6 Ağustos 2012 Pazartesi

Her Şeyden Çok Rüzgâra İnandım...


"Beni son gördüğünde düşen bir yapraktım.
Gri, uçarı ve kederli,
Her şeyden çok rüzgâra inandım;
Söyleyecek başka sözüm yok!
Bir yaprak ancak rüzgârda mutludur.
Yokluğum armağan size…"

Barış Bıçakçı





5 Ağustos 2012 Pazar

Bir Film Ve Oruç - "Bütün Kutsal Ruhlar, Oruç Tutanları Takdir Eder."


- Seni öldüren beyaz adamı öldürdün mü?
- Ben ölü değilim ki.





"Pencereden dışarı bak! Bu sana sandalda olduğun zamanı hatırlatmıyor mu? Ve sonra o gece geç vakitte uzanıp tavana bakıyordun ve kafandaki su çevrendeki manzaradan pek farklı değilken, kendi kendine şöyle demiştin: 




"Sandal yerinde durduğu halde, nasıl oluyor da manzara akıp gidiyor?""






- Kimle yolculuk ediyorsun?
- Hiç kimseyle.
- Ne tarafa gidiyorsun?
- Bilmiyorum.






"Mistik düşlerin peşinde koşmak ulvi bir lütuftur Mr. Blake. Bunu becerebilmek için insan aç ve susuz yol almalıdır. Bütün kutsal ruhlar, oruç tutanları takdir eder. Yolculuğa bu şekilde hazırlanmak gayet iyidir."




 "Her Gece ve her Sabah
Doğar bazıları Acı’ya.
Her Sabah ve her Gece
Doğar bazıları tatlı Hazza.
Doğar bazıları tatlı Hazza,
Doğar bazıları Sonsuz Gece’ye.
Yönlediriliriz bir Yalan’a inanmaya
Göz’ün içinden görmediğimizde,
Ki bir Gece doğmuştur, can vermek için bir Gece’de,
Ruh uyurken Işık Huzmelerinde.
Tanrı belirir, ve Işıktır Tanrı
Gecenin içinde barınan o zavallı Ruhlara;
Ama bir İnsan Biçimi’ni sergiler
Gün’ün Diyarları’nda yaşayanlara."
William Blake



Not: Dead Man'a bayılırım. Müziklerine, oyuncularına, siyah beyaz oluşuna, içinden şiir ve tren geçen bir film oluşuna... Ve elbette  o güzelim muhabbetlerine biterim inan ki...  Ağır akan bir film gibi görünse de asla öyle bir tat bırakmaz bünyemde... Eee... İçinde oruçla ilgili muhabbetler de varsa hele... Tam izlemenin vakti dedim. Aldım film kareleriyle, sevdiğim muhabbetleri işte burada eşleştirdim. Yooo... Ben Dead Man'i çok seyrettim. Şimdi seyretmeyeceğim. Bugün aynı yönetmenin yani Jim Jarmusch'un Down By Law adlı filmini seyredeceğim. Bu filmde Tom Waits var da, önce Tom Waits şarkılarını dinleyip, filme hazırlık yapmak istedim.


Tom Waits Dinleyesim Geldi...

 
 
 

Metin Erksan'a Sevmek Zamanı'yla Veda...


Halil (Müşfik Kenter), boyasını yaptığı evin duvarında asılı resimdeki kıza aşık olur. Ev adadadır. Yıl boyu boştur. Halil her gün bu boş eve giderek, karşısına oturur ve saatlerce resme  dalar gider. Bu hal sonunda tam bir tutkuya dönüşür Bir gün resimdeki kız Meral (Sema Özcan) iki arkadaşıyla adadaki eve gelirler.  Meral Halil'in resim karşısındaki durumunu görür. Çok şaşırır ve etkilenir. Halil'in resmi değil, kendisini sevmesini ister. Halil kabul etmez. Meral sinirlenir. Duvardaki resmi çıkarır ve Halil'e götürerek verir. Bir daha görüşmezler diye düşünürken, Meral gene Halil'in yanına giderek konuşmak ister. Adanın tepelerine çıkarlar. Rügarlı bir görüntü ve muhteşem müzik eşliğinde.. Bak, dayanamadım yazdım... Aralarında şöyle bir muhabbet geçer... Emsalsizdir bu muhabbet... Of, gerçekten emsalsizdir.

