19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bazı Filmleri Kimseyle Seyredemem!..

Her film herkesle seyredilir mi? Yoo! Seyredilmez! Bazı filmleri tadını çıkara çıkara, lezzetine vara vara tek başıma seyretmem gerekir. Misal, Juliette Binoche'un oynadığı Çikolata adlı film bunlardan biridir. Filmin adında çikolata varsa, seyrederken çikolata yemeden durabilir miyim? Yoo.. Duramam... Mümkün değil. Hatta birden çok çikolata yerim. Çok iyi biliyorum. Kaç kere denedim. Ben bu filmi kimseyle seyredemem. Yoo... Seyredemem. Gerçekten. Bilirim kendimi. Israr etmeyin lütfen! Bakın... Çikolatayı çok severim. Ayrıca ben bir çikolata cimrisiyim.Yanımda arkadaşım olursa, elimdeki çikolatayı onunla paylaşmam gerekir. Yapamam!.. "Bu yaşta da yapılır mı böyle şeyler?" demeyin! Ne var?

Sinemaya neden gidilir? Büyülenmek için... Hayran olmak için... Çocuk olmak için... Bu filmi kimseyle seyredemem! Çikolatamı da kimseye vermem! Bana ne! Vermem işte! Vermem!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Portakal Şurubu Tadında Bir Film

Bazı filmleri seyredince, sanki içinize portakal şurubu gibi bir şey akıtılıyor sanırsınız. Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni tekrar tekrar izleyip bu duyguyu hissedince, her defasında yeniden kendinize şaşarsınız. Hele Yüzbaşı Corelli'nin mandolin çaldığı sahnelere gelince, aynı karşısındaki Penelope Cruz'un canlandırdığı Pelegia gibi tam kalkıp gidecekken, sandalyede öylece oturur kalırsınız. Güzelikte yekta bir resmi seyreder gibi, filme uzun uzun dalarsınız. Peki müzik? Mandolinden çıkan ezgilere ne demeli? Mandolinin ezgilerini işitince, zamanla tıp oynarsınız da kendinizi öncesiz ve sonrasız sanırsınız.

Kocaeli 2.Kitap Fuarı Pazartesi Etkinlikleri...

Kocaeli 2. Kitap Fuarı'nda bakalım bugün kimlerin sohbeti var?

Saat 14.00'de Aslı Erdoğan ile söyleşi - Yazı, Yazarlık, Yazma

Saat 18.00'de Sunay Akın'la söyleşi - Ay Hırsızı

16 Mayıs 2010 Pazar

Bağçeşme'de Bahar Temizliği...

Kardeşle sözleşmiştik. Pazar sabahı buluşacağız. Babayı alacağız. Niyet ettik bir kere... Baba ve kızları olarak bahar temizliği yapacağız. Bak şimdi... Annem ve babam beş sene önce ayrıldılar. Hani ölüm Allah'ın emri, şu ayrılık olmasa, denir ya... İşte bizimkilerin ayrılık sebebi, tamamen Allah'ın emri. Annem artık İzmit'in Bağçeşme denilen tepe bölgesinde yatıyor. Her bahar maaile, "Çapalar elimizde, uzun ip belimizde" diyerekten, kışın olumsuz şartlarından etkilenen aile büyüklerinin yataklarını toparlamaya Bağçeşme'ye gideriz. Sahiden mezarlar ne fena olmuşlar. En son bayramda uğramıştık. Anneler gününde kardeş ve ben yüzyüze gelmek, anne lafı etmek istemeyince, şimdi şenlik vardı işte. Kardeş kardeş anneme gittik. Annemin hemen yanında babannem ve büyükbabam yatıyor. Bak şimdi... Bağçeşme'ye yolun düşerse Ali'yi mutlaka bul olur mu? Babamın adaşı. Kabristanın tuvaletinde çalışıyor. Ali Bakırköy Hastanesi'nden 46 numaralı hastalıktan muztarip. Azıcık meczup bir çoçuk. "Ali 46 numaralı hastalık ne ki?" diye sorarsan cevabı bellidir: "Tehlikeli"... Ayda bir Bakırköy'e gidip doktoruna görünmesi ve ilaçlarını alması gerekiyor. Eğer almazsa var ya.. Offf! Sakın görünme gözüne... Fena bir hastalık bu, çok fena... Ama ilacını alıyorsa, tedavisine devam ediyorsa bir kuzu.. O kadar iyi biri anlatamam. Babası kan davası sebebiyle öldürülmüş. Naylon poşetin içinde babasının parçalanmış bedenini görünce ortaya çıkmış bu hastalık maalesef. Her insan bir hikaye demiyor muyuz? İşte Ali başlıbaşına bir hikaye... Neyse...

Ali'yi de kattık aramıza, hep birlikte mezarların üzerlerindeki yabani otları temizliyoruz, çöken toprakları kabartıyoruz. Bir yandan da muhabbet ediyoruz. Babam : "Kaçmak yok, topraktan geldik, toprağa gideceğiz!" dedi. Ali "He amca, hepimiz gireceğiz toprağın altına bir gün. Ben hiç korkmam. Şimdi aç şu toprağı gireyim içine dert etmem." diye devam etti. Hani Atilla Atalay Deliler Denizi öyküsünde der ya aynı o biçim " Harbiden sudan gelmişim ben, toprak ne ki? "dedim. Ali "Abla tövbe de!" dedi. "Hz. Adem topraktan yaratılmadı mı? Biz Hz. Adem'in çocuklarıyız!" dedi. Babam da tastikledi. "Ben Yunus Peygamber soyundan geliyorumdur belki." dedim. "Topraktan değil, sudan yaratılmış olamaz mıyım yani? Nereden bilebiliriz ki?" dedim. Güldüler. Kardeş "Ben de uzaydan geldim,"dedi. Güldük. Annem çok komik bir kadındı zaten. Mutlaka gülmüştür o da bizimle. Amaaa büyükbabam var ya, oy oy oy nasıl cabbar bir adamdı anlatamam. Titretirdi çocuklarını. Torunlarına asla kıyamazdı oysa... Adı Yanık Cemal! Ah, canım ya... Ne tatlılardı... Belki anlatırım bir başka sefer. Ne çektirdim benim şakalarımla babanemi... Annemi... Bir anlatsam organize işlerimi... Belki de ömürleri kısaldı benim yüzümden yaa... Olur mu olur valla... Off! Ne fena! Şakalarıma epeydir ara verdim zaten. En son yaptığım şaka ayağıma dolandı ve beni darmadağınık etti. O gün bugün... Olmuyor... Beceremiyorum artık. Her şey zamanında demek ki. Eyvah! Şakalar benden geçti mi ne? Yooo... Devam eden bazı numaralarım var ama... Yapıyorum bir kaç numara işte.. Söylemeyeyim şimdi yeri değil. Belki bir gün söylerim. Kimbilir? Neyse... Epeyce muhabbet ve uğraşıdan sonra bir baktık ki bizimkilerin yattıkları mekanlar cennete dönüşmemiş mi? Tamam, işimiz bitti. Anneme ve diğer yatan yakınlarımıza veda edip ve son dualarımızı edip şehre döndük. Bahar temizliğini tamamlamanın verdiği huzurla babayı evine bıraktık. Kardeşle kahve içmeye gittik. Annemin anılarıyla güldük. Öbür dünyaya gönderdiğimiz yakınlarımızı yadettik. Kardeşi evine bıraktığım gibi, tırnaklarımın içindeki topraklarla şeeyyye gittim. Şeeyee! Nereye mi? Nereye olacak? Kocaeli 2. Kitap Fuarına tabi ki! Gittim inan ki!

Kocaeli 2.Kitap Fuarı 16 Mayıs Pazar Günü Etkinlikleri

Kocaeli 2.Kitap Fuarı'da 16 Mayıs Pazar günü, bakalım şehrimize gelip okurlarıyla sohbet edecek olan yazarlarımız kimlermiş?

Saat 14.00'de Banu Avar ile söyleşi: Hangi Dünya Düzeni ve Aydınlar

Saat 16.00'da İhsan Süreyya Sırma ile söyleşi: Neden Kitap Okuyalım?

Saat 18.00'de İsmet Özel ile sohbet: Boştan Almak Doluya Koymak


Daha fazla bilgi için..... http://www.kocaelikitapfuari.com/

Kocaeli 2.Kitap Fuarı Etkinlikleri Bugün Başladı.

Hey, bu sabah uyandım ki o ne? Oy, oy,oy! Misss gibi, buram buram bir koku... Ben bu kokuya asla dayanamam. Ne kokusu mu? Çiğ börek kokusu olacak değil ya, kitap kokusu kitaaap! Kocaeli 2. Kitap Fuarı bugün açılacak. Tamam, biliyorum Kitap Fuarı İzmit'te. Ben oturuyorum İzmit'in bir köyünde. İlla abarttığımı sanıyorsun değil mi? Abartmıyorum işte! Dün akşam acayip bir lodos vardı. Eee! Anlaşılan, kamyon kamyon gelip fuara istiflenen kitapların kokusu, şehrimin her yanındaki kitapların kokusuyla birleşerek, rüzgarın esintisinin içinde yüzmeye başlamışlar. İşte kimi kulaç atarak, kimi sırt üstü yüze yüze, kimi dalmış derinlere, nereye gittiğinin farkına varamamış olmalı ki, gelmiş gelmiş taa varmış bizim köye. Ne olacak ki? Olmuş işte! Usulca kalktım yatağımdan, pencereyi açtım. O ne? Gözlerime inanamadım. Baktım sihirli bir değnekle dokunulmuşcasına herşey değişiyordu sanki. Yapraklar dans eder gibi ahenkle hareket ediyordu. Kuşlar daha önce görmediğim hızla kanat çırpıyordu. Çiçekler renklerinden taşıyordu. Asıl önemlisi insanların üzerindeki kederler pıtır pıtır dökülüyordu yere. İnan bana böyle hissettim. Hemen giyindim. Yelkovan kuşlarının peşi sıra gider gibi, gitmeliydim kitap kokusu peşi sıra... Of! Hayat nasıl elini kolunu bağlıyor insanın... Sabah yapmam gereken başka işler vardı... Onları halletmeliydim. Hallettim. Benim Kitap Fuarı'na varmam akşamın 4'ü oldu. İlber Ortaylı'nın sohbetini kaçırdım. Kısmet... Şimdi sırada Kürşat Başar vardı. Toplantı salonunu buldum. Bir plastik sandalyeye oturdum.

Kürşat Başar'ın sohbet konusu Başucumda Müzik adlı romanıydı. Ben bu romanı okuduğumu hatırlıyorum. Sanırım 2000 li yılların başıydı. Kitap yeni çıktığında okumuştum. Bir dönem romanıydı. 1950 li yıllar. Aslında roman o dönemin Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile gizli aşkı Vesamet Hanım'ın ilişkisinden yola çıkılarak kurgulanmış. İsimler değiştirilmiş. Yazar kendine göre kurgulamış ve kadının dilinden kaleme almış. Kitabı hızlı okuduğumu hatırlıyorum. Kürşat Başar'ın televizyon programlarını izlemem. Yazılarını takip etmem. Üstelik okuduğum ilk ve son kitabı Başucumda Müzik. Bir daha yeni kitap çıkardı mı acaba diye merak da uyandırmamış olmalı ki, toplam 7-8 tane kitabı olmasına rağmen hiç birinin adını duymamışım. Son derece bakımlı, ince, iyi görünümlü bir adam. Son günlerde Zara ile türküler üzerine bir çalışma yapıyormuş. Kürşat Başar'ın bugünkü sohbeti, halimde bir farklılık yaratmadığını ifade etmeliyim. Gene bende diğer kitaplarını bulayım gayreti doğurmadı. Yazar salondan çıktı gitti. Sadece keyifli ve samimi bir sohbetti. Okadar.

Sonra benim kardeşle buluşacaktık. Bir saat gecikeceğini söyleyince programa baktım. Şiir Üzerine Aykırı Doğaçlamalar sohbet konulu, H. Hüseyin Yalvaç ve Hakan Sürsal'ın söyleşisine girdim. Hayal Kahvem'e yazmaya başladıktan sonra şiirlerin menzilinde daha derinden dolaşmaya başladığım için bu sohbet bana iyi geldi diyebilirim. Ancak hiç şiir okunmayan bir sohbet olduğu için içimde bir eksiklik hissettiğimi söylemeliyim.

Kitaplara bakmaya vaktim olmadı ne yazık ki. Sadece tam çıkışa doğru eski kitap satan bir stantta Turhan Selçuk'un o güzelim Abdülcanbaz'larından bulunca hemen kaptım. Yanına üç tane Akbaba dergisi aldım. Baktım Akbaba'nın 50. Özel dergisi biri. Tarih 22 Aralık 1971. Yani 40 yıllık mizahi yazılar ve çizimler. (Abdülcanbaz 3TL, Akbaba 2TL)
Yarın ola hayır ola... Bugünlük Kitap Fuarı maceram ise böyleyken böyle işte... Şimdi şöyle bir derinden kitapları koklayacağım. Sonra kitaplarla dolu bir rüyanın içine dalacağım.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Bir Şairin Yaşamındaki Kadınlar...

Bak ne diyeceğim. Faruk Nafiz Çamlıbel'in Kadıköylü olduğunu biliyor muydun? Ben bilmiyordum inan ki. Bugün öğrendim. Kadıköylü olsa ne olur olmasa ne olur deme. Dur dinle. Hani Haydarpaşa'dan sonra Osmanağa camii'nin yanında bir yokuş var ya. İşte şairimiz küçükken o yokuştaki evlerden birinde otururmuş. Şiir yazmaya da taa çocukluğunda, 14-15 yaşlarındayken Balkan Savaşı zamanında başlamış. Çok etkilenmiş bu savaştan. En çok çocuklar etkilenmezler mi savaşlardan? Sonra bilirsin Cihan Harbi... Feci yenilginin devamında işgal ve mütareke yılları... Off! Düşünsene. Biz Tarih derslerinde savaşları yılları, nedenleri ve sonuçları itibariyle öğreniyoruz. Peki, insanlar neler yaşamışlar, nasıl etkilenmişler, hele hele çocukların halleri... Of! Bir gözünün önüne getirsene. Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirlerinin üzerine işte o yılların etkileri, hüznü çökmüş. "Yaşamaz ölümü göze almayan-Zafer göz yummadan koşana gider-Bayrağa kanının alı çalmayan-Gözyaşı boşana boşana gider." Faruk Nafiz Çamlıbel Kadıköy'de bir evde daha oturmuş sonraları... Kurbalıdere kıyısında güzel bahçeli bir evmiş bu. Hey! Bazı yaz günleri Yahya Kemal, Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya ziyarete giderlermiş şaire. Çünkü evin kıyısında bulunan dere, sandallarla şenlenirmiş. O vakitler meşhur Hamdi'nin gazinosu varmış. İşte o gazinonun hemen karşısına düşermiş şairin evi... Gazinodan gelen ince sazı dinler sohbet ederlermiş. Ne hoş! Ama güzel günler bilirsin kısa sürer. Kıtlık günleri gelmiş. Faruk Nafiz Çamlıbel işte o günlerde aşık olmuş... Karşılık da görmüş. Hatta anlatılana göre bir nevi Romeo Juliette hikayesine benzermiş aşkları. Sarışın bir güzelmiş. Asıl adı Bedriye iken arkadaşları kızı Bedra diye çağırırlarmış. O vakitler Faruk Nafiz Çamlıbel 22 yaşlarında falanmış. Sevgilisi için yazdığı şiirin adı ise Serenad.. Bak şöyle: "Bir Nisan akşamı serin bir günün,- Şarkın bu sevimli, güzel köyünün- Cenneti anlatan bir akşamıydı- Sizi ilk balkonda gördüğüm gündü-Yüzünüz sararmış gibi göründü- Acaba ruhunuz çok hasta mıydı?"

