13 Mart 2009 Cuma

Bir de baktım ki/ben ben değilim artık



“İşte o sabah çocuk, bunları hayal edip iç geçirirken, bir zamanlar bahçeden çıkartıp, döşeklerin arasına yerleştirdiği tırtılı hatırladı.Onu orada bırakmış,unutup gitmişti.Akibetinin ne olduğunu merak etti. Koştu,döşekleri hırpalamak pahasına kaba saba davranarak bir an önce tırtılı bulmak ve vefasızlığını örtmek istedi. Lakin döşeklerin arasında hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. Ölü bir kelebekti bu. Kimbilir ne zaman kozasından çıkmış döşeklerin arasından çıkış yolu bulamamış ve orada son nefesini vermiş bir kelebek.

Çocuk vakti zamanında döşeklerin arasına yerleştirdiği o çirkin tırtılın,rengarenk kanatlarıyla adeta ölümü inkar eden bir kelebeğe dönüştüğünü görünce,öyle heyecanlandı,öyle büyük bir patırtı kopardı ki arkasında durup merakla onu izleyen yaşlı adamı çok geç fark etti.
……………………………..
“Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin.Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez.Görünenin ötesine geçmek istersen eğer,aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan,kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek,gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer,
kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.”
………………………………….
“Sade tırtıl ile kelebek değil elbet.Sakınola horgörme Pinhan;canları horgörme.Bak bu gayb alemine,bir kendini gör. Bak kendine,cümle mahlukatın özünü gör.Devri tamam olan gelir,devri tamam olan gider.Gelen,gidende saklıdır;giden gelende saklı.”
“Saklı”dedi çocuk gönülden tekrar ederek.
“Pinhan!” dedi Dürri Baba.Sesi yaprak kmıldatmayan Saba rüzgarı gibi doldu odanın içine.
“Pinhan!”dedi üst üste üç kere.
………………………………….
“Nicedir adını bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle”dedi.”



"Döndü halka halka / Döndü olanca hızıyla / toprak ki siyah bir halka idi / ve geceye saklanırdı bazen / tuttu su ile karıştı / su ki sarı bir halka idi / rengiyle dolaşırdı bazen / tuttu toprağı kucakladı / eğildim suya baktım / suda kendimi gördüm / kendimi sen sandım / sarılmak için atıldım / köprüye hıncım yalan imiş / onu yıkarken suya karışan / ben oldum
Bir baktım ki / ben ben değilim artık / suretim başka bir süret / ismim bir başkasının ismi / gönlüm ne yöne akar / verdiğin emaneti yitirdim yollarda / hata ettim / kusur ettim / affola..."
Elif Şafak/Pinhan

11 Mart 2009 Çarşamba

Şebnem İşigüzel ve Sarmaşık

Şebnem İşigüzel’in, “Öykümü Kim Anlatacak?” adlı kitabının ilk öyküsü “Devinimler”’in başlangıcında aşağıdaki yazı vardır:
“Bir iran masalında,sevdiği kadını yüzyıllarca aynı ruhla başka bedenlerde arayan bir adam anlatılır. Adam sonunda yüzyıllardır aradığı kadını uzak ülkelerin birinde bulur. Ona,güneşli bir gökyüzü altında birlikte toprak işlemek istediğini anlatır. Kadın sadece gülümser ve uzak ülkesinde yaşamaya devam eder. Seni ilk gördüğümde sıcak bir ülkede benimle birlikte toprak işlemeyeceğini,kendi dünyanı bana taşımayacağını biliyordum. Yine bana gülümsediğinde biliyordum ki ben yüzyıllardır yeryüzünde seni aramışım.”



Benimle Şebnem İşigüzel arasındaki yazar-okur tanışması yazarın aldığım ilk kitabında okuduğum bu cümlelerle olmuştu. Sonra yazarın “Hanene Ay Doğacak” ve “Sarmaşık” adlı kitaplarını okudum. Ben bu “öykücü kız”ın kitaplarını seviyorum.

Şebnem İşigüzel 1973 Yalova doğumlu. İstanbul Üniversitesi Antropoloji bölümünde okumuş. Değişik dergi ve gazetelerde muhabir,editör olarak çalışmış. Şimdi pek çok kitabı olan bir yazar.

Sabah evden çıkmadan önce,kitaplığımdaki kitaplardan bir tane rastgele seçip,şansıma ne çıkarsa birkaç paragraf yada bölüm okuma gibi bir adetim var artık. Bu hem okuduğum kitapları tekrar hatırlamama, hem de bir yazarın hayal dünyasında biraz da olsa gezinmeme neden oluyor. Kendimi iyi hissettiriyor. “Hatırlamak, unutmaktan daha zordur.” der Şebnem İşigüzel “Sarmaşık” adlı kitabında. O zaman ben de mümkün mertebe okuduklarımı hatırlamaya gayret ediyorum bu sayede.

Bu sabah şansıma elime değen kitap “Sarmaşık”tı. İlk bölümünü açtım. “Tesadüfi Renkler” kitabın ilk bölümünün başlığı. Hikaye İstanbul’da geçer. Ali Ferah renkkörü hastası bir ressamdır. Nobel ödüllü yazar Salim Abidin ise bir nörolojik hastalık nedeniyle harfleri tanıyamamaktadır. “Bir portre ressamı renkleri,ünlü bir yazar harfleri iyi tanıyamıyor. Hastalıklar sahiplerini iyi seçmiş.” Hemen hemen aynı yaştaki bu iki kişi doktor muayenehanesinde bir araya gelirler ve ilginç tesadüflerle sarmaşık gibi birbirlerine dolanırlar.

Kitaplarını okuyunca yazarların hayal dünyasına girmek hayrete düşürür kimi zaman beni. Hayranlık dolu ama tuhaf bir ritimle Şebnem İşigüzel’in kelimelerinin arasında dolandım sabah sabah… Sonra kitabı kapattım… Kitaplığın rastgele bir rafına koydum… Şimdi gerçek dünyaya dönme vakti... Üzerime yumuşak bir gün ışığı düşerken yola düşmeliyim… İş beni bekliyor… Kimbilir ne tesadüfler sarmaşında dolanacağım gene?.. Kimbilir gün neler getiriyor?
"Sarmaşık gibidir insan,kime dolanacağı hiç belli olmaz/ Sarmaşık gibidir hayat,nereden geçip nereye tırmanacağı hiç belli olmaz."

10 Mart 2009 Salı

Mary Shelley-Frankenstein

Sinemanın bir sanat olduğuna inananlardanım. Sinemayı hep sevdim. Sinemacılara daima büyük saygı ve hayranlık duydum.Hatta okuyucuda iyice abartıyor hissiyatı uyandırmayacağımı bilsem,bir sinema bağımlısıyım bile diyebilirim. Çünkü bir süre film seyretmemişsem eğer, film seyretmeyi bünyem ister ve eksikliğini belli eder. Sinemanın büyüsüne kapılıp gidebilme yatkınlığı vardır bende. Bu durum aynı hayalle gerçek arasında rüyaya dalıp, bulunduğunuz mekan ve zamandan bambaşka bir dünyaya geçebilme illüzyonu gibidir. Seyrettiğiniz filmin görüntüsü, oyunculuğu ve müziği; yönetmenin öykü anlatıcılığı ile şahane bir birliktelik oluşturmuşsa eğer, film size kesinlikle bir sihir geçirebilir. Bedeniniz sinema koltuğundayken, filmden size geçen tılsım, sizi bambaşka bir alemde hissetirebilir... Sinema hayatı eşsiz kılabilir!

Ayrıca film seyretmek bir nevi antidepresan etkisi de verebilir. Kimi farklı psikolojik durumlarımda seyredince iyi gelen, ilaç niyetine sakladığım filmlerim vardır. Sahiden de iyi gelirler. Aslında nasıl şifalı otlara, akupunktura, reikiye yada ayurvedaya alternatif tıp deniyorsa , sinema da alternatif tıbbın ta kendisi bence. Hem denemenin ne zararı, ne de yan etkisi var. Belki tek yan etkisi olabilir. Bende olduğu gibi bağımlılık yaratabilir!..

Yıllarca korku filmi seyretmeyi hep redettim. Eskiden korku filmlerini seyretmek, bende gereksiz bir vakit kaybı anlamına gelirdi. İnsan sinemaya neden gider yada niye film seyretmek ister? İyi vakit geçirmek, yaşamın günlük hayhuydan biraz uzaklaşmak, değişik dünyalar, mekanlar, insanlar, yaşamlar görmek, hayatın eşsizliğine, keyfine varmak gibi sebeplerim olabilirdi. Yada bir süre kafayı boşaltmak… Yada bir süre sinemanın büyüsüne kapılmak. Korku filmlerini daima gereksiz ve anlamsız bulurdum. Yaşam içinde karşılaşılan pek çok sevimsiz olay mevcutken, durup dururken kendinizi germenin ne gereği var öyle değil mi? Öyle değilmiş. Daha sonra korku ve hayret veren filmleri seyretmeye başadıkça ne kadar yanıldığımı öğrenecektim. Öğrenecektim ki Orsan Welles'in dediği gibi ."En büyük yanılgımız sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görmektir." Okudukça ve seyrettikçe anladım.

Öyle tahmin ediyorum ki,Frankenstein adı, filmi seyretmeyen herkeste korku hissi uyandırır. Ben de aynı fikirdeydim. Sonra bir yazıdan etkilenip seyrettim. Bazı yazılar da filmler gibi etkiler beni. Gördüm ki aslında Frankestein bir korku filmi değildir. Bilakis hüzünlü hatta acıklı bir öyküsü vardır. Filmin kahramanı Dr. Frankenstein insan yaratmayı ve ölümsüzlüğü bulmayı amaçlar. Uğraşıları sonunda bir ölünün bedeni ile bir suçlunun beynini birleştirerek bir ucube yaratır. Sonra duruma hakim olamaz. Yaratık ise aslında yumuşak bir kalbi olmasına rağmen, sadece görüntüsü sebebiyle insanları korkuttuğu için, toplum tarafından dışlanır. Yaratık neden böyle davranıldığını bilmediği için çok acı çeker. Filmin bu sahneleri sahiden üzücüdür. Tek başına kaldıkça ve dışlandıkça da acımazsızlaşmaya başlayacaktır. Eğer bu filmi benim gibi korku filmidir diye seyretmeyen varsa mutlaka seyredilmesini öneririm.

Aslında benim bu yazıyı yazmamın nedeni, bu filmin daha doğrusu kitabın yazarı Mary Shelley’dir. 1797 ile 1851 yılları arasında yaşamış bir İngiliz kadın romacı yazmış Frankenstein’in öyküsünü. Yazarın yaşam öyküsünü okuduğunuzda görüyorsunuz ki yazarın kendi hayatı da film gibi. Annesi Shelley’i doğururken ölmüş.Bu olaydan sonra belki de yaşamı boyunca annesinin ölümünden kendisini suçlamış olabilir. Kim bilebilir? Mutsuz ve yalnız bir çocukluk geçirir. Sürekli kitap okur ve hikayeler yazar. Dönemin romantik şairlerinden Percy Shelley'e aşık olur. Şair evlidir. Birlikte İsviçre’ye kaçarlar. Daha sonra evlenirler. Frankenstein öyküsünü yazmay, gördüğü bir kabus sonunda karar verir. Öykü 1818 yılında da yayımlanır. Yazar bir tekne kazasında eşini kaybeder ve 1851 de ölene kadar da yazarlık yapar.

Mary Shelley’in yazdığı bu öykü, ilk kez 1910 ve 1915 yıllarında filme çekilmiş. Asıl patlamasını 1931 yılında yapmış. Daha sonra Frankenstein’ın Oğlu, Frankenstein’in Hayaleti, Frankenstein Kurtadama Karşı gibi değişik isimlerle filmleri yapılmış. İngiliz yazar Mary Shelley'in yazdığı bir öykünün filmini biz, neredeyse 200 yıl sonra halen seyretmeye devam ediyoruz.


Hernekadar korku filmi değil desem de yönetmen, filmin açılış sahnesini simokinli bir adamın şu sözleri söylemesiyle başlatmayı tercih etmiştir: “Nasılsınız? Bay Carl Laemmle (yönetmen), küçük bir uyarıda bulunmadan bu film sunmanın nazik olmayacağını düşünüyor.Frankenstein dosyasını açmak üzereyiz. Tanrı’ya güvenmeyerek kendi benzeyişinde bir insan yaratmaya çalışan bir bilim adamı. Bugüne kadar anlatılmış en tuhaf öykülerden biri. Yaradılışın iki büyük gizemi ile ilgili: Yaşam ve ölüm. Sanırım sizi heyecanlandıracak. Sizi şoka uğratabilir. Hatta sizi çok korkutabilir. Aranızdan herhangi biri sinirlerinin gerilmesine aldırmıyorsa şimdi sizin şansınız… Tamam,sizi uyardık !"
.

9 Mart 2009 Pazartesi

Okuma Yazma Kursu Anıları - 2



AÇEV Gönüllü Öğretmeni arkadaşım Oya’nın, öğrencileri ile bilgilerini bloğuma geçirmeye devam ediyorum. Bu yazı ile öğrencilerini tanımış olduk. Şimdi Oya’dan derslerde yaşadıkları hoş anıları bizlerle paylaşmasını bekliyoruz. Sevgiler!

Öğrenci Kadınlar / Anılar - 2

Refigül – Muş’lu bu hanımımız. Sınıfın en iyileri vardır ya onlardandı. Kurs boyunca noktasından virgülüne ne gösterdiysem aynısını uygulayan…Kayınvaldesinin " Okuyup yazıp da ne olacak? Niye kursa gidiyorsun? Otur oturduğun yerde!" uyarılarına rağmen ustalıkla onu idare edebilen zeki ve tatlı kadın.

Gülender Hanım – Hani her işin altından kalkacak gibi görünüpte dik durmaya çalışan, yorgun ama mücadeleye devam diyenlerdendi.

Şaduman – Sınıfın en genci. 25 yaşında, 4 yaşında kızı Şevval, karnındaki üç aylık bebesiyle iki ay sınıfta var olacaktı. Daha sonra birdenbire yok oldu.Komşularından aniden taşındıklarını ve nereye gittiklerini bilmediklerini öğrenecektim. Telefonu cevap vermeyecekti. Nasıl da hevesliydi oysa… Apar topar gittiklerine göre bir sorun vardı. Onu merak ediyorum. Dilerim iyilerdir.

Sınıfta üç Hatice olur da üç Ayşe olmaz mı?

Ayşe’lerden biri eşini kaybetmiş.Pazarcılık yaparak evin geçimi sağlayan,çocuklarına kol kanat geren tez canlı öğrencim. Okuma yazmayı çok çabuk öğrendi.

Ayşe lerden diğeri disiplinli,kendi doğruları olan,ödün vermeyenlerdendi. Başlarda hep mesafeli olup,güvenmek için bekleyenlerdendi. Kursun ilerleyen zamanlarında iyi iletişim kurduklarımızdandı.

Ayşe’lerden üçüncüsü ise hüzünlü bir kadın… Nasıl olmasın ki? Altı çocuğundan ondokuz yaşındaki kızını hastalık sonucunda yitirmişti. Çocukluğundan beri okuma yazma aşkıyla yaşalmış 45 yaşındaki Ayşe. Günlükleri ile dertlerini paylaştığım, duygularını çok iyi ifade eden kadın…




Makbule Hanım – 60’ına merdiven dayamış,Karadenizli,c-ç, p-t-d, ı-i leri bir türlü yerinde kullanamayan elma şekeri gibi bir kadın…

Saadet – Ne de sessiz, kurs boyunca ses tonunu duyamadığım,ama sessizliğin içindeki sesi duymaya çalıştığımdı..

Zehra- Kimliğinde Zehra yaziyor ama herkes onu Nazlı diye biliyor.Belli ki adından hoşnut değil. Nazlı denmesini istiyor. Ben de ismi ile barışık olsun diye onu ikna etme çabalarına girmiştim. “Zehra ne güzel isim,çok sevdiğim babaannemin adıdır.” dedim,işe yaramadı.
“Aaa bak Hülya Avşar’ın kızı da Zehra” diyerek işi biraz magazinleştirdim. “Iıh,nafile!..İlla ki Nazlı.. Vazgeçmiyor. Eee ben de çok oluyorum hani.. Susuyorum ve kabulleniyorum. Ama düşünmeden edemiyorum… Belki hayatı boyunca hiçbir seçim yapamamıştı da işe kendi adından başlamıştı. Olsun bu da çok şeydi aslında. Belki de anasına, babasına, eşine, cocuklarına, komşularına, hiç naz yapamamıştı da benim adım Nazlı olsun demişti kimbilir.

Sıdıka Hanım – Pazarda yün satıyor. Yünleri gibi kendi de sıcacık. Yazmada zorlandığı zaman “BOŞVERR Hocam!” deyip beni gülümseten kadın. Sonra anlayacaktım ki o BOŞVER in altında yatan şeyin şeker hastası olmasında yatıyordu. İnsülin kullanıyordu. Doktor ona “ Üzüntü,sıkıntı bu hastalığa iyi değil, boşvereceksin, kafana takmayacaksın” demişti. O da bunu uyguluyor.

Celile – Mardin’li. Kendi deyimi ile Arap. Kendinden üç yaş küçük biriyle töre gereği istemeden evlendirilmiş, alımlı,akıllı, 20 li yaşlarda olupta ancak bu kadar olgun olunur denecek kadar, okuması,yazması, düşünceleri de çok iyiyidi.

Saliha – Karadenizli. Gümbür gümbür. Kapı gibi hiçbir zorluk onu yıldıramaz gibi gözüküyor, tıpkı memleketinin denizi gibi..

Havva – Trabzon’lu. Yanakları heyecandan kızaran, eli ayağı birbirine dolanan, fasulye turşuları ie soframı tatlandıran dünya şekeri kadın.
Nezahat - 40 lı yaşlarda, 6 çoçuklu, şalvarı ve yazmasıyla tipik köyümün insanı, internet kullanan süper Nezahat. Nasılda şaşırmıştım internet kullanıyorum deyince... Herhalde çet, met yapıyordur diye düşünmüştüm “İnternetin kütüphanesine girip çuçukların derslerine yardım ediyorum” dediğinde nasıl da şaşırıp kalmıştım öylecene...Şimdi ilkokul diploması almak için , kolları sıvamış durumda “ Sonrada ehliyet alacağım”diyor. Harikasın sen Nezahat “ Bu köye Muhtar yapalım seni “ deyince. “ Ooo olmaz, ben belediye başkanı olmak isterim” yanıtını almıştım. Eee artık buda bana kapak olsun.

Zübeyde – Çocukları ilkokula gidiyor. Onlarla birlikte öğrenme yarışına girmişti. Gayretliydi. İlk geldiğinde adını bile yazamıyordu. Bir gün derste telefonuna mesaj gelmişti. Kendini tutamayıp “ Hocam,hocam mesajı okuyabiliyorum!” diye sevinçle haykırmıştı. Ne güzel ellerimizi şaklatıp sevinmiştik. O an ben daha ne isterim ki! Olay işte budur!
İşte böyleydi benim öğrenci kadınlarım! Onlara yeni bir pencere açmaya çalışırken,onlar da benim dünyamı renklendirdiler. Hepsine kucak dolusu sevgiyle teşekkürler! Oya Usta


İnsan Duyguları Değişmez mi?


"Gülü Farketmek" yazımı hazırlarken, Fransız şairi Pierre de Ronsard (1524-1585) ile "Gül ü Bülbül"'ün yazarı Kara Fazıl'ın ( -1563 )aynı çağda, birbirlerinden habersiz gül şiirleri yazdıklarını öğrenmiştim. Ronsard'a ait hoş bir Sone okudum. Üstelik Orhan Veli Kanık Türkçe'ye çevirmiş. Ronsard 1500 lerde yazmış bu soneyi. Şimdi 2000 lerdeyiz. Yarım yüzyıl geçmiş aradan. Okuyunca kadınlar için yazıldığını anlıyorsunuz. Dün kadınlar günü sebebiyle bloğuma bir şey yazmamış olduğumu farkedince, bugün bu Sone'yi armağan ediyorum tüm hemcinslerime... Yazan 1500'lü yıllardan Fransız şair Pierre de Ronsard, çeviren 1930 lu yıllardan Türk şairi Orhan Veli Kanık, okuyan 1900 lü yıllardan şiir seven bizler... Ve okuyunca Sone yi anlıyorsunuz ki değişmeyen tek şey var: İnsan duyguları!...

Sone

Bir çiçek demeti gönderiyorum size;
Kendi elimle kopardım bu çiçekleri;
Yarına kadar hepsi döküleceklerdi
Biri çıkıp akşamdan onları dermese.
Size güzel bir ders olmalı bu hadise;
İstediğiniz kadar güzel olun şimdi,
Kaybedeceksiniz elbet bu güzelliği,
Bu çiçekler gibi solacaksınız siz de.
Zaman geçiyor, sultanım, geçiyor zaman.
Zaman değil geçen, en güzel çağı ömrün;
O büyük dalga bizi de alacak bir gün.
Göçüp gittiğimiz gün biz de bu dünyadan
Unutulur sevdiğimiz, sevildiğimiz,
Sevmeye bakın, geçmeden güzelliğiniz.

8 Mart 2009 Pazar

Şiir



Gözleri deniz, yüreği temiz çocuk…
Korkuyorsun…
Bilmiyorsun…
Çıktığın yolculuk nerede son bulur?..
Ama boşa endişen…
Hangi durakta inersen in…
Bastığın yer cennet olur…

Gülü Farketmek

Hayat hızla akıp gidiyor. İçinde yaşarken çoğu zaman anlamıyoruz. Bir aybaşı gelse, çocuk biraz daha büyüse, okulum bir bitse gibi düşüncelerle hep geleceğimize hedeflenlenmişiz. Oysa kaçırdığımız şimdiki zaman. Hayatı ve çevremizi farkederek yaşamak ne kadar mühim aslında. Hayat elimize verilen boş bir sepet sanki. Aldığımız kararlar,yaşadığımız tecrübeler, acılar, hüsranlar, hatalar, bezginlikler ,okunan kitaplar, gezilen şehirler, seyredilen manzaralar, yaşanan güllük gülistanlık anılar hepsi giriyor hayat denilen boş sepetin içine birer birer. Yaşamda yanından gelip geçerken görüpte farketmediğimiz onca şey varken,cismini gördüğüm de bir değer olarak kabul ettiğim her şeyin mana tarafını merak ediyorum. Bloğuma “Gül ile Bülbül’ün Aşkı”’nı yazınca, gül ve bülbülün hayatımızdaki yerini düşünmek istedim. Günümüzün modern yaşam koşulları içinde bülbül sesi duymamız artık çok zor. Bülbül sesi duymak için ya kıra çıkmamız yada belki bir hayvanat bahçesine gitmemiz gerekiyor. Kıra gitsek bile duyacağımız kuş seslerini birbirinden nasıl ayıracağız ki bu bülbül sesidir diyebilelim?! Unuttuk kuş seslerini çoktan..

Lakin, zaman zaman çevremizdeki bahçelerde, çiçekçilerde yada özel bir gün sebebiyle gülle yollarımız kesişebiliyor. Farkında olmasak da, günlük konuşmalarımızda gül ile ilgili kelimeler ve cümleleri sıkça kullanıyoruz. Güzel kokulu ve muhtelif renkleri mevcut bir çiçek çeşidi olan, herkeste ayrı bir çağrışım uyandıran gülün yaşamımızdaki yerine bir bakalım istedim. Meraklı olmak böyle bir şey işte...Öğrenene kadar kemirir beni...


Okuduğumuz şiirlerde yada şarkılarda, gül hep sevgili, bülbül de onun aşkıyla yanıp tutuşan aşıktır. Rivayete göre gülün rengi aslında kırmızı değilmiş. Gül ,bülbüle hiç yüz vermeyince, bülbül gülün bu umursamazlığına dayanamamış ve gidip gövdesine konmuş. Gülün dikenleri bülbülün göğsüne batınca, akan kan gülün köklerinden damarlarına akmış. Gül o günden sonra kırmızı açmaya başlamış. Şimdi kırmızı, pembe, beyaz, katmerli, yediveren gibi çeşitli türleri olan gül, konuşma dilimizde goncaysa dudağa benzetilir, utanıp pembeleştiyse yanağa benzetilir. Yada gülünce yüzlerde güller açar veya bir saba rüzgarıyla gelen o şahane kokudur.



Efsaneye göre; Antik Yunan'da gül Afrodit’in çiçeğiymiş. Afrodit’in ilk eşi Adonis, Mars tarafından öldürülünce kanından kırmızı gül meydana gelmiş. Böylece Yunanlılara göre gül Afrodit’in simgesi olmuş.

Batıda da bizde de aynı zamanlarda gül ile ilgili pek çok eser üretilmiş. Edebiyatımıza baktığımızda gül ile ilgili yoğun bir şekilde gazeller, kasideler,halk hikayeleri, dini kıssalar olduğunu görüyoruz. Genelde alegorik hikayeler bunlar. Nasıl Romeo ve Juliet’in yazarı Shakespeare ile Leyla ve Mecnun’un yazarı Fuzuli aynı çağda yaşamışlarsa, Fransızların ünlü şairi Ronsard ve bizim Gül ü Bülbül’ün şairi Kara Fazli aynı çağda yaşamış ve birbirlerinden habersiz gül konulu şiirler yazmışlardır. Çağdaş Rilke ve Rindlerin Akşamı’nda ‘’Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahud gül’’ diyen Yahya Kemal’in birbirlerinden habersiz gülle ilgili şiirler yazdıkları gibi.

Umberto Eco, “Gülün Adı” romanıyla tarihe yönelirken, Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gül temalı şiirleri çok daha önceleri yazılmış. Yahya Kemal’in “Söz Meydanı” adlı gazelinden şu mısraları alabiliriz :
“Zaman o gül gibi gül görmemiş zaman olalı
Gülün güzelliği dillere destan olalı”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok az sayıdaki şiirlerinden birinin adı “Gül”dür. Ayrıca “Bir Gül Tazeliği”, “Güller ve Kadehler”, “Bir Gül Bu Karanlıklarda” gibi adında gül olan pek çok şiiri vardır. Sezai Karakoç’un "Gül’ün Muştusu" şiirinden bir kaç mısra yazayım istedim:
“….Yabancı bir şehir gibi
Kırmızı güller yerli
Kuzuların doğması nasıl beklenirse o ülkede
Güllerin açması da öyle beklenir gün doğmadan önce "
Edip Cansever’e, Hilmi Yavuz’a kadar onlarca şair gülle ilgili şiirler söylemişlerdir.

Dinler Tarihi incelendiğinde ise, gül hep karşımıza çıkacaktır. Adem Peygamber ile Havva'nın üzerinden kuruyup dökülen yaprakların,yerden güzel kokulu bir bitki olarak büyüdüğü ve bu çiçeğin de gül olduğu rivayet edilir. Nemrut tarafından İbrahim peygamberin mancınıkla atıldığı ateş, ilahi bir emirle gül bahçesine dönüşmüştür. Bazı Hristiyan tarikatlarında gül Hz. İsa’yı temsil eden haça tekabül eder.

Fakat gül hiçbir dinde İslam kültüründeki kadar açık bir şekilde peygamber sembolü olmamıştır. Yunus Emre “Çiçek eydür ey derviş/Gül Muhammed teridir.” demiştir. Ve Süleyman Çelebi “Terlese güller olurdu her teri / Hoş dererlerdi, terinden gülleri’’ der mevlidinde. Yani Peygamber Muhammet’in terinin kokusudur gül kokusu. Bu nedenle çini, tezhip, minyatür, kitap tezyini, kumaş boyama, ağaç işlemeciliği gibi İslam sanatlarında gül yoğunlukla kullanılmış. Fatih Sultan Mehmet’in portresindeki gül, padişahın gücünün yanı sıra manevi zenginliği ve inceliği göstermekteymiş.Tasavvuftaki gül manası nedeniyle belki de ramazan tatlısına güllaç denmiş, dini törenlerde gül suyu dökmek adet edinilmiş.

Ayrıca günlük konuşma dilimizde de gül kelimesini nekadar çok kullanıyoruz aslında .. Gül kelimesinden türetilmiş pek çok ismi kız çocuklarına takıyoruz: Gül, Gülşen, Gülay , Gülçin , Gülgün,Songül… Gül ile ilgili pek çok deyimimiz var; gül gibi geçinmek, gül üstüne gül koklamamak, güllük gülistanlık gibi mesela. Ya atasözlerimiz... Gülü seven dikenine katlanır, gülün kadrini bülbül bilir, gülü yad ettikçe bülbülün feryadı artar. Peki okul yıllarının anket defterlerine yazılan şu cümleleri hepimiz ezbere bilmez miyiz? “Gülü bir gün seni her gün, gülü soluncaya seni ölünceye kadar seveceğim.” Ya şuna ne demeli? “Ben sana gülüm demem,gülün ömrü az olur!”

Çok daha fazla ayrıntıya girilirse gülün renklerine veya sayılarına göre anlamını yazmak da mümkün. Ben daha fazla uzatmak istemediğim için, burada sözüme nihayet vereceğim. Gülün rengine, kokusuna, duruşuna, sanatta kullanışına daha fazla dikkat etmek gerekiyor demek ki. Gül muhtelif kültürlerde ilahi manalar ifade ediyorsa eğer, gülün bu özel durumları bilinmeli. "Gül,o güzel kokuyu, dikenle hos geçinmekle kazandi." derler. Öyle ise eğer, galiba yaşamın getirdiği dikenli engelleri sabırla aşmak gerekiyor. Aslında etrafımızdaki herşey ne kadar manalı. Günlük koşuşturmalarımızda görmediğimiz, daha doğrusu görüpte fark etmediğimiz ne çok şey var!... Bence mümkün mertebe ıskalamamalı bu güzellikleri...Farkederek yaşamak ve hayata lezzet katmak gerek!..

Bülbül ile Gül'ün Aşkı

"Bir küçücük güllen, minicik bir bülbülün devasa aşkıdır bu. Asırlardır dillerden dillere söylenen, kahi Leyla, kahi Mecnun; öyle ya her aşkın bir ahı var. Sakın ola bir ottur, bir kuştur diye küçümseme gafletine düşmeyesiniz. Sonra öyle bir bülbül olursunuz ki daha ötmesini bilmeden gülün goncasını açmasını bekler durursunuz. O minicik bülbül ki boyuna posuna, o bir lokmacık etine bakmadan semada uçuşup dururken, öyle bir koku almış ki bir anda başı dönmüş. Kolu kanadı kırılmış.Gülün rayihasının meftunu olup "Acep nerden gelir bu koku?"diye semadan yere doğru pike yapıp seyirtmiş.

Uzun bir müddet ağaçların,çalıların,otların arasında bu güzel kokunun sahibesini aramış durmuş. Bulamayınca da yüksek bir yere konmuş; yanık yanık öterek sesini duyurmaya çalışmış. "Kaşları yayım, çehresi ayım, benlerin çoktur,akranın yoktur,bir yüzü mahım, zülf ü siyahım, bakıp durmalı, cana sarmalı, hemen almalı." demiş durmuş. Gül uzaklardan gelen bu hoş serencamı işitmiş; o da bu güzeller güzeli sesin sahibine bir anda meftun olmuş. Rayihasından olabildiğince kokuları rüzgarların peşi sıra savurmuş. Bülbül rüzgarın ardından gelen bu kokuları takip etmiş. Dikkatinizi celbederim, bülbül gülü görmeden kokusuna meftun olmuş, gül bülbülü görmeden sesine aşık olmuş.

Aşıkla maşuk vuslat hasretiyle yanıp kavrulurken,kavuşmaları çok fazla vakit almamış. Derken akabinde ve detayında vuslat hasrete mani olamamış. Bülbül güle öyle sevdalanmış öyle sevdalanmış ki onun her halini görmek istemiş. "Yaprağında benim, dikenin de benim, ezan da benim, cefan da benim olsun!" demiş. Gül de sevdalısının sesine öyle meftun olmuş ki ona en güzel kokularından hediye edebilmek için bir solmuş bir açmış, bir solmuş bir açmış ve ona en güzel halini göstermek istemiş. Gül kokusu ile dile gelmiş. "Ah benim efendim, selvi bülendim! İzzette yekta, saadette bihemta, muhabbette lanazir, güzellikte bi kusur, candan azizim,şekerden lezizizm, efendim, canım, sultanım! Makbulunuz olmaktır niyazım!.."

Her aşkın bir cilvesi vardır. Bülbül ile gülün aşkının cilvesi ise birbirlerine aşık olup, kavuşup hasretlerinin son bulmamasıdır. Yani vuslatın hep başka bahara kalması. Bülbül öttükçe gül açmış. Gül açtıkça kokusu bütün aleme yayılmış. Gül utancından goncaya dönüşmüş. Bülbül gülün bu halini görebilmek için var gücüyle ötmüş...ötmüş... ötmüş... ötmüş...Gelgelelim gülün tomurcuktan gonca haline geçtiği sıra hep yorgunlukran bitap düşüp uykuya, gaflete dalmış. Her uyandığında da gül açmış, bülbül feryat figan edip göremediğine yanmış. Ve o günden beri her sabah vakti bu ızdıraplı aşk terennüm edip durmuş.

Bülbül sevdiğinin gonca halini görmek hasretiyle bir ömür ötmüş. Gül ise sevdiğinin en güzel halini görebilmesi ümidiyle bir ömür boyu açmış solmuş.. açmış solmuş... açmış solmuş...

Ne gül olmak kolay ne de bülbül ! Bülbül olmayı istersen bir ömür boyu yanacaksın!... Gül olmayı seçtiysen bir ömür boyu solacaksın!..."

"Bugün Muhammed Peygamber'in Doğum Günüdür! Nice Kandillere! Hep beraber!..."

NOT: Bu öyküyü Ekmek Teknesi dizisinde, Heredot anlatmıştı. Çok severim. Bugün bloğuma aynen yazmak istedim.

Kolay Lahmacun

Nedense yemek yazılarım oldukça fazla ilgi görüyor. O kadar fazla mail alıyorum ki yemek yazılarım konusunda başedemiyorum artık. İlla yemek tarifi yazmalıymışım. "Mümkün mü böyle bir şey Sevgili Okuyucu, hiç mümkün olabilir mi? Burası yemek sitesi mi? "diye herbirine cevap yazıyorum. Ne deseler beğenirsiniz; hepsi aynı ağızdan çıkmış gibi hemde?!.. Bana verdikleri cevaplar aynen şöyle: "Yemek tarifinize kim bakıyor ki?!.. Dikkatimizi çeken durum eşyalarla konuşmanız...Gerçekten çok tuhaf birisiniz!" Haydi buyrun burdan yakın sayın seyirciler! Esas tuhaf sizsiniz bence!..Yazılır mı böyle bir şey koskoca blog sahibine?!..
Okadar kızgınım ki, işte yazıyorum bir yemek tarifi gene...Üstelik de her şeyle konuşacağım var mı itiraz eden? Etseniz de duymuyorum ki nasılsa zaten ben! Ohh, be!!


Şimdi tarifini verecegim yemeğin adı " Kolay Lahmacun". Bir nevi hafta sonu yemeği. Kolay, ucuz, lezzetli ve fevkaladenin fevkinde bir görüntü... Daha ne istiyorsunuz? Siz tarife bakınız sadece. Benim eşyalarla konuşmama niye takılıyorsunuz?

Evet... Bakın şimdi, ben mutfağa girmeden önce, "Girebilir miyim?" derim. Cevabını bildiğim için sorarken zaten içeriye girmişimdir. Kime mi soruyorum "Girebilir miyim?" diye? Kime olacak, tabii ki Sevgili Mutfağıma. Bakın, eğer izinsiz girerseniz mutfağa, başınıza birşey gelir mutlaka. Ya elinizi yakarsınız ocakta, ya bir tabak kırarsınız, yada bir bardak düşüverir elinizden oracıkta.Eliniz ayağınız birbirine dolanır da, unutuverirsiniz ne yapacağınızı yada. Buzdolabının kapağını açarsınız öyleee uzun uzun bakarsınız; niye kapağı açtığınızı hatırlamazsınız da dolabın önünde öylece donakalırsınız. Ne yapacağınız bilmez kalakalırsınız. Yaşlandınız sanırsınız... Unuttunuz ya neden bakıyorsunuz melul melul dolaba. Kendinize şaşakalırsınız bu durumda! Yaa! Şimdi bu ruh haliyle pişirdiğiniz yemekten ne beklersiniz? Mümkün mü şöyle nefaseti yerinde, albenisi fevkalde bir yemek pişirebilmek? Yapamazsınız asla! Benim yemeklerimdeki en büyük sır şudur işte: İzin almadan girmem bir mekana ve saygı duyarım bana hizmet eden her eşyaya!

Okadar sinirlendim ki daha fazla yazmaya devam edemeyeceğim. Bu asabiyetle verdiğim tarif bir şeye benzemez. O nedenle sinirim geçsin diye beklemeliyim. Yapacağım şey bu durumda ya birine sataşmaktır. Şimdi herkes uyurken bulmam mümkün değil kavga etmek için birini bu gece yarısında...O halde uyuyacağım işte! Hemen hemde!... Yarın devam edeceğim. Eğer keyfim isterse!!... Kimbilebilir? Belki de...

6 Mart 2009 Cuma

Mahur Beste

Attila İlhan
MAHUR BESTE

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
ATTİLA İLHAN
NOT: Aslında niyetim Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yazmaktı. "Mahur Beste" ile başlayacaktım yazarı anlatmaya. Lakin televizyonda Siyaset Meydanı vardı. Bir Veda Havası başlığı ile Ahmet Kaya programın konusuydu. Ahmet Kaya, Attila İlhan'ın o şahane şiiri "Mahur Beste"'yi söylemeye başlayınca ve ben ne kadar özlediğimi farkedince bu şarkıları; üzgünüm ama unuttum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Mahur Beste" hakkında söylediklerini... Attila İlhan'ın "Mahur Beste" şiirine geçtim.

5 Mart 2009 Perşembe

Yelkovan Kuşlarının Peşinden...

Gün olur / alır başımı giderim / Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda /Şu ada senin, bu ada benim / Yelkovan kuşlarının peşi sıra./ Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;/ Çiçekler gürültüyle açar; /Gürültüyle çıkar duman topraktan. / Hele martılar, hele martılar,/Her bir tüylerinde ayrı telaş!.../ Gün olur, başıma kadar mavi; /Gün olur başıma kadar güneş; /Gün olur, deli gibi... ORHAN VELİ KANIK

Şiirinde "Yelkovan Kuşları"nın peşi sıra alıp başını gitmek istemiş ya Orhan Veli Kanık, bendeki merak duygusu gene kemirince yüreğimi düşünmeden edemedim. "Niye Yelkovan kuşları peşi sıra gitmek istiyor acaba şair?" dedim. Bu kez ben Yelkovan Kuşlarının peşine düştüm...

Yelkovan Kuşları, martı büyüklüğünde iyi yüzücü ve dalıcı kuşlar. Yalnız üreme dönemleri karaya çıkıyorlar. Tek eşliler.Akdeniz ülkelerinde ve Türkiye'de özellikle İstanbul Boğazı üzerinde çokça bulunuyorlar. Yön bulma kabiliyetleri çok güçlü. Günlerce uçsuz bucaksız okyanuslarda uçabiliyor ve sonra geri döndüklerinde yuvalarını şaşırmadan bulabiliyorlar.

Yelkovan Kuşları, rüzgarın seslenmesiyle kanatlanıp, ne serüven yaşayacağını bilmeden, yüreklerinin götürdüğü okyanus ötelerine uçup giden, sonrasında yuvasının yolunu bulup dönebilen maceracı kuşlarmış!.. Şairin Yelkovan Kuşları peşi sıra gitmek istemesi bundan demek ki! Şimdi ben de çıkmalıyım ofisimden! Yelkovan Kuşları peşi sıra gitmeliyim! Şu ada senin bu ada benim demeden hemde! Önce denizi koklamalıyım,aracıma binmeden! Başımı alıp gitmeliyim! Duramam!Hemen etkilenirim! Gitmeliyim şimdi!.. Az sonra İzmit'te bir toplantım var. Ne var? Toplantıya gidene kadar, kendimi Yelkovan Kuşlarının ardına düşmüş de başımı alıp gidiyormuş gibi hissedemez miyim?!...Hem de nasıl hissederim içimdeki yolculukta... Gidiyorum... Hemeeenn!! Off! Bu yazıyı yazarken geç kalmışım zaten!!

"Benim söz ettiğim 'yolculuk'türü, 'travel' ya da 'trip' değil, 'journey'dir. Dıştan yapılan ve yapanın içinde hareket ettiği ve içinin yer değiştirdiği bir 'yolculuk'türü." Cengiz Çandar/ Benim Şehirlerim

Deli Eder İnsanı Bu Dünya!



Bugün işe gelirken baktım bir ağaç,mevsimini şaşmış, azıcık hava ısındı ve güneş açtı ya aldanmış. Aaa! O ne? Çiçek açmış!.. Dayanabilir miyim? Hemen aracımı yolun kenarına çektim. Hep hasar fotoğrafları mı çekeceğim? İşte bu şaşkın ağacı çektim. Deli etmez mi insanı bu tepeden tırnağa çiçek açan ağaç? Deli eder tabi ki!.. O zaman bir büyük şairimizi anmadan geçemeyeceğim...


DELİ EDER İNSANI

Deli eder insanı bu dünya;Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç ORHAN VELİ KANIK


GÜN OLUR
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra. Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan. Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!... Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...
ORHAN VELİ KANIK

4 Mart 2009 Çarşamba

Dört Hüzünlü Yalnız Yazar

Reşat Ekrem Koçu

Sabah işe gitmeden önce kitaplığımın yanından geçerken Orhan Pamuk'un İstanbul adlı kitabı gözüme çarptı. Aldım yerinden ve kokladım önce. Baktım 2004 yılında okumuşum.Sonra rastgele açtım bir sayfa. Kitabın 11.bölümü çıktı karşıma. Hani "Dört Hüzünlü Yazar" bölümü var ya. Kitapları okurken,ilgimi çeken cümlelerin altını kalemle çizerim ben. Bu bölümde de çizdiğim cümleler var. Ama son paragrafındaki cümlelerin tamamının altını çizmişim hiç acımadan. Sayfanın canı acır mı acaba kalemin ucundan? Bence acımaz! Bence kitap, beğendiği cümlelerin altını çizen okuyuya minnet duyar. Hele benim gibi okuyucuya. Ellerim, koklarım,okurum, çizerim...Bazen de bazı cümleleri sesli okurum...Bütün saydıklarım yetmez. Kulağım da duysun isterim.

A.Şinasi Hisar Yahya Kemal

Orhan Pamuk'un kitabının "Dört Hüzünlü Yazar" başlıklı bölümünün son paragrafında şunlar yazmaktadır: "Hatıra yazarı Abdülhak Şinasi Hisar, hakkında bir kitap yazdığı arkadaşı şair Yahya Kemal,onun öğrencisi ve sonra yakını romancı Ahmet Hamdi Tanpınar ve gazeteci-tarihçi Reşat Ekrem Koçu,bu dört hüzünlü yazar, bütün hayatları boyunca yalnız yaşadılar, hiç evlenmediler ve yalnız öldüler. Yahya Kemal dışındakiler ölürlerken eserlerini istedikleri gibi tamamlayamadıklarını,kitaplarının parçalar halinde yarıda kaldığını ya da istedikleri okuru bulamadıklarını da acıyla hissediyorlardı.İstanbul'un en büyük ve en etkili şairi Yahya Kemal ise, hayatı boyunca kitap yayımlamayı zaten reddetmişti." Kitabın bu satırlarını okuyorum ve bloğumda bu değerli yazarlarımız hakkında yazı yazmaya karar veriyorum. En kısa zamanda!

Ahmet Hamdi Tanpınar

3 Mart 2009 Salı

Bir Küçük Civciv !!!

Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı gönüllüsüyüm. İzmit'in bir mahallesindeki çocuklar için kurulan bir biriminde, haftada bir gün iki saat öğretmenlik yapıyorum. Neler yapıyoruz ?
Çocukları okullarından öğretmenleri getiriyor ve bizim ellerimize bırakıyor. Bugün için seçtiğim konu:"Neler Tüketiyorum?"du. Sordum:
- Sabah kalktınız,neler yaptınız? Neler tükettiniz ?Bir düşünelim bakalım!
Ben başladım anlatmaya.
-Kalkınca önce ne yaparız? Ellerimizi ve yüzümüzü yıkarız değil mi?
- Eeeevvvvveeeettttt!
- Peki elimizi yüzümüzü yıkarken ne tüketiriz? Neyle yıkarız ellerimizi?
-Suuuuuuuu!
- Suyu dikkatli kullanmaliyız değil mi?
- Eeeeevvvveeeet!
- İşte böyle konuşacağız şimdi çocuklar. Şimdi düşünelim bakalım. Neler tüketiyoruz başka? Çöplerimiz nelerle doluyor hiç dikkat ettiniz mi? diye başlayıp devam eden bir ders süreci.
Sonra ellerine kağıt ve renkli kalemler veriyorum. Hep birlikte çöpe neler atıyoruz, resimlerini yapıyoruz. Nelere dikkat etmeliyiz konuşuyoruz bangır bangır, hepbirağız!


Oyunlarım var, çocuklarla birlikte oynadığım. Bugün gelenler birinci sınıf öğrencileriydi ve benim oynattığım oyunların hiç biri bildiklerinden değildi. Çok hoşlarına gitti. Neler mi oynadık?

"Çocuklar, şimdi hepimiz civciviz! Önce ben civciv olacağım(!!). Kanat çırpa çırpa alçak bir dala koncağım." Yapıyorum. Kollarımı kanat yapıp sallıyor ve yere çömeliyorum. "Hepbirlikte şöyle söyleyeceksiniz: Bir küçük civciv dalda oturuyor. Bir daha gelmiş iki oluyor.Şimdi ikinci civciv kanat çırpa çırpa gelsin bakalım." Devam ediyoruz böyle. "......Dokuz küçük civciv dalda oturuyor. Bir daha gelmis, söyleyin bakalım kaç oluyor?" Ellerine bakan oluyor. Toplama yapmaya çalışan oluyor... "Oooonnn!" diye bağıran oluyor... Böylece oyunla toplama yapıyoruz.
Sonra da civcivler tek tek, kanat çırpa çırpa yerlerine dönüyorlar ve çıkarma yapıyoruz. "...Yedi küçük civciv dalda oturuyor. Bir civciv uçmuş kaç kalıyor?" "Beeeşş!" Aaaaa! " Üüüüççç!" Aaaaa!
"Altıııı!" "Eeeeveeett!" Bu oyunun adı "Bir küçük civciv"

Altı -yedi yaşında hepsi. Çoğunun dişleri tekir bekir. Kiminin dökülmüş, kiminin yeni çıkmış dişleri. Aynı çirkin ördek yavrusu gibiler. Yoksa Benjamin Button mu her biri:) Dişleri dökülüyor ya yaşlılar gibi. Hatta çocuklardan birinin dişi, bugün derste elinde kaldı. Okadar doğal davrandı ki. Elindeki dişe baktı ve cebine attı. Kimbilir kaçıncı dişi elinde kalan. O yaşlar ne komiktir çocuklar. Bir bir daha iki oluyor ya bunu bile bilmeyenleri var. İsimlerini yazamayanları var.Ne tuhaf! Bu yaşlarda insanın bilmediği ne çok şey var. Tam yaşlarının çocukları bunlar. Oldukları gibi. Saf...Temiz... Az bilen. Neleri bilmediğini bilmeyen. Hayatı olduğu gibi gören. Çocuklar...

Bizim çocukların dişleri düştüğünde özel bir tören yapardım. Bende her durum için bir ritüel nedeni vardır. Diş çok mühim. Vücudunun bir parçası öyle değil mi? Saygı ile geldiği yere gönderilmeli. Bizim evde çocuğun dişi düştüyse, hele bir de bu ilk elinde kalan dişiyse ,çocuk şaşırır ve ne yapacağını bilemez ya...Ağlasa mı, ne yapsa? Hemen devreye girerim ve derim ki:
" Hey yaşasın!Ne güzel! Şimdi bu dişi yıkayacağız ve gece yastığının altına bırakacağız. Diş perisi gelecek ve sana bir armağan getirecek!." Çocuk ilk seferinde "Yaaa!" der. Ağlamaz, şaşar bu işe.
Gece yastığının altına koyarız birlikte. Uyurken uykusunda mışıl mışıl, dişi alırım yastığının altından ve bir küçük armağan bırakırım yerine. Usulca öperim yanağından. Sabah uyanır uyanmaz bakar yastığının altına. Aaa!O ne? Diş yok. Yerine konmuş bir hediye. "Anne diş perisi gerçekten var mı?" diye sorar. "Olmaz mı yavrum? Tabi ki var! İşte koymuş ya sana hediye!"
İnanmak ister..Gülümser... Yalan değil ya! Var bir diş perisi öyle değil mi? Bu çok keyifli bir anne çocuk muhabbetidir. Mutlaka yapmanızı tavsiye ederim:)

Bende daha çok oyun var. Anlatacağım teker teker. Her hafta dersten sonra bir tane! Mutlaka!
İşime dönerken arabada söylemeye devam ediyorum yeniden:

- Bir küçük civciv dalda oturuyor. Bir daha gelmiş kaç oluyooooorrrr?

2 Mart 2009 Pazartesi

Ramize Erer -Evlilik

Deyimler sözlüğünden ilham alıp yazı yazan, benden başka kaç kişi vardır diye merak ediyorum doğrusu. İnsana çiçek, böcek, yağmur,bulut, güneş,ay ne bileyim akla gelebilecek herşey ilham verebilir vermesine de, benden başka kim acaba bir "Deyimler Sözlüğü"nden ilham alabilir? Bir yazı yazmak istiyorum misal, sanki içimde bir peri - ilham perim olmalı:)- "Deyimlerle deyimlerle yazalım !"deyu beni ikna ediyor.

Şimdi bakın, bu akşam Ramize Erer'in "Evlilik" adlı karikatür kitabı elime geçti. Tarih atmışım. Bu kitabı 2005 yılında almışım. Karışmış ya benim kitaplığım, her bir kitap, diğerinin içinde sanki. Gene şöyle bir el atayım kitaplara dedim ki, bu karikatür kitabı elime geldi. Aslında kütüphanemin yanındaki pofidik koltuğu kaldırmalıyım. Bütün kabahat onun. Bir kitap ilgimi çekiyor. Elime alıyorum. Koltuğa oturuyorum. Yapacağım asıl işi unutuyorum. Hem koltuğa gömülüp hem de kitabın sayfaları arasında kayboluyorum. Öte yandan aklımda deyimlerimiz var. Madem bu kitap "evlilik" ile ilgili , düşünüyorum "ev"le başlayan deyimleri durmadan!... Bu durumda şöyle başlıyorum Evlilik kitabı ile ilgili yazıma:

Evvel emirde, bu kitabın kapağını , hiç eveleyip gevelemeden bodoslama anlatıvereyim de, Ramize Erer'in gözüyle"Evlilik" ne menem bir şeymiş anlayıverin gayri sizde! Nasıl oldu giriş cümlem?!.. Devam ediyorum. Kitabın kapağındaki karikatürde bir kadın ve bir erkek yanyana oturuyorlar. Eleleler. Adam şöyle demektedir:
- Atık beni sevmeni değil,bana katlanmanı istiyorum Sibel... Katlanacak mısın bana ha?! Kadın dudaklarını ısırır ve aklından şu geçer hemen:
- Hii!..Benimle evlenmek istiyor!... Hahha! Böyle işte!...

Kitabın ön kapağındaki karikatür buysa, demek ki Ramize Erer evliliği katlanmak olarak görmektedir. Peki, bir de kitabın arka yüzüne bakıyorum hemen. Ramize Erer'in bir fotoğrafı ve Evlilik başlıklı bir yazı var. "Mutlu aşk yoktur" demiş şair. Ya mutlu evlilik?! İnsanlığın en eski ve kutsal kurumu olan evlilik,sürekli bir mutluluk ve huzur vaad ederken,bunun aksine, sürekli bir mutsuzluk ve huzursuzluk sebebi de olabilir.Evlilik halleri hep bıçak sırtında"diye başlıyor Ramize Erer'in Evlilik adlı karikatür kitabının arka yüzündeki yazı. "Evlenmeden önce,hatta evlendikten sonra da mutlaka gülünmeli!" diye bitiyor.

Bu kitap Ramize Erer'in hınzır çizgi öyküleriyle; evlilik konusunda söyediklerimiz kadar söyemediklerimizi de gözümüze sokuyor. Evlilik öncesi ve sonrasındaki insan hal ve davranışlarındaki değişiklikleri kare kare aktarıyor. Çizen bir kadın olunca, tabi ki kadın gözünden görüyoruz erkek ve kadının evlilik öncesi ve sonraki durumunu... Okadar keyifli bir göze sokum ki bu!

Yukarıdaki karikatürde adamın bir elinde çicek bir elinde sevgilisinin eli, evlenme teklifi ederken şöyle demektedir: "Hergün çiçek almalar, üstüne titremeler, iltifat etmeler,sürekli espri yapmalar, beyin fırtınası estirmeler.. Yoruldum artık Nuran. Artık senle evlenmek istiyorum. Evlenip seni, ihmal etmek istiyorum. Her erkek gibi ihmal benim de hakkım. Evet de lütfeen.." Akşam akşam bu karikatürlere bakıp da okuyunca,yattım yerlere vallahi!!...

Evli barklı olunca,demek neler değişiyor neler? Evliya gibi olmalı uzun süren evliliklerdeki çiftler... Aa! Gece geç oldu artık, haydi bakalım evli evine köylü köyüne! Kadınlar evlendikleri erkeklerin hakkından gelirler evvel Allah! Onları mı düşüneceğiz bu saatten sonra. Artık evde kalma gibi bir korkumuz da yok ki zaten! Sadece bazen işte, evdeki pazar çarşıya uymuyor ya, o korkutuyor insanı maalesef!.. ( Bulduğum "ev"li deyimlerin hepsini yazı içinde kullanmadığımı farkedince, son paragrafa sıkıştırdım işte böyle... Anlamsız bir şey olmadı değil mi? Her bir deyimi mutlaka cümle içinde kullanmazsam rahat edemem... Yoksa eveleyip geveleme mi yaptım ben şimdi durup duruken?!..)

Efsane Güzel - Çılgın Bediş

İşte efsane Gırgır Dergisi'nin efsane güzeli Çılgın Bediş! Peki çizeri kim? Özden Öğrük. Tüm erkekler arasında efsane bir kadın çizerdir kendisi üstelik. Ahh! Çılgın Bediş! Nasıl çılgın bir kızdır bizim zamanımız için. Zaman 1970'li yılların sonları arkadaşlar dikkatinizi çekerim! Kız erkek ilişkileri şimdiki gibi değil. Sadece karşıdan bakışma var okadar. Bu nedenle Çılgın Bediş'in düşünceleri ve yaptıkları inanılacak gibi değildir. Hele bizim gibi küçük şehirlerde yaşayan genç kızlar için. Odası, kıyafetleri,duvara astığı posterleri, arkadaşı Mükü, dedesi ile ilişkileri hep farklıdır ve aykırıdır ya kendine göre, idoldür ve ne yapsa yeridir biz yeni yetme kızlara göre...Karikatür bu adı üstünde... Dikbaşlı ve düzene uyumsuz olmak zorundaydı. Pek çok şeyin ayıp yada fena görüldüğü memleketimizde kadınlar bir alan yakalamışlardı kendilerine... Biz Bıyıksızlar diye birleştiler, şahane karikatürler çizerek, kadın dünyasının eleştirilecek yönlerini çizdiler de çizdiler. Kimler vardı sonra... Aklıma gelenler, Ramize Erer'in Kötü Kız'ı yada Piyale Madra'nın Ademler ve Havvalar'ı mesela.Daha sonraları Yonca Evcimik'in canlandırdığı aynı isimde bir dizi film başladı televizyonda. Ne gerek vardı diye düşünüyorum ve ben Gırgır daki Çılgın Bediş'in eline kimse su dökemez diyorum.

16 Aralık 2008

1 Mart 2009 Pazar

Rocky 2 ve 3 'de İsterim!

"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?"diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim:"Rocky1"

Düşündüm de madem ıssız adada tek başıma Rocky1 filmiyle kalacağım.Bir iyilik yapın da, yanımda Rocky2 ve Rocky3 de olsun bari. Sadece Rocky1 yetmez bana... Devamını da isterim. Peki Rocky4 ve Rocky5 mi? Yok canım okadar da teklif etmeyeyim artık. Sadece ilk üç filmi isterim. Neden bu üç film mi? Anlatacağım... Şimdi değil ama... Bir ara:)

Lavinia Kim?



Özdemir Asaf ve en güzel aşk şiiri Lavinia... Sana Gitme demeyeceğim / Üşüyorsun ceketimi al / Günün en güzel saatleri bunlar / Yanımda kal / Sana gitme demeyeceğim / Gene de sen bilirsin / Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / İncinirsin / Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme Lavinia
Özdemir Asaf'a, bu güzel şiiri yazdıran kadın kimdir acaba diye hep merak ederdim. Adını açıkça söyleyemediği bir kadın. Kim?
Bugün gazeteleri okurken, Özdemir Asaf,Oktay Akbal,İlhan Selçuk ve Öztürk Serengil fotograflarının altında "Lavinia hepsinin büyük aşkıydı" diye başlık atılarak kaleme alınmış, Gülenay Börekçi'nin bir yazısı vardı. Gözlerime inanamadım. Kıvır kıvır siyah saçları ve şahane gülüşüyle bir kadın resmi ve ismi... Mevhibe Beyat. Döneminin pek çok yazarının gönlünü çalan güzel kadın. Demek ki Lavinia Mevhibe Beyat'mış.
Haluk Oral'ın "Şiir Hikayeleri" diye bir kitabı çıkmış.Bu kitapta Orhan Veli,Özdemir Asaf,Nazım Hikmet,Necip Fazıl, Ahmed Arif'in eserlerindeki "giz"perdesini aralamaya çalışmış. Bu kitabı en kısa zamanda edinip okumalıyım. Özdemir Asaf'ın Lavinia'sı,İlhan Selçuk'un ilk eşiymiş. Ondan ayrıldıktan sonra da Öztürk Serengil'le evlenmiş. 2007 yaşamını yitirmiş. Daha iki yıl öncesine kadar yaşıyormuş demek ki. Keşke daha önce bilseydik. Bazen sevdiğim şiirin şairinin fotoğrafını görünce hayal kırıklığı hissederim."Bu fotoğraftaki kişi mi yazıyor bu güzelim şiirleri?" demek gibi bir gaflete düşmüş olduğum zamanlar olmuştur ne yazık ki. Nedense bazen de şiire ilham veren kişinin fotoğrafı hayrete düşürür beni. Oysa aşığa maşuk gerektir. Ne aşığın ne de maşuğun siması bana ne gerek diyerek, şiirle hemhal olmam lazım öyle değil mi? Merak işte ne diyeyim bu da bendeki merak!
Lavinia şiirinin ilham perisi, beni bile büyüledi. "Bir erkeğin günün en güzel saatlerini gün batımından sonrasını geçirmek istediği kadındı,gitmesin, hep kalsın istenendi Lavinia.... Öyle nazlıydı ki güzel yalanlarla geçirmek isterdi ömrünü...Yalanların insanı en sert hakikatlerden bile daha çok inciteceğini unutarak..." diye başlamış Gülenay Börekçi gazetesindeki yazısına. Teşekkürler hem bilmediğim bir kitabı tanıttığı, hem de Özdemir Asaf'ın Lavinia'sının kim olduğunu bildirdiği için...
"Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme Lavinia"

Issız Ada ve Rocky 1

"Issız bir adaya düşsen yanında hangi film olsun isterdin?"diye sordu arkadaşım. Cevabımı hiç tereddütsüz ve anında verdim:"Rocky1"

Neden mi? Cevabını vermeye şimdi zamanım yok. Az sonra evden çıkacağım. Kısmetse,dönüşte yazacağım. Eğer ruh halim uygunsa!...