- Resmi verdikten sonra artık ben seni gelmez sanıyordum.
- Gelemeyecektim, gelmeyecektim ama görüyorsun ki öyle olmadı.
- İki insanın ilişkisi çok güzel bir şey.
- Dostluğu aşan ilişkilerden niçin kaçıyorsun?
- Bu sözünle aşık olmayı kastediyorsan, dostluğu bu dünyada hiçbir şeyle aşamazsın.
- O halde sen bana aşık olmaktan da öte duygular içindesin.
- Hayır, ben sana aşık değilim. 
- Olmaz böyle şey! Resmime aşık olman demek beni sevmen demektir. Dünden beri hep söylediklerini düşündüm., Sen bana aşık olduğunu söylemekten korkuyorsun. 
- Olmayan bir şeyi nasıl söylerim? Niçin beni anlamamakta ısrar ediyorsun? Ben senin resmine aşığım. İşte hepsi bu kadar.
- Sen ben yokken resmimi sevdin. İşte ben varım artık. Resmin aslı benim. Bundan sonra ikimiz bu sevgiyi paylaşaceğiz. Bu aşkın yarısı bana ait. 
- Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun? Resminle aramda ne kadar uzun zamanlar geçti. İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım. Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. Elbiselerim eskiydi. Kirliydim. Sakallarım uzamıştı. İnanamadım. O insanca bakışı bir daha göremem diye resme bir daha bakmaktan korkuyordum. İkinci kere zorlukla baktım resmine. Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde.  Nihayet değişmezi bulmuştum. Resmin benim içime bakıyordu. Benim kendimi görüyordu. Boş evde soğuk kış gecelerini beraber yaşadık onunla. Bana hep dostlıkla, iyilikle, sevgiyle baktı. Çok zamanlar gidip yüzünü tutardım. Gözlerini öperdim. Saçlarına değdirirdim ellerimi. 
- Benim bakışlarımda da sevgi var. Ben de senin kendini görüyorum. Resmimin yerine ben seveciğim seni. Artık ben varım.
- Hayır! Hayır! Hayır, istemiyorum seni. Benim dünyama girmeye kalkma! Sonra merhametsizce yıkarsın onu. Resmin benim kendimden bir parça. Bırak ben onu seveyim. Sen sevmek isteme beni. Senin ellerini tutmak istemiyorum. Sonra çekersin o ellerini benden. Ben resmine aşığım! Ölünceye kadar da onu seveceğim!



Elbette  Yılanların Öcü, Kuyu, Acı Hayat ve Susuz Yaz gibi  çok sayıda önemli filmleri var. Bana göre Sevmek Zamanı, memleketimin usta yönetmenlerinden Metin Erksan'ın, senaryosunu yazıp yönettiği 1965 yapımı, en özel filmi. Metin Erksan'ın dünyamızdan göçtüğünü şimdi öğrendim. Sait Faik'in  Sivriada Geceleri öyküsünde anlattığı gibi, çalışıp yorulan bizlere, sevinme ve üzülme duyguları veren, hayatımızı eşsiz hissetmemizi sinemaya yoluyla sağlayan  insanlardan biriydi.  Metin Erksan, dünyamızda insanı kendine mesele etti ya, şimdi yattığı yere ışık  ve rahmet dolsun.



4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bazı Anıların Unutulması İyi Midir?



Önemli bir buluş gerçekleştirmişti.

Fotoğraf makinesinin geliştirilmiş bir modeli, dijital sinyalle beyindeki hafıza loblarından birine bağlanabiliyordu artık. Birinin bu makineyle çektiğiniz fotoğraflarını yırttığınızda, o kişi hatıralarınızdan, hafızanızdan da anında siliniveriyordu.