Yakışıklı ve ilgi gören bir şairmiş. 1922 de Anadolu'ya gitmiş. Sonraları İstanbul'da Şukufe Nihal'e ilk görüşte aşık olmuş. Bu aşkını da diğeri gibi coşkuyla yaşamış. Şiirler yazmış sevdiği kadına... "Yalnız yaşamaktansa Nihal'imden uzakta-Kalsam diyorum dar-u diyarımdan uzakta" .... Hey! Nihal için yazdığı bir şiir daha var... Bak şöyle: "İnce bir kızdı bu solgun sarı heykel gibi lal-Sanki ruhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal" Şahane!!Şukufe Nihal' evliymiş. Bir türlü kocasından boşanmayı beceremeyince, Faruk Nafiz Çamlıbel sinirlenip aniden başka bir kadınla evlenmiş. Biyoloji öğretmenliği yapan Azize hanımla... Bu ani evlilik üzerine Şukufe Nihal bir şiir yazmış... Hep erkeklerin şiirlerindeki kadınları yazıyorum ya... Bak hoş bir şey oldu. Çok şükür sonunda bir erkek için şiir yazan bir kadına denk geldim. Faruk Nafiz Çamlıbel'in bu ani evliliğinden sonra Şukufe Nihal bir şiir yazmış işte. Bak şöyle: "Dalgalar sürükleyin beni de enginlere-Kumların arasında ben de bir parça taşım-Ayrılmayız,beraber dalarız derinlere! Derken, bırakıp gitti elimi arkadaşım" Aşık değildir Şair karısına... Bunu açıkça ifade etmiş röportajlarında. Kafa evliliği yaptıklarını söylemiş. Tamam aşık değildir karısına fakat evlilikleri boyunca aralarında derin bir dostluk doğmuş. Mutlu bir hayat sürmüşler. Azize Hanım amansız bir hastalıktan ani vefat edince Faruk Nafiz Çamlıbel hayata küsmüş. Aşık olmasa bile birlikte dayanışma ve sevgi ile yaşamını paylaştığı karısının ölümü üzerine, hani dinlerken insana damardan etki eden o muhteşem sözleri yazmış. Bak hatırlayacaksın şimdi söyleyince.... Alaeddin Yavaşça bu güfteyi hicaz makamında bestelemiş. "Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok-Bir yer ki, sevenler sevilenlerden eser yok!" Han Duvarları'nın şairi Faruk Nafiz Çamlıbel hakkında tesadüfen okuduğum bir yazı vardı. Hicran Göze yazmıştı. Okuduklarımı sana anlatayım dedim. Neler oluyor hayatta değil mi? Fark Nafiz Çamlıbel'in yaşamındaki belli başlı kadınlar da böyleyken böyle işte...

14 Mayıs 2010 Cuma

Film Gibi Bir Yemek Tarifi

Sana Lucy ile Henry'nin hikayesini anlatmış mıydım? İ.Ö 3000li yıllarda başlayan, günümüze kadar hep aynı şekilde tekrarlanmakta olan hikaye vardır ya hani, sana anlatmamış olamam. Çünkü sen seversin romantik hikayeleri. İşte bu da, o hikayelerden biri... Aslında bu hikaye aynı zamanda bir yemek tarifi. Hikayenin mutfak versiyonu yani. Bak anlatıyorum şimdi...

Hikaye bu ya, farzet ki senle ben Havaii'de bir evin mutfağındaymışız. Sanki bu mutfak bir beyaz perdeymiş. Mesela senle birlikte bir film izlemekteymişiz. Ne dersin? Burası zengin mi zengin bir mutfakmış mesela. Her türlü hububat, zerzevat, nebatat, sakatat mevcutmuş fazlasıyla. Etler dizim dizim diziliymiş dolaplarda, piriçler çuval çuval yüklüymüş ambarlarda. Öyle böyle değil yani. Şenlikli mi şenlikli, eğlenceli mi eğlenceli bir mutfak. Bu mutfağın çapkın bir jönü varmış. Adı Henry! Mutfağın eti. Adeta bir kazanova gibi yaşamaktaymış. Her türlü erzakla iyiymiş arası, her türlü hububat, zerzevat, nebatat ve sakatatla hemhal olmaktaymış sürekli. Her gün başka biriyle pişiriyormuş işi, sanki daldan dala konan hercai! Kim etle birlikte pişse, lezzetini ona katıyor, ortaya şahane nefasette yemekler çıkıyormuş. Bunu öğrenen her türlü mutfak erzağı, mutlaka Henry ile pişmek istiyormuş. Zeytinyağlı yemekler özellikle, Henry ile pişirilen yemekleri nasıl kıskanıyorlarmış anlatamam. Çoğu içine limon sıktırıyormuş ki, gözyaşlarını biri görürse ve "ne oldu?" derse, bahanesi olsun istiyormuş "limondan" diye. O kadar kıskanıyorlarmış yani et ile pişen yemekleri, bilmem anlatabildim mi?

Henry'nin çapkınlıkları ve bu safahat hayatı Lucy ile karşılaşması ve ona körkütük aşık olmasıyla değişmiş. Lucy kim miymiş? Mutfağın akça pakça dilberi pirinç tabi. Pirinç mutfakta çuvallarda saklansa da, el üstünde tutulmaktaymış son zamanlarda. Çünkü kısa süreli bir hafıza kaybından muztaripmiş. Henry'nin her buluşmalarında, Lucy'yi yeni baştan etkilemesi ve aşık etmesi gerekmekteymiş. Tamam, et her nekadar geçmişinde bir çok erzakla beraber pişmiş olduğundan bu konuda tecrübeli olsa da, pirincin kendisi gibi hissedip hissetmediğinden emin olmadığı için, sürekli stres içinde yaşamaya başlamış ne yazık ki. Derdi kendine yetmiyormuş gibi, üstüne bir de tuz biber eklenmesin mi? İyice sıkıntıdaymış yani. Tam anlatamadım mı yoksa?Acele etme lütfen, anlatacağım teker teker şimdi.

Bak şimdi, et aşık ya mutfağın akça pakça dilberi pirince... Bugün neler olacak acaba gene diye sıkıntı içindeymiş. Et, hergün yeniden yağda kavrulurmuş bir tencere içinde. Sıkıntısını göstermek istemezmiş pirince... Tencerede kavrulurken, önce suyunu bir salar bir çekermiş. Bilen bilir halini, gerçekten bu çektiği aşk acısı onu iyice pişirmekteymiş. Pirinç ise kendi halinde ayrı bir yerdeymiş. Her sabah etin çektiği çilelerden habersiz, önce derin bir tasın içindeki sıcak suya dalarmış. Yumuşar ve beyazlarmış. Sonra soğuk duşun altında yıkanır iyice, tüm nişastalarını dökermiş. Ne dert kalırmış ne kasavet kendisinde. Öyle ki, soğuk suda akıp giden nişastalar gibi geçmişe ait tüm anıları da silinip gitmekteymiş adeta. Bunu nasıl mı anlıyoruz? Şöyle... Bir gün önce eti tencerenin dibine sermişlerdi kavrulmuş vaziyette. Sonra soğuk suda yıkanmış pirinci koymuşlardı üzerine. Et ve pirinç bir araya gelince, üstlerini aşacak kadar sıcak su koydular ki birlikte iyice pişsinler diye. Ayrıca tuz ve tereyağ eklediler iyice lezzetlensinler. Tencerede bıraktılar ateşin üstünde her ikisini. Kıstılar ateşi ki, yanmasınlar, yavaş yavaş demlensinler birlikte. Her ikisi piştiler sahiden beraberce. Sonra ters çevrildiler bir tepsiye. Kavrulmuş et ve demlenmiş pilav şahane bir birliktelik oluşturmuşlar. Sevmişler birbirlerini, aşık olmuşlar.

Ertesi sabah et ve pirinç tekrar bir araya gelince, et seslenmiş pirince "Lucy, nasılsın?" diye. Pirinç tanımamış Henry'i. Demiş " Sen kimsin? Ben tanımıyorum seni". Şaşırmış, kalakalmış tabi Henry. Neyse, sonra Henry öğrenmiş ki, Lucy bir kaza geçirmiş ve daha önce anlattığım gibi bir dertten muztaripmiş. Bugün yaşadıklarını yarın unutuyormuş. Henry'nin hergün yeni baştan kendini tanıtması, Lucy'i kendine aşık etmesi gerekiyormuş. Henry anlamış ki eğer Lucy'nin sevgisini kazanmak istiyorsa hayatı boyunca her gün sıfırdan başlamak zorundaymış. Henry de Lucy'i çok sevdiği ve onunla birlikte pişmek istediği için her gün katlanırmış bu çileye. İşte bu hikayem de böyle! Onlar ermiş muradına,biz çıkarlım kerevitlerine!

Ne? Sen bu hikayemi bir filme mi benzettin? 50 İlk Öpücük mü? Henry'i Adam Sandlar, Lucy'i Drew Barrymore oynuyor bu filmde öyle mi? Mümkün değil! Benim anlattığım hikaye İ.Ö 3000 yıllarına dayanıyor. Efsane olmuş bir hikaye filme çevrilmiş olabilir tabi. Ama şunu bil ki, o seyrettiğin filmin gerçek hikayesi böyle! Afiyet olsun:)

13 Mayıs 2010 Perşembe

Çetin Altan Usulü Limonata Yapmak...

Eee! Madem havalar ısınmaya başladı. Hele bugün var ya, Mayıs ayındayız güya, yaz günlerini hiç aratmadı. O kadar sıcaktı ki hava, buharlaşacağım sandım bir ara. Sabah erkenden kalabalık bir toplantıya katıldım. Sonra işlerim hep arazide olunca... Of!! Allah günah yazmasın, ne yapayım işte sevmiyorum sıcak havayı... Amaa.. Bir limonta olsa iyi gitmez mi bu havada. Limonata deyince... Hiç unutmadım hiiiç! Bugün gibi hatırımda. Tarih 2003 yılının Haziranında bir Pazartesi günüydü. Milliyet Gazetesi'nin Şeytanın Gör Dediği adlı köşesinde, büyük usta Çetin Altan, limonata hakkında bir yazı yazmıştı. Aslında ilk kez bu yazıyı, günümüzden 25 sene evvel Güneş gazetesinde yazmış. Şimdi olduğu gibi, yaz mevsimi eli kulağında vaziyetindeyse eğer, açar okurum bu yazıyı, yaza merhaba diyerekten. O nedenle tarihi hatırımdadır...Yoksa hafızamın iyi olduğundan değil.... Çok severim bu yazıyı. Sanki yaşam manifestomu özetlemektedir. Aynen aktarıyorum işte buraya:

"Yaşamında hiç limonata içmemiş biri, limonatayı çok pahalı bir serinletici sanabilir. Oysa çok ucuz bir serinleticidir. Bir bardak suya bir çorba kaşığı toz şekeri döküp, iyice karıştırdıktan sonra, üstüne doğru dürüst sıkılıp çay süzgecinden geçirilmiş, yarım limon suyu eklersin... Ve hepsini karıştırırsın. Bardak, görkemli ve uzunca bir bardaksa, yarım yerine bir limon sıkar, bir çorba kaşığı toz şekerini de, iki çorba kaşığı yaparsın... Bir limonata, dişleri donduracak kadar mı soğuk olmalıdır? Hayır, bardağın çevresine hafif bir buğu yalazlanması yapacak kadar soğuk olmalıdır. Ayrıca bardağın içine kalıp buz atılmalı mıdır? Hayır, gerekiyorsa bir tatlı kaşığı dövülmüş buz atılmalıdır. Yarım tekerlek bir limon dilimi, bardağın kıyısına mı takılmalıdır, yoksa içine mi konmalıdır? Bardağın kıyısına konduğu zaman, daha dekoratif olur; dileyen, limonun kokusunu daha keskin duymak isterse, bardağın kıyısına takılmış yarım dilimi bardağın içine atabilir. İyi bir limonata yapmaya bu kadarı yeter mi? Yetmez. Çentilmiş limon kabuğuyla bir sap taze naneyi de, önce limonatanın içinde kısa bir süre tutup, sonra hepsini süzmek gerekir. Böyle bir limonata ultra süper bir zenginlik sorunu mudur? Hayır, sadece bir yaşam sevgisiyle, bir yaşam zevki sorunudur. Bu, çok önemli midir? Bir kez gelinip, bir kez geçilen dünyayı, en sade koşullar içinde dahi, ıskalamamanın göstergesi olduğu için, çok önemlidir. Sabahları bir saat yürüdükten sonra, duş almak da öyledir."

Şahane bir tespit değil mi bu? Akşam yemeğinin yanına, aynı Çetin Altan'nın tarifiyle bir limonata yapalım mı seninle? Bir dene olur mu, bu akşam lütfen beni dinle... Bir kez gelinip, bir kez geçilen bir dünyayı, en sade koşullar içinde ıskalamayalım olmaz mı, ne dersin? Bu benim sorunum değil senin sorunun diyebilirsin! Öyle diyorsan, boşver zaten, sen dert etme!.. Bu bir yaşam sevgisiyle, yaşam zevki sorunu! Bilmem, belki ben üşenmem, limonata yanına, iki tane de mum bile koyarım masaya... Maliyeti nedir ki ? İnsan küçük keyiflerle hayatı renklendirmeli, öyle değil mi?

Hiroşima Sevgilim'i Seyrediyorum...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kocaeli 2.Kitap Fuarı Etkinlikleri Bu Hafta Sonu Başlıyor.

15-23 Mayıs arasında sürecek olan 2. Kocaeli Kitap Fuarı'nın etkinlik programını aldım. Büyük bir heyecanla, katılımcı yazarların kimler olduğuna ve hangi tarihlerde söyleşi yapacaklarını inceledim. Bu haftadan başlamak üzere, her hafta hangi yazarın söyleşisini izleme şansım olursa, Hayal Kahvem'e yazmaya karar verdim. İstiyorum ki Kocaeli'deki tüm tanıdıklarımın bu programlardan haberi olsun. Kitap satışları coşsun. Kitap sevgisi insanların yüreğini doldursun. Bakalım bu hafta kimler gelecek şehrimize?


15 Mayıs Cumartesi Günü Saat 13.00'de İlber Ortaylı ile Söyleşi: Tarihi Doğru Okumak

15 Mayıs Cumartesi Günü Saat 17.00'de Kürşat Başar ile Söyleşi: Başucumda Müzik

İmza Günü İçin katılacak yazarlar ise saat 13.00'den sonra: Ruşen Hakkı / İlber Ortaylı / Mehmet Komşu / Füsun Önal / Bülent Parlak
Konferanslar : Türkiye Nereye Gidiyor - Sunay Karaman-Dr.Barış Doster (15 ile 17 arası) / Yayın Tekelleri-Ali Şimşek-Ali Çolak-Faruk Şüyun-Özlem Altıok (15.30 ile 17 arası) / Şiir Üzerine Aykırı Doğaçlamalar-Hüseyin Yalvaç (18 ile 19 arası)

www.kocaelikitapfuari.com

Ömür Çiçek Kadar Narin, Bir Gün Kadar Kısa...

Bu akşam İzmit Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde, Şef Özen Şekercioğlu’nun eşliğinde, ÇYDD Türk Sanat Müziği Korosu’nun Bahar Konseri vardı. Arkadaşımız Nurhan bu korodaydı. Gidip seyredecek ve dinleyecektik. Gülçin’le salonun kapısında buluşmaya karar verdik. Öncesinde Dilek “keşkek yaptım. Gel bizde önce keşkek ye, sonra konsere gidersin.” deyince, ne yalan söyleyeyim dayanamadım. Aradım Gülçin’i: “ Ben biraz gecikeceğim, yanına bir koltuk ayırıver lütfen,” dedim. Dilek eğer keşkek yapmışsa, iki elim kanda olsa giderim. Ve keşkeği şapırdata şapırdata yerim.

Keşkek bir Ege Bölgesi yemeğidir. Özellikle düğünlerde yapılır. Malzemesi ne biliyor musun? Aşurelik buğday ve tavuk. İkisi bir arada pilav gibi pişiriliyor ama daha sulu bırakılıyor. Sonra döve döve hemhal ediliyor. Ortaya acayip lezzette bir yemek çıkıyor. Dilek Ege’li olduğu için bu yemeği çok güzel yapıyor. Ben de ondan öğrendim. Pişirmesini mi? Yoo.. Keşkekin ne olduğunu… Söylemesi ayıp, gene şahane pişirmiş. Dilek’in annesi Müride Teyze’nin ayıplamayacağını bilsem, parmaklarımı yiyecektim. “Yedi kalktı!” dememişlerdir nasılsa arkamdan biliyorum. Anlayacağın yedim keşkeği ve “haydi bana eyvallah!” dedim, fırladım çıktım. Kültür Merkezi’ne vardığımda konser başlamak üzereydi. Gülçin’i buldum. Yanına oturdum. Sırtımı yasladım şöyle bir koltuğa. Kararıyım. Hiçbir şey düşünmeyeceğim. Sadece müziğin ritminde içimden dans edeceğim. Kimse anlamadan. İçin için...

Hımm… Türk Sanat Müziği öyle mi? Ne çok oldu dinlemeyeli. “Önce Kemani Tatyos Efendi’nin Rast Peşrevi… Ardından Hacı Faik Bey’in rast eseri, Bir dame düşürdü ki beni bahtı siyahım’ı dinleyeceksiniz” deyince sunucu, ben bu şarkı sözlerine takıldım birden. Kemani Tatyos Efendi’nin Rast Peşrevi’ni dinlemeye başladık. Hani bir şey düşünmemeye kararlıydım ya olmuyordu işte... Bu şarkı sözlerini bir yerden hatırlıyordum. Ama nerden? Buldum. Sabahatin Ali’nin Hanende Melek adlı öyküsünden. Eminim. Hanende Melek bir pavyon şarkıcısıdır. Birkaç ay önce yeni bir kasabaya gelmiştir. Kasaba eşrafından Hüseyin Avni; eşini, çoluğunu çocuğunu unutmuş ve bu kadına acayip tutulmuştur. Paralarını içkiye ve Melek’i etkilemek için aldığı hediyelere harcamaktadır. İşte öykünün bir yerinde gene Melek şarkı söylemektedir. Hüseyin Avni kendinden geçerek kadını dinlemektedir. Sonra bir buruşuk kağıda bir şeyler karalar ve kemancıya gönderir. Az sonra saz işte bu şarkıyı çalmaya başlar: “Bir dame düşürdü ki beni bahtı siyahım-Billahi bu sevdada yoktur benim günahım.” Bayıldım bu duruma tabii. Hatırladım ya hikayeyi, kendimi Hüseyin Avni’nin yerine koydum. Sözlerin ve müziğin eşliğinde şarkıyla hemhal oldum.

Bir sonraki Selanikli Ahmet Efendi’nin şarkısıydı. Şarkının sözlerine bittim. “Bilmeme ki nedendir bana sen hor bakıyorsun?” Hor bakmak.. Hoş bir deyim değil mi bu? Hor görme garibi der gibi. Erol Sayan’ın “Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyor bak, Gel görüp açılsınlar, Devşirip göğsüne tak” Ne tatlı sözler bunlar! Hangi hislerle yazıldılar kimbilir? Acaba kimlere yazıldılar? Artık yavaş yavaş eşlik etmeye başlamıştık bizler de şarkılara… Çünkü sözlerini bildiğimiz şarkılara geçmişlerdi. Arkadaşımız Nurhan ve korodakiler müthiş söylüyorlar, hepimiz coşturuyorlardı. Şu şarkının sözlerine bakar mısın lütfen? Hangi şarkı sözü, hayatı bundan daha zarif anlatılabilir ve nasıl böyle güzel umut verebilir ki? “Ömür çiçek kadar narin, bir gün kadar kısa. Ağlama deymez hayat bu göz yaşlarına.” İşte bu şarkıda coştukça coştuk! Rüya gibi her hatıra her yaşantı bana- Ne bulduysa kaybetti gönül aşktan yana-Ömür çiçek kadar narin bir gün kadar kısa- Ağlama değmez hayat bu göz yaşlarına” lalalala lalala la, lalalala lalala la…. Allah’a şükrettim iyi ki güzel sesim yok. Ya olsaydı? Kimse tutamazdı inan ki beni.. Bu bed sesimle böyleysem, sesim billur gibi olsaydı eğer, mutlaka tek başıma sahnede olurdum! İndiremezlerdi de kolay kolay sahneden biliyor musun? Kaybederdim kendimi offf….. Acaba koroya mı girsem? Kalabalıkta sesimin bedliği anlaşılmaz hem... Evet, evet.. Ben bu durumu bir düşünecem!

11 Mayıs 2010 Salı

Trenlere Karşılıksız Aşkla Bağlıyım...

Yok, bu kez sözü dönüp dolaştırmayacağım. Konuya bodoslama dalacağım. Bak şimdi... Ben tren yolu çocuğum ya çocukluğum tren yolunda geçti. Trenle ilgili her şey büyüler beni... Hele Menekşe İstasyonu'nun hastasıyım.. "Menekşe İstasyonu da neresi? Hiç duymadım böyle bir istasyon ismi!" dersen inan bozuşuruz seninle şimdi... Bilinmez mi? Hatırlasana "Gün doğmadan, manyak kahkahalar atan martıların eşliğinde, gölle denizin birleştirdiği, "kartpostal gibi" manzaranın kenarından Menekşe İstasyonu'na inmek... Sen bunun klibini çekebilir misin Apo? Neyse... Boşver şimdi... Evlerde uyku mahmuru sarı ışıklar, camlarda çaydanlık buharı, radyoda bağlama takımından oyun havaları, yosun kokusu sinmiş rüyalara karışan anne sesleri, "beş dakikacık daha" lar, gidip, birlikte uyuyan treni uyandırırdık. Öbür istasyonların yeri de başkaydı. Florya'dan, bizim liseli, Şelale diye bir kız binerdi, "camdan sarkmayınız" ibaresinin tam da üstünden sarkıp, Şelale'nin perondaki yerini belirler, vagonanı düşmek için koştururduk."diye anlatır ya Atilla Atalay... İşte trenle ilgili öyküsünün ve bu öyküsünün yer aldığı kitabının ismidir Menekşe İstasyonu... Ben ne vakit bir tren istasyonu görsem bu öyküyü hatırlarım. Ne zaman büyüdüm ki, diye düşünürüm. Ne vakit bir tren görsem çocukluğumdaki tren yolu günlerim gelir aklıma, içim cız eder. Hani "Kırık kalpleri götürürsün peşinden, çocukken yarım bıraktığın ekmekler gibi, ardınsıra koşarlar. Olmadık bir zamanda kendilerine dair şarkıyı kulaklarına fısıldar herbiri. Duymam artık sanarsın, dudağın o bildik melodiye hüzünle eşlik ederken, sen içindeki boşluğa savurup avunursun. Kendi kırıklığını bir başkasının peşine takınca suskun ve çaresiz, belki o zaman... "Büyürüm de mi... Anlarım hanyayı konyayı. Vay be, derim, bööleyken bööleymiş meğersem. Çok iyi yaa. Sen ayrıcalıklısın şimdi, ne güzel, tüm bunları biliyorsun... Bırak, ben de kendikendime öğreniyim." der ya Atilla Atalay Kırılan adlı öyküsüne başlarken. Aynı duyguları hissederim işte ne zaman bir tren görsem. "Kimileri vapurları daha çok sever. Denizotobüsüne şiir yazanına, hafif metro görünce içlenenine, henüz rastlamadım. Ama ben, belki de asla bir daha aynı vagona binemeyeceğini bildiğimden, cama burnunu yapıştırmış çocukluğumla hiçbir imdat frenine aldırış etmeden akıp giden trenlere, öküzlerinki gibi karşılıksız bir aşkla bağlıyım..." İşte ben de trenlere karşılıksız aşkla bağlıyım... Aynen Atilla Atalay'ın dediği gibi...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Konar Göçer Bir Dünyadayız Demek Ki!

Nisan ayı içinde sekiz kez uçağa binmek durumunda kalınca, "Tövbe!" dedim. Bu kış George Clooney'in başrolde oynadığı, Aklı Havada adlı filmi seyredip pek beğenmemiştim. Ama ne yalan söyleyeyim, filmde George Clooney’in canlandırdığı Ryan Bingham'ın işini çok kıskanmış, keşke ben de o şehir senin bu ülke benim dolaşıp dursam demiştim. Adamın hayatı nerdeyse uçakla seyahatte geçiyordu. Çok yürekten istemişim demek ki, bak sahi oldu işte. Her şey tadında, kıvamında olmalı bir kere. Tamam, uçmayı severim. Hatta bayılırım diyebilirim. Bulutları seyrederim. Uçakta kaç kere şu kalp şeklindeki bulutta inmek istiyorum diye hostese seslendim. Hiç biri ciddiye almadı beni. Hele sonuncusu, meczup görmüş gibi acımtırak gülümsedi. Bırak uçağa binmeyi, oturduğum yerde bile uçmayı denerim. Hoş işten güçten Edip Cansever'in dediği gibi "Yok düş kuracak vakit bile" ama... Gene de ayaklarım yerden kesilir illa. Uçmayı denerim mutlaka. Yersiz yurtsuz biri olduğumu düşünürüm mesela. Girerim bir masal dünyasına. Neyse... Tüm uçuşlar bu kadar aynı aya denk gelir mi? Geldi. Pes yani! Aynı ay içinde tekrar tekrar uçmak durumunda kalınca, anlayacağın kabak tadı verdi. Hımm. Böyle kabak tadı verdi deyince, karnım acıktı ne yalan söyleyeyim. Üstelik her türlü kabak yemeğini de severim. Dağıtmayayım gene konuyu. Ne anlatmak istiyorum, gene neler anlatıyorum. Efendim, şimdi böyle iş durumundan seyahatlere gidince, dört ayrı otelde kaldım. Otellerde kalınca aklıma oteller ve edebiyatçılar geldi tabii.

Bir gece nasıl yorgunum. Ellerimi başımın altına aldım. Loş otel odasındayım. Tavana bakıyorum. Otellerle ilgili aklıma gelenleri puzzle gibi birleştirmeye çalışıyorum. Önce kervansaraylar diyorum... Ve hanlar.... Tabii hemen aklıma Faruk Nafiz Çamlıbel'in o muhteşem Han Duvarları adlı şiiri geliyor. Edebiyat derslerinde mutlaka okumuşsundur: "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,-Bir dakika araba yerinde durakladı." diye başlardı ya. Uzun bir şiirdir. Sonu şöyle biter: "Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,-Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.- Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,-Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!-Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, -Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları" Müthiş etkilidir. Sonra Ege Görgün'ün yazdığı Melez adlı öyküsünü düşündüm. Öykünün kahramanı Darek, uzun kuleli bir kentin dev kapılarından girer. Atı yolculuğa dayanamamış ölmüştür. Darek aç, susuz, sıcakta yürümekten bitap düşmüştür. İsmini hiçbir zaman öğrenemediği şehrin, dolunay sayesinde nispeten aydınlanmış ıssız geniş sokaklarında yürürken, tek hayali susuzluğunu ve açlığını giderebileceği, yorgunluğunu üstünden atabileceği bir han bulabilmektir. Arayışı fazla uzun sürmeyecektir. Çünkü Darek'e göre ne kadar yabancı, ne kadar lanetli olursa olsun bir kentte her zaman en kolay bulunan mekanlar hanlardır. Şahane bir öyküdür. Öykünün devamında okuyucu, birden kendini zamanın içinde yolculuk yaparken buluverir ve sahiden o kadim zamanlardaki bir hanın içindeymiş gibi hisseder.

Yusuf Atılgan'ın hikayesini yazdığı, Ömer Kavur'un sinemaya uyarladığı Anayurt Oteli'ni, filmde Macit Koper'in canlandırdığı Zebercet rolündeki ürkütücü otel sahibini hiç aklıma getirmek istemedim. Daha önce Hayal Kahvem'e yazmıştım. Veya Kubrick’in, Stephen King’in romanından uyarladığı Cinnet adlı filmini hiç düşünmemeliydim. Yabancı memlekette hem de tek başına kaldığım bir otelde gece gece cinnet mi geçirseydim yani? Yok, ben gene tavana bakarak, hafıza kepenklerimi zorladım ve otellerle ilgili şiirleri ve öyküleri düşündüm. Tavana bakarak deyince aklıma Necip Fazıl'ın Otel Odaları adlı şiiri geldi. "Bir merhamettir yanan, daracık odaların,- İsli lâmbalarında-" diye başlayan şiir " Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,-Tavan aralarında, tavan aralarında. - Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,- Otel odalarında, otel odalarında!" diye sona erer. Eğer uzatırsam bu yazı asla bitmez. Çünkü düşündükçe ve araştırdıkça görülüyor ki edebiyatımızda otele ilişkin çok eser var. Edip Cansever'in şiirlerindeki otel illa ki "Deniz kıyısında bir oteldir." mesela. Tomris Uyar'a aşıktır. Her Mart'ın 15'inde sevdiği kadına bir şiir yazar götürür. 15 Mart Tomris Uyar'ın doğum günüdür. "Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç" diye başlar şiir... Aşık olduğu kadına yazdığı bu şahane şiirin içinde otel kelimesi geçer.. Şöyle.... "Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde-bir otel kapısının önünde,- tahta bir köprünün üstünde-bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında-öyle kısaydı ki adımların-şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle-ölçülür ve denk düşerdi ancak-ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç" Galiba yollar biter, edebiyatçıların han ve otelerle ilgili şiirleri, öyküleri, romanları hiç bitmez. Salah Birsel "Edip'e göre dünya koskoca, uçsuzbucaksız, aynalı oynak bir oteldir. İnsanlar da oteldir." demiş. İnsan otel midir sahi? Oteller nedir? Geçici mekanlardır. Konar sonra göçersiniz. Doğru vallahi. İnsan yaşamı ne peki? Aynen bir otel gibi. İnsan da bu dünyaya önce konar, sonra göçer, öyle değil mi? Yaşamın en hakiki gerçeği... İnsan bir otel misali geçicidir geçici... Yazının başında göklerdeydim, nereden geldim ben buraya peki? Ne bileyim işte....Bu yazı da böyleyken böyleymiş demek ki...

9 Mayıs 2010 Pazar

Kocaeli 2. Kitap Fuarı Açılıyor!

Heyy! Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin bu yıl ikincisini organize ettiği Kitap Fuarı, 15 -23 Mayıs arasında Uluslararası Fuar Merkezi’nde açılıyor. Şahane bir haber bu! Geçen yıl ilki gerçekleşmişti. Ben de yazmıştım. Bak, burada... Ve burada... Çok sayıda yayınevinin katılacağı Fuar’ın bu yılki onur konukları ise Ruşen Amca (Hakkı) ve İlber Ortaylı olacakmış. Bu yıl Fuar'a katılan yazar sayısı, geçen yıla göre daha fazla görünüyor. Ziyaretçi saatlerinin 10:30 - 22:00 saatleri arasında yapılacak olan kitap fuarına Ahmet Taşgetiren, Aslı Erdoğan, Banu Avar, Buket Uzuner, Dücane Cündioğlu, Erhan Afyoncu, Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, İbrahim Tenekeci, İclal Aydın, İhsan Süreyya Sırma, İsmet Özel, Kürşat Başar, Mahir Kaynak, Mario Levi, Mehmet Altan, Nurullah Genç, Selahattin Yusuf, Sırrı Süreyya Önder, Sunay Akın, Tarık Tufan ve Yusuf Halaçoğlu gibi pek çok ünlü yazar, düşünür ve şair kitap fuarında okurlarıyla buluşacakmış. Kocaeli Belediyesi'ne Kocaeli Kitap Fuarı'nı gelenekselleştirdikleri için çok teşekkür etmek lazım. Fuar programını alıp, iş programımı ayarlamam lazım... Sonra kısmet olursa, Hayal Kahvem'de gelişmeleri anlatırım. Heyy! Hissediyorum... Kitap kokusu, kitap tılsımı yakında şehrimi saracak... İnanıyorum... Şehrimde kitap okuma virüsü hızla yayılacak! Herkes kitap okuyacak:)

Öğretmenler Anılarıyla Bile Ders Verirler. Kimler Çiçek Koklamaz?

Her bayram veya özel günlerde annelere hediye almak benim için bir şenlikti. Hem benim hem eşimin annesine, özenle seçer alır, itinayla paketlerdim hediyeleri. Onlar layıktı hediyelerin en güzeline. Sonra arka arkaya uğurladık her ikisini de Hakkın rahmetine. Alışkanlık var bir kere, annelere yapmalıyız gene bir hediye ama ölene dua etmekten başka ne yapabilirdik ki? Düşündük. Mezarlarını süsleyebiliriz dedik. Bu şahane bir fikirdi. Ayrıca kabristanlar ın ziyaretçilerine üzüntü ve sıkıntı vermesini istemiyorduk. Evlatlar, torunlar hem dualarını okusunlar, hem de yaşadıkları anıları hatırlasınlar hepbirlikte istiyorduk. Karar verdik. Her bayram arefesinde veya özel günlerde mezarlarına çiçek ekmeye başladık. Ancak sıkıntılı bir durum vardı. Biz bir gün önceden ekiyorduk. Ertesi gün geliyorduk ki kabristana, çiçeklerin bir çoğu yerinde olmuyordu. Nasıl sinirlenip öfkeleniyordum. Diyordum ki "Mezardan da çiçek çalınır mı? Bu insanlarda hiç vicdan, insaf kalmamış. Pes artık! "Bu böyle devam etti gitti. Ben her seferinde öfkelendim. Ta ki bir öğretmen anısıyla bana ders verene kadar...

Sınıfta bayram seyran demeden, herhangi bir gün aniden, hem de herseferinde değişik çiçekler getiren, Umut adında bir öğrencisinden bahseder Gülizar Öğretmen. Oysa şehrin kenar mahallesinde, yakınlarda ne bir çiçek bahçesi ne de bir çiçek satıcı olmayan bir bölgesindedir okul. Zaten çiçek alacak parası da yoktur Umut'un. Annesi çok küçük yaşta terk etmiş, sonraki yıllarda babasından da olmuştur. Büyükannesinin emekli maaşıyla, şehrin en büyük mezarlığının yanındaki bir viranede yaşamaktadır. Son anneler gününde öğretmenin boynuna sarılıp, elindeki çiçeklerini vermiş "siz benim annem gibisiniz" demiştir gülen yüzle. Bir gün gene bir kucak dolusu gülle sınıfa gelince, öğretmen Umut'a bu çiçekleri nereden bulduğunu sormuş. Çocuk büyük bir samimiyetle mezarlıklarda ziyaretçilerin getirdiği çiçekleri aldığını söylemiş. Öğretmen üzüntülü "Ölülerin çiçekleri alınmaz oğlum!" demiş. Hikayenin sonu beni bitirdi... Umut kendinden emin bir tavırla şöyle demiş: "Ama öğretmenim ölüler çiçek koklamaz ki! Hem ben her gece dua ediyorum onlara penceremden!" İşte bu öyküyü okuduktan sonra, kaybolan çiçekler için üzülmüyorum şimdi... Eğer böyle masum bir neden için ektiğimiz çiçekler yok oluyorsa... İnanmak istiyorum böyle olduğuna... Helali hoş olsun! Umut doğru söylüyor... Ölüler çiçek koklamaz ki!

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Yaz Uykusu Diye Bir Şey Duydun Mu Sen?

Sana bir şey söyleyeyim mi? Bugün var ya, kolum kanadım kalkmıyor valla. Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Hiiiç! "Bugün evden çıkasım yok, Telefonu açasım yok, Acelem var koşasım yok" modundayım. Hava sıcak mı sıcak! Pil kalır mı bende? Gitti bütün enerjim. Hemen Samanlı Dağları'nın tepesine bir kilim sermeliyim. Niye mi? Sorulur mu bana bu soru şimdi? Hayret yani! Bilirsin hep anlatırım... Sıcakla aram hiç iyi değildir. Durma hakkımı kullanmak isterim yaz gelince... Bu nedenle işte! Sen var ya, hiç oralı değilsin benim derdimle... Hiiiç! Artık nereliysen? Kimbilir memleketin neresindesin? Dünyanın öbür ucunda, buzullarda mısın yoksa? Yapma! Ne olur beni de yanına alsana... Hava serinleyince, hiperaktivitem tavan yapar diye lütfen korkma... İşim gücüm, akrabam arkadaşım, konum komşum yok ki oralarda... Ne yapabilirim ki? Hiiiç! Kardan adam yaparım olsa olsa... Hımm... Dinle bak, gittik diyelim yazlığa... Herkes kısa kol, kısa paça... Ben ise sanki Rahibe Teresa! Uzun kol,uzun paça... Elimde şemsiye ya da... Yemin ediyorum doğru söylüyorum. Abartıyorum sanıyorsun ama... Abartmıyorum... Yeminle diyorum yaa! Böyle yazar mıyım, Allah korusun, çarpılırım valla! Israr edenler olur bazen... "Ay! Bir kerecik çık güneşe, ne olacak ki yer mi seni?" derler. Ohareyy be birader, insan biraz insaf eder! Ben keyfimden mi kıpırdamıyorum. Zaten hiperaktif huyluyum. Beni normalde bir saniye zor zaptederler. Ama olmuyor işte olmuyor, kolum kanadım kalkmıyor...

Haydi bir düşünelim seninle... Kış uykusu derler ya hani... Bazı sıcak ve soğuk kanlı hayvanların kışı uykuda yada uyuşukluk içinde geçirmesi halini bir gözünün önüne getirsene... Milyonlarca memeli, sürüngen, haşarat ve böcek bütün kış boyunca uyurlar. Sadece burada değil, üstelik dünyanın her yerinde uyurlar, öyle değil mi? Kalp atışları yavaşlar... Soluk alış-verişleri azalır... Hatta zihin faaliyetleri bile durur... Donmaktan emin kovuklarına çekilirler de tostoparlak olarak derin bir kış uykusuna yatarlar, bazıları da uyuşukluk halinde geçirirler... Peki sonra havanın ısındığını nasıl bilirler? Vücutlarındaki biolojik saatlerinin alarmı, uyanma vaktinin geldiğindiğini mi bildirmektedir? Bilmiyorum ki...Kimbilir?

Valla bu konuları araştırmak hiç mi hiç benim işim değil. Şimdi kış uykusu buysa, benim durumum da, böyle birşeyin tersi işte... Yaz uykusu hali yani... Şimdi baktım sanal ansiklopediye... İnanmıyorum!.... Yaz uykusu diye bir şey varmış biliyor musun? Hahha! Vallahi ben uyduruyorum sanıyordum... İşte buyur... "Sıcak ve kurak iklim bölgelerinde yaşayan bazı hayvanların, zor şartları atlatmak için çok sıcak yaz günlerini uyku veya uyuşukluk arası bir dinlenme halinde geçirmesine yaz uykusu denir." Tamam... Şimdi bu durumu bana uydur... İnsanlık hali işte! Sıcak günleri atlatmak için uyku ile uyuşukluk halinde beklemedeyim. Şu anda kalp atışlarım yavaşlıyor... Evet...Evet... Hissediyorum... Soluk alış verişlerim azalmakta sanki... Hatta zihin faaliyeterim de mi duruyor neee? Tostoparlak kıvrılıyorummmm... Uyuyorummm...Pııııssss! Yaz uykusuna daldım bileee! Sonbaharda görüşmek üzereee!..

7 Mayıs 2010 Cuma

Sürecek Bir Macera

Ben çalışan bir kadınım. Sigortacıyım. Memleketimde 100 kadından 25 i çalışıyor. Bu 25 kadının ise 7'si girişimci yani kendine ait işi var. Bu durumda memleketimin 100 kadından 7 lik dilimine giren çalışan kadınlarından biriyim. 100 kadından 7'sinin girişimci olması çok düşük bir oran tabii. Bu kadarla kalsa iyi. Daha feci bir tablo var. Memleketimde 3 kadından 2 si şiddet mağduru ve her 5 kadından 1 i okuma yazma bilmiyor. İnanlılacak gibi değil!Bu kadınlarımızın hali ne olacak peki? Kendi çevremizde elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Daha önce yazmıştım bir şeyler bloğumda... Mesela bak burda... Ya da burda... Diğer yapılanları paylaşırım bir ara senle... Neyse... Asıl anlatmak istediğim başka şeydi. Konuyu dağıttım gene... Çalışıyorum dedim ya... Son iki haftadır çok çalıştım. Sürekli yollardaydım... O kadar yorulmuşum ki sanki fotoğrafta sırtında yük taşıyan kadınlardan biri bendim. Tamam, sırtımda yük taşımadım fakat kafamda yük taşımadım mı sanıyorsun? Hem de kaç küfe yük taşıdım anlatamam sana... Nedir bu kuzum! Ben çalışmak için mi geldim ben bu dünyaya? İşte bak, ancak oturdum Hayal Kahvem’e… Kahve fincanım elimde… Yazayım iki satır bir şey de kendime geleyim dedim.

Bak ne anlatacağım. Bu sabah erkenden İstabul’a yollanmalıydım. 12 de bir müşterimin yeni işyerini gidip görecektim. Gittim. Uzun sürdü görüşmem. Uzadıkça uzadı. Oldu mu sana saat üç… İşim bittince vedalaşıp ayrıldım. Tamam… Hazır Kavacık’taydım. Dönüşte Meydan’daki kitapçıya uğradım. Dayanamadım birkaç kitap aldım. Baktım Zagor’un yeni macerası var. Adı Kalp ve Kılıç. Dayanamadım onu da satın aldım. İkinci müşterim görüşmemizi dört buçuğa erteleyince, oturdum Meydan’daki bir kafeye. Açtım Zagor’u. Okumaya başladım. Karamba Karambita! Bu ne güzel bir macera! Şöyle hayal ettim… Açık hava sinemasına gelmişim. Elimde bir fincan kahve. Zagor’un filmini seyrediyormuşum. “Hoppala! Ne alaka!” deme! Resimlerine bakmıyor muyum? Bakıyorum. Aynı film seyreder gibi işte. Sanki film gavurcaymış da ben alt yazılarını okuyormuşum… Mesela yani… Öyle hayal ettim. Lütfen hayallerime dudak kıvırıp gülme! Nasıl heyecanlı bir senaryosu vardı anlatamam. İnan ki kafamı kaldırmadan okumaya devam ettim.

Hikaye öyle bir yere geldi ki, bir ara meraktan öleceğim zannettim. Hayır, gördüğün gibi buradayım ölmedim. Lakin içimde bıçak sokması gibi SWAAACH! efektli bir acı hissettim. Hani Sıtkı Sıyrıl acıyı tarif ederken, Zagorsever bünyenin acısını anlatır da, en iyi acı tarifinin çizgi romanların yarım kalmış macerası olduğunu söyler ya, inan o acıyı bu kez iyice bildim. Bu kadar da olur mu? Maceranın en heyecanlı yerine geldim ki o ne? Darkwood’un bütün davulları adına! SÜRECEK… yazmıyor mu? Bitti kitap… Hem de tam olarak heyecanın tavana vurdurduğu yerde... İnanamıyorum... Devamı ne zaman? Yazmıyor muydu taaa 1Haziran’da diye! Bu, bugün bu kadar işlerimin arasında bana yapılır mı Allahaşkına? Sevgilisi terk etmiş liseli aşık gibi kalakaldım orada. Kahvemi bitiremedim. İştah falan gitti anlayacağın. Canım bağıra bağıra Orhan Gencebay’ın “Batsın bu dünya!” şarkısını söylemek istedi. Söyleyemedim tabii. Keşke içinden gelen her şeyi yapabilse insan. Bilirsin mahalle baskısı var, yapılamıyor ne yazık ki! Elimden bir şey gelmeyeceğine göre, baharı bekleyen kumrular gibi Haziran ayının gelmesini bekleyecektim. Bir süre umarsızca etrafıma bakındım. Sonra aniden.... – SÜRECEK –

DEVAMI.... 1 Haziran’da (İntikam Saati)