19 Ekim 2011 Çarşamba

Kahve Molası - Kemalettin Tuğcu Kitapları Neden Ağlatırdı Bizi?


Bugün Gölcük'teki meydanda bir süre beklemem gerekti. Bir saat kadar aynı mekanda durunca, elimde olmadan etrafa dikkat ettim. Yıllardır yaşadığım yeri yadırgadım birden. Etraftaki binalara baktım ve olanlara inanamadım. Kendimi yabancı bir yerdeymişim gibi hissettim. Tamam deprem yaşadı Gölcük... Tamam, yeni binalar yapıldı yıkılanların yerine. Ama bu kadar mı değişir herşey, bu kadar mı yabancılaşır insan şehrine? Hiç mi eskiyi hatırlatmaz bir şey, bu kadar mı anılar gömülür yerin dibine? Sadece Gölcük'te değil her yerde, her şey o kadar paldır küldür değişiyor ki bu memlekette. Hiç ehemmiyet verilmiyor, o yerde yaşayan insanların kişisel tarihlerine. Oysa bir yerde bu kadar yıl yaşamışsa insan, bazı köşelerinde anılarından kırıntılar görmek istiyor. Hele özellikle bir gecede, zalim bir deprem nedeniyle, pek çok şey yok olup gitmişse... O yerle ilintili eski hatıralar, kimi zaman sığınacak bir liman olabiliyor. Ama yok işte size geçmişi hatırlatan hiç bir mekan. Bu durumda ipek bir çorabın ucu kaçmış ilmiğini çekmişsiniz gibi, anılar ilmik ilmik ortaya dökülüyor. Derin bir iç çekiyorsunuz ve içinizi dumanlı bir efkar kaplıyor.

Eve döndüğümde, kitaplığıma şöyle bir göz atıyorken, ansızın Kemalettin Tuğcu'nun bir kitabıyla göz göze geldim. İşte dedim eskilerden bir ağıt bu,  bana çocukluğumu hatırlatan. Eskilerden tutunacak bir anıydı aslında istediğim. Bu kitap beni çok daha öncesine götürdü. Taaa çocukluğuma. Niye Kemalettin Tuğcu kitaplarını okurken hep ağlardım? Çocukları ağlatan kitaplar, iyi bir şey midir ki acaba? Ölen anneler ve babalar, üvey anneler ve babalar, kendisine eziyet edilen üvey çocuklar, fakir insanların acıklı durumlarını ağlayaya ağlaya bu kitaplardan öğrenmiştim. "Kimdir bu kadar çocukları ağlatmaya meraklı yazar? Kendisi nasıl bir çocukluk geçirmiştir?" diye merak eden var mıdır benden başka bilmiyorum ama ben merak etmiştim.


İlgiçti yazarın kendi hikayesi... Şöyle ki... Kemalettin Tuğcu 1902 yılında doğar. Sakat doğduğu için dedesinin Çengelköy'deki evinde hazin ve yalnız bir çocukluk geçirir. Hiç okula gitmez ve evde okuduğu kitaplarla kendisini yetiştirir. Kendi kendine tercüme yapacak kadar Fransızca öğrenir. Hayatı boyunca 235 tane çocuk, 11 tane de büyükler için roman yazar ve 1996 yılında vefat eder. Kimbilir belki de, yazarın sakat doğması, okula gidememesi, ailesinden uzak, zor ve yalnız bir çocukluk geçirmesi hayal gücünü bu yönde çalıştırdı. Kimbilir belki Kemalettin Tuğcu'nun okuduğumuzda gözyaşı döktüğümüz her öyküsü, beterin beteri var diye kendi kendine bir avuntuydu belki... Olamaz mı? Kim bilebilir, belki...


İşte bugün Gölcük'te, geçmişimle ilgili hiçbir binanın yerli yerinde olmadığını farkedince, eskilerden birşeyler düşünmek istedim. Her zamanki sığınağım kitaplarım olunca, bugün şansıma Kemalettin Tuğcu düştü, ne yapabilirim? Ne tuhaf çocuklardık biz öyle değil mi? Okuduğumuz bazı öyküler ne kolay ağlatırdı bizleri. Şimdiki çocuklar Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarına bizim gibi ağlayabilirler mi? Eskinin yıkılarak yeni binaların biteviye çoğaldıklarını farkedip büyüdüklerinde, artık eskiyi hatırlatmıyor hiç bir şey diye efkarlanabilecekler mi? Zannetmiyorum! Niye? Bizim küçüklüğümüzde her şey yerli yerindeydi, bu kadar hızlı değişmezdi! Şimdi hız zamanı... Değişim moda... Çocuklara eski diyebilecekleri bir şey bırakmıyoruz ki... Biz zamane çocukları gibi hızlı büyümedik ya, şimdi bu yaşımda, kendimi Kemalettin Tuğcu'nun öyküsündeki öksüz çocuk gibi hissedip efkarlanmam bu yüzden olabilir mi? Efkarlanmak iyi bir şey mi? 


18 Ekim 2011 Salı

Şahane Serseri Olmaktı Niyetim!



"Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın, bu şehir arkandan gelecektir." Bu dizeleri mütemadiyen aklımdan geçirdikçe, acaba Kavafis benim için mi yazmış ünlü Kent  adlı şiirini diye düşünüyordum. Hafızamın hangi gizli çekmecesinden çıkıp tozlarını şimdi silkelemek istemişti bilmiyorum, bu dizeler son günlerde gölge misali peşimdeydi. Çünkü gitmek istiyordum ben. Yağmur yağıyordu. Tepeden tırnağa sırımsıklamdım. Gökyüzü ağlıyordu. Kimseden utanmıyordum. Yağmurun ritmine uymuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Gözyaşlarım yağmura karışmıştı. Kararlı adımlarla Haydarpaşa Garı'nda yürüyordum. Bir güz ikindisiydi. Bütün trenler burnumun direğinden geçiyordu sanki. Turgut Uyar "Mutsuzluktan söz etmek istiyordum. Dikey ve yatay mutsuzluktan. Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun.... Ne demelidir bilmiyorum"  der ya hani...  Kederli bir tren çığlığı gibi "Sevgim acıyor" diye bağırmak istiyordum.

Hımm... Sana bir şey söyleyeyim mi? İnan bana bir saattir küçük bir öykü yazmak için didiniyorum. Kendi kelimelerim yetersiz kalıyor. Her zaman olduğu gibi şairlerin dizelerine sığınıyorum. Allahım! Ne zor şey öykü yazmak. Ya o kocaman romanları yazanlara ne demeli? Önlerinde  düğme iliklemeli. Saygıyla eğilmeli. Feci zor iş yazı yazmak feci... İyi de beceremiyorsan yazma öyle değil mi?  Bünyede keçilik var ya bir kere... Resmen kelimelerle cenk ediyorum. Ayrıca ilgisi geniş, merakları muhtelif, hastalık derecesinde dikkati dağınık biriyim. Önümdeki şiir kitaplarına daldan dala atlayıp duruyorum. Benden ne köy olur ne kasaba yani... Senin söylemene gerek yok. Ben vaziyetimi biliyorum. Red Kid gibi ağzıma bir ot sıkıştırdım şimdi... Daha fazla haybeye zorlamayayım kendimi. Olmuyor işte. Aslında ben şahane serseri olmak istiyorum. Çantamı sırtıma atıyorum. Trene biniyorum. Kapıyı arkama bakmadan çarpıp kapatıyorum. Yazımı bir çizgi roman gibi "Kahramanımız yeni maceralarına doğru yol alıyordu." diye bitiriyorum. 

 "anamdan yolcu doğmuşum
nehirlerle birlikte denizlere kavuştum
akşam dedim
şu koca dünya dedim
ağlasam dedim
yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden
turnaların peşinden
büyük şehirler büyük aşklar
çığlık çığlığa terkedilir
ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırap çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgârları
harplere açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdan yolcu doğmuşum
neyleyim
gurbet dedim
hürriyet dedim"

Attila İlhan
(Şahane Serseri adlı şiirinden)

17 Ekim 2011 Pazartesi

Trene Binip Gideceğim İşte!.. İyi de Nereye?



Nasıl anlatsam bilmiyorum? Bak şimdi... Kaç zamandır niyetlendim ya.. Neye mi? Trenle yolculuğa tabii.. Nasıl heves ediyorum anlatamam... Of! Yok artık dayanamayacağım… Tak etti canıma... Tamam.. Çantamı takacağım sırtıma… Trenle seyahate çıkacağım mutlaka… Evet… Evet… Çıkacağım… Hem de tek başıma… Fazla eşya almayacağım yanıma. Kitapsız olmaz ama.. Bu kez cimri olmayacağım kitap konusunda… Okuduğum kitabı, oturduğum koltuğa bırakacağım. Hatta içine bir not bırakacağım… “Ben okudum. Çok sevdim. Okumanızı tavsiye ederim.” diyeceğim mesela… Ne dersin? Şahane bir hayal değil mi bu? Peki nereye mi gideceğim? Tren istasyonuna gideceğim. O sırada gelen tren nereye gidiyorsa oraya gideceğim. Mesela çok uzaktaki ıssız bir kasabaya…


Eyvah.. Ben böyle hayal kepenklerimi açarsam gene sonuna kadar, trenle seyahat etmek niyetiyle gidersem bir kasabaya… Ya Anayurt Oteli gibi bir otele denk gelirsem? Hatırlasana Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı kitabından sinemaya uyarlanan, Ömer Kavur’un yönettiği aynı isimli filmi… Amaaann, Allah Korusun!.. Ya karşıma bu filmde Macit Koper’in canlandırdığı Zebercet adlı karakter gibi biri çıkarsa? Hani anne babası ölmüştür de Zebercet’in, otele çevrilmiş eski bir konakta neredeyse hiç çıkmadan günlerini geçirmektedir. Sadece otele günübirlik gidip gelenler vardır. Bir de uzun kalan bir yaşlı müşteri ile otel hizmetçisi o kadar. Galiba konusu böyle bir şeydi... Hani günübirlik otelde kalan bir kadının ardından, kadının her an tekrar geri döneceğini ümit eder. Of!.. Ne güzel trenle seyahat edeceğim derken, şimdi Anayurt Oteli nerden aklıma geldi birden? Hele Zebercet gibi bir otel işletmecisi... Hımm… Ece Temelkuran’ın Kasaba Otelleri adlı bir yazısı vardır. Okumuş muydun bilmem? Belki de hep oradan gitmek istemiş, gitmeyi beceremeyince de bari gidenlere tanıklık edeyim diyenlerin kasaba otellerini işlettiğini söyler. Hayata küsmüş insanlardır belki. Çünkü konukları hep kazara, hep mecburiyettendir ya... Hep şüpheci ve sinirli olmaları da belki de bu yüzdendir kasaba oteli sahiplerinin der. Büyük, lüks oteller insanı şımartır, mühim bir şahsiyet olduğunuzu tekrar edip durur mütemadiyen. Oysa kasaba otelleri yüz vermez insana. Ne kadarsan o kadar. O nedenle kendini pek önemsemeyenlerin merakı kasaba otelleridir der Ece Temelkuran.


Severim ben kasaba otellerini ve kalacaksam eğer bir kasaba otelinde kalırım her şeye rağmen. Günübirlik bir müşteri olurum… Arkamdan neler olur biter bilemem... Kim bilir? Ben yola devam ederim...Yeni bir kasabaya giderim belki. Öyle bir yer ki, oraya varınca karların yolu kapatacağı tepe bir kasaba olabilir sözgelimi… Off! Bu kez Kubrick’in, Stephen King’in romanından uyarladığı Cinnet adlı film aklıma geldi iyi mi? Hani Jack, eşi ve oğlu ile birlikte bir dağ otelinin kış bakıcısı olamayı kabul eder. Otelde bazı kötü ruhların varlığını hissetmeye başlar. Yooo…. Hiç anlatmayayım korku filmlerinin baş yapıtı sayılan bu filmi... Yooo... Ama... Ya yolum böyle bir otele düşerse? Yok artık… Nedir bu? Nerden geldim ben bu dağ kasabasındaki otele Allahaşkına? Ne güzel atmıştım çantamı sırtıma.. Çıkacaktım trenle yola… Olmaz ama… Yoo.. Şimdi akşam akşam böyle hayaller kuruyorum ya... Sabah trenle yolculuğu düşünmeliyim.. Aydınlık hayaller kurmalıyım. Hımm.. Sabah ola hayrolaaa!!!
30.01.2011

Şttthhh! TRT1'de Saat 20'de Mor Menekşeler Başladı. Seyrediyorum.




Yönetmen: Serdar Akar, Senaryo: Levent Cantek, Müzik: Onur Özmen 


Kahve Molası - Bir Tavşan Deliğine Düştüm.


Günlerden pazartesi. Aylardan ekim'di. Sabahtı. İki günlük hafta sonu tembelliği bezgin ruhuma iyi gelmişti. Heyecanlıydım. Bugün önemli görüşmelerim vardı. Rakiplerim sadece acenteler değil, devasa bankalardı. Yüreğime tuhaf bir korku çöreklenmişti. Günlerdir hazırladığım  teklifleri hatırladım. Emeklerim bir anda heba olabilirdi. Koskoca bankalar bir lokmada beni yutabilirdi. Kafam karıştı. Korktum ben. Sokak kapısının önünde ona rastladım. Minik bir kediydi. Kedi bana güldü. "Korkma" dedi. Sonra ansızın yok oldu gitti. Olduğum yerde kalakaldım. Aklıma Alis geldi. İçimden tekrarladım:

1- Seni ufaltabilecek iksir var.
2- Büyümeni sağlayacak bir kek var.
3- Bazı hayvanlar konuşabilir.
4- Kediler yok olabilir.
5- Harikalar diyarı gerçektir.
6- Canavarlar yok edilebilir.

Hımm. Yedinciyi hatırlayamadım. Başımı yukarıya kaldırdım. Gökyüzündeki bembeyaz bulutlara baktım. Yüreğim  güvenli bir sevinçle pırpırlandı. Korkum uçtu gitti. İlkin yazar Lewis Carroll'a, ardından yönetmen Tim Burton'a bir selam çaktım.  Emin adımlarla hayata daldım.


 -  Sence ben delirdim mi?
 -  Hayır, sadece keçileri kaçırdın. Ama sana iyi bir haberim var. Bütün iyi insanlar böyledir.
  
      (Alice Harikalar Diyarı'ndan)     

                                                        

16 Ekim 2011 Pazar

Merakları Muhtelif, Dikkati Dağınık, Bilgisi Yarım Yamalak Biriyim. Mahsus Selam Ederim.


Aslında benim niyetim Clouzot'un Karga adlı filmini seyretmekti. Du bi... Sanırım söze tersten girdim. En başından anlatacağım. Bugün evdeki mektup temalı kitaplarımı bir araya getirmeye niyetlendiydim. Ben aynı "tren"ler gibi "mektup"larla  ilgili de her şeyi çok severim.  Hayatımda en az bindiğim vasıta tren olmasına rağmen, hani o çocukluk şarkısındaki gibi "binmesem de, uzaklara gitmesem de" neden olduğunu tam çözemediğim büyük bir tutkuyla trenleri severim. Mektupları da öyle. Kaç mektup yazdım ki şu ahir ömrümde? Lise'ye giderken belki bir kaç arkadaşımla mektuplaşmışımdır o kadar. Elektronik posta dersen? Hımm... İşte o mektuplardan epeyce yazmışlığım var. Ama benim peşine düştüğüm günümüzün elektronik mektupları değil. Ele dolma kalem ve kâğıt alınmış. Belki karanlık çöktükten sonra, özenerek, okunaklı hem de iç çekerek duygular, düşünceler bembeyaz kağıda aktarılmış. "Mahsus selam ederim" veya "Hasretle gözlerinden öperim" le son verilmiş. Hemen altına isimle imza işlenmiş. İtinayla ikiye katlanmış. Beyaz bir zarfa usulünce yerleştirilmiş. Zarfın üzerine "Sayın..." la başlayan isim, hemen altına adres döşenmiş. Sol üst köşeye gönderenin adı adresi eklenmiş. Sağ üst köşeye ise pulu yapıştırılmış. Postaneye götürülüp gönderilmiş mektuplar benim ilgimi çeken. Ya da yazılmış ama göndermeye cesaret edilemeyerek çekmecede bekletilen, gizlenen mektuplar. Veya yerine ulaşmayan ya da geç ulaşan, geciken mektuplar... Ne çok mektup çeşidi var. Her biri ilgimin merkezi. Nereden okuyacağım böyle mektuplaşmaları peki? Edebiyata sırtımı dayayacağım tabii... Pek çok yazarın mektuplaşması kitaplaşmış çok şükür. Denk geldikçe satın almak ve okumak istiyorum. Ya da içinde mektup geçen filmleri seyretmek istiyorum.




Küçük Prens'in yazarı Saint-Exupery'nin bir bahçıvan öyküsündeki mektuplaşmalarına  bayılırım. İki yakın arkadaş bahçıvan, iş güç, savaşlar, deniz yolculukları derken birbirlerinden ayrı düşerler. Aradan yıllar geçer. Bir gün kimbilir hangi yıldan kalma, hangi kervanlar, atlılar, gemiler, deniz dalgalarının inadıyla eline ulaştıysa, yaşlı bahçıvana arkadaşından bir zarf gelir. İçindeki mektupta sadece "bu sabah, güllerimi budadım." diye dört kelimelik bir cümle yazmaktadır. Aradan yıllar geçer. Mektubu alan bahçıvan arkadaşına bir cevap gönderir. Cevabı şöyledir: "Bu sabah, ben de güllerimi budadım." Tam olarak anlayamadım. Acaba bahçıvanlar "gül budamak" fiiliyle hayatlarında hiç bir şey değişmediğini mi ifade etmek istemişlerdir? Her mektup kendine özeldir. Mahremdir. Yazılanları ancak muhatabı en iyi anlayabilir. Benim yazdığım mektupları, gönderdiğim kişiden başkasının okumasını istemem. Hissiyatım böyleyken, niye Kafka'nın Milena'ya mektuplarını okumak için heyecan duyuyorum? Bilmiyorum. İşte o zaman soruyorum... "Kimim ben?" Fransız yönetmen Clouzot'un 1943 yapımı Karga adlı filmini de çok merak ediyorum. Çünkü bu film mektupla ilgiliymiş. Bu filmde şehrin ileri gelenlerine bine yakın karga imzalı mektuplar geliyormuş. Bunun üzerine dram üzerine dram yaşanıyor, cinayetler, intiharlar, tutuklamalar alıp başını gidiyormuş. Karga deyince... Yoo.. Ben şimdi posta güvercinlerine hiç geçmeyeyim. Bir zamanlar resmi güvercin postalarının kullanıldığını biliyorum ya, niye acaba posta işinde leylek değil, kartal değil ne bileyim karga  değil de güvercin kullanıldığını çok merak ediyorum. Hatta  IBM'in en önemli mikrofilmlerini, kimseye güvenmedikleri için özel yetiştirdikleri güvercinlerle gönderdiklerini okuduğumda "yok artık" demiştim. Olabilir mi böyle bir şey? Yazımı kısa kesmekti niyetim. Konuyu dağıttıkça dağıttım. İyisi mi Murathan Mungan'ın, dizelerinin içinde, zamanında muhatabına ulaşmayan kısa bir mektup olan şiiriyle bitireyim:

".......... "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
      Takvim tutmazlığını
      Aramızda bir düşman gibi duran
      Zaman'ı
      Daha o gün anlamalıydım
      Benim sana erken
      Senin bana geç kaldığını"



Görüldüğü gibi merakları muhtelif, dikkati dağınık, bilgisi yarım yamalak biriyim. Mahsus selam ederim.

İmza... BEN

Sinema Hayatımızı Leziz Kılar - Bir Kıtırtı Senfonisi


Yukarıda resmini eklediğim güzel aşçı Colette, Ratatouille adlı filmdeki tek kadın aşçıdır.  Kendi deyimiyle mutfak sektöründe aptal ihtiyar erkeklerin yazdığı kurallara dayanan eski bir hiyerarşi söz konusudur. Kadınların bu dünyaya girişini imkansız hâle getiren kurallardır bunlar.  Tüm engellere rağmen Colette çok  meşhur bir Fransız mutfağında çalışmayı başarmıştır. Mutfaktaki en amansız aşçı Colette'dir. Bunu bileğinin hakkıyla elde etmiştir. Şimdi Colette durup dururken nereden aklıma geldi? Zevkle takip ettiğim ve tüm yüreğimle en sevdiğim blog diyeceğim  thekitchencrashers.com'da bu hafta  Ratatouille adlı filmi seyredip, aynı isimdeki yemeği nasıl yaptıklarını ballandıra ballandıra anlattıklarını okuyunca, Colette aklıma geldi. Hey! Az sonra evden çıkacağım. Bizim köyün fırınına gidip sabah kahvaltısı için çıtır çıtır sıcacık ekmek satın alacağım. Peki ekmeği nasıl seçeceğim? Bu filmde Colette nasıl yapılacağını   bir şiir gibi anlatmıştı.... Bak şimdi...

 

"Hiç tatmadığın bir ekmeğin iyi olduğunu nasıl anlarsın? Kokuyla değil, görüntüsüyle de değil. Kabuğunun çıkardığı sesle... Dinle.... Ahh!.. Bir kıtırtı senfonisi! Hımmm!.. Ancak harika bir ekmekten bu ses çıkar."

İşte bunu ben Colette'den öğrenmiştim.Ne hoş değil mi? Sinema hayatımızı leziz kılmaz mı? Mis gibi leziz kılar tabii. Of! bu kıtırtı senfonisi aklıma gelince feci acıktığımı hissettim. Hemen gitmeliyim:)


15 Ekim 2011 Cumartesi

Bir Filmle ve Bir Romanla Biyoloji Dersi



DERS: Biyoloji
KONU: İç Organlarımız (Aşk Nerede Hissedilir?)

Okul hayatımda en sevmediğim derslerden biri de Biyoloji'ydi. İyi ama biyoloji dersinin  günlük hayatımda işime yarayacağını  hiç kimse bana söylememişti ki. Aşık olmanın ve aşk acısı çekmenin biyolojiyle ilgisi olduğunu bilseydim... Ne bileyim bir biyoloji öğretmeni derste bunu söyleseydi, kitabı yutar  gibi okurdum sözgelimi. Bak şimdi... Aşağıdaki konuşmaları Luc Besson'un o şahane Leon adlı filmindeki Mathilda'yla Leon arasında geçen muhabbetten aldım. Filmin senaryosunu da Luc Besson yazdığına göre, bir bildiği var ki böyle yazmış, öyle değil mi? Koskoca yönetmene inanmayacak mıyız yani? Baksana aşkın vücuttaki anatomik yerleşimini tam olarak belirtmiş.

- Leon, sanırım sana aşık oluyorum. Bu başıma ilk defa geliyor.

- Mathilda, daha önce hiç aşık olmadıysan, bunun aşk olduğunu nerden biliyorsun?

- Çünkü hissediyorum.

- Nerende hissediyorsun?

- Karnımda. Sıcacık. Daha önce hep yumru olurdu. Ama artık geçti.







DERS: Biyoloji
KONU:  İç Organlarımız Ne İşe Yarar (Aşk Acısı)

Neymiş efendim... Aşkın bir bünyeye yerleştiği  karındaki yumrunun gitmesinden hissedilirmiş. Peki... Aşk acısının biyolojik tarifi nasıl acaba? Bu kez Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'ndeki tutkulu aşık Kemal'in anlatımının bir özetini vereceğim. Bak şimdi...  Kemal'e göre... Aşk acısının en yoğun olduğu başlangıç noktası midenin sol yanının yukarı kısmıdır. Acı güçlendiği vakit göğüs ile mide arasına hemen yayılıverir. O zaman gövdenin yalnız sol kısmında kalmaz, sağa da geçer. Aşk acısı çeken kişi sanki içine bir tornavida ya da kızgın bir demir sokulmuş içerden kanırtılıyormuş hissine kapılır. Sanki mideden başlayarak bütün karında keskin asitli sıvılar birikmekte ve sanki yakıcı ve yapışkan küçük deniz yıldızları iç organlara yapışmakta gibi hissedilir. Kemal'e göre aşk acısı şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı alna, enseye, sırta, hayallere, insanın her yerine vurur, boğar gibi sıkıştırır. Bazan göbekte tam göbek çukurunun etrafında, sanki bir yıldız şeklinde birikir. Asitli sert bir sıvı gibi boğaza, ağza dolup öldürecekmiş gibi korkutur, oradan bütün gövdeyi zonklatır ve inletir. Bu haldeyken aşk acısı çeken  kişinin elini duvara vurması, jimnastik hareketleri yapması, gövdeyi bir sporcu gibi zorlaması  bir an için acıyı unutturabilir tabi. Ama en zayıfladığı zamanlarda bile, bir türlü tam kapanamayan bir musluktan damlayan damlalar gibi, acının karnına yapıştığını hep hissedermiş. Acı bazan boğazına kadar çıkar, yutkunmayı zorlaştırır, bazan sırta, omuzlara yayılır. Ama her zaman asıl midedeymiş, merkezi orasıymış. Ancak bütün bu elle tutulur niteliklerine rağmen, aşk acısının akıl ve ruhla ilgili bir şey olduğunu da bilmek lazımmış. Ama ondan kurtulmak için kafada yapılması gereken temizliği yapmaya da girişilemezmiş. Daha önce böyle bir şeyi yaşamayanlar için, ilk defa baskına uğrayan mağrur bir komutan gibi, tam bir akıl karışıklığına sürüklermiş. Acıya katlanmalı, onun gövdeye yayılışını sabırla karşılamalı, dişi sıkmak gerekmekteymiş. Çünkü kimi zaman aşk acısı öldürücü ve zalim olurmuş. Kurbanını canına hiç değer vermeyen vahşi bir hayvan gibi tüketirmiş. Ne yalan söyleyeyim, ben filmlerin ve romanların yalancısıyım. Aşkın ve aşk acısının bir bünyedeki anatomik yerleşimi işte böyleyken böyleymiş.  Bu yaşta biyoloji öğrenmeye başladım iyi mi?




14 Ekim 2011 Cuma

Çıkmaz Sokak ve Filmekimi 2011



"adımı unuttum
olmayan yerlerde
ne in
ne cin
 ne benî adem

zamanlar içinde
kuşlar uçuyor
kervanlar geçiyor
bir iğne deliğinden

çarşılar kuruluyor
 sarayları oyuncak
 insanları karınca şehirler
 zamanları gördün mü
 bir iğne deliğinden

adımı unuttum
 adı olmayan yerlerde
 geçip gidenlere bakarak"

Asaf Hâlet Çelebi



Geçip gidenlere bakarak yürüyordum. Fısıltıyla tekrarladığım "ben kimim?" sorusunun cevabını bulmak niyetiyle tanımadığım sokaklarda dolanıp durduğuma göre, demek ki kendimden epeyce uzaklaşmıştım. Ne in, ne cindim. Bir kadın olduğumu biliyordum. Adımı ve kim olduğumu unutmuştum. Arnavut kaldırımlı bir sokağın girişine vardığımda, öylece kalakaldım. Sokağın iki yanındaki ahşapları dökülmüş metruk evler, zamanın acımasızlığına meydan okurcasına rüzgârda dimdik ayakta durmaya çabalıyorlardı. Şaşkınlıkla gözümü ayırmadan yola baktım. Yol çıkmazdı. Evlerin bitimindeki yolun tam ortasında, adeta hayret cümlesinin sonuna konmuş heybetli bir ünlem işareti görünümünde  tarihi bir bina vardı. İstanbul'da altıyüzü aşkın çıkmaz sokak olduğunu duymuştum. Bunu öğrendiğimde içimin sevinçle dolduğunu hatırladım. Çünkü İlhan Berk'in dediği gibi  kentler çıkmaz sokaksız nasıl sevilirdi ki? İstanbul'u  sırf bu kadar çok çıkmaz sokağı olduğu için bir kez daha sevdiğimi düşündüm. İşte o anda... Ben.. Hatırladım. Filmekimi için İstanbul'daydım. Saatime baktım. Gerisingeri döndüm. İstiklâl Caddesinin karınca misali kalabalığında, Atlas Sineması’na gitmek amacıyla, insanları yara yara yürüdüm.



13 Ekim 2011 Perşembe

İzmit'ten Trene Binip Kayseri'ye Mantı Yemeye Gitmeyi Hayal Etmek...


Geçen hafta trenle ilgili yazı yazınca, o kadar heves ettim ki trenle seyahat etmeye. En son ne zaman trene bindiğimi düşündüm. Düşündüm... Düşündüm... Hatırlayamadım yeminle. Memleketimde bir şehirden diğerine trenle gitmeyi nasıl arzu ediyorum anlatamam. İstanbul'a değil ama. Daha uzun bir yola. Mesela canım pastırma ya da bir kaşığa 40 tane sığan mantıdan yemek için Kayseri'ye gitmek istese, İzmit'ten Kayseri'ye tren var mıdır ki? Yolculuk kaç saat sürer peki? Gece binsem trene. Şöyle muhabbeti yerinde insanların oturduğu bir kompartımana denk gelsem.. Hatta yanımda bağlamam da olsa. Henüz çok öğrenemedim ama... Boşveeer!.. İyi bağlama çalıyormuşum mesela. Hayal bu ya!.. Ben çalsam, hepbirlikte türkü söylesek. Hangi türküler var Kayseri ile ilgili ki acaba? İlla Kayseri türküsü olmasın canım. "Çemberimde gül oya, Gülmedim doya doyaaa" diye başlıyormuşuz. Sonra yolculardan biri Ege'li olduğu için, bir efe türküsüne geçiyormuşuz. Vuruyormuşum bağlamamın tellerine... "Şu Dalma'dan geçtin mi? Soğuk sular içtin mi? Efelerin içinde, Yörük de Ali'yi seçtin mi?" diye çevreyi rahatsız etmeden, usul usul çalıp söylüyormuşuz. Hatta Ege'li yolcu dayanamayıp kalkıyormuş yerinden de, "Hey gidinin efesi, efelerin efesiii" diye dizini yere vura vura hem türküyü söyleyip hem de oynuyormuş. Of ya! Şahane olur vallahi. Şimdi ben bu hayalde Karadeniz türkülerine hiç geçmesem keşke. Yoksa kendi hayali yazdıklarımdan, kendim etkileneceğim gene... Bulacağım bir deli horon müziği... Ayağımı yere vura vura oynayacağım... Evi ayağa kaldıracağım. Of ya! Trenden nasıl geldim ben deli horona? Hey!! Aklıma ne geldi biliyor musun? Kemençe çalmayı öğrensem mi acaba?


 

12 Ekim 2011 Çarşamba

O Mahur Beste Çaldığında Müjganla Gizli Gizli Ağlamayı Seviyorum.


Fakir mahallelerden, güveli hayatlardan, arnavut kaldırımlı sokakların yanlarında misket yuvarlayan, golden sakızından çıkan artiz resimleri biriktiren çocukluktan, pencerelere tünemiş vita yağı kutulara özenle ekilmiş pencereönü çiçeklerden sözediyor Metin Üstündağ.. Atarabasında satılan karpuzlardan, günaşırı erkin koray'ın, acda'nın, barış manço'nun, fikret kızılok'un, şenay'ın, beyaz kelebekler'in moğollar'ın, ayla dikmen'in ve bir sürü diğer şarkıcının şarkılarından söz ederken geçmiş zamanlar ve çocukluk, tekrarı no mümkün olduğu için mi güzeldir acaba diye soruyor..

 


Yazlık sinemalar tahta sandalyeli olurdu ya hani.. Çekidek çitlemeler, meşrubat sesi tıngırgamaları, genç kız ve oğlan fingirdemeleri eşliğinde, serin yaz rüzgarı ve yıldızları altında seyredilen yerli-yersiz yüzde bin yerli filmler seyredilirdi hani.. Hisli duygulu.. Vurdulu kırdılı.. Murat 124 ve Anadol arabalı.. Kocaman deve gibi şevroler ve tek tük mercedes arabalar dolmuşluk yapardı hani.. Metin Üstündağ'ın dediği gibi film bitince sinemalardan toprak yollarda yürüyerek ve yeşil bir şeyler koklayarak, dallara elleyerek eve giderdik hatırladın mı? Oturup soluklanacak mis gibi çimenler vardı daha.. Yeşil kalmak mı medeniyet, beton olmak mı? Metin Üstündağ'ın dediği gibi hiç dengeli olmaz mı bu ikisi aynı zaman diliminde?


Bu yazdıklarımı Metin Üstündağ'ın Denemeyenler adlı kitabından okuyup sana anlatıyorum.. Mizah yazarlarının veya çizerlerinin kitaplarını çok seviyorum.. Oğuz Aral'ın dediği gibi okudukca bütün güldürücü, sevindirici, coşkulu bileşenleri aldıktan sonra, ağır, yerinden oynatılmaz, gözyaşı dahil bilinen herhangi bir sıvıyla akıtılıp temizlenemez bir tortu kalıp birikiyor insanın yüreğinde.. Geriye irisinden bir taş, "çeki taşı" kalıyor.. Böyle işte.. Devam ediyorum okumaya..

 
 

 

Tek kanallı siyah beyaz TRT deki programlardan söz ediyor.. Kimsesiz çocuk jack'e neler olacak diye her hafta üzüm üzüm üzülmekten, uzay yolu, küçük ev, vadideki hayat, görevimiz tehlike, marco, çarlinin melekleri, operadaki hayalet, halit kıvanç, uğur dündar, kele bakış, reklamlar, heidi ve daha bir sürü diziler vardı sahiden  aklına getirsene.. Hele kaçak dr. kimbıl ve zengin ve yoksul oynadığı akşamlar sokakta kimse kalır mıydı? Kalmazdı.. Hayat siyah beyaz bir felç, fakir ve yoğun bir mania yaşardı ya az mı kuşatılmıştık, çok mu kendimizdeydik, bilemiyorum diyor Metin Üstündağ.. En mühimi her meyvanın bir mevsimi yok muydu sahiden.. Karpuz çıktı mı anlamaz mıydık kabuğu denize düşünce denize girileceğini.. Ama pırıl pırıl, tertemiz, cam gibi denizler.. va fakat sahillerinden orası burası kesilmiş kadın cesetleri de çıkan o denizlere heryerden girilmez miydi? Haklı Metin Üstündağ.. O vakitler no kolibasili, no hormaon, no silikondu tabii.. Nedense uzun zamandır hatırlamadığım bir şeyi hatırlattı bu yazı.. Torna ve marangoz atölyeleri vardı hatırladın mı? Yazar talaş ve demir tozları arasında çıraklık yapan çocuklardan söz ediyor ama ben neden hatırladım o talaş tozlarını bilemedim şimdi? Annelere, aplalara alel acel yalvarmayla yaptırılan sana yağlı nevaleler, mahallece yapılan piknikler, gizli gizli aşık olmalar, lap diye intiharlar, her mahallenin imrenilen bir abisi ve mutlaka körkütük aşık olunan ablası vardı elbette.. O zamanlar bütün çocuklar sanki biraz daha mı eşitti.. Bütün çocukların dizleri yara bere içinde olurdu ya illa ki.. Çocukluk daha mı güzeldi o vakitler.. Belki de biz çocuktuk diye o vakitler bizim için çok güseldi diyor yazar..



Metin Üstündağ daha pek çok örnekler vermiş bu yazısında.. Bir sürü, bir sürü belleğimize kazınmış fakir ve güveli hayat tatlarından, tonlarından, dokularından söz etmiş.. Uzun saçlardan, favorilerden, mini etekler ve ispanyol paça pantolonlardan, şweeps ve ankara gazozlarından, çizgi filmli tişörtlerden, nesli sonra tükenen garip oyuncaklar ve fakir işi ahşap naylon oyuncaklardan söz etmiş.. Sonra bu duyarlıkların gırgır dergisine taşınmasından, ertem eğilmez ve yılmaz güney sinemasında bis yapmasından, sonra da bu hayatların yeni dünya düzeniyle birlikte aşağılanmasından, hor görülmesinden bahsetmiş.. İçerisine feci dozda cıvıklık ve köylülük boca edilince, bu yeni zamanlara ayak uyduramayanlardan, bunalanlardan ve karaya vuranlardan söz etmiş..


 
Çok şeyler yazmış geçmişe değin aslında ama sonunda ne diyor biliyor musun? Bak aynen yazıyorum.. Şunları söylemiş.. "Neyse.. Diyeceğim şu: gelin iki ucu içten içe yanık olan bu hayatlarımızı yazarak, çizerek, anlatarak yakalım.. Bizden sonraki çocuklar, son kalan fakir mahalleler ve güveli hayatlar, okulda tarih derslerinde ilginç şeyler okusunlar.. Ya unutmak en iyisi bu fakir, bu ahşap, bu şarabi eşkiya sarhoş çocukları.. Ve bir daha hiç kaşımamak.. Bunak durumuna düşememek.. Ve fakat o mahur beste çaldığında müjganla biz gizli gizli ağlamak.." 

Kitabın bu bölümünü okumayı bitirdim.. Eğlenceli gibi sanılan yazının sonunda gözyaşıyla bile silinmeyecek bir tortu kalıp birikti gene yüreğime.. Geriye irisinden bir "çeki taşı" kaldı işte.. Ben tüm bunlar yazılsın, çizilsin, okunsun, tavsiye edilsin ve bir taraflarımız herşeye rağmen insan kalsın istiyorum.. O mahur beste çaldığında müjganla  gizli gizli ağlamayı seviyorum.