Bir gün yanlışlıkla kendi fotoğrafını yırtacak oldu. Bir aynanın karşısında kilitlenmiş buldular onu. Bir daha kendisini hiç hatırlayamadı. Buluşu, boşluğu oldu.

Daha sonraları onun okuyamadığı bir çok kitaba, seyredemediği bir çok filme konu oldu bu durum. Çoğaltmaları arasında kendi kayboldu, şimdi kimseler hikâyenin aslını hatırlamaz. Doğrusunun şu anlattığım olduğundan da emin değilim.

Yazı -Murathan Mungan
Çizim - Şenol Bezci 


Bir Şair Ve Bir Film Ve "O Zaman Aşkla Dol Kalbim"

 "Bir gün sabah sabah kapıyı vursam,
-Kim o ? dersin uykulu sesinle içerden.
Saçların dağınıktır, mahmursundur.
Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim,
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni,
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç'ten.
Fabrika düdükleri ötmededir."

- Bir Gün Sabah Sabah -




"Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım"

-Göğe Bakma Durağı-




 "o zaman aşkla dol kalbim" ve:
"Bilir misiniz aşk şiiri yazmaktan utanıyoruz artık
ne kadar ayıp değil mi
ama lambanın duvara yansıması
ne güzeldi
aşkmış gibi." 

-Her Gece-



NOT: Bugün Turgut Uyar'ın  85. doğum günü. Pariste Gece Yarısı filminin kareleriyle, Turgut Uyar'ın sevdiğim bazı şiir dizelerini eşleştirdim. Ruhuna rahmet... Yazdığı şiir dizeleri kadar yattığı yer nur dolsun.


  

Aman Tanrım! Oi Va Voi!..

Cem Karaca Ve Öykülü Şarkılar - 3



Akşam işten eve dönerken, yol çalışması sebebiyle trafik gene çok yoğundu. Araçlar gıdım gıdım ilerliyordu. Bir ara hiç hareket edemez olunca, kontağı kapattım. Hiçç huysuzlanmadım.  Hiiç!.. Canımı hiiç  sıkmadım. Hemen kendime bir oyun uydurdum. Gözlerimi kapattım. Torpido gözündeki müzik cd'lerinden "Kısmetime ne çıkarsa" diyerekten birini tuttum, çıkarttım. Lale devri  çocuğuyum ben. Şarkılardan fal tutmayı severim. Neyi çektiğime hiç bakmadım. Hemen müzik çalara ittim, tüm merakımla dinlemeye başladım. Off!.. Bu şarkıyı var ya... Yıllardır dinlerim. Her defasında yine yeni yeniden beni perişan eder.  Kısmetime çıkan şarkı Resimdeki Gözyaşları'ydı... Ve o emsalsiz sesiyle Cem Karaca söylemeye başladı... "Birgün belki hayattan... Geçmişteki günlerden... Bir teselli ararsın... Bak o zaman resmime... Gör akan o yaşları." Ne müthiş şarkıdır!. Cem Karaca'nın hastasıyım. O, sadece şarkı söylemez, şarkılarıyla öyküler anlatır. Tamam.  Kararımı verdim. Hemen oyunuma başladım. Kederli bir adamı hayalimde canlandırdım. Zaman desen eski yıllar olmayacak. Hayır.  Hayal benim değil mi? Cem Karaca'nın şarkısındaki adamı aldım şimdiye yerleştirdim. Yer ise... Hımm... İstanbul değil de İzmir'miş misal. Hayatımda Liman Kahvesi'ne gitmedim. Ama bayıldığım bir mekan ismi. Ne vakit adını işitsem, niyeyse Liman Kahvesi'nde anılarım varmış gibi hissederim. Mesela adam işte o Liman Kahvesi'nde bir kadına aşık olmuş. Peki İzmir'de Liman Kahvesi halen var mı? İnan bilmiyorum. Umarım Liman Kahvesi duruyordur. Kordon'daydı sanırım. Hiç gidip görmedim ama... Tuhafım... Resmen mekanın ismine sevdalandım. Aldım şarkının sözlerini günümüze taşıdım ilkin... Sonra, oturduğum yerde hayal kurmaya devam ettim. Kadın adamın ilgisini karşılıksız bırakmamış. Buluşmalar. Birbirine karışan hülyalar... Dalgalanmalar. Durulmalar. Bir de o küçük resim... Ve falan ve filan... Veee... Bir mevsimden diğerine dönüldüğü o an... Mevsimler gibi duygular da mı değişmiş bilmem... Kadının adama olan hisleri cılızlaşmış. Belki elde tutulamayan, kimseye, hiçbir yere, hatta kendisine bile ait olamayan kadınlardanmış. Alıp başını gitmiş. Adam, içine yayılan acısıyla başbaşa  kalakalmış. Hayal bu ya...  "Ve işte arda kalan... Bir avuç anı şimdi...  Koyup da bir başına... Bırakıp gittin beni." demiş.



Tam hayalimin bu kısmında, adamı tekrar Liman Kahvesi'ne  götüreceğim. Terk eden sevgilisinin ardından, efkârlı ve sitemkâr "Birgün belki hayattan... Geçmişteki günlerden... Bir teselli arasan... Bak o zaman resmime… Gör akan o yaşları.." dedittirecektim ki, trafik canlandı, araçlar hareket etti. Aklım şarkıya uydurduğum öyküye değil, İzmir'de, Kordon'da olduğunu tahmin ettiğim Liman Kahvesi'ne gitti.  Eve döndüğümde terkedilen adamı enikonu unuttum. Bilgisayar başına oturduğum gibi, Liman Kahvesi'ni araştırmaya koyuldum. Ece Temelkuran'ın bir köşe yazısına denk geldim. Okumaya başladım. Çakıldım kaldım. "Öncelikle bir zaman İzmir’de olmuş, bir zaman Kordon’a düşmüş, sarhoş olmuş, son parasıyla Liman Kahvesi’nde çay içmiş, durmuş, gemilere bakmış, ağlamış, gülmüş, oralarda âşık olmuş, sevgili terk etmiş, donup kalmış, anası ağlamış, kararlar vermiş, arkadaşlarla gül gül ölmüş olanlara ve şu anda İzmir’den gitmişlere, bir kötü haber vermek mecburiyetindeyim: Artık Liman Kahvesi yok! Şimdi artık siz oradan geçince kapılarına tuğla örülmüş bir hiçbir yer göreceksiniz. "Ya geçtik galiba" deyip geri yürüyeceksiniz... Ama artık hiç o kadar geriye gidemeyeceksiniz!" Ne feci!.. Demek hiç gidip görmediğim, sadece isminden sevdiğim Liman Kahvesi  yerinde yok artık öyle mi?  Anladım... Benim için  Liman Kahvesi'nden arda kalan, bir avuç hayali anı şimdi...

3 Ağustos 2012 Cuma

Hortumla Su Sıkmak Ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Yaz mevsiminin tam hakkını vererek yaz'lığını yaptığı şu sıcak günlerde, hep soğuğu, ayazı, kışı, sonbaharı, yağmuru, rüzgârı, denizi, dereyi, suyu hatırlatan anıları sakladığım çekmecelerinden çıkarıp hafızamın beyaz perdesinde oynatmaya çabalıyorum. Bak, ne anlatacağım...  Babamın memuriyeti sebebiyle Antalya'nın Serik ilçesinde ilkokula başlamıştım. Allahım, hava ne sıcak olurdu anlatamam... Denize gitmediğimiz vakitlerde, bahçede abimle birbirimize hortumla su sıktığımız günler aklıma geldi şimdi... Kimi zaman hortumdan fışkıran su öyle tazyikli gelirdi ki, o vakitler çok ufaktım, ne kadar canım vardı tabii, olduğum yerde bir o yana bir bu yana devrildiğimi bilirim. Canım yansa da bu hâlim çok eğlendirirdi beni, çılgınca kahkahalar atar  oyuna devam etmek isterdim. Tam bunları düşünürken az önce... Birdenbire olduğum yerde donakaldım biliyor musun? Çünkü hafızamın beyaz perdesinde başka bir görüntü belirdi. Okuduğum ve beni çok etkileyen bir yazının hayali görüntüsüydü bu... İlyas Başsoy'un gülmeyle ilgili bir yazısıydı...  Hani o gülmeceyle acıtan yazılardan... 
 

İlyas Başsoy'un ilk mizah yazısı 1983 yılında Fırt dergisinde yayınlanmış. Sonra diğer mizah dergilerinde yazıları devam etmiş.  Hani Milan Kundera "İyi roman anlatılamaz" demiş ya.. Milan Kundera, İlyas Başsoy'un sık sık lanet okuduğu bir insanmış. 16 yaşlarındayken girmiş hayatına.. Akranları artistlere, şarkıcılara filan hayranken, onları model olarak seçerken, İlyas Başsoy kimi model seçmiş kendisine biliyor musun? Milan Kundera'nın o efsanevi kitabı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ndeki Tomas'ı.. Vay canına sayın seyirciler.. Büyüyünce tam Tomas gibi bir insan olmaya karar vermiş: “İdealleri uğruna terketmesini bilen; ihaneti karşılığında onu kucaklamaya hazır alçaklar tarafından lanetlenme pahasına herşeyden vazgeçebilen bir modern zaman şövalyesi.” Hımm.. Köşe yazısında aynen bunları yazıyordu.. "Varolmanın korkunç ağırlığını hissettiğim her anda, bu nedenle küfrettim Kundera’ya; bana böyle zor bir model sunduğu için. “Keşke hiç okumasaydım bu kitabı, keşke avanak ve mutlu bir insan olarak devam etseydim hayata” dediğim oldu bazen." Yazısının devamı iyi romanların illa ki iyi şeyler anlatmak zorunda olmadığını konu alıyordu.

Abimle hortumla birbirmize tazyikli su sıktığımız o sıcak çocukluk yaz günlerini hafızamın derinliklerinden çekip önüme getirdikçe, bir kaç ay önce İlyas Başsoy'un okuduğum Gülme başlıklı yazısını düşündüm. Eğlenceli bir yazı olmalıydı aslında değil mi? Başlık konusu "Gülme" ya.. Değildi işte.. Yazısını okurken varolmanın korkunç ağırlığını üzerimde hissetmiştim.  Çünkü 12 Eylül sonrası tutukevinde işkence gören bir tanıdığının anlattıklarını konu etmişti. İlyas Başsoy'un tanıdığını ve iki arkadaşını gene işkenceye alınmışlar... Hava buz gibiymiş.. Gözleri bağlıymış.. Bugün ne yapacaklar bakalım, diye beklemektelermiş.. Üzerlerine o gün tazyikli su sıkmaya başlamışlar. Su o kadar güçlüymüş ki, bir o yana bir bu yana oyuncak bebek gibi yuvarlanıyorlarmış.. İçler acısı bir durummuş anlayacağın.. Anlatıcının bir an gözünün bağı açılır gibi olmuş. Arkadaşlarına bakmış. Halleri perişanmış. Yanındakine "Ne lann bu pipinin hali?" demiş. Bunun üzerine kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Onlar güldükçe işkenceciler üzerlerine daha çok su basmaya başlamışlar. Onlar bir yandan sağa sola savruluyorlarmış.. Bir yandan da kahkalar atıyorlarmış.. Arkadaşlarından biri sabaha çıkamamış. Ama son ana kadar hep gülmüş. "Gülmek cehennem kaçkını bir sözcük" diyordu İlyas Başsoy.. "Dante'nin cehenneminde bile çığlıklardan çok kahkahalar duyulur. Gülmek ahenk değil kaos, huzur değil şüphe, uymak ve uzlaşmak değil; itiraz etmek, aykırı olmak, alay etmek demek."


Mizah dergilerinin, mizah yazarlarının önemine inanmak lazım.. Her türlü haksızlığa, öfkeye, susmadan gülen ve güldürmeye uğraşanlar önemsenmeli.. Yaşarken kimi zaman varolmanın dayanılmaz zorluğunu hissediyor ya insan, İlyas Başsoy'un dediği gibi, bitmeyen öfkeler karşısında susmayan kahkalarımız olmalı.  Sabah sabah  hortumla su sıkma anılarını düşündükçe... Görüyor musun? Hafıza ne tuhaf bir kutu... Neler hatırlattı gene.. Nereden nereye? Böyle işte.


2011

2 Ağustos 2012 Perşembe

Çizgi Gezgini'ndeki Kitap Kapaklarına Ve Film Afişlerine Bayıldım. Dayanamadım, Aşırdım.

 



 


İş Sonrası - AH'lı Deyimlerle Bir Deneme Yazısı:)


"AH benim sevdalı başım,
  AH benim şair telaşım
  AH benim sarhoşluğum
  AH çılgın yüreğim
sus artık uslandır beni"
Zülfü Livaneli


Bir AH çeksem karşıki dağlar yıkılır diye korkumdan, epeydir sabrediyorum. Yooo...  Artık tahammülüm kalmadı.  Tutamayacağım kendimi... Öyyle AHeste AHeste  değil... Şööyle  uzata uzata, kallavisinden bir AH çekeceğim.  Hayır... Karşımdaki AHım şahım biri olaydı bari... Bende o ballı kısmet nerdee?..  Gökte güneş cayır cayır ateşini harlarken sokağa çıksa, AHmak ıslatan dayanamaz, inan şakır şakır yağar üstüne.  Ah!.. Sorarım sana... Bu kadar AHmak birinin, bana böyle AHret soruları sorması hayra alâmet mi sence? Amannn!.. Neyse... Fazla üzerine gitmeyeyim. Sonra AH ediverir de...  Allah saklasın, tam saatine denk geliverir... Tû tû tû... Ne bileyim?..  Ya AHı tutarsa bir de!..






 

Karacaoğlan Ve Kim Var İmiş Biz Orada Yoğ İken?

 
Yaşar Kemal'in Üç Anadolu Efsanesi adlı kitabında, aziz  Türkçe'min eşsiz lezzetine vara vara, Karacaoğlan efsanesini okuduğumu bugün gibi hatırlıyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi, Karacaoğlan'a bayılırım. Şairdir bir kere... Hımm... Sonra... Of!.. Şahane bağlama çalar. Hey!.. Maceracıdır. "Etme, eyleme, uyma şeytan sözüne. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Senin başındaki kavak yelleri gelir geçer... Sazının üstüne saz yok, sözünün üstüne söz yok.... Obadan ayrılma. Gitme gurbet ellere." demişlerdir demesine ama gençtir Karacaoğlan. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış o bahar dalı... Yeni yüzler, yeni dünyalar görmek, yeni yeni insanlarla tanışmak, yeni yeni sözler duymak, söylemek onu çeker.  Yolundan döndüremezler. Aşığın birine sormuşlar. "Vatanın nere?" diye... Sazını göstermiş. "Bura," demiş. O hesap. Aşıktır. Bir yerlere sığamaz Karacaoğlan. Sazı sırtında, yine, yeni, yeniden yollara düşer.  İlk defa gurbete çıkmıyordur ki üstelik... Daha önce defalarca uzun uzun ovaları, yolları, belleri, dağları yürümüştür. Ayrıca nereye gittiğini, neyle karşılaşacağını bilmemesi  her daim hoşuna gider. 


Büyük usta Yaşar Kemal'in anlatımıyla okuduğum bu efsane, Karacaoğlan ile Elif'in kederli aşklarını anlatıyordu. Sana bir şey söyleyeyim mi, bu efsane var ya, beni hiiç  mi hiiiç etkilememişti biliyor musun? Hiiç. İki sevgili ayrılıyorlardı tamam mı? Bir sevda hikayesi daha ayrılıkla bitiyordu yani. Ve ben var ya... İnanamıyorum.... