10 Mayıs 2010 Pazartesi

Konar Göçer Bir Dünyadayız Demek Ki!

Nisan ayı içinde sekiz kez uçağa binmek durumunda kalınca, "Tövbe!" dedim. Bu kış George Clooney'in başrolde oynadığı, Aklı Havada adlı filmi seyredip pek beğenmemiştim. Ama ne yalan söyleyeyim, filmde George Clooney’in canlandırdığı Ryan Bingham'ın işini çok kıskanmış, keşke ben de o şehir senin bu ülke benim dolaşıp dursam demiştim. Adamın hayatı nerdeyse uçakla seyahatte geçiyordu. Çok yürekten istemişim demek ki, bak sahi oldu işte. Her şey tadında, kıvamında olmalı bir kere. Tamam, uçmayı severim. Hatta bayılırım diyebilirim. Bulutları seyrederim. Uçakta kaç kere şu kalp şeklindeki bulutta inmek istiyorum diye hostese seslendim. Hiç biri ciddiye almadı beni. Hele sonuncusu, meczup görmüş gibi acımtırak gülümsedi. Bırak uçağa binmeyi, oturduğum yerde bile uçmayı denerim. Hoş işten güçten Edip Cansever'in dediği gibi "Yok düş kuracak vakit bile" ama... Gene de ayaklarım yerden kesilir illa. Uçmayı denerim mutlaka. Yersiz yurtsuz biri olduğumu düşünürüm mesela. Girerim bir masal dünyasına. Neyse... Tüm uçuşlar bu kadar aynı aya denk gelir mi? Geldi. Pes yani! Aynı ay içinde tekrar tekrar uçmak durumunda kalınca, anlayacağın kabak tadı verdi. Hımm. Böyle kabak tadı verdi deyince, karnım acıktı ne yalan söyleyeyim. Üstelik her türlü kabak yemeğini de severim. Dağıtmayayım gene konuyu. Ne anlatmak istiyorum, gene neler anlatıyorum. Efendim, şimdi böyle iş durumundan seyahatlere gidince, dört ayrı otelde kaldım. Otellerde kalınca aklıma oteller ve edebiyatçılar geldi tabii.

Bir gece nasıl yorgunum. Ellerimi başımın altına aldım. Loş otel odasındayım. Tavana bakıyorum. Otellerle ilgili aklıma gelenleri puzzle gibi birleştirmeye çalışıyorum. Önce kervansaraylar diyorum... Ve hanlar.... Tabii hemen aklıma Faruk Nafiz Çamlıbel'in o muhteşem Han Duvarları adlı şiiri geliyor. Edebiyat derslerinde mutlaka okumuşsundur: "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,-Bir dakika araba yerinde durakladı." diye başlardı ya. Uzun bir şiirdir. Sonu şöyle biter: "Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,-Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.- Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,-Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!-Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, -Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları" Müthiş etkilidir. Sonra Ege Görgün'ün yazdığı Melez adlı öyküsünü düşündüm. Öykünün kahramanı Darek, uzun kuleli bir kentin dev kapılarından girer. Atı yolculuğa dayanamamış ölmüştür. Darek aç, susuz, sıcakta yürümekten bitap düşmüştür. İsmini hiçbir zaman öğrenemediği şehrin, dolunay sayesinde nispeten aydınlanmış ıssız geniş sokaklarında yürürken, tek hayali susuzluğunu ve açlığını giderebileceği, yorgunluğunu üstünden atabileceği bir han bulabilmektir. Arayışı fazla uzun sürmeyecektir. Çünkü Darek'e göre ne kadar yabancı, ne kadar lanetli olursa olsun bir kentte her zaman en kolay bulunan mekanlar hanlardır. Şahane bir öyküdür. Öykünün devamında okuyucu, birden kendini zamanın içinde yolculuk yaparken buluverir ve sahiden o kadim zamanlardaki bir hanın içindeymiş gibi hisseder.

Yusuf Atılgan'ın hikayesini yazdığı, Ömer Kavur'un sinemaya uyarladığı Anayurt Oteli'ni, filmde Macit Koper'in canlandırdığı Zebercet rolündeki ürkütücü otel sahibini hiç aklıma getirmek istemedim. Daha önce Hayal Kahvem'e yazmıştım. Veya Kubrick’in, Stephen King’in romanından uyarladığı Cinnet adlı filmini hiç düşünmemeliydim. Yabancı memlekette hem de tek başına kaldığım bir otelde gece gece cinnet mi geçirseydim yani? Yok, ben gene tavana bakarak, hafıza kepenklerimi zorladım ve otellerle ilgili şiirleri ve öyküleri düşündüm. Tavana bakarak deyince aklıma Necip Fazıl'ın Otel Odaları adlı şiiri geldi. "Bir merhamettir yanan, daracık odaların,- İsli lâmbalarında-" diye başlayan şiir " Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,-Tavan aralarında, tavan aralarında. - Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,- Otel odalarında, otel odalarında!" diye sona erer. Eğer uzatırsam bu yazı asla bitmez. Çünkü düşündükçe ve araştırdıkça görülüyor ki edebiyatımızda otele ilişkin çok eser var. Edip Cansever'in şiirlerindeki otel illa ki "Deniz kıyısında bir oteldir." mesela. Tomris Uyar'a aşıktır. Her Mart'ın 15'inde sevdiği kadına bir şiir yazar götürür. 15 Mart Tomris Uyar'ın doğum günüdür. "Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç" diye başlar şiir... Aşık olduğu kadına yazdığı bu şahane şiirin içinde otel kelimesi geçer.. Şöyle.... "Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde-bir otel kapısının önünde,- tahta bir köprünün üstünde-bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında-öyle kısaydı ki adımların-şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle-ölçülür ve denk düşerdi ancak-ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç" Galiba yollar biter, edebiyatçıların han ve otelerle ilgili şiirleri, öyküleri, romanları hiç bitmez. Salah Birsel "Edip'e göre dünya koskoca, uçsuzbucaksız, aynalı oynak bir oteldir. İnsanlar da oteldir." demiş. İnsan otel midir sahi? Oteller nedir? Geçici mekanlardır. Konar sonra göçersiniz. Doğru vallahi. İnsan yaşamı ne peki? Aynen bir otel gibi. İnsan da bu dünyaya önce konar, sonra göçer, öyle değil mi? Yaşamın en hakiki gerçeği... İnsan bir otel misali geçicidir geçici... Yazının başında göklerdeydim, nereden geldim ben buraya peki? Ne bileyim işte....Bu yazı da böyleyken böyleymiş demek ki...

9 Mayıs 2010 Pazar

Kocaeli 2. Kitap Fuarı Açılıyor!

Heyy! Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin bu yıl ikincisini organize ettiği Kitap Fuarı, 15 -23 Mayıs arasında Uluslararası Fuar Merkezi’nde açılıyor. Şahane bir haber bu! Geçen yıl ilki gerçekleşmişti. Ben de yazmıştım. Bak, burada... Ve burada... Çok sayıda yayınevinin katılacağı Fuar’ın bu yılki onur konukları ise Ruşen Amca (Hakkı) ve İlber Ortaylı olacakmış. Bu yıl Fuar'a katılan yazar sayısı, geçen yıla göre daha fazla görünüyor. Ziyaretçi saatlerinin 10:30 - 22:00 saatleri arasında yapılacak olan kitap fuarına Ahmet Taşgetiren, Aslı Erdoğan, Banu Avar, Buket Uzuner, Dücane Cündioğlu, Erhan Afyoncu, Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, İbrahim Tenekeci, İclal Aydın, İhsan Süreyya Sırma, İsmet Özel, Kürşat Başar, Mahir Kaynak, Mario Levi, Mehmet Altan, Nurullah Genç, Selahattin Yusuf, Sırrı Süreyya Önder, Sunay Akın, Tarık Tufan ve Yusuf Halaçoğlu gibi pek çok ünlü yazar, düşünür ve şair kitap fuarında okurlarıyla buluşacakmış. Kocaeli Belediyesi'ne Kocaeli Kitap Fuarı'nı gelenekselleştirdikleri için çok teşekkür etmek lazım. Fuar programını alıp, iş programımı ayarlamam lazım... Sonra kısmet olursa, Hayal Kahvem'de gelişmeleri anlatırım. Heyy! Hissediyorum... Kitap kokusu, kitap tılsımı yakında şehrimi saracak... İnanıyorum... Şehrimde kitap okuma virüsü hızla yayılacak! Herkes kitap okuyacak:)

Öğretmenler Anılarıyla Bile Ders Verirler. Kimler Çiçek Koklamaz?

Her bayram veya özel günlerde annelere hediye almak benim için bir şenlikti. Hem benim hem eşimin annesine, özenle seçer alır, itinayla paketlerdim hediyeleri. Onlar layıktı hediyelerin en güzeline. Sonra arka arkaya uğurladık her ikisini de Hakkın rahmetine. Alışkanlık var bir kere, annelere yapmalıyız gene bir hediye ama ölene dua etmekten başka ne yapabilirdik ki? Düşündük. Mezarlarını süsleyebiliriz dedik. Bu şahane bir fikirdi. Ayrıca kabristanlar ın ziyaretçilerine üzüntü ve sıkıntı vermesini istemiyorduk. Evlatlar, torunlar hem dualarını okusunlar, hem de yaşadıkları anıları hatırlasınlar hepbirlikte istiyorduk. Karar verdik. Her bayram arefesinde veya özel günlerde mezarlarına çiçek ekmeye başladık. Ancak sıkıntılı bir durum vardı. Biz bir gün önceden ekiyorduk. Ertesi gün geliyorduk ki kabristana, çiçeklerin bir çoğu yerinde olmuyordu. Nasıl sinirlenip öfkeleniyordum. Diyordum ki "Mezardan da çiçek çalınır mı? Bu insanlarda hiç vicdan, insaf kalmamış. Pes artık! "Bu böyle devam etti gitti. Ben her seferinde öfkelendim. Ta ki bir öğretmen anısıyla bana ders verene kadar...

Sınıfta bayram seyran demeden, herhangi bir gün aniden, hem de herseferinde değişik çiçekler getiren, Umut adında bir öğrencisinden bahseder Gülizar Öğretmen. Oysa şehrin kenar mahallesinde, yakınlarda ne bir çiçek bahçesi ne de bir çiçek satıcı olmayan bir bölgesindedir okul. Zaten çiçek alacak parası da yoktur Umut'un. Annesi çok küçük yaşta terk etmiş, sonraki yıllarda babasından da olmuştur. Büyükannesinin emekli maaşıyla, şehrin en büyük mezarlığının yanındaki bir viranede yaşamaktadır. Son anneler gününde öğretmenin boynuna sarılıp, elindeki çiçeklerini vermiş "siz benim annem gibisiniz" demiştir gülen yüzle. Bir gün gene bir kucak dolusu gülle sınıfa gelince, öğretmen Umut'a bu çiçekleri nereden bulduğunu sormuş. Çocuk büyük bir samimiyetle mezarlıklarda ziyaretçilerin getirdiği çiçekleri aldığını söylemiş. Öğretmen üzüntülü "Ölülerin çiçekleri alınmaz oğlum!" demiş. Hikayenin sonu beni bitirdi... Umut kendinden emin bir tavırla şöyle demiş: "Ama öğretmenim ölüler çiçek koklamaz ki! Hem ben her gece dua ediyorum onlara penceremden!" İşte bu öyküyü okuduktan sonra, kaybolan çiçekler için üzülmüyorum şimdi... Eğer böyle masum bir neden için ektiğimiz çiçekler yok oluyorsa... İnanmak istiyorum böyle olduğuna... Helali hoş olsun! Umut doğru söylüyor... Ölüler çiçek koklamaz ki!

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Yaz Uykusu Diye Bir Şey Duydun Mu Sen?

Sana bir şey söyleyeyim mi? Bugün var ya, kolum kanadım kalkmıyor valla. Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Hiiiç! "Bugün evden çıkasım yok, Telefonu açasım yok, Acelem var koşasım yok" modundayım. Hava sıcak mı sıcak! Pil kalır mı bende? Gitti bütün enerjim. Hemen Samanlı Dağları'nın tepesine bir kilim sermeliyim. Niye mi? Sorulur mu bana bu soru şimdi? Hayret yani! Bilirsin hep anlatırım... Sıcakla aram hiç iyi değildir. Durma hakkımı kullanmak isterim yaz gelince... Bu nedenle işte! Sen var ya, hiç oralı değilsin benim derdimle... Hiiiç! Artık nereliysen? Kimbilir memleketin neresindesin? Dünyanın öbür ucunda, buzullarda mısın yoksa? Yapma! Ne olur beni de yanına alsana... Hava serinleyince, hiperaktivitem tavan yapar diye lütfen korkma... İşim gücüm, akrabam arkadaşım, konum komşum yok ki oralarda... Ne yapabilirim ki? Hiiiç! Kardan adam yaparım olsa olsa... Hımm... Dinle bak, gittik diyelim yazlığa... Herkes kısa kol, kısa paça... Ben ise sanki Rahibe Teresa! Uzun kol,uzun paça... Elimde şemsiye ya da... Yemin ediyorum doğru söylüyorum. Abartıyorum sanıyorsun ama... Abartmıyorum... Yeminle diyorum yaa! Böyle yazar mıyım, Allah korusun, çarpılırım valla! Israr edenler olur bazen... "Ay! Bir kerecik çık güneşe, ne olacak ki yer mi seni?" derler. Ohareyy be birader, insan biraz insaf eder! Ben keyfimden mi kıpırdamıyorum. Zaten hiperaktif huyluyum. Beni normalde bir saniye zor zaptederler. Ama olmuyor işte olmuyor, kolum kanadım kalkmıyor...

Haydi bir düşünelim seninle... Kış uykusu derler ya hani... Bazı sıcak ve soğuk kanlı hayvanların kışı uykuda yada uyuşukluk içinde geçirmesi halini bir gözünün önüne getirsene... Milyonlarca memeli, sürüngen, haşarat ve böcek bütün kış boyunca uyurlar. Sadece burada değil, üstelik dünyanın her yerinde uyurlar, öyle değil mi? Kalp atışları yavaşlar... Soluk alış-verişleri azalır... Hatta zihin faaliyetleri bile durur... Donmaktan emin kovuklarına çekilirler de tostoparlak olarak derin bir kış uykusuna yatarlar, bazıları da uyuşukluk halinde geçirirler... Peki sonra havanın ısındığını nasıl bilirler? Vücutlarındaki biolojik saatlerinin alarmı, uyanma vaktinin geldiğindiğini mi bildirmektedir? Bilmiyorum ki...Kimbilir?

Valla bu konuları araştırmak hiç mi hiç benim işim değil. Şimdi kış uykusu buysa, benim durumum da, böyle birşeyin tersi işte... Yaz uykusu hali yani... Şimdi baktım sanal ansiklopediye... İnanmıyorum!.... Yaz uykusu diye bir şey varmış biliyor musun? Hahha! Vallahi ben uyduruyorum sanıyordum... İşte buyur... "Sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bazı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme halinde geçirmesine yaz uykusu denir." Tamam... Şimdi bu durumu bana uydur... İnsanlık hali işte! Sıcak günleri atlatmak için uyku ile uyuşukluk halinde beklemedeyim. Şu anda kalp atışlarım yavaşlıyor... Evet...Evet... Hissediyorum... Soluk alış verişlerim azalmakta sanki... Hatta zihin faaliyeterim de mi duruyor neee? Tostoparlak kıvrılıyorummmm... Uyuyorummm...Pııııssss! Yaz uykusuna daldım bileee! Sonbaharda görüşmek üzereee!..

7 Mayıs 2010 Cuma

Sürecek Bir Macera

Ben çalışan bir kadınım. Sigortacıyım. Memleketimde 100 kadından 25 i çalışıyor. Bu 25 kadının ise 7'si girişimci yani kendine ait işi var. Bu durumda memleketimin 100 kadından 7 lik dilimine giren çalışan kadınlarından biriyim. 100 kadından 7'sinin girişimci olması çok düşük bir oran tabii. Bu kadarla kalsa iyi. Daha feci bir tablo var. Memleketimde 3 kadından 2 si şiddet mağduru ve her 5 kadından 1 i okuma yazma bilmiyor. İnanlılacak gibi değil!Bu kadınlarımızın hali ne olacak peki? Kendi çevremizde elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Daha önce yazmıştım bir şeyler bloğumda... Mesela bak burda... Ya da burda... Diğer yapılanları paylaşırım bir ara senle... Neyse... Asıl anlatmak istediğim başka şeydi. Konuyu dağıttım gene... Çalışıyorum dedim ya... Son iki haftadır çok çalıştım. Sürekli yollardaydım... O kadar yorulmuşum ki sanki fotoğrafta sırtında yük taşıyan kadınlardan biri bendim. Tamam, sırtımda yük taşımadım fakat kafamda yük taşımadım mı sanıyorsun? Hem de kaç küfe yük taşıdım anlatamam sana... Nedir bu kuzum! Ben çalışmak için mi geldim ben bu dünyaya? İşte bak, ancak oturdum Hayal Kahvem’e… Kahve fincanım elimde… Yazayım iki satır bir şey de kendime geleyim dedim.

Bak ne anlatacağım. Bu sabah erkenden İstabul’a yollanmalıydım. 12 de bir müşterimin yeni işyerini gidip görecektim. Gittim. Uzun sürdü görüşmem. Uzadıkça uzadı. Oldu mu sana saat üç… İşim bittince vedalaşıp ayrıldım. Tamam… Hazır Kavacık’taydım. Dönüşte Meydan’daki kitapçıya uğradım. Dayanamadım birkaç kitap aldım. Baktım Zagor’un yeni macerası var. Adı Kalp ve Kılıç. Dayanamadım onu da satın aldım. İkinci müşterim görüşmemizi dört buçuğa erteleyince, oturdum Meydan’daki bir kafeye. Açtım Zagor’u. Okumaya başladım. Karamba Karambita! Bu ne güzel bir macera! Şöyle hayal ettim… Açık hava sinemasına gelmişim. Elimde bir fincan kahve. Zagor’un filmini seyrediyormuşum. “Hoppala! Ne alaka!” deme! Resimlerine bakmıyor muyum? Bakıyorum. Aynı film seyreder gibi işte. Sanki film gavurcaymış da ben alt yazılarını okuyormuşum… Mesela yani… Öyle hayal ettim. Lütfen hayallerime dudak kıvırıp gülme! Nasıl heyecanlı bir senaryosu vardı anlatamam. İnan ki kafamı kaldırmadan okumaya devam ettim.

Hikaye öyle bir yere geldi ki, bir ara meraktan öleceğim zannettim. Hayır, gördüğün gibi buradayım ölmedim. Lakin içimde bıçak sokması gibi SWAAACH! efektli bir acı hissettim. Hani Sıtkı Sıyrıl acıyı tarif ederken, Zagorsever bünyenin acısını anlatır da, en iyi acı tarifinin çizgi romanların yarım kalmış macerası olduğunu söyler ya, inan o acıyı bu kez iyice bildim. Bu kadar da olur mu? Maceranın en heyecanlı yerine geldim ki o ne? Darkwood’un bütün davulları adına! SÜRECEK… yazmıyor mu? Bitti kitap… Hem de tam olarak heyecanın tavana vurdurduğu yerde... İnanamıyorum... Devamı ne zaman? Yazmıyor muydu taaa 1Haziran’da diye! Bu, bugün bu kadar işlerimin arasında bana yapılır mı Allahaşkına? Sevgilisi terk etmiş liseli aşık gibi kalakaldım orada. Kahvemi bitiremedim. İştah falan gitti anlayacağın. Canım bağıra bağıra Orhan Gencebay’ın “Batsın bu dünya!” şarkısını söylemek istedi. Söyleyemedim tabii. Keşke içinden gelen her şeyi yapabilse insan. Bilirsin mahalle baskısı var, yapılamıyor ne yazık ki! Elimden bir şey gelmeyeceğine göre, baharı bekleyen kumrular gibi Haziran ayının gelmesini bekleyecektim. Bir süre umarsızca etrafıma bakındım. Sonra aniden.... – SÜRECEK –

DEVAMI.... 1 Haziran’da (İntikam Saati)

6 Mayıs 2010 Perşembe

Bugün Bir Defa Daha Anladım, Ben Şehrimi Çok Seviyorum. Fakat İtiraf Ediyorum ki...

Bugün bir kez daha anladım ki, ben şehrimi çok seviyorum. Başka bir şehirde isem 41 plaka gördüm mü kalbim pır pır ediyor. Şehrimle ilgili her güzellikten mutluluk duyuyorum. Bak şimdi. Bugün Cumhuriyet Gazetesi'nin Kitap ekini okuyordum. Kapakta 64.Yunus Nadi Ödülleri diye bir başlık vardı. Merakla ilk sayfasını çevirdim. Enis Batur’un Pervasız Pertavsız köşesini okumaya başladım. Selim İleri’nin Edebiyat-Resim ilişkisi konusunda geçen yıl yazdığı bir yazıdan söz ediyordu. İlginç bir yazıydı. Edebiyat- resim diyaloğunun 19. yüzyılda koyulaştığından, 20.yüzyılda devredilen bir ilişki düzeni oluştuğundan, aslında ressam-şair, ressam-yazar işbirliği ile kotarılan kitapların azımsanmayacak kadar çok olduğundan söz ediyordu. Günümüze gelindiğinde artık bu diyaloğun pek kalmadığını uzun uzun anlatıyordu. Yabancı yazar- ressamlardan örnekler veriyordu. Yazı üstünde biraz düşündüm. Sanki bir ressamın edebiyatla ilgili olması çok doğal geliyor… Olabilir. Ama her edebiyatçının ressam olabilmesi mümkün mü? Ressamlık ayrı bir yetenek istiyor. Hem edebiyatçı hem de ressam olan yazarlar sahiden farklı olmalı. İnan ki daha önce böyle bir şey hiç aklıma gelmemişti. Doğrusu, bunları düşünmek hoşuma gitti. Bildiğim memleketimin ressam-yazarlarını hatırlamaya şöyle bir gayret ettim. Aklıma ilk olarak Nazım Hikmet geldi. Sonra Bedri Rahmi Eyüpoğlu tabii ki… Ya Ahmet Haşim… Kesinlikle resimle ilgili bir yazar. Güzel Sanatlar Akademisi Hocası bir kere… Peki Ahmet Hamdi Tanpınar? Ressimle ilgilendiğini biliyorum fakat resim çizer miydi? Hatırlayamadım. İlhan Berk de bir şiir üzerinde çalışacaksa, resimlere baktığını söylemiyor muydu? Söylüyordu söylemesine fakat kendisi çiziyor muydu? Bilemedim. Hey, Orhan Pamuk da resim yapan bir yazar, öyle değil mi? Aklıma Aşkın Güngör geliyor... Evet, Aşkın Güngör’de hem yazan – hem çizen genç edebiyatçılarımızdan… Vay canına… Kimbilir bilmediğim veya hatırlamadığım daha ne kadar hem ressam hem yazar olan edebiyatçılarımız var. Benim şimdi farkına vardığım bir durum… Dur, ben bu konuya başka bir gün gene döneyim. Şimdi yazacağım konu başka... Bende ilgili dağınıklığı var ya, uzatırsam bu konuyu, gene daldan dala atlarım, asıl söylemek istediğim güme gider.

Bu yıl 64’üncüsü düzenlenen Yunus Nadi Ödülleri’ni kazananlar belirlenmiş. İlgiyle Sosyal Bilimler Araştırması, Roman, Öykü, Şiir, Karikatür ve Fotoğraf dallarında kimlere ödül verilmiş diye sayfaları çevirerek bakmaya başladım. Hepsini tek tek okumak istiyordum fakat sabahın erken saatleriydi. Gene programım çok doluydu. Derine dalmamalıydım. Şöyle bir göz atmalı, bir an önce hayata akmalıydım. O ne? Tam derginin sayfalarını kapatacakken son baktığım Yunus Nadi Fotoğraf Ödülü kazananlar sayfasında gözüme Kocaeli kelimesi çarpmadı mı? Aman nasıl heyecanlandım anlatamam! Kalktığım koltuğa tekrar oturdum ve okumaya başladım: “Cem Turgay, Kocaeli'nin ünlü fotoğrafçısı olan babası Cemal Turgay'ı izleyerek, ona hayran olarak başladı fotoğrafçılığa. Belki de manuel fotoğraf makinelerinin deklanşör sesine tutkundu. Ne de olsa o zamanlar, dijital fotoğraf makineleri yoktu ve manuel makinelerin deklanşör sesleri 'an'ı durdurduğunuzun sesli kanıtıydı. Matbaa çalışanlarının kâğıt kokusuna tutkusu gibi Cem Turgay da bu sesin peşinden gitti. Turgay'la fotoğrafı konuştuk.” Yazının devamı burada. Demek ki Cem Turgay İzmit’li öyle mi? İzmit’in çok eski fotoğrafçısı Foto Cem’in oğlu… Acaba Cem Turgay bizim İzmit Lisesi mezunu olabilir mi? Ben var ya, bir hemşehrim ödül kazanmış ya, kalbim nasıl pır pır etmeye başladı anlatamam sana… Uçtum uçtum. Bugün çok işim vardı. İçeri dışarı koştum durdum.. Çok ama çok yorgun olmam gerekirken kendimi hiç yorgun hissetmiyorum. Neden mi? O kadar sevindim ki şehrimin bir sanatçısının ödül almasına, yorgunluğumu falan unuttum. Bugün bir defa daha anladım ki, ben şehrimi çok seviyorum. Şehrimle ilgili her güzellik beni mutlu etmeye yetiyor. Şeyy.. Bir şey itiraf etmeliyim. Aslında yazmayacaktım. Söylemeye utanıyorum. Bak şimdi... Bloğa koymak için Cem Turgay'la ilgili fotoğraflara bakıyordum. Şu siyah beyaz fotoğraf var ya... Biterim ben bu fotoğrafa nerede görsem her zaman biterim! İyi de fotoğrafçısına hiç mi dikkat etmez insan? Böyleyim işte... Fotoğrafa büyülenmiş, sanatçısına hiç dikkat etmemişim. Bunca yıl hem de... İnanamıyorum kendime... Fotoğrafın üzerindeki isme bakıyorum. O ne? Cemal Turgay- 1958 yazmıyor mu? Cem Turgay'ın babası yani. Şaşırdım kaldım. Ben ödüllü oğlunun fotoğrafını aramaktan vazgeçtim. Oğluna şevk veren ve beni her daim büyüleyen baba Cemal Turgay'ın çektiği bu şahane İzmit fotoğrafını Hayal Kahvem'e koymaya karar verdim.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Bugün Celal Amca'nın Doğum Günü!


Bu yukarıda gördüğün fotoğraftaki kedi, benim arkadaşım Dilek. Aklında tut adını şimdilik.. Konu dönüp dolaşıp ona gelecek.... Bak şimdi... “Ben var ya, işte buraya yazıyorum. Şifa bulmaz adres özürlü biriyim.” diye bir yazı yazmıştım ya daha önce. Nerde mi? Burda işte. Şimdi cümleme şöyle başlamalıyım. Ben şifa bulmaz aynı zamanda iflah olmaz bir hafıza özürlüyüm. Yooo, itiraz etme. Zerafet gösterip, "Yok canım, estağfurullah, daha neler?" falan deme. Biliyorum kendimi. Evet, öyleyim! Dinle bak... Bugün o kadar yoğundum ki anlatamam. Sabah ofiste programıma baktım. Sabahtan akşama kadar hep iş görüşmelerim var. Öğlen arası bir açılışa illa ki katılmalıydım. Akşam üzeri ise Celal Amca’nın doğum gününe kesinlikle gitmeliydim. İkisinin arası ise… Oy, aman!.. Bu kadar mı arka arkaya görüşme yapacacaktım? Neyse.. Oluyordu kimi zaman böyle.. Kaç yıllık işkadınıyım. Hepsinin altından kallarım evvelallah! diye düşünerek düştüm yolaaa… Sabah görüşmelerinden sonra, açılışa gittim ya.. Günün ilk gafını işte burada yaptım. Bak şimdi… Ne yaptım biliyor musun, açılışı olan müşterimin yanındaki hanımı karısı sandım. Lütfen hemen bana gülme! Tamam, tanıyordum müşterimin eşini tanımasına ama aylardır görmemiştim. Müşterimin yanında bu hanımı görünce, aslında pek emin olamamıştım ne yalan söyleyeyim. Biraz gençleşmiş, saçı kızıllaşmıştı falan ama beden ebatı ve giyim tarzı aynıydı. Tamam... Madem emin değilsin, bari iş edinip bir başkasına tanıtma değil mi? Ben hafıza özürlü olduğumu bildiğim halde, iflah olmuyorum ya işte; başka bir tanıdığıma, bu hanımı müşterimin eşi diye tanıtınca, ne dese beğenirsin? “Ben eşi değil kızkardeşiyim” dedi. Of! Tahayyül eder misin lütfen halimi? Kulaklarıma kadar kızardım vallahi. Bir de kızcağız nasıl içerledi bana. Göz devirmesinden belliydi. Yoo… Tanımadığıma içerlemedi. Kendinden daha yaşlı birine benzettiğim için içerledi. Haklı vallahi. Bak, kabahatimi hafifletmek için bir şey söylemeliyim, gelin görümce o kadar benziyorlardı ki birbirlerine anlatamam. Neyse… Netice itibariyle… Madem tam güvenemiyorsun hafızana, bari tanıştırma triplerine girme değil mi? Kaç kere tembihledim kendime, yapma böyle diye…Yok işte.. Böyle iflah olmaz biriyim.



Günün en hoş durumu Celal Amca’nın doğumgünüydü. Celal Amca kaç yaşına bastı biliyor musun? Tam 100! Bak biliyorum, abartma sanatında yoktur üstüme. Yeminle bu kez abartmıyorum. Bak, tekrar yazıyorum. Celal Amca bugün tam 100 yaşına bastı! İspatlarım istersen. Nüfus kağıdının fotokopisi elimde. Celal Amca arkadaşım Dilek’in babası. Annesi Müride Teyze ise 90 yaşında! O kadar tatlıdırlar ki anlatamam. Maşallah demeyi aman unutma… Dilek ilgileniyor anne ve babasıyla. Celal Amca İstanbul Erkek Lisesi mezunu. Ziraat fakültesini bitirmiş. Bir doğa düşkünü. Fransızca, Almanca, İngilizce sular seller gibi. Müride Teyze Adana’nın en güzel kızı. Kız Sanat Mektebinde öğretmenmiş. Celal Amca aşık olmuş Müride Teyze’ye. Evlenmişler. İki çocukları olmuş. Biri benim can dostlarımdan biri Dilek! Müride Teyze alzherimer hastalığından muztarip olunca, Dilek’in işi daha arttı tabii. Celal Amca ise, yaş 100 e deydi deymesine fakat hafızası nasıl yerinde anlatamam. Bedeni yaş almış sadece, o kadar. Celal Amca iki yıl önce bana bir gül fidanı hediye etmişti. Bugün gül fidanın ne olduğunu sorunca şaştım kaldım. Dedim ki kendi kendime… Al Celal Amca’nın hafızasını, koy benim hafızamın yerine… Çok daha iyi olur yeminle. Benden kaç kat daha güçlü hafızası var inanabiliyor musun? Şahane!

 
Dilek olağanüstü bir sabır örneği gösteriyor. Çünkü hem Celal Amca, hem Müride Teyze aynen bir bebek gibi. Özel itina ve ilgi bekliyorlar. Arada uğruyorum. Ortalığı karıştırıp, başlarını döndürüp çıkıyorum… Müride Teyze okuldayken korodaymış. “Haydi birlikte şarkı söyleyelim” diyorum misal. “Geçti günler, haftalar, aylar, yıllar, mevsimler- Zaman sanki bir rüzgar ve bir su gibi aksın – Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın” şarkısını Dilek, Müride Teyze ve ben sallana sallana söylüyoruz. Celal Amca eliyle tempo tutuyor. Müthiş eğleniyoruz. Bugün Celal Amca’nın doğum günü nedeniyle, elimde küpe çiçeğiyle uğradım ya… Müride Teyze beni görünce tango söylemeye başladı. “Sevdim bir genç kadını – Ansam onun adını – Her şey beni ona bağlar. – Kalbim durmadan ağlaaarrr…” Tuttum ellerinden. Kaldırdım ayağa. Kraliçe Müri ile birlikte hem şarkı söyledik hem dans ettik. Celal Amca bir coştu. Bayıldı bayıldı bu tango ve dans vaziyetine.


Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü adlı kitabını bilir misin? Bu kitabın bir bölümünde yazar, ölüm unutkanlığından söz eder. Özellikle son yüzyılda Batı dünyasının bırak ölümü , yaşlanmayı unutturacak şekilde yönlendirildiğinden bahseder. Yaşlıların son zamanlardaki vaziyetine iyice dikkat çeker. Hatırlasana büyüklerimizin anlattıklarını. Eskiden nasılmış? Bizim anne ve babalarımız, ebeveynlerinin yanında kendi çocuklarını öpüp koklayamazlarmış. Çocuklar odalarında olur, büyüklerinin yanında çok ses çıkarmazlarmış. Çocuklar bir kaş-göz işaretiyle ne istendiğini anlarlarmış. Evin yaşlıları baş tacı edilir, bilge kişi görülür, sözlerinden çıkılmazmış. Evin en güzel odası yaşlıların olur, masanın en iyi yeri evin en yaşlı kişisine verilirmiş. Bizlerde halen öyledir. Büyükbaba ve büyükanne ile bir araya gelinirse, hürmet edilir, baş tacı edilir, en rahat yere onlar oturtulur. Genelde şimdi iş tersine dönmeye başladı. Artık evlerin kutsal kişisi çocuklar. Malum, daha doğmadan odalar hazırlamalar, özel giyim kuşamlar, çocuğa göre hayat planlamalar falan... Evlerin kraliçesi ya da kralı artık çocuklar.

Yaşlılar nerede peki? Ya evin gerisinde ya da huzur evinde. Eskiden kabristanlar şehirlerin merkezinde olurmuş. Aynı doğumevleri gibi. Doğum ne kadar gerçekse ölüm de o kadar gerçek. Her ikisi de hayatın içinde. Şimdi ölümle ilgili herşeyi itelemeye çalışıyoruz. Yıllarca birlikte yaşadığımız, hayatın kimi anlarını paylaştığımız insanları yok olduklarında hemen unutmak istiyoruz. Hani "Gösteri devam etmeli" gibi diyor Gündüz Vassaf... Hepimiz gösterinin bir parçasıyız. Sahnede olmayan yok olmuş demektir. Kalan sağlar bizimdir. Öldüklerini bile düşünmek istemiyoruz. Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi yapmaya başladığımızda, bu kez özgür olmayı beceremiyoruz. Çünkü özgürlük çabasının devamında ölüm duygusu vardır. Sorulmamış soruları sormak, yapılmamışa cüret etmek, bilinmeyenin peşinde koşmak, korkmak ama gene de serüvene özgürce devam edebilmek ancak ölümü hatırlamakla olur diyor yazar. Ölüm sürecinin farkında olmak yaşamın uçup gidiyor olduğunu algılamak demektir. Yaşam harikulade bir süreç. Bunun farkında olmalı insan. Yaşlılarla bir arada olmak, onları hayatımızın içine sokmak yaşamı daha anlamlı kılıyor. İşte yazımın üzerine baştacı ettiğim arkadaşım Dilek var ya bunu şahane yapıyor. Anne ve babasına gösterdiği özenle bizlere örnek oluyor. Ayrıca Celal Amca ve Müride Teyze bizlere, sağlığın ve yaşamın en kıymetli hazine olduğunu hatırlatıyor. Onlar başımızın tacı! Nice yıllara Celal Amca!

4 Mayıs 2010 Salı

Bir Akşamüstü Vakti...

Bugün gökyüzüne baktın mı bilmem? Hele ikindi ile akşam arası saatlerde baksaydın eğer, kocaman mavilikte sanki muhtelif fırça darbeleriyle, beyaz bulutların oya gibi işlenmiş olduğunu görürdün gökyüzüne... Öyle şahaneydiler. Kulağım arayınca bir melodi, elim gayri ihtiyari torpido gözüne gitti. Tek elim direksiyonda, diğeri karıştırırken cd leri, uzun zamandır dinlemediğim bir cd elime geldi. Of of 0f! 1997 tarihli Ataol Behramoğlu Şarkıları - Aşk İki Kişiliktir adlı albümü. Şairin bestelenmiş şiirlerinden oluşuyor. Edip Akbayram söylüyor; "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm - Çocuklar sinemaya gider.- Yüzümü bir çiçeğe gömüp, -Ağlamak gibi isterim. -Derinden bir tren geçer. -Ben ölürsem akşamüstü ölürüm. -Uzaktan bir bulut geçer.- Karanlık bir çocukluk bulutu, -Gerçeküstücü bir ressam, -Dünyayı değiştirmeye başlar.- Kuş sesleri, haykırışlar,- Denizin ve kırların Rengi birbirine karışır. -Sana bir şiir getiririm. -Sözler rüyamdan fışkırır.- Ben ölürsem akşam üstü olürüm. " Bu şarkı sözleri, Ataol Behramoğlu'nun ama benim aklıma nedense, başka bir sevdiğim şair Orhan Veli geliyor. Hani şu meşhur fotoğrafı vardır ya, hani arkadaşlarıyla bir bankta oturuyor.

Bu fotoğrafa hem bayılırım, hem de baktıkça tuhaf bir hüzün duyarım. "Dört kişi parkta çektirmişiz. Ben, Orhan, Oktay bir de Şinasi - Anlaşılan sonbahar - Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli - Yapraksız arkamızdaki ağaçlar - Babası ölmemiş daha Oktay'ın - Ben bıyıksızım - Orhan Süleyman Efendi'yi tanımamış - Ama ben hiç böyle mahzun olmadım - Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?- Oysa hayattayız hepimiz" demiş bu fotoğraf hakkında Melih Cevdet Anday. Fotoğrafta yer alan kişiler, soldan sağa Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday'dır. Orhan Veli'nin yaşamı boyunca hep dostu kalmış kişilerdir. 1914'de doğmuştur Orhan Veli. 10 Kasım 1950 akşamı Ankara'dadır. Kimbilir belki dilinin ucunda hüzünlü şiir cümleleri Ankara'nın karanlık yollarında yürümektedir. Belediyenin kazdırmış olduğu çukuru görmez ve düşer. Başından yaralanmıştır ama aldırmaz. Bir iki gün sonra İstanbul'a döner. Zaten o sıralar aklı fikri hep İstanbul'a dönmektir. Sevdiği kadın İstanbul'dadır çünkü. İstanbul'a gelir. 14 Kasım akşamı yemek yerken olduğu yere yığılır kalır. Sebep alkol sanıldığından alkol tedavisi yapılır. Oysa sevgili şair beyin kanaması geçirmektedir. O akşam hayata veda eder. 36 yaşındadır. Yüreğinde sevdiği kadın, cebinde 28 kuruş vardır.

Şairimiz Ataol Behramoğlu "Ben ölürsem akşam üstü ölürüm." diyor. Başka bir şairimiz Orhan Veli 36 yaşında bir akşam üstü ölüyor. Bu akşam araba kullanırken, Edip Akbayram'ın etkili sesinde benim aklıma işte bunlar geliyor.

İlaç Niyetine Seyrettiğim Filmler! Mesela Panik Halindeysem Eğer...

Kimi zaman hayat üstüme üstüme geliyor gibi hissettiğimde, beni rahatlatan filmlerim vardır. Mesela, moralim bozuk, kendimi iyi hissetmiyorum ve gereksiz evhamlara kapılıyorum. Ya da yapmam gereken pek çok şey var ama cesaretimi kaybetmişim, korkuyorum! Ya da yapacaklarımla ilgili endişelerim var mesela.. Olamaz mı? İnsanlık hali!.. Sanki boğazıma bir yumruk oturuyor bu durumda... Çok aşırı kaygı duyuyorum! Ne yapacağını bilmez bir haldeyim. Mesela kalbim üçbuçuk atıyor. Çaresizim! Anlayacağın, "Panik" hissediyorsam eğer, hemen "Tango&Cash" i seyretmeliyim hemen! Bu film panik hislerime sanki merhem sürer.

Filmin konusu kısaca şöyle; Los Angeles Narkotik Polis Departmanı'nda çalışan, birbirinden farklı yapıda iki polistir Tango ve Cash. Bu polislerden rahatsızlık duyan uyuşturucu çeteleri, bir cinayet suçu sebebiyle Tango ve Cash'i tutuklatırlar. Hapse giren iki kafadarın başları dertten kurtulmaz. Diğer tutuklular ve dışardaki uyuşturucu çetelerinin adamları bizimkileri işkenceye tabi tutarlar. İşte bu işkence sahneleri çok ilginçtir. Bir kere bu filmi sevmemin en büyük nedeni bir muhabbet -dialog- filmi olmasıdır. Çok severim bol muhabbetli filmleri. Ayrıca 1989 yapımı eski bir film olmasına rağmen, Tango'yu Sylvester Stallone, Cash'i de Kurt Russell oynuyor. Senden iyi olmasın, ikisini de çok severim vallahi. Bu filmi tekrar tekrar seyretmeye doyamam!..

İşte bu bahsettiğim işkence sahnelerinde Tango ve Cash birbirlerine sürekli "Panik yapma!" derler. Etraflarında ellerinde sopalarla koca koca adamlar, üzerlerine gelmektedirler. "Panik yapma!". Yakalanırlar ve yüzlerine falçata atılacaktır o sırada. Birbirlerine bakıp her seferinde şöyle derler: "Panik yapma!". Vücutlarına bağlanan iplerle tavana asılmışlar. Altta elektrik verilen suya doğru indirilmektedirler. Birbirlerine bakarlar. Komik bir ifade ile "Panik yapma!" derler gene.. Nasıl iyi gelir bana bu sahneler. Beterin beteri var öyle değil mi? Neden bu kadar dert ediyorum ki her şeyi... "Panik yapma!" diye düşünürüm seyredince bu filmi ve kendimi daha iyi hissederim. Kendime telkin ederim: "Her şey yoluna girer!.. Panik yapma!"

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Sadık Yemni Öyküleriyle Yemek Tarifi 1- Maydanozlu Tavuk Kanadı

MALZEMELER:
4 adet tavuk kanadı
1 demet maydanoz
Yarım fincan dilmlenmiş siyah zeytin
Tuz, karabiber, 3 fesleğen yaprağı

Kendimi tuhaf hissediyordum. Evdeyim esasında. İşten gelmiştim. Mutfaktaydım. Yemek hazırlamalıydım. Saatime baktım. Ev ahalisinin gelmesine yarım saat kalmıştı. Yemek hazırlamak, duş yapmak, spor bir kıyafet giymek için yeterli bir zamandı, ama bütün bunlar birden önemini sonsuza kadar yitirmiş gibiydi. Bir başka durum, zor bir atmosfer mutfağın her milimetre küpüne nüfuz etmişti sanki. Göz ucuyla pencereden dışarıya baktım. Bulutsuz gökyüzü, yeşilin mavinin karışımı kıpırtısız deniz yüzeyi, asabi bebek viyaklamalı martılar, tam tepeden ufka varan yayın yarısında duran güneş de dahil hepsi biliyorum ki aslında zihnimin ürünüydü. Elimdeki paketi mutfak masasının üstüne bırakırken evin usulca kıvam yenilediğini fark etmeye başladım. Masadaki paketten dışarı bir soğukluk taşıyordu ya da ben öyle hissediyordum. Hoş bir his değildi. Kötücül, tiksindirici ve irkiltici bir değişim tarafından sarmalanmıştım sanki. Her akşam iş dönüşü yemek hazırlamaktan bıkmış usanmıştım artık. Mesut kadın dalgaboyundan kopmuş gibiydim. Bu geçici bir arıza mıydı, bilemiyordum. İsteksizce masadaki paketi açtım.


4 adet tavuk kanadını geniş tabağa koydum. Mutfak çekmecesinden ince uçlu bıçağı aldım. Bu akşam hazırlayacağım yemek için tavuk kanatlarını geniş ucundan keserek, kemiklerini çıkarmalıydım. İlk tavuk kanadını elime aldım. Soğuk ve ıslaktı. Bıcağın ucununu et ile kemik arasına sokarak kesmeye başladım. Kanat üzerinden kayan bıçak sol elimin işaret parmağına deyince, parmağımın üstünde derin bir sıyrık oluştu. Sıyrığın üzerine sıkıca bastırdım. Kanama hemen durdu. Parmağıma bulaşan kırmızı leke tünel çağrışımı için görsel bir bilet gibiydi. Zihnimdeki grafitili tünel kayıtlarında bir dirilme oldu sanki. Hislerimi betimlemem mümkün değil. Kan sebebiyle mi bilmiyorum ama midem bulantı sonatı çalmaktaydı. Neyse ki kendimi çabuk toparladım. Tavuk kanatlarının kemiklerini çıkarmayı başardım. Şimdi sıra tavuk kanatlarını ateşte tütsülemeye gelmişti.

Ocağın ateşini yaktım. İlk tavuk kanadını ateşin üstüne tuttum. Tavuk tüyleri tütsülenmeye başlamıştı. Usul usul çıkan cızırtıları dinledim. Beyin kimyamın azizliği mi? Hafifçe tırlatmanın kibarca söylenişi yani. Benim gibilerin hatırlamasıyla varkalan bir yapı mıydı acaba diye düşündüğüm oldu. Dışarıdan tasallut. Zeka ehli görüntüler ve hisler. Yoksa yemek yapmaktan deli gibi bıkmanın yarattığı bir illizyon döngüsü mü bilemiyorum, tavuk kanatlarını büyük bir zevkle, sanki bunu hak etmişlercesine, ateşi harlayarak tütsülediğimi hatırlıyorum. Tütsüleme bitince, tavuk kanatlarını musluğun altında soğuk suya tuttum. Her birini sertçe oğuştura oğuştura yıkadım. Kemikleri çıkarılmış, ateş üzerinde tütsülenmiş, soğuk suda oğuşturarak yıkanmış tavuk kanatlarını, mutfak tezgahı üzerindeki tahtada şerit biçiminde… tek.. tek … dilimledim. Hiç biri ayak diremedi. Tavaya bırakıp iyice kızarmalarını seyrettim. Görüntü gerçekten müthişti. Kızaran etler su salmaya başladılar. İçine bir demet maydonoz doğradım. Bu kez maydanozla çevirerek kavurmaya devam ettim. Gözüm dönmüştü sanki. Büyük bir hazla etlerin cızırdamalarını dinliyor, kızarmalarını seyrediyordum.

Aklımda bir kıvılcım çaktı. Çağımız gözetlenme, fişlenme ve etiketlenme çağıydı. Birden kamerayla izlenebileceğimi düşündüm. Ya birileri beni gözetliyor olsaydı? Deminden beri tavuk kanatlarına uyguladığım yöntemleri görseler acaba ne derlerdi? Aldırmadım. Uyguladığım metodlar çok önemli değildi. Her aşçının uyguladığı yöntemlerdi. Çok şükür ki gözlemlenemeyen şeyler halen vardı. Düşüncelerimi, hayallerimi kimsenin görebilmesi mümkün değildi. Beni izleyen biri, pekala tavuk pişirdiğimi düşünebilirdi. Oysa aklımdan geçenler göründüğü gibi miydi? Kim bilebilir ki? Baktım tavuklar iyice pişmiş yumuşamışlardı. Dilimlenmiş siyah zeytin, tuz, karabiber, fesleğen yaprağı kattım.. Kaşıkla bir kaç dakika cevirdim. Ateşi söndürdüm. Tavukları servis tabağına aldım. Ne tavuk kanatlarında ne de bende sertlik kalmıştı. Sezgilerim bu durumumun uzun sürmeyeceğini fısıldamaktaydı. Aklımdan geçenleri kimse bilmediği sürece, herşeyi hayal edebilir, herşekilde düşünebilirdim. Bu sır, diğer sırlarım gibi sıradan hayatımı sırlayan bir giz büklümü haline dönüşmüştü bile. Muftaktan çıktım.
NOT: Cümlelerin bir kısmı Sadık Yemni öykülerinden alıntıdır.

2 Mayıs 2010 Pazar

Şiirlerinde En Çok Kadın Adı Geçen Şair Kim?

Hayal Kahvem için daha önce hazırladığım "Sevdiğim Şairlerin Şiirlerindeki Kadınlar Kim?" başlıklı bir yazım vardı. Bilmem okumuş muydun? İşte burada. O yazıyı hazırlamak hoşuma gitmişti. Diğer şairlerimizin şiirlerinde kadın adı var mı acaba diye biraz daha derin araştırmaya girince bir de ne göreyim? Epeyce şairimizin şiirlerinde kadın adı geçiyordu geçmesine lakin, rekor kimdeydi biliyor musun? Karacaoğlan'da! İnanamadım gözlerime... Ne çapkın biriymiş bizim Karacaoğlan! Şaşırdım kaldım valla! Şimdi biz 21. yüzyıldayız ya, Karacaoğlan bu şiirleri ne zaman yazmış biliyor musun? Taaa 17. yüzyılda! Hele bittim şu mısralarına: "Sakal seni tırpan ile keseyim-Şu kız bana emmi dedi duydun mu?" Beğendiği kız Karacaoğlan'a emmi yani amca demiş olmalı.. Of! Hele orta yaşlarına merdiven dayadığında duyduysa kızdan amca seslenmesini... Oy Oy! O kadar etkilenmiş olmalı ki, yazmış işte bu muhteşem sözleri!. Bayıldım...Şimdi bakalım diğer şairlerimizin şiirlerinde hangi kadın isimleri var? Haydi...

Karacaoğlan- (Leyla, Hatçe, Ayşe, Hürü, Fadime, Esme,Elif...vs:)
Yaz Gelip De Beş Ayları Dolunca

...Elif'i der isen nazlıdır nazlı
Esme'yi dersen sırf ala gözlü
Söyletme Şerife'yi bülbül avazlı
Söylüyor Zilha'nın dilleri güzel - (dayanamayıp devamını yazacağım) -

Emine'yi der isen incedir ince - Bağdat'ın Mısır'ın gülleri konca- Eşşe'nin kaşı da kalemden ince -Sevmeye Hörü'nün belleri güzel- Döne güzelliğin halka bildirir -Kamer pınardan kabın doldurur -Eşşe yürüy'şünde beni öldürür -Sevmeli Cennet'in boyları güzel -Karadan da Karac'oğlan karadan- Sürün çirkinleri çıksın aradan -Herkesi sevdiğ'ne vere Yaradan- Sevdiğim Meryem'in benleri güzel

Muzaffer Tayyip Uslu'nun Evadoksiya'sı

İnkar etmiyorum ki
Öpmesine öptüm Evadoksiya'yı
Hem de Zeyrek yokuşunda öptüm
Sinemaya da götürdüm
Fakat ben o zaman onu
Deli gibi seviyordum.


Oktay Rıfat'ın Türkan'ı

Türkan İçin
Sen faydalı nisan yağmuru gibisin
Bereket ve huzur getirirsin şiire
Ebediyet çığrını açtın kadere
Bu baharın ve gönlün sahibisin

Tevfik Akdağ'ın Semira'sı

Semira'ya Gece Yarılarından Sonra Yazılmış Delice Mektuplardan
Gözümün bebeğinde üç damla yaş durur
Biri mutluluk der, dökülür
Biri insanlık, taşar
Biri senin içindir.

Attila İlhan'ın Hannelise'i

Hannelise
yağmurdan çıkıp geleceksin hannelise
yağmur gözlerinden çıkıp gelecek
bir öğle sonu paris'te hannelise
bir kahvede grands boulevards türküsünü çalacaklar.

Asaf Halet Çelebi'nin Mariyya'sı
Marriyya
..yüzünde tarçın kokusu
gözünde cin
bir gün buradan gidersin
mariyya
can kadar yakın
çin kadar uzak..

Yeni Türkü Ve Aşk Yeniden


Hani bazı şarkılar vardır, senelerce dinlersiniz, bıkmazsınız. Kimi zaman ilaç olur yaranızı sararlar, kimi zaman dost olup kolunuza girer, yaşamınıza şevk katarlar. Yeni Türkü şarkıları benim için böyle birşeydir. Vazgeçemediklerimdendir. Yeni Türkü'nün en sevdiğim şarkı sözlerinin çoğu Murathan Mungan şiirleridir. Sanıyorum Yeni Türkü'nün eski şarkılarını daha çok seviyorum. Belki bu benim kusurumdan... İnsan yaş aldıkça geçmişe özlemi artıyor galiba. İyi ama ben bu şarkıları hiç bırakmadım ki... Birlikte yaş aldık. Şöyle bir düşünüyorum Yeni Türkü ezgileriye geçmiş ömrüm... Haklarını vermeliyim... Her zaman dost ve ilaç oldular bana...

Eğer içinize yaşam sevinci doldurmak istiyorsanız dinleyeceğiniz ve birlikte söyleyeceğiniz Yeni Türkü parçalarından biri "Aşk Yeniden"dir. Bu şarkıyı nerede dinlersem dinleyeyim eşlik etmeden duramam. İnsana umut ve çoşku verir hem sözleri hem de ezgisiyle... Murathan Mungan sözleridir...Şöyledir..

aşk yeniden - akdeniz'in tuzu gibi - aşk yeniden - rüzgârlı bir akşam vakti - aşk yeniden - karanlıkta bir gül açarken - aşk yeniden - ürperen sahiller gibi - aşk yeniden - kumsalların deliliği - aşk yeniden - bir masal gibi gülümserken - gözlerim doluyor aşkımın şiddetinden - ağlamak istiyorum - yıldızlar tutuşurken gecelerin şehvetinden - kendimden taşıyorum -aşk yeniden - unutulmuş yemin gibi -aşk yeniden - hem tanıdık hem yepyeni - aşk yeniden - kendini yarattı kendinden


Muhteşem Murathan Mungan sözleri, Derya Köroğlu'nun o sıcacık sesi ve damardan yakan ezgisiyle "Olmasa Mektubun"şarkısına ne diyeceksiniz? Bu şarkı tam bir ayrılık şarkısıdır bana göre... Sevgilisinden henüz ayrılmıştır da inanamaktadır ayrıldığına...Tam bu minvaldedir. Ama mektuplar vardır ortada... Veda mektuplarıdır bunlar...Ya peki geçmişteki anılar... Onlara ne demeli? Artık olan olmuştur ve geçmişi aramak boşunadır... Ama en mühimi "Sevmek bir çok şeyi göze almaktır!" Lakin bu aşkta göze alınamamıştır alınması gerekenl şeyler. İmkansız bir aşktır bu ve bitmiştir...Tam damardan etki eder insana..

olmasa mektubun -yazdiklarin olmasa - kim inanir senle ayrildigimiza - neydi bir arada tutan sey ikimizi - birlestiren neydi ellerimizi - bırak bana anlatma - imkansiz sevgimizi - sevmek bir cok seyi goze almaktir - olmasa mektubun - yazdiklarin olmasa - kim inanir senle ayrildigimiza - baksana gecmise ne cok aniyla yüklü -nerde o taverna nerde sinema - harcanmış zamanlar yeniden yasanmaz ki - geç kaldiktan sonra arama boşa

Tüm Murathan Mungan sözleriyle can bulmuş, Yeni Türkü ezgilerini severim sevmesine de bu yazıma bir Can Yücel şiiri olup, Yeni Türkü'nün ezgisi ile ayaklanan "Başka Türlü Bir Şey" şarkısıyla nihayet vereceğim. Derya Köroğlu'nun etkili sesinden, bu şarkıyı dinleyince, sanki kendinize bir yoldaş bulduğunuzu hissedersiniz. Nedir bu yoldaşlık durumu peki? Hani bazen herşeyden ve herkesten o kadar yüreğiniz daralır, o kadar büyük bir bıkkınlık duyarsınız ki, alıp başınızı gitmek istersiniz bulunduğunuz diyarlardan... İşte bu şarkı yoldaş olur size...Bir de galiba, bu bir yol şarkısıdır ya... Yol filmlerini, yol şakılarını, yolları, gitmeyi sevdiğimden midir bilmiyorum... İçim daralmasa bile bu şarkı daima iyi gelir bana...

baska türlü bir şey benim istediğim - ne ağaca benzer ne de buluta - burası gibi değil gideceğim memleket - denizi ayrı deniz havası ayrı hava - nerde gördüklerim nerde o beklediğim - rengi baska tadı baska - bir başka yolculuk dalından düşmek yere yaşadiğından uzun - bir tatlı yolculuk dalından inmek yere - ağacın yüksekliğince dalın yüksekliğince - rüzgarda ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilligince - başka türlü bir şey - benim istediğim ne ağaca benzer - ne de buluta - burası gibi değil - gideceğim memleket - denizi ayrı deniz - havası ayrı hava - nerde gördüklerim - nerde o beklediğim - rengi başka - tadı başka.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Evliya Çelebi ve Vampir Folkloru

Hiç aklıma gelmezdi hiç. Ne mi gelmezdi? Evliya Çelebi’nin vampirlerden söz edeceği tabii. Bak şimdi. Geçenlerde değerli Tarihçimiz Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabını alsam diye aklımdan geçiriyordum ki baktım Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir’in Cemal Kafadar’la yaptıkları bir röportaj var. Hemen ilgiyle okumaya başladım. Söyleşide Cemal Kafadar Evliya Çelebi’den bahsetmiyor mu? Üstelik ne diyor biliyor musun? Seyahate çıkmayı düşünen biri, eğer daha önce Evliya Çelebi’nin dolaştığı coğrafyalara gidecekse, mutlaka yanında Çelebi'nin Seyahatnamesini götürmeliymiş. Evliya Çelebi’nin çok ilginç ve renkli tespitleri varmış. Nasıl hoşuma gitti bu durum anlatamam. Evliya Çelebi'yi niye şimdiye kadar okumayı ihmal ettim ki?

Bir aralar Cemal Kafadar Vampir folkloruyla ilgilenmiş. Vampir folklorunun tarihinin çok ilginç olduğunu söylüyor. Vampir folkloru 17. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış. 18. yüzyılda yazılı kültüre, 19. yüzyılda ise edebi kültüre geçiyor. Günümüzde ise malum. Sağım solum önüm arkam vampir. Niye? Sakın Edward'la Bella'nın aşklarını duymadım deme! Günümüzün vampir tipi artık Edward! Eski vampirler gibi korkutucu, soğuk, çirkin değil. Yakışıklı mı yakışıklı! Hatırlasana Alacakaranlık’ın Edwad’ını… Bütün kızlar hem filmlerine, hem kendine bayılıyorlar. Ya kitaplar.. Yediden yetmişe tüm kızların elinde.. Günümüzün vampirinden kimse korkmuyor yani.. Ah! "Gelse benim boynuma dişlerini geçirse keşke!" diyen kaç kız duydum biliyor musun? Boyunlarını uzatacaklar neredeyse… Tövbe tövbe…

Neyse... Dönelim Tarihçimiz Cemal Kafadar'ın anlattıklarıyla bizim Evliya Çelebi’mize… Osmanlı zamanlarındayız. Ruslar, Lehler, Çekler, Slavlar vampir hikayeleri ile çalkalanıyor. Osmanlı coğrafyasında Macaristan, Sırbistan taraflarında da bu söylentiler çok yaygın. Batı ilgiyle tıp ve hukuk literatüründe böyle bir şey olabilir mi diye kafa patlatıyor. Bir kısmı olur, bir kısmı olmaz diyor. Vampir folkloru Müslüman folklorunde pek rağbet görmemiş gibi sanılıyor sanılmasına ama Hristiyanlarla iç içe yaşıyorlar ya etkileniyorlar kimi durumlardan. Bak şimdi. Bir gün Edirne taraflarından bir köyden, köylüler kadıya başvuruyorlar. Son zamanlarda mezarlarını kazılmış buluyorlarmış. Hristiyan komşuları vampir diye bir şeyden bahsediyorlarmış. Bu vampirler mezarlarından çıkarlarmış da insanlara musallat olurlarmış. Hatta bu Hristiyan komşular şöyle bir çare öneriyorlarmış. “Mezarı kazacaksınız, cesedi çıkaracaksınız, kafasını kesip ayağının önüne koyacaksınız, bir de göğsüne kazık çakacaksınız.” diyorlarmış. İslamiyette mezarı açmak, cesedi kurcalamak doğru değildir tabi ki. Haşır neşir zamanı denilen, insanların hesaba çekileceği ve durumuna göre cennete ya da cehenneme dağıtılacağı zamana kadar bedeninin bütün olarak kalmasına inanıldığı için “ Olur mu böyle bir şey?” diye Kadı’ya soruyor. Evliya Çelebi anlatıyormuş bunları. Ne hoş değil mi? Kadı düşünüyor taşınıyor, eski fetvaları karıştırıyor. Sonunda bir fetva buluyor. Eski fetva vampirden değil ama hortlaktan bahsediyormuş. Ve 150 yıl öncesine aitmiş bu bulduğu fetva. Demek ki Müslümanlarda da kulaktan kulağa da gelse, böyle bir vampir folkloru bir biçimde var. Amcamın ben küçükken anlattığı, hem korkup yerime sinerek dinlediğim, hem de tuhaf bir haz aldığım hikayeleri aklıma geldi. Aslında bir ara yazmıştım Hayal Kahvem'e. Evvel zaman içinde.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini hemen edinebilsem keşke. Cemal Kafadar’ın iki arkadaşı Arnavutluk’u Evliya Çelebi’nin kitabı ellerinde gezmişler. Çelebi kendisine garip gelen, kendisini şaşırtan adetleri tek tek anlatıyormuş. Çelebi’nin tespitleriye onun dolaştığı coğrafyalarda gezinmek müthiş olmalı. Evliya Çelebi 1611 de doğmuş. Yani seneye 400. doğum günü kutlanacak. 400 yıl önce yazılanlardan söz ediyoruz. İnanılacak gibi değil. Delikanlıyken İstanbul’u yana yakıla dolaşıyormuş ve nasıl cihan gezgini olurum diye hayaller kuruyormuş. Babasına haber vermeden Bursa’ya gidince, o zaman ki seyahat şartlarını düşününsene, kimbilir kaç günde gidip gelmiştir İstanbul’dan Bursa’ya? O vakitler 18-19 yaşlarındaymış. Dönüşte babasından sıkı bir tokat yiyiyor. Çok üzülüyor, kırılıyor ama sonra babasıyla sıkı bir pazarlığa girişiyor. Seyahatten vazgeçemeyeceğini anlatıyor. Babasını ikna etmiş olmalı ki ondan sonra seyahatlerine başlıyor. Ölümü hakkında kesin bir şey söylenmemekle birlikte 2. Viyana Kuşatması’nı yazdığı için 1683 den sonra öldüğü düşünülüyor. Cemal Kafadar Evliya Çelebi ile ilgili o kadar güzel ve ilginç şeyler anlatmış ki, inan içimdeki merak duygusu depreşti. Nasıl durur otururum ben şimdi? Hemen edinmeliyim Evliya Çelebi’nin Seyahatmanesi’ni… Ben Evliya Çelebi’nin akrabalarından biri olabilir miyim ki? Kendime o kadar yakın hissettim. Sanki benim büyük büyük büyük büyük babammış gibi…