21 Mayıs 2009 Perşembe

Çizgiromanlarımız - Cem Özüduru ve Zombistan

İblis Etrigan ve yaratık ordusunun eline geçmemesi için, Merlin tarafından taşa saplanan Kanuni Sultan Süleyman’ın kılıcı ve yanına bıraktığı büyü kitabı, 1999 yılındaki İzmit depreminde depremzedelere yardım etmek üzere yeraltına düşen doktor Selma Tolon’un eline geçer. Selma bu kılıç ve büyü kitabı sayesinde Yeniçeri adında bir kahramana dönüşür. Yeniçeri adındaki bu kadın çizgi roman kahramanımızın Amerika’da bir kitabı yayımlanmış. Bu haberi internette gezinirken Ümit Kireççi’nin 2004 tarihli yazısında okumuştum. Çok hoşuma gitmişti bu durum. Çünkü bizim kültürümüze ait çizgi roman kahramanları olsun çok istiyorum. Tabi bu kitabı Amerikalılar yapmış. Gönül ister ki bizim çizgi roman yazarlarımız ve çizerlerimizin kitapları olsun, biz de takipçisi olalım diye düşünmekteydim.

Ç.R.O.P’un “Ben bir çizgi roman okuruyum” adlı kampanyası nedeniyle, ellerinde çizgi roman kitaplarıya poz veren kişiler, fotoğraflarını ÇROP’a gönderiyorlardı. Ben de desteklemek amacıyla, ÇROP’a "bizim köy"den epeyce fotoğraf gönderdim. Gönülleri nasıl istiyorsa öyle poz veren "bizimkilerin" ellerine, hep Türk çizerlerinin kitaplarını vermeye gayret ettim. Erdil Yaşaroğlu’nun Komikazede’si, Bahadır Baruter’in Ruhaltı’sı, Emrah Ablak’ın Tübitak’ı, Selçuk Erdem’in Unplugged’i, Ümit Kiremitçi’nin Çizgi Roman Senaryosu adlı kitabı, Ramize Erer’in Evlilik adlı karikatür kitabı.Daha çok gözüksünler, daha çok satılsın kitapları ve daha çok çizsin ve yazsınlar. İnsanlar bloglarda görüp alırlar mı demeyin, Tersninja tavsiyeleriyle çok sayıda kitap aldım ve film seyrettim, Kafaayarı sayesinde felsefe ve sinema konulu kitaplar okumaya başladım. Bir tek ben değilimdir herhalde bloglardan etkilenen,öyle değil mi?

İşte gene böyle bloglardan birinde, Zombistan diye bir çizgi roman tanıtımı okumuştum. Kitabın hem yazarı hem de çizeri olan Cem Özüduru 22 yaşındaymış. Konusuysa “ Zombi işgalindeki İstanbul”muş. Kitabın konusunun içinde İstanbul olacak ve İstanbul’u zombiler basacak! Merak etmez olur muyum şimdi ben bunu?Şahane! Bu ilk kitap iki kapak alternatifiyle çıkmış. Biri cinnetli kapak, diğeri kasvetli kapak. Okuyucunun zevkine bırakmışlar seçimi. Ben kitabı alırken iyiki tek alternatif cinnetli kapak vardı. Zor karar verirdim, iki kapak da ayrı güzel çünkü.

Kitabı satın alıralmaz, ilk kafeye girdim. Kitabı hemen zevkle okudum, bitirdim. Cem Özüduru’nun ellerine sağlık,şahane bir iş çıkarmış. Memleketin durumlarını -sadece üstündeki değil,atındakileri de !- bu kadar iyi algılayıp, kurgulayıp, yazıp, çizebilir mi 22 yaşındaki biri? Şaşırıyor insan, gerçekten büyük marifet!Üstelik anlatım dili içine memleketimin lehçelerini de katmış. Karadeniz ve Doğu lehçeleri ile, İstanbulda geçen bir zombi kitabını okumak bir zevkli bir zevkli ki anlatmakla olmaz, mutlaka okumak gerekir! Okurken işte İstanbul’un bizatihi kendisi diyorsunuz. Cem Özüduru’nun çizgileri kendine has ve çok etkileyici. Tebrik etmek lazım! (Cem’in bir tane bile fotoğrafını bulamadım sanal alemde. Hayret!) Ayrıca Rodeo Yayıncılığı da kutlamalı tabi. Çok iyi bir hizmet yapmışlar. Hem bizlere yeni bir romancıyı kazandırmışlar, hem de bizden bir çizgi romanın hayat bulmasına yardımcı olmuşlar. Sağolsunlar! Şimdi 2. kitabı bekliyorum merakla!

Kitabı okudum. Çantama koydum. Kafede hesabı ödüyorken, nedense garsondan korktum! Bu garson ya yaşayan bir ölüyse? Ben şimdi parayı uzatırken ya kolumu ısırıp yerse? Sanki zombiye benzemekte de! "Anneee!" dedim kendi kendime... Hemen İstanbul'dan kaçmalıyım hemen!Acilen dönmeliyim köyüme! Arkama bakmadan hem de! Garson peşimden mi geliyor, neeee? Zombi mombi yok değil mi bizim köyde?!... Şöyle bir şey duydum haberlerde: "İstanbul İstanbul olalı böyle dehşet görmedi!Yetkililer tuhaf saldırıların ardındaki gizemi çözemiyor............" Sahi mi? Neeee? Eyvaaah!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Film Gibi Yemek Tarifi!

Sana Lucy ile Henry'nin hikayesini anlatmış mıydım? İ.Ö 3000li yıllarda başlayan, günümüze kadar hep aynı şekilde tekrarlanmakta olan hikaye vardır ya hani, sana anlatmamış olamam.Çünkü sen seversin romantik hikayeleri. İşte bu da, o hikayelerden biri... Aslında bu hikaye aynı zamanda bir yemek tarifi. Hikayenin mutfak versiyonu yani. Bak anlatıyorum hikayeyi şöyle...

Hikaye bu ya, farzet ki senle ben Havaii'de bir evin mutfağındaymışız. Sanki bu mutfak bir beyaz perdeymiş. Mesela senle birlikte bir film izlemekteymişiz. Ne dersin? Burası zengin mi zengin bir mutfakmış mesela. Her türlü hububat,zerzevat, nebatat, sakatat mevcutmuş fazlasıyla. Etler dizim dizim diziliymiş dolaplarda, piriçler çuval çuval yüklüymüş ambarlarda. Öyle böyle değil yani. Şenlikli mi şenlikli, eğlenceli mi eğlenceli bir mutfak. Bu mutfağın çapkın bir jönü varmış. Adı Henry! Mutfağın eti. Adeta bir kazanova gibi yaşamaktaymış. Her türlü erzakla iyiymiş arası, her türlü hububat, zerzevat, nebatat ve sakatatla hemhal olmaktaymış sürekli. Her gün başka biriyle pişiriyormuş işi, sanki daldan dala konan hercai! Kim etle birlikte pişse, lezzetini ona katıyor, ortaya şahane nefasette yemekler çıkıyormuş. Bunu öğrenen her türlü mutfak erzağı, mutlaka Henry ile pişmek istiyormuş. Zeytinyağlı yemekler özellikle, Henry ile pişirilen yemekleri nasıl kıskanıyorlarmış anlatamam. Çoğu içine limon sıktırıyormuş ki, gözyaşlarını biri görürse ve "ne oldu?" derse, bahanesi olsun istiyormuş "limondan" diye. O kadar kıskanıyorlarmış yani et ile pişen yemekleri, bilmem anlatabildim mi?


Henry'nin çapkınlıkları ve bu safahat hayatı Lucy ile karşılaşması ve ona körkütük aşık olmasıyla değişmiş. Lucy kim miymiş? Mutfağın akça pakça dilberi pirinç tabi. Pirinç mutfakta çuvallarda saklansa da, el üstünde tutulmaktaymış son zamanlarda. Çünkü kısa süreli bir hafıza kaybından muzdaripmiş. Henry'nin her buluşmalarında, Lucy'yi yeni baştan etkilemesi ve aşık etmesi gerekmekteymiş. Tamam, et her nekadar geçmişinde bir çok erzakla beraber pişmiş olduğundan bu konuda tecrübeli olsa da, pirincin kendisi gibi hissedip hissetmediğinden emin olmadığı için, sürekli stres içinde yaşamaya başlamış ne yazık ki. Derdi kendine yetmiyormuş gibi, üstüne bir de tuz biber eklenmesin mi? İyice sıkıntıdaymış yani. Tam anlatamadım mı yoksa?Acele etme lütfen, anlatacağım teker teker şimdi...

Bak şimdi, et aşık ya mutfağın akça pakça dilberi pirince... Bugün neler olacak acaba gene diye sıkıntı içindeymiş. Et, hergün yeniden yağda kavrulurmuş bir tencere içinde. Sıkıntısını göstermek istemezmiş pirince... Tencerede kavrulurken, önce suyunu bir salar bir çekermiş. Bilen bilir halini, gerçekten bu çektiği aşk acısı onu iyice pişirmekteymiş. Pirinç ise kendi halinde ayrı bir yerdeymiş. Her sabah etin çektiği çilelerden habersiz, önce derin bir tasın içindeki sıcak suya dalarmış. Yumuşar ve beyazlarmış. Sonra soğuk duşun altında yıkanır iyice, tüm nişastalarını dökermiş. Ne dert kalırmış ne kasavet kendisinde. Öyle ki, soğuk suda akıp giden nişastalar gibi geçmişe ait tüm anıları da silinip gitmekteymiş adeta. Bunu nasıl mı anlıyoruz? Şöyle... Bir gün önce eti tencerenin dibine sermişlerdi kavrulmuş vaziyette. Sonra soğuk suda yıkanmış pirinci koymuşlardı üzerine. Et ve pirinç bir araya gelince, üstlerini aşacak kadar sıcak su koydular ki birlikte iyice pişsinler diye. Ayrıca tuz ve tereyağ eklediler iyice lezzetlensinler. Tencerede bıraktılar ateşin üstünde her ikisini. Kıstılar ateşi ki, yanmasınlar, yavaş yavaş demlensinler birlikte. Her ikisi piştiler sahiden beraberce. Sonra ters çevrildiler bir tepsiye. Kavrulmuş et ve demlenmiş pilav şahane bir birliktelik oluşturmuşlar. Sevmişler birbirlerini,aşık olmuşlar.

Ertesi sabah et ve pirinç tekrar bir araya gelince, et seslenmiş pirince "Lucy, nasılsın?" diye. Pirinç tanımamış Henry'i. Demiş " sen kimsin? Ben tanımıyorum seni". Şaşırmış, kalakalmış tabi Henry. Neyse, sonra Henry öğrenmiş ki, Lucy bir kaza geçirmiş ve daha önce anlattığım gibi bir dertten muzdaripmiş. Bugün yaşadıklarını yarın unutuyormuş. Henr'nin hergün yeni baştan kendini tanıtması, Lucy'i kendine aşık etmesi gerekiyormuş. Henry anlamış ki eğer Lucy'nin sevgisini kazanmak istiyorsa hayatı boyunca her gün sıfırdan başlamak zorundaymış. Henry de Lucy'i çok sevdiği ve onunla birlikte pişmek istediği için her gün katlanırmış bu çileye. İşte bu hikayem de böyle! Onlar ermiş muradına,biz çıkarlım kerevitlerine!

Ne? Sen bu hikayemi bir filme mi benzettin? 50 İlk Öpücük mü? Henry'i Adam Sandlar, Lucy'i Drew Barrymore oynuyor bu filmde öyle mi? Mümkün değil! Benim anlattığım hikaye İ.Ö 3000 yıllarına dayanıyor. Efsane olmuş bir hikaye filme çevrilmiş olabilir tabi. Ama şunu bil ki, o seyrettiğin filmin gerçek hikayesi böyle! Afiyet olsun:)

19 Mayıs 2009 Salı

İnsanın İçi Üşür mü?


Hayatın sana sırtını döndüğü zamanlar vardır hani. Hatırlasana. Hiç halinden anlamaz hayat. İçin acıyordur, üşüyordur hatta. Olur mu deme? Olur, olur! İnsanın içinin üşüdüğü zamanlar olur. Sırtın dik, başın yukarıda değildir eskisi gibi. Duruşun, bakışın değişir. Omuzlar çökük, gözler kapanmakta... İnsanlar sırtını sıvazlamak isterler, dokunsunlar bile istemezsin. İstersin ki o ara, kimse sana bir şey demesin, seni kimse görmesin... Zaman hızla geçip gitsin. Hissettiğin duygu geçmez bilirsin ama en azından zamanla küllensin. Hatta sen şöyle bir uzun uyuyabilmek istersin. Ninenin anlattığı Eshab-ı Keyf gibi misal... Hani bir zalim hükümdardan kaçan 7 genç ve bir köpek, bir mağaraya sığınmışlar. Orada uykuya dalmışlar. Bir uyanmışlar ki, rivayet bu ya meğer 300 yıl uyumuşlar. Devir, devran değişmiş. Belki de aynen böyle. Ne dersin?İhtimal bu ya kurtulmuşsun o eski duygulardan. Olur mu olur, teselli bulursun bu durumlardan. Sanki kötü bir düştü geçmişte olanlar. Bitti işte... Geçti, gitti, tamam!... Hayat dönmeye başlar sana. Gülmeye başlar suratına. Halinden anlamaya başlar bir sebeple. Nedense? Sırtın dikleşmeye başlar, başın yukarıya kalkar yeniden. Duruşun bakışın değişir. Başlarsın insan içine girmeye, muhabbet etmeye. Hatta kahkaha atarsın gerektiğinde. Ama artık eski sen değilsindir.İçini üşüten şey değiştirmiştir seni, sen farketmeden. Giden gitmiştir. Bir boşluk bırakmıştır yüreğinde. O yer hep boş kalır. Bilirsin boşalan alan kolay hava alır. Üşür. İşte içim üşür ya zaman zaman... Bu nedenle...Anlatabildim mi? Böyle bir şey işte...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Emine Işınsu ve Küçük Dünya


1938 doğumlu Türk Edebiyatının değerli yazarı Emine Işınsu, Ankara Dil Tarih Cografya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı ve aynı okulun Felsefe bölümünü bitirmiş. Okurken bir dönem AFS bursuyla Amerika'ya gitmiş. 17 yaşındayken ilk şiir kitabı İki Nokta basılmış. 1963 senesinde en tanınmış romanı Küçük Dünya yayımlanınca artık romana yönelmeye başlamış. Romanlarında insan psikolojini öne çıkaran yazar, romanlarını daha çok kadının tutsaklığı ve Türklerin tutsaklığı konularında yazacaktır. Son dönem yazdıklarında ise tasavvufun ünlü simaları Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Niyazi Misri'yi ele almış.


En sevilen kitabı Küçük Dünya'da; kendi küçük dünyasında , annesinin baskısını üzerinde fazlaca hissederek yaşamaya çalışan Nur, üniversiteyi bitirir bitirmez kendisini çok seven Ferit ile evlenir ve Şanlıurfa'ya gelin gider. Şehrin otantik ve mistik havası Nur'u çok etkiler. Örf ve adetlerin fazlaca hayata tesir ettiği bu şehirde gene daralmaktadır. Kocasının arkadaşı Murat'la iyi bir arkadaşlık kurar. Bu arkadaşlık zamanla aşka dönüşür. Ancak hiçbir zaman kelimelere dökülmeden yaşanan bir aştır bu. Bu kitap Türk Edebiyatının en güzel romanlarından biridir. Kitabın arkasında şöyle bir not yazmaktadır:
"Gidip de dönmez baba bir gün, yarım kalır, kalış o kalış...Delicesine bir yağmur yağıyordur, birden bir şimşek çakar, karar verilir, veriliş o veriliş... Hayal kırıklığının dile gelemeyeni, hem de gurura bulananı beterdir, biliniş o biliniş... Cebreder gündelik hayat, nefessiz bırakır, boğuntu o boğuntu... Yanı başındadır, dokunamazsın, lal dilini çözemezsin, arafta kalırsın temelli, duruş o duruş... Sorular yerli yerindedir de hep, cevaplar muallâktadır nedense, ahval o ahval..."

Küçük Dünya'dan başka, Azap Toprakları, Tutsak, Sancı, Ak Topraklar, Çiçekler Büyür, Canbaz, Kaf Dağının Ardında ve son olarak önce televizyon için senaryo, daha sonra romanlaştırılan Atlı Karınca adlı kitapları mevcut olan Emine Işınsu'yun Küçük Dünya adlı ilk romanı Osman Sınav tarafından televizyona aktarıldı.


"Rahmet,bolluk ayıdır Nisan. Her düşen damla bereket demektir. Ya gönüle düşen damlalar? Bir sedefkarın elinde vücut bulur kimisi, kimi bir neyin nağmelerinde ya da bir resimde... Meryem bir nevi usta-çırak ilişkisi içinde "sedefkar dost"unun yanında yepyeni bir dünyaya adım atıyor. Bencillikten,yalandan uzak, samimi,gerçek bir dünya! Nisan Yağmuru ,Işınsu'nun güçlü kadın karakterleri arasına Meryem'i de ekeleme imkanı bulacağınız,bir solukta okuyacağınız bir roman..."


15 Mayıs 2009 Cuma

Yağmursever

Ben iflah ve islah olmaz derecede bir yağmurseverim. Eğer dışardaysam ve yağmur başlamışsa aniden, hani ahmak ıslatan cinsten... Yağmur yağacağı varken bile tedbirsizsem üstelik... Zaten tedbir nedir bilmem... Asla saçak altına girmem... Koşturmam... Yürürüm yavaş yavaş koşuşan insanların arasından... Islanırım sırılsıklam... Size son derece manasız gelecek bir biçimde sevinirim. Zaten İngilizler kanıtlamışlar. Koşsa da yürüse de fark etmiyormuş, aynı miktarda ıslanıyormuş yağmurda insan... "İnsan yağmuda yürümenin ne tuhaf bir şahanelikte olduğunu öğrenmişse"bir kere... Vazgeçemez... Yaaa! Benim durumum böyleyken böyle işte...

14 Mayıs 2009 Perşembe

Ey Yaz!

Ey sıcak sevenler! Ey güneşseverler! Ey memleketime denk gelen en sıcak aylar ve günler! Ey Haziran! Ey Temmuz! Ey Ağustos! Ey beni bitiren mevsim! Ey yaz! Ey günebakan çiçekleri gibi enerjilerini güneşten alan insanlar! Bense bir yeldeğirmeni misali enerjimi rüzgardan alan biriysem eğer, güneşe, sıcağa, bu durgun, esintisiz havalara asla uygun değildir ki benim bünyem! Durma hakkımı kullanıyorum! Elimde değil zaten! Duracağım biraz!... Bu çok hazin bir bahis değil aslında. Bilakis herkesin sevdiği bir mevsimdir Yaz. Ama ben...Ben... Bu sıcak havalara dayanamam. Rüzgara ihtiyacım var. Yoksa eğer bir esinti yada biraz rüzgar! Ozaman Durma hakkımı kullanıyorum! Durmak da insan haklarından biri değil mi yoksa?
Of...Of... Şu sonbaharın gelmesine daha çok var,değil mi? Daha çok var!

Aylin Sökmen - Salt Okunur

Arkadaşımın evinde, sehpanın üzerinde bir kitap gördüm. Yeni bir kitap görünce dayanamam, mutlaka elime almam gerekir. Aldım kitabı elime. Yazarın adını daha önce hiç duymamışım. Aylin Sökmen... Kitabı bir kadın yazmış... Kitabın adı "Salt Okunur". Yazar enteresan bir kitap adı seçmiş. Daima merakımı celbeder, kitap adını ve kapağını acaba yazarı mı seçer? Bu kitabın adını seçenler, " Bu kitabı sadece okuyacaklar alsınlar ellerine, okumayacak olanlar dokumasınlar bile" mi demek istemişler? Ön kapağın alt yarısına muhtelif insan yüzleri resmedilmiş. Dikkat ettim gülümsemiyor hiçbiri... Hımm... Bu eğlenceli bir kitap değil demek ki, felsefi bir kitap olabilir... Hiç dert değil!Bu kitabı Pupa Yayınları çıkarmış. Düşündüm Pupa Yayınlarından başka hangi kitabı okudum diye. Aklıma gelmedi. O halde şimdi kitabı incelemeye pupa yelken devam etmeli!

Arka kapağı çevirdim. Yazarın küçük bir fotoğrafı konmuş. Güzel bir genç kadın belli. Fotoğrafın yanına şöyle bir yazı eklenmiş: "Salt Okunur, zekice kurgulanmış bir oyun alanı. Anlatıcının sürekli devrede kalarak varlığını hissettirmesi sözü edilen oyunun alanını genişletiyor. Kitabın sonuna kadar ipleri elinden bırakmayan Aylin Sökmen, metinlerin arasında soluk alıp veren, düş ve arzularla hareket eden kahramanlarıyla gerçekleri sağaltırken,gerçek yaşamda olmayan bir bütünsellik yaratıyor." Hımm! Yok, bu yazı beni çok etkilemedi. Kitabın başına dönmeliyim. "Annem'e, Babam'a ve kardeşim Ali'ye," Aylin Sökmen bu kitabını ailesine ithaf etmek istemiş. Demek ki aile bağları kuvvetli bir genç yazar modeli.

İşte bir sonraki sayfa beni bitirdi. Neden? Koca bir sayfada sadece şu iki cümle yazılmış:
"Bunun hayatımın sonu olduğunu anladım. Oysa ben evime dönmek istiyor,yeni bir boyuta geçmeyi, ölmeyi, hiç ama hiç istemiyordum." Of!... Peki bu kimin, hangi kitabından bir alıntı:
"Orhan Pamuk,Yeni Hayat". Son zamanlarda yayınevleri bana kitaplarını okutmak için işbirliğine mi giriştiler? Hayret bir şey? Eğer bir kitap içinde Orhan Pamuk adı geçiyorsa, okumam şart olmuştur. Mümkün değil ki başka bir şey! Ayrıca yazar da Orhan Pamuk hayranı olmalı ki kitabın başına onun cümlelerini ekleme gereğini hissetmiş. Bu aynı ne gibi gelir bana biliyor musunuz? Hani bazen şarkı söylemeye başlamadan önce sanatçı orkestraya döner ve bir nota sesi çıkarmalarını ister. "Bana bi "mi" verir misiniz?" der misal. Orkestra da o " mi" notasını seslendirince, sanatçı o notanın melodisiyle şarkısını söylemeye daha kolaylıkla başlar. Eğer Aylin Sökmen'de Orhan Pamuk'un bu sözleriyle kitabını yazmaya girişmişse, Orhan Pamuk'un kelimelerinin melodisiyle yazmış olabilir kitabını...Böyle düşünüyorum işte! Arkadaşıma seslendim: "Oya, sen bu kitabı nereden buldun?" Bir tanıdığının kızının kitabıymış. Yeni basılmış. Aaa!Ne kadar güzel! Kitap arsızlığım vardır maalesef. Dedim Oya'ya: " Ben bu kitabı alacağım senden!" Cevabını beklemeden devam ettim: "Hatta aldım bile!" " Tamam!" diye bir ses duydum galiba. Çoktan sahiplenmiştim bile!

Bir sonraki sayfa içindekiler... 11 tane öykü ismi ve ilgili sayfaları yazılı... Şimdi kitabın sayfalarını hızlı hızlı bir taramalı... Çok Yaşa adlı öyküsünün başında bir alıntı var Sylvia Plath'tan... Yazarla müşterek zevklerimiz çoğalmakta... Şimdi sıra kitabı koklamakta... Kokladım! Gencecik bir yazarın, taptaze bir kitabı gibi kokmakta... Misafirlikteyiz... Yemek yemişiz... " Oyaa! Sana yardım etmesem masayı toplamaya... Ben başlasam kitabı okumaya... Hani Salt Okunur demiş ya Aylin kitabına... Hem de tanıdıkmış bak sana da... Hani şimdi okumadan elimden bıraksam ayıp olmaz mı yazana! " diye seslendim. "Tamam!" diye bir ses duydum galiba. Oya, canım arkadaşım benim! Çoktan köşeye çekilmiş ve okumaya başlamıştım bile... Çünkü kitabın adı "Salt Okunur" du! Okunmadan bırakmak uygun olmaz ki! Yazar böyle istemiş demek ki! Salt okunmalı bu kitap. Hatta okumaya, kitaba adını veren 44.sayfadaki salt okunur öyküsünden başlamalı dedim kendi kendime. "Tamam!" diye bir ses duydum galiba. Başladım bile!

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Sarı Kız Salatası

Bloğumda üç yazıyı arka arkaya kadın konularına ayırınca, yeni bir yazıya hangi konuyla geçebilirim diye düşündüm.Şöyle yumuşak bir geçiş olsun diye, adında kız da olan, pratik yemek sanatımdan bir örnek vereyim istedim. Ben yaşamın eşsiz bir süreç olduğuna inananlardanım. Yemek yemenin de hayatın en büyük keyiflerinden biri olduğu sözünün altına imzamı atarım! Yemek yapmak zor bir iş değildir. Hele severek yapıyorsanız, sevdiğiniz insanlar için yapıyorsanız, yemeğe sevginizi katıyorsanız yemeyiniz de yanında yatınız diyeceğim ama ben iştahlı biriyim.Ben yemeyip yanında yatanlardan değil, yemeği yiyen ve silip süpürenlerdenim!
Bakın şimdi, siz sarı kız salatası nedir bilir misiniz?Yapması çok basittir!
Bu akşam baktım balkondaki patatesler neredeyse buruşmaya yüz tutmuşlar. Nasıl yaşlanmışlar. Aldım elime dört beş tane, dedim " Sizi nekadar ihmal etmişim.Afedersiniz! Şimdi güzel bir cilt bakımı uygulayacağım size, siz bile inanamayacaksınız kendinize! Biraz sabrediniz." Hemen su koydum elektrikli su ısıtıcısına ve bıraktım suyu kaynamaya. Bu arada patateslerin cildini buhara tutmadan önce, ölü derisinden kurtulmalıydım. Hemen keskin bir patates soyucusuyla ama zarar vermeden hassas cildine, patateslerin buruşmuş, kalınlaşmış dış kabuklarını soydum. İyice yıkamak için musluk altında soğuk suya tuttum. Bu arada kaynamış olan suyu tencerenin yarısına kadar doldurdum. Dış kabuğu soyulmuş, soğuk duşa tabi tutulmuş patatesleri küçük küçük parçalara böldüm. Tenceredeki kaynar suyun içine koydum. Onlar şimdi kaynayacaklar sıcak suda, yumuşacacık olacak hücreleri, okadar farklı bir cilt bakımı yapacağım ki, değişecek şekilleri ve şemalleri...
Patatesler haşlanırken tencerede, ayrı bir yerde, küçük bir tasa yarım çay bardağı zeytinyağ, yarım çay bardağı mayonez, bir dolu yemek kaşığı hardal, yarım limon, tuz koyarak iyice karıştırdım. Özel bir bakım yapacağım ya hücreleri yumuşamış patateslere, bu hazırladığım cilt bakım kremini uygulayacağım. Yumuşayınca, derince cam kasenin içine patatesleri boşalttım. Biraz ılınınca üzerlerine hazırladığım kase içindeki cilt bakım kremini dağıttım. Tahta kaşıkla bu hardallı sosu yavaş yavaş patateslere yedirince, renkleri döndü hardal sarısı rengine... Nasıl değiştiler, parıldadılar, gerçekten inanılmazdılar! Bir ara düşündüm acaba bu kremi kendime uygulasam iyi gelir miydi acaba benim de cildime? Bir gün olur denersem eğer, merak etmeyin anlatırım size de:)
İsterseniz biraz da kuru soğan doğrayın bu salatanın içine. Eğer taze nane de serperseniz üstüne,
benim bu özel tarifimle, şekilde gördüğünüz gibi fevkaladenin fevkinde, nefaseti yerinde nefis bir salata yiyeceksiniz gene !

Memlekette Kadın Vaziyetleri

Madem son iki yazım kadınlar üzerine,bu konuya devam etmek istedim. Can Dündar’ın “Kız Meselesi” başlıklı bir yazısı vardı gazetedeki köşesinde. Mardin katliamıyla ilgili belirsizlik sürmesine rağmen, katliamın kökeninde “kız meselesi” olduğu düşünülüyormuş. Baskının elebaşı bu vahşetin nedenini şöyle açıklamış: “O kızı gelin istedik. Onlar kanlımıza verdiler.”

Can Dündar bu konuyu irdelemiş. Diyor ki: “Cehalet, töre, gelenek, erkek kültürü, kan davası, korucu sistemi, silahlanma, toprak reformu, nüfus planlaması... Sayısız melanet bir araya toplaşıp bu trajik sonucu hazırlamışa benziyor.Hepsini uzun süredir tartışıyoruz; daha da yıllarca tartışacağa benziyoruz. Ama hiçbiri konusunda ciddi bir şey yapmadığımız da ortada...Bu başlıklar içinde bir tanesinin giderek özel önem taşımaya başladığını düşünüyorum: “Kız meselesi...”

Özellikle son zamanlarda kadınların özgürlük taleplerinin artması, geleneksel yapıların çökmeye başlaması,eğitimlerinin artması, ek gelir ihtiyacı ve televizyonun insanlara yeni hayatlar göstermesi,kadının esaretten kurtulmasına neden oluyor. Erkekler bu durumdan rahatsız. Egemenlik tahtları sallanıyor. Artık itiraz edebilen, okuyan,çalışan, olmayınca evden kaçan, intihar eden yeni bir kadın modeli çıkıyor ortaya. Erkekler bunu hazmedemiyor. Yazar bu tip cinayetlerin altında yatan nedenlerin bunlar olabileceğini düşünüyor. Aslında bunun bir “erkek sorunu” olduğunu söylüyor.

Can Dündar yazısını şu cümlelerle bitirmiş:
“Ne olursa olsun; tarihsel süreç kaçınılmaz bir şekilde işliyor.Kadının özgürleşme talebini durdurmak mümkün değil.Lakin geçiş sürecinde erkek tutuculuğunun direnişi giderek vahşileşen bir şekilde sürecektir.Neyse ki, yenilgiye mahkûm bir direniş bu...Bize çok çektirecek, çok kan dökecek, ama sonunda mecburen boyun eğecek bir mukavemet...Bu direniş bitip de erkek, “töre” dediği savaş baltasını toprağa gömdüğünde, harp alanında yen içinde kalmış milyonlarca kırık kol bulacağız; Yol kenarında kurşunlanmış genç kız bedenleri...Yatak odalarında saklanmış aile içi tecavüz sırları...Başlık paraları... Namus cinayetleri... Kuma düzeni...Kanlı bir hükümranlığın berbat anıları olarak, tarihin çöplüğünü boylayacaklar.”
Bugün " hasta ve yaşlı bakım uzmanı" yetiştirme projemiz için, başvuru yapan 120 kadın ile görüştük. 60 kadın eğitim alacaktı. Ben de seçici kuruldaydım ve 20 kadın ile bizzat görüştüm.İnanın karar vermek okadar zor oldu ki. Kimi kocasından habersiz gelmiş, meslek edinmek, çalışmak, para kazanmak isteyen kadınlarımız. Çoğu ilkokuldan sonra okula gönderilmemiş, küçük yaşta evlendirilmiş, 30 una varmadan 3 çocuk doğurmuş, bir kısmının kocası da işsiz çaresiz kadınlarımız. Bizim açacağımız kursu meslek edinme adına bir şans olarak düşünüyorlar. Haklılar! 60 kadını inanın çok zor belirledik. En fazla ihtiyacı olan ve en çok gönüllü olanlar tercih edilecekti. Hepsi vasıflı olmak, koluna bir bilezik takmak, iş bulmak arzusunda... Her birinin gözleri ışıl ışıl parlıyordu, üniversitede kursa gidecekleri ve bir eğitimden geçecekleri için. Kadınların durumları çok zor memleketimizde.. Bugün bu durumu bir kez daha gözlerimle, gördüm, kulaklarımla duydum ve yüreğimde hissettim! Ama 60 kadınımız için yeni başlangıç var artık. Pazartesi günü Kocaeli Üniversitesi'nde eğitime başlıyorlar. Eğitimleri bittikten sonra da iş bulmaları konusunda kollarımızı şimdiden sıvadık ve çok yeşil ışık aldık. 60 kadın işlerde uzman ve çalışan kadınlar olacaklar! Ya diğerleri? Bu projelere azimle devam etmeli... Engellerden korkmadan hem de! Kocaeli Üniversitesi ve İşkur okadar destekledi ki bizi bu projemizde. Yetkililere sonsuz teşekkürler!

Sinema Hayatı Eşsiz Kılar!

Bu yıl 12.düzenlenen Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'nin ana konusunu zorla çocuk yaşta evlendirilen kızların dramı oluşturuyormuş. Özellikle dört film bu drama odaklanan filmlerden seçilmiş. Bu filmlerden biri Yemenli kadın yönetmen Hatice El Selami'nin 11 yaşında evlendirilen bir kız çocuğun gerçek hayatını anlattığı Amina'ymış. Ülkesinin ilk kadın yönetmeni olan Yemenli Hatice El Selami, bir gazete haberi sayesinde haberdar olduğu Amina’nın öyküsünü anlatıyormuş bu filmde.

Sabah TRT1 de Hatice El Selami ile yapılan bir haber röportajı seyrettim.11 yaşındayken zorla evlendirilen, kocasını öldürmek suçundan ölüm cezası ile yargılanan Amina'nın yaşadıklarını etkili bir dille ve büyük bir cesaretle filme aktarınca, bu filmin hükümetin gözünü açtığını ve ilgili bakanlığın böyle kadınların sorunlarına eğilmelerine yol açtığını anlatıyordu. Ayrıca film sebebi ile gazeteciler konuyu gündeme getirip, dillendirince aynı örnekten ne çok kadın olduğu farkedilmiş. Bu film sayesinde Amina'nın cezası kaldırılmış.

Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Film Festivali yöneticilerini de, bu festivali yıllardır sürdürdükleri için kutlamak lazım. Ayrıca bu örnek sinemanın gücünün ve hayatı eşsiz kıldığının en önemli bir örneklerinden biri değil mi?

12 Mayıs 2009 Salı

Her Şey Daha İyi Bir Dünya İçin!

Arasıra bloğumda İl Kadın Girişimciler Kurulu olarak yaptıklarımızı yazmak istiyorum. Hatta kadınların durumlarını tekrar tekrar hatırlatmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim. Feministlik derdinde hiç değilim inanın. Dileğim ülkemizdeki kadınların erkeklerle aynı seviyeye gelmesi okadar! Bakın,

Memleketimizde 100 kadından sadece 7'si girişimci yani kendi işini yapıyor ve tarım dahil 100 kadından 24'ü çalışıyor. Türkiye’de her 3 kadından 1’inin şiddet mağduru ve her 5 kadından 1’inin okuma yazma bilmediğini öğrenmek, sizi de hem hayrete hem de dehşete düşürmüyor mu?

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) öncülüğünde, ilgili illerin Sanayi ve Ticaret Odalarının seçtiği kadın girişimciler bu kurulu oluşturuyor. Biz seçilen kadın girişimciler de madem biraraya geldik dedik ve bir proje geliştirdik. Projemizin adı: " Yaşlı ve Hasta Bakımı Uzmanı Yetiştirme". Kocaeli Üniversitesi ve İşkur yetkilileri bizi desteklediler. 110 kadın müracaat etti. Yarın bu başvurular arasından kriterlere en uygun 60 kadın belirleyeceğiz. Bu kadınlar 60 saati Kocaeli Üniversitesi Hastahanesinde uygulamalı olarak toplam 120 saatlik eğitime tabi tutulacaklar. Katılımcıların eğitim bedelini ve ödenecek günlük 15 TL'lik ödeneği İşkur karşılayacak.
Kocaeli Üniversitesi doktorlarından eğitim alacak ve özellikle yaşlı ve hasta bakım uzmanı olarak yetiştirilecek 60 kadının, iş bulmaları hatta aralarından bir yada bir kaçının birleşerek bir şirket kurmaları ve girişimci olmaları desteklenecek.En azından 60 kadınımız nitelikli eleman olacaklar ve onlar için işsizlik sorunu çözülmüş olacak. Şimdilik bunu düşünmek bile yeterince sevindirici!
Bu daha ilk projemiz! Daha çok projemiz var! Herşey daha iyi bir dünya için!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Berezilya.com En İyi 10 Futbol Bloğundan Biri



Goal dergisi En İyi 10 Futbol Blogu’nu seçti!

"Goal dergisinin mayıs sayısında yer alan En İyi 10 Futbol Blogu listesinin yedinci sırasında Berezilya.com var. Tanıtım yazısı şöyle: Berezilya,com Ege Görgün tarafından kurulan bir futbol blogu. Ayrıca Cem Toq, Yetkin Paker, Abdullah Malçok, Aysun Başaran gibi isimlerde yazılarıyla blogu zenginleştiriyorlar. Berezilya.com’un içeriğini genel olarak Türkiye futbolu oluşturuyor. Blogda haberler ve değerlendirmelerin yanı sıra ilgi çekici röportajlarda yer alıyor. Berezilya.com’un en önemli özelliği ziyaretçilerine de açık olması. Blogun “Başlama Vuruşu” adlı bölümünde yer alan şu sözler aslında her şeyi açıklıyor: Bu blog, futbolun asla sadece futbol olmadığını bilenler ama işin içine rant, kavga, entrika, iktidar ve kazanma hırsı girdikçe “futbol sadece futbol olarak kalsa daha mı iyiydi acaba” diye de düşünenler için kuruldu. Ve bu blog onlar okuduğu, daha da önemlisi yazdıkları sürece yaşayacak."
“Nerde kalmıştık? Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir ama, aslında toplu oynanan yani insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da öyle değil mi? İstediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin.” - Serdar Akar’ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filminden -

10 Mayıs 2009 Pazar

Size Anne Diyebilir miyim?

Ortaokula o yıl başlayacaktım. İzmit'e taşınmıştık.İlk evimiz, bir açık sinemanın bahçesindeydi. “Yok canım daha neler!” demeyin sakın. Hakikaten… İzmitli olup, yaşı bana yakın olanlar bilecektir. Hoşgör Pastahanesi’nin hemen arka sokağında Oğuz Bahçe Sineması vardı. Bizim taşındığımız apartman, sinemaya bitişik bir binaydı. Birinci katta oturuyorduk. Üst katların değil de sadece bizim katın sinema salonuna doğru koca bir balkon uzantısı vardı. Sanki bir loca… Film seyretmeye bayılırdım… Bu balkon bana bir armağandı..Gözlerim okadar bozuktu ki tam beş numara. Haftada bir film değişirdi. Her akşam aynı filmi seyretmekten bıkmazdım. Annem gözlerimin bozukluğunu her akşam film seyretmeme bağlardı. Çok kızardı. Ben de hemen seyrettiğim filmlerden ezberlediğim birkaç repliği taklit ederdim. Şöyle… Türkan Şoray olurdum mesela… Tek elimin tersini gözlerimin üzerine kapardım ve…
- Aman Tanrım! Nayıır! Artık göremiyorum… Göremiyorum… Artık kör oldum… Ohh! Tanrım, nedennn…nedennn bennn! Okadar bedbahtım kii!
Yada Aysecik olurdum. Annemin önünde diz çöker:
- Teyzeciğim… Sizi çok sevdim… Size anne diyebilir miyim? Derdim.
Annem dayanamaz,kızmaktan vazgeçer… Hatta kimi zaman kahkaha ile gülerdi;
- Şımarık kız! Derdi. Haydi yatağa!
Yatar gibi yapardım. Sonra gizlice balkona kaçardım. Görünmez bir köşeye tüner, gizli gizli,sanki ilk kez seyreder gibi büyük bir hayranlıkla, o geceki filmi izlerdim. Annemden saklı yapıyorum ya Yarabbim o ne güzel bir histi. Neden anneden gizli çevrilen işler bu denli haz verirdi ki insana? Ah ne günlerdi!
Film haftada bir değişirdi. Bıkmazdım. Asla usanmazdım . Sürekli aynı filmi seyredince replikleri ezberlemem tabi ki çok doğaldı. Ezberlediğim bu cümleler gerçek hayatta çok işime yarardı zira:)
"Seni gördüğüm zaman içimde böyle bişeyler oldu...Konuşmayı beceremem ama, anladın dimi ? Canımsın be... Güneşimsin...Havamsın...Yani bu ağzımdaki izmarit yok mu be kız işte onun gibi benimsin be... Yani buramdasın be...Sen hayatımın tek golüsün yani..."
( Bu da Sadri Alışık'ın meşhur repliklerinden bir hatırlatma... Vallahi gerçek bu sözler!Hani Filiz Akın'la çevirdiği Şakayla Karışık filminden )

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Eskiden Kafe

Bugün üzerinize afiyet nasıl bir bezgin bekir durumundaydım anlatamam. Hani bir Meksika atasözü vardır: "Ne güzel çalışmamak, arkasından da dinlenmek!" der. Evet bugün ben bu sözü söyleyen Meksikalı'nın ruh halindeydim. Ama benim balık burcu, romantik kardeşim yok mu? Sürekli aradı durdu beni cepten, sıraladım bir çok bahane, dediklerim bir kulağından girdi öbür kulağından çıktı. "İzmit'e gel de gel!" dedi durdu. Şu dünyada hiç rahat yüzü yok mu? Aaaa! Nedir bu? Tabi iki haftadır benim koşuşturmalarım nedeniyle hiç uğrayamadım kendisine, bugün çocukları bırakmış eve ya, görüşmek istiyor benimle. Haklı. Yarın anneler günü. Annemiz yok, gitti cennete. O benim annem ben O'nun, belli etmiyoruz güya hiç bir şey birbirimize, hüznümüz yüreğimizde saklı. Neyse... Dedim ki "Tamam bebek, o zaman buluşalım Eskiden Kafe'de." "Eskiden Kafe mi? O da nerden çıktı şimdi?"dedi. Dedim "Kardeş, Mimar Sinan'ın yaptığı Yeni Cuma Cami yok mu? Sırtını eski tren yoluna dön. Caminin duvarını soluna al. E5 e doğru yürü. Yürürken sağına bak ama. Ara sokağın sonuna doğru Eskiden Kafe'yi göreceksin. Bak bayılacaksın bu mekana!"

Ufuk Uzun Kocaeli Anadolu Lisesi Mezunu. Bu yıl okul mezunları ve öğrencileri ile çıkarılan Kelebek Etkisi adlı dergiyi, okul şehir dışında olduğu için, şehrin merkezinden satmamız gerekiyordu. Ufuk Eskiden Kafe'yi bir kaç ay önce açmış. Rica ettim kendisine, satmak için dergiden biraz kafede bulundururmusunuz diye, kabul etti. Telefonda konuşmuştuk bunları.Dergileri bırakmak için Eskiden Kafe'ye gidince kendimden geçtim. Bu ne güzel bir yerdi böyle ve ben neden daha önce görmemiştim? Şahane bir kafeydi!

Eskiden Kafe çok özenle hazırlanmış ve belli bir özelliği var. Herşey 1980 li yıllara ait. Mesela bugün kardeşle kafeye girdiğimizde Modern Talking çalıyordu. Bu 80 li yıllar insan kaç yaşında olursa olsun neden güzel duygular uyandıyor insanda anlamıyorum ki? Duvarda "1980 li Yıllarda Yaşamak" diye bir başlık atılmış. Altta şunlar sıralanmış:
- Fon müziği Laura Brannigan'dan Self Control olan günler demek
-Şehirlerarası yolculuğa çıkarken otobüsün 302S olması için dua etmek demek
-Çavuşesku ve karısının kurşuna dizilişini TV den seyretmek demek
-Gorbaçov'un kafasındaki lekenin ne olduğunu anlamaya çalışmak demek

Her Şeye Rağmen Temiz El Değmemiş Bir Hayat Demek

-Breyk,breyk arkadaş arıyorum demek
-Videocudan American Ninja, Kan Sporu ve Karete Kid filmlerini kiralamak demek
-İcraatın İçinden izleyip, Özal'ın kalemine bakıp hipnotize olmak demek
-Gazoz kapağı, misket oynamak demek

Duvarlarda eski long playlar, 45'likler, üst katta 1980 yıllara ait film afişleri, koridor ve merdiven duvarlarında siyah beyaz fotoğraflar, mekanik saatler, oyuncaklar, radyolar, o yılları anımsatacak her türlü objeler ve resimler... İşin olmayacak yada konuşacak kardeşin yanında, saatlerce duvardakilere bak! Harikulade! Peki ne yiyeceğim? Ufuk'un annesi Remziye Hanım'ın evde yaptığı fevkalade lezzetli pastalar var. Ben bugün Haşhaşlı Pasta yedim. Çok lezzetliydi. Fiyatlar da çok makul. Başka yere gitmeye gerek yok, eğer İzmit içinde 1980'lere ışınlanmak istiyorsanız Ankara Üniversitesi Sosyal Antropoloji mezunu, tabi ki aslı KAL mezunu, Ufuk'un yeri, Eskiden Kafe'ye mutlaka gidin. Benden de selam söyleyin. Bir de Kelebek Etkisi dergimizden alın olur mu? Mutlaka okuyun ama... Hem KAL'lının Kafe'sine, hem de KAL'lıların Kelebek Etkisi adlı dergisine hayran kalacaksınız. Garanti ederim!...

Tabi benim kardeş de bayıldı Eskiden Kafe'ye. Artık arada buluşacağız bu yerde. Hep romantik şeyler konuşuruz biz kardeşimle genelde. Edebiyat veya sinemada aşk mesela. Bu gün var ya, eğer dinleseydim içimi karartacaktı. Şöyle dinledim de bir ara, tam bir gamlı baykuş modundaydı. Anlattıkları bir kulağımdan girdi bir kulağımdan çıktı valla... Çünkü ben bir ara girmişim mekanın illizyonuna ve ışınlanmışım 1980'li yıllara! Hiç dinleyemedim. Kafeden çıkışta şöyle diyordu ama: "Abla, iyi ki varsın. Ne tatlı dinliyorsun! Hem de anlattıklarıma hiç kızmıyorsun. Ben de kızarsın diye çok korkmuştum. Demek ki kabul ediyorsun. Yaşaaa!" Hımm! Vallahi kalakaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Benim kızacağımı düşündüğü ne anlatmıştı ki acaba? Soramadım... Nasıl derim "sen havaya konuştun, sen anlatırken ben life is life'ı dinliyordum".... Diyemedim.... Diyemedim... "Ben 1980 li yıllardaydım " diyemedim!!!

8 Mayıs 2009 Cuma

Ege Görgün ve Gelecek Öyküler


"Oturma odamızda "ailecek" naklen savaş izlediğimiz, ileriyi göremediğimiz,kendimizi güvensiz hissettiğimiz bu günlerde,gelecekle ilgili hayal kurmak belki de zor... Gelin hep beraber bu öykülerle zamanda yolculuk edelim ve şimdiden - iki yüz yıl beklemeye gerek kalmadan - boyut değiştirelim!"
Yeni okumaya başladığım "Gelecek Öyküler" adlı kitabın editörü Deniz Koç böyle yazmış kitabın önsözünde... Bahar Korçan, Çoşkun Hepyonar, Ege Görgün, Giovanni Scognamillo, Halkan Alpin, Haldun Aydıngün, Halil Gökhan, İmren Mutlu, Özlem Alpin, Yusuf Eradam'ın gelecek üzerine kurguladıkları, okuyanı zaman içinde yolculuğa çıkan öyküler var içinde. Bu kitabı almamın nedeni Ege Görgün'dür. Öykülerini okumayı çok severim. Kendine has bir tarzı ve anlatımı vardır. Çok iyi bir sinema yazarı olduğu için olsa gerek, öykülerinde yarattığı fantastik dünyayı, kolaylıkla okuyucuya geçirebilmektedir.
Ege Görgün'ün "Gelecek Öyküler"adlı kitaptaki öyküsünün adı "Zamansız". Öyküsü, bir uçak anonsu ile başlar. Okuyucu, yazarın daha önce hiç öyküsünü okumamışsa, anonsdaki sözler biraz farklı olsa da, normal bir uçuş anonsu zannedebilir. Oysa Ege Görgün'ün öykülerini daha önce okuyanlar bilirler ki, başkası için doğal olan bu anonsun arkasından, mutlaka bir sürpriz gelecektir. Çünkü okuyucusunu şaşırtan öyküler yazar. Mesela bu öyküde, okudukça anlıyoruz ki biz 21.yüzyılda değil, 30.yüzyıldayız. Bu uçuş da herhangi bir uluslararası hava yolu seyahati değil, geçmiş zamana yolculuktur.

"İlk durağımız,Mayalar devrindeki Güney Amerika. Bu kadar eski bir zamanda,gemimizi tam kamufle etme gereği duymuyoruz.Işık yansıtıcılarını kullanmamız yeterli oluyor. Aşağıdakiler şu an bizi uçan dev parlak cisimler olarak görüyorlar. Ayrıca yapılan araştırmalar ziyaretlerimizin mayaların kültürlerine olumlu etki yaptığını gösteriyor. Altımızda görülen muhteşem yapılar Maya tapınakları.Birazdan Amazon Ormanları üstünde bir tur attıktan sonra yolculuğumuzun ikinci durağına geçeceğiz. Rönesans dönemindeki Avrupa... Lütfen tekrar koltuk kalkanlarını çalıştırınız."
Okudukça yazar şaşırtmaya devam edecek ve okuyucu bu yüzyılda da boyut ve zaman değiştirebilme ihtimali olabileceğini öğrenecek! Öyküde 30. yüzyıldayız. Geçmiş zamanda yolculuk devam ediyor ve "Son durağımız,bir felaketin eşiğinden dönülen 2000'li yıllar." diye bir anons okuyoruz... Öyküde günümüze gelindiğinde uzay gemisi maksimum kamuflajla gizlenir. Püskürtülen bir gazla yapay bir bulut oluşturulur ve aşağıdan bakanlar gökyüzünde yalnızca hareket halinde bir bulut görürler. Yasalara göre gemiden inmek, insanlarla konuşmak kesinlikle yasaktır. Ancak 30. yüzyılda da yasal olmayan işler yapan şirketler vardır. Bazı turizm şirketleri on onbeş kişilik kaçak turlar düzenlemektedir. Bu turlar gemilerini tam kamuflajla gizleyemedikleri için, eski zaman insanları tarafından görülebilmektedir. Bu kişiler yakalandıklarında ağır cezalara çarptırılmaktadırlar aslında ama bu bile sektöre darbe vuramamaktadır.

Ayrıca geçmişe yapılan yolculuklar sadece turistik amaçlı değildir. Teknolojik ve tıbbi araştırmalarda kullanılmak üzere canlı denek sağlamak üzere geçmiş zamanlardan insanlar kaçırılmaktadır. Kurulan bir polis şubesi, eski zamandaki kaçırılma olaylarının zaman ötesi suç olup olmadığını araştırmaktadır. Okudukça "Olabilir mi?" diye düşünmeden duramıyorsunuz. Dünyada her yıl kaybolup bulunamayan okadar çok insan var ki! Gelecek yüzyıldan dünyamıza gelip kaçırmış olabilirler mi? Kim bilebilir?
İşte böyle bir öyküdür "Zamansız". Okuyucuya hayal kurduran, şaşırtan, düşündüren öykülerden. Bu öyküyü okuduktan sonra, baktığınız her bulutun ardında, kamuflaj durumunda, gelecekten dünyamıza turist olarak gelen uzay gemisi olup olmadığını düşüneceksiniz. Hikayeyi tam anlatmak istemiyorum, okurken tadı kaçar sonra; öyküyü okudukça sizin de geçmişe yada geleceğe gidebilme ihtimaliniz olabileceğini öğreneceksiniz... Velev ki illa bu zamanda kalmak istiyorsanız, siz bilirsiniz. O halde havanın karanlık ve çevrenin ıssız olduğu yerlere dikkat ediniz!!...


Ege Görgün, genelde geçmiş yada gelecekle ilgili fantastik öyküler yazsa da, ben iyi bir takipçisi olarak nedense Ege Görgün ile gene tüm kitaplarını ilgiyle okuduğum ünlü İngiliz romancı Nick Hornby arasında bir paralellik sezerim. Ege Görgün, iyi bir sinema, müzik ve futbol yazarı olması sebebiyle, memleketimizde hiç türüne rastlamadığım, Nick Hornby tarzı romanlar yazabileceği kanaatindeyim. Umalım ki yakın zamanda Ege Görgün'ün, fantastik yada kendine özgü öykülerini yada romanını yazdığı bir kitabını elimize alıp okuyabilelim. Ne diyelim? Okur hayal ettiği müddetçe yaşar!

4 Mayıs 2009 Pazartesi

"Yeniçeri" Diye Bir Çizgi Roman Kahramanımız Varmış!


"Topkapı'da hologram Yeniçeler dolaşacak" diye bir haber okuyunca, hayalperest ruhum depreşti. Bir elimi koydum yanağıma ve kendimi ışınladım Topkapı Sarayı'na. Konu daha ihale aşamasında olmasına rağmen, ben çoktan Saray'daydım ve Yeniçerilerle Topkapı Sarayı'nı dolaşmaya başlamıştım bile. Keşke Yeniçerilerle ilgili bir çizgi romanımız olsa, kahramanlık filmleri çevrilse mesela, diye düşünerek konuyla ilgili yazıları sanl ansiklopedide araştırıyordum ki, gözlerime inanamadım. Çizgiroman.genç.tr diye bir sitede 2004 tarihli "Özel Dosya-Amerikan Çizgi Romanı, Türk Politik Hayatının Aynasıdır! : Yeniçeri" başlıklı bir yazı gördüm. Bir araştırma yazısıydı ve yazarı ÇROP ve TERSNİNJA'dan tanıdığım, Sarp bebeğin babası Ümit Kireççi'ydi.

Üç dizilik bu çok ilginç araştırma yazısını (http://www.cizgiroman.gen.tr/dosya/28 ) siteden girip mutlaka okumalısınız. Ben Ümit Kireççi'nin yazısından bir bölümü buraya alacağım:

"1566 yılında DC okurlarının yakınen tanıdığı iblis Etrigan, İzmit’e - (dikkatinizi çekerim benim yaşadığım şehre:) -yaratık ordusuyla saldırır. Kanuni Sultan Süleyman şanlı ordusuyla karşı koysa da başarısız olur. Bu sırada Merlin ortaya çıkar ve Arthurvari bir Excalibursal buluşla, Kanuninin kılıcını taşa saplar, bir büyü kitabını da yanına bırakır. Etrigan avucunu yalar ve gelecekte dönmek üzere gider. Yıl 1999 İzmit depremi. Doktor Selma Tolon, depremzedelere yardım ederken yeraltına düşer. Kılıcı ve kitabı bulur, çarşaflı şalvar karışımı, kırmızı üstüne ay-yıldızlı kostümlü Yeniçeri’ye dönüşür, ilk icraat olarak da Türkiye başbakanını teröristlerin suikastinden kurtararak vatanseverliğini dışa vurur.Aslında dergiyi okuma imkanı bulanlar benimle hem fikir olacaklardır. Çıkış öyküsü fazla basit ve fazla zorlama kurmaca; ancak yer yer türkçe konuşmaların geçmesi, isimlerin türkçe olması inanılmaz bir zevk veriyor. Bir de hayal ettiğimiz gibi kahramanlık merkezi olarak İstanbul yerine İzmit merkez alınmış. Dahası ülkemizi temsil eden süper kahraman da bir kadın olmuş (Ben çok hoşlandım ama acemi çizerler nedense hep bayrak desenli bir erkek kahraman çizmeye eğilimli oldukları için hayal kırıklığına uğramış olabilirler)." Aynen böyle yazmış Ümit Kireççi.


Neticede anladım ki:

1- Demek ki Yeniçeri adında bir çizgiroman kahramanımız var.
2-Bu kahraman İzmit'te yeraltına düşüyor ve Yeniçeri'ye dönüşüyor.
3-Bu kahraman hem Yeniçeri, hem İzmitli, hem de kadın:)
4- Bu yazının yazarı ise Ümit Kireççi!

Bu kadar güzellik bir arada olabilir mi? Şimdi bakın, bugün okuduğum bir gazete haberi, ve bendeki merak tabii, beni nerelere getirdi? Sizce de çok ilginç değil mi?  Ve hayat ne tesadüfler ve ilginçliklerle dolu öyle değil mi?

3 Mayıs 2009 Pazar

Bana Dokunmayan Yılan Bin Yıl Yaşasın Deme!

Meksikanın doğusunda, domuz çiftliğinde yaşayan bir çocukta başlayan grip mikrobu, diğer ülkelerin insanlarını korkutunca, anlıyoruz ki siz istediğiniz kadar görmek,duymak istemeyin, ben en büyüğüm, refah içindeyim deyin, duvarlar örün, sınırları kapatın; mikrop zengin, fakir, Amerikalı, Meksikalı, eğitimli, eğitimsiz, temiz, pis dinlemiyor. Din, dil, ırk farkı gözetmeksizin herkese bulaşabiliyor. Bana ne elin Meksikalısı düşünsün diyemiyorsunuz, gelip New York'un göbeğindeki büyük denetim firmasının beyaz yakalı çalışanına bulaşabiliyor. O halde dünyanın herhangi bir yerindeki insanın derdinin bizim derdimiz gibi önemsemenin vakti geldi de geçiyor bile. "Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!" dememek, umursanmayan o yılanın bir gün gelip kendinize değeceği ihtimalini unutmamak gerek!

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Kendini Hep Ihlamur Ağacı Gibi Hissetmek!...

"Bir ıhlamur ağacını kesmekle, kendimi yazı yazmaktan alıkoymak aynı şey. Yada ıhlamur ağacının olmasıyla benim olmam anlam bakımından farklı değil. Bundan sonrası ayrıntılar..." Böyle diyordu ya Edip Cansever. "Yazmazsam çıldıracaktım." diyordu Sait Faik de bir yazısında. İnsan duyguları müşterek."Yazmak" böyle bir sevda işte galiba. Çılgınca. Bugünlerde kendimi tam manasıyla bir ıhlamur ağacı olarak hissetttiğimden olsa gerek, hep yazmak istiyorum. Hep yazmak. Biteviye hem de...Tüm günün koşturma aralarında, masada açık duran bilgisayarıma oturup yazdım durmadan. Abartma sanatında üstüme yoktur da, bugün o günlerden biri demek!

Baktım sanal posta kutuma arkadaşım Oya'dan bir mektup düşmüş. "Başlık 40 yaş üstü kadınlar!" Dedim Oya beni kendime getirmek için mi yazdı birşeyler acaba. "Aklını başına al kadın, yaşına uygun yaz ve davran!" mı demek istiyordu ki? Ama Oya benim yüreğimi bilir. Bu yazı 40 yaş üstü kadınlarla ilgili eğlenceli bir şeydir. Ben de 30 yıllık arkadaşımı tanırım. Yazıyı okumadan önce, aynı yaşta olsalar da, farklı hisseden ve davranan insanları düşündüm. Galiba her yüreğin farklı bir aklı, her insanın kendi meşrebince bir olgunluğu oluyor. Bazen "Keşke çocuk kalsaydık!" derler ya, ben pek katılmam bu görüşe. Neden çocuk kalalım ki, büyüyelim bence... Ancak büyüdükçe anlaşılıyor hayatın lezzeti, yüreğin ve aklın kıymeti. Büyüdükçe öğreniyoruz ki hayat tesadüfler ve kazaralar demeti. Büyüdükçe görüyoruz ki hiç beklenmedik olaylar geliyor insanların başına. Düşmeler, kalkmalar, savaşlar,darbeler,evlenmeler, boşanmalar, aşklar, ayrılıklar, hastalıklar, kazalar, kaçışlar, dönüşler, doğumlar, ölümler, daha neler neler, yaşadığınız yeri dümdüz eden deprem bile... O zaman ne korkmak lazım hayattan ne de yakalayacağım herşeyi diye koşturup durmak galiba... Hayatı sizin dışınızdaki büyük yönetmen idare ediyor ve siz oyunculardan birisiniz aslında. Hayat kendi akışını kendi buluyor ve kendi mecrasında akıp gidiyor siz ne kadar çabalasanızda. O zaman yaş aldıkça yüreği akıllandırmayı bilmek gerek. Her yaşın kendine has güzelliğini farketmek, keyif veren her hissin ve kişilerin değerini bilmek.
Şimdi bakalım 40 yaşını geçmiş kadınların durumuna:
*40 yaşını geçmiş bir kadın asla sizi gecenin bir yarısı uyandırıp 'nedüşünüyorsun?' diye sormaz. Umurunda değildir çünkü ne düşündüğünüz.
*40 yaşını aşmış bir kadın TV deki maçı seyretmek istemiyorsa, söylene söylene TV'nin karşısında yanınızda oturmaz. Yapmak istediği bir şeyi yapar. Ve bu genellikle daha enteresan bir şeydir.
*40 yaşını aşmış bir kadın kendini yeterince iyi tanır ve kendinden emindir. Kim olduğunu, ne olduğunu, ne istediğini, ve kimden istediğini bilir.
*40 yaşını aşmış çok az kadın onun hakkında ya da yaptıkları hakkında ne düşündüğünüzü önemser.
*40 yaşını aşmış kadın, ağırbaşlıdır. Bir operanın ortasında ya dapahalı bir restoranda sizinle çığlık çığlığa kavga etmesi çok nadirdir. Ha tabi hak ettiyseniz, sizi vururken de hiç tereddüt etmez,sonuçlarına katlanmayı da planlayarak.
*40 üstü kadınlar açık sözlü, doğrucu ve dürüsttürler. Onun için ne anlam taşıdığınızı merak etmenize gerek yoktur.Ne kadar geri zekalı olduğunuzu bir çırpıda açık açık söyleyiverir.Eğer bir geri zekalı gibi davrandıysanız.
*Kadınlar yaşları ilerledikçe medyumlaşırlar. Ona günah çıkarmanıza hiç gerek yoktur. Onlar her haltınızı bilirler..

Ben kendimi "Ihlamur Ağacı" gibi hissediyorum hala..... Teşekkürler Oya!

Elveda Mrs.Robinson

Bugün evde, "Simon&Garfunkel"'in söylediği unutulmaz "Mrs.Robinson" şarkısını dinleyince, "Dustin Hofman"'ın "The Gradute" yada Türkçe ismiyle, "Mezuniyet" yerine "Aşk Mevsimi "diye çevrilmiş filmi aklıma geldi. İnterneti karıştırınca, gördüm ki üniversiteden yeni mezun Ben’i (Dustin Hoffman’ı) baştan çıkartan ve güzel kızı Elaine'den (Katharine Ross'dan) koparmaya çalışan , unutulmaz "Mrs. Robinson" karakterini canlandıran büyük aktrist "Anny Bancroft" uzun zaman önce vefat etmiş. Bu filmde Dustin Hofman'ın "Mrs. Robinson beni baştan çıkarmaya çalışıyorsunuz. Öyle değil mi?` cümlesi bizim kuşak sinema severlerin hafızasında yeretmiştir. Ne diyelim "Toprağı bol olsun!" Oscar sahibi aktrist, filmlerinde canlandırdığı karakterlerle, sevenlerin gönüllerinde!