinin evde olduğunu farzedeceğiz. Aslında Judith de abisi gibi macera ruhludur, yaratıcıdır, dünyayı tanımak için yanıp tutuşmaktadır. Yirmisine varmadan evlendirmek isterler. Bir yün tüccarıyla söz kesilir. Judith evlenmek istemez, ağlar,  bağırır. Babaya itiraz mı ediyor? Elbette  dayak yer.  Abisinin yolundan gitmek ister. Evden  Londra'ya kaçar. Bir tiyatro  kapısına gider. Oyuncu olmak istediğini söyler. 16. yüzyıldayız. Kızların okula gitmesinin yasak olduğu gibi tiyatroda oynamaları da yasaktır.  Adamlar oyuncu olmak isteyen Judith'e gülüp alaya alırlar. Peki şimdi ne yapacaktır? Abisi gibi sokaklarda gezip, barlarda sanatçılarla muhabbet edebilir mi? Mümkün değildir. Oysa Judith erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını incelemek, açlığını doyurmak için yanıp tutuşmaktadır. En sonunda bir oyuncu menajerinin Judith'e acıdığını ve evine aldığını hayal edelim. Bir süre sonra Judith bu adamdan hamile kaldığını öğrenecektir. Woolf der ki, bir kadın bedenininde kıstırılıp kalmış bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir? Bir kış gecesi canına kıyar ve şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatmaktadır.

"Şekspir döneminde bir kadın onun dehasına sahip olmuş olsaydı, sanırım öyküsü böyle yazılırdı," der Viginia Woolf. "16. yüzyılda üstün yetenekle doğan herhangi bir kadın hiç kuşkusuz çıldırır, kendini vurur ya da yaşamını köyün dışında bir kulübede, korkulan ve alaya alınan bir yarı cadı, yarı büyücü olarak geçirirdi."

İngiltere'de 19. yüzyıla kadar bir kadının ailesi olağanüstü zengin ya da çok soylu olmadıkça, kendine ait bir odası olması imkansızdı der Virginia Woolf. !9. yüzyıldan sonrasını başka bir yazıya saklayayım... Çünkü 19. yüzyıl Virginia Woolf'un zamanıdır. O  başlı başına ayrı bir kadınlık hikayesidir.

21. yüzyılda yaşıyan bir kadınım. Para kazanıyorum. Kendime ait bir odam var. Zaman ayırıyorum ve bloğa da olsa illa yazıyorum. Erkekler ne der düşünmeden yazıyorum.

Ve artık kadınların daha çok yazmaları gerektiğine inanıyorum:)


3 Kasım 2013 Pazar

Şehre İnerim, Bir Sinema Yağmura Çalar


 

“Yarayla alay eder yaralanmamış olan.  
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederden. 
Sen ondan çok daha parlaksın çünkü... 
Sen, tüm göklerdeki yıldızlarının ilki,  
Sen aydınlatırsın geceyi…” 

Yoo. Daha önce bilmiyordum Shakespeare'in bu şiirini...  

Başka Sinema'nın, sevinçle karşıladığım, günde en az üç bağımsız film gösterimi diye başlattığı filmler arasında Onur Ünlü'nün yazıp yönettiği Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı film de vardı. Nedense bu filmi, ilk haberini okuduğum günden beri merak etmiştim. Seyredememiştim. Onur Ünlü bir şairdi. Gidiyorum Bu adlı incecik kitabı her daim gözümün önündeydi.

Haftanın son iş günüydü. Derin bir istek yüreğime gelip yerleşti. Dayanamadım.  İstanbul'a gittim. 

İlk filmi kaçırdım. Kaçırdığım filmin Sen Aydınlatırsın Geceyi olmamasına sevindim. İkinci filmdi. Zamanını bekledim. Salon tıklım tıklım dolmuştu. En arka sıranın en kenar ucundaki koltuğa oturdum. Film başladı. Sen Aydınlatırsın Geceyi, baştan sona siyah beyaz görüntüsü ve fantastik kahramaylarıyla, adeta bir çizgi roman  lezzetindeydi.  Filmin müziğini daha önce hiç işitmemiştim. Büyüleyici geldi.

Yarı gölgeli bir kuytuda itinayla biriktikleri için belki, efsunlu bazı cümleler hayatın beklenmedik bir anında çıkıverir ya insanın karşısına hani... İşte bu dizeler, sevdiğim bir şairin yazıp yönettiği siyah beyaz filmin  görüntüleri arasında ansızın yüreğimi aydınlatıverdi... 

Nasıl anlatsam bilmiyorum? İşte tam bu sahnede... Cemal, Yasemin'e bu şiiri okurken...  Tam o an... Zamanı durdurdum. Görünmez oldum. Sinema yağmura çaldı. Yanaklarım ıslandı. 


NOT- Başlık, Ah Muhsin Ünlü'nün, Hatırlat Da Haziran Sonlarında Çocukluğumu Yakalım adlı şiirinin bir dizesi.

13 Eylül 2011 Salı

Bugün Düş Ekmeği İle Doydum.



Hayli zamandır OktayAkbal'deneme ve öykü kitaplarına bir daldım ki ne dalma. En son dün gece Düş Ekmeği adlı yüz beş sayfalık ince bir öykü kitabı elimdeydi. Kitap kucağımda uyumuşum. Sabah gözümü açar açmaz kaldığım yerden devam ettim. İnsan Düş Ekmeği'ni  elinden bırakmak istemiyor. Anlatımı öylesine sürükleyici, öylesine genç... Bir solukta bitirdim.  Onyedi yaşındaki bir gencin 1940 yılındaki günlüğünden bölümler anlatıyor.  Lise sona giden bir grup gençler...  İlk gençlik aşkları, sanat arayışları, arkadaşlıkları, özlemleri, umutları... Düşünsene... İkinci dünya savaşı zamanları. Avrupa'da savaş kopmuş. Bir kaç hafta önce Polonya ezilmiş. Bizim memleket  ise savaşa ha girdi ha girecek... Ne fena... Birinci Dünya Savaşı'nda lise son öğrencilerinin  savaşa girdikleri, cepheye gönderildikleri bizimkilerin kulağına gelmiş.  Olabilir mi? Üç dört aylık eğitim almışlar. Sonra marş marş "ihtiyat zabiti" olarak savaşa gönderilmişler. Tamamen gerçek. İyi ama ya memleket savaşa girerse... Ya bizimkileri de cepheye gönderirlerse? 1940 gençliğinin içinde yaşadığı tedirginlikler okura aynen geçiyor.  Ya ilk dünya savaşındaki gibi... Daha yirmisine gelmeden yok olup giderlerse? O ve arkadaşları... Yaşamadan daha! En küçük bir sevinç duymadan... Sevdikleri kıza el değdirmeden... İçindeki duyguları kâğıt üstüne dökmeden... Of! Akıl alacak gibi değil. Eğitimleri ne olacak? Hayalleri peki?  Kitabın ilk sayfasında "Biz düşlerle aynı hamurdanız." diye  Shakespeare'den bir alıntı var. Hemen altında da Oktay Rifat'tan iki dize... "Bazen yanılıp ekmek yerine / Yıldız yiyorum."  Kitaptaki kahramanımız da hayalperest biri zaten. Genç tabii.  Gelecek hayalleriyle ilgili kaygıları var. Yazar olmak istiyor. Bazı öyküleri dergilerde çıkmaya başlamış. Çok seviniyor. Kendisini bir fotoğraf makinesi olarak farzediyor. Çevresinde olan bitene dikkat ediyor. İnsanları gözlemliyor. Dünyaya, insanlara bir öykücü gibi bakmak istiyor. Arkadaşları var. Muhabbetleri iyi. Gene de yalnızlığı, kendisiyle kalmayı çok seviyor. Aşk olmaz mı? Hem de nasıl gençlik aşkları var. Nefis bir kitap... Bir dönem kitabı Düş Ekmeği. Okuduğunuzda bir kez daha anlıyorsunuz ki dönemler değişebilir ama gençlik arzuları, kaygıları  değişmiyor. Hep aynı...


Oktay Akbal sinemayı seven bir yazar. Kitapta sinemayla ilgili nefis paragraflar var. Kahramanımız da sinemayı seven biri. Sanırım bu kitapta Oktay Akbal, kendi ilk gençlik yıllarını anlatıyor. Daha eskiden Fred Astaire ya da Gary Cooper'la  özleştiririp, onların serüvenini kendisi yaşıyormuş gibi hayal ederken şimdi onyedi yaşında ya büyük tabii... Filmlerin artık yapay olduğunu düşünüyor. Aynı hayatlar gibi...   "Bir rol vermişler, kişilik diyoruz ona, işte o kişiliğin gerektirdiği işleri, eylemleri yapıyoruz." diyor. Yazar olmaya niyetli madem... Çok kitap okumalı, yazılar yazmalı, her gördüğünden dinlediğinden öykülerine malzeme çıkarmalı. "Kişi, her anını anlamlı kılmalı. Bir katkısı olmalı yaşadığı topluma, insanlara, dünyaya, en başta da kendine. Bir hayvan, bir bitki gibi geçirmemeli yılları. Evleniyorlar, çocukları oluyor, bir iş, bir güç, bir didişme; sonra yaşlanma, sonra da bitiş noktası. Bu güzel gençler, bu yakışıklı delikanlılar, gösterişli kızlar bir gün bambaşka biri olacak, en sonunda da yok olup gidecek..." Kitabın kimi zaman hüzünlendiren, kimi zaman gülümseten anlatımını çok sevdim. Zaten Oktay Akbal'ın kitaplarını okumanın tadına doyamadım ki...  Düşünsene tam 63 kitap yazmış Oktay Akbal. Böyle bir ömre boş geçmiş denebilir mi? Dopdolu bir ömür gerçekten. Kitaplarında müthiş bir deneyim müthiş bir duyarlılık yatıyor. Oktay Akbal'ın kitaplarının tadına illa bakmalı.  Anlatılacak gibi değil. Okumak gerekiyor.


Bir güzellik daha var. Kitabın bazı sayfaları, bu yıl 46 yaşında yitirdiğimiz, Suavi Süalp'le çizgi romanlar çizen, Yaşar Kemal'in İnce Memed'ini resimleyen, değerli karikatürist İsmail Gülgeç'in siyah beyaz çizgileriyle iyice zenginleşmesi... Bugün Düş Ekmeği ile doydum ya.. Oktay Akbal'a yürek dolusu sevgiler göndermeli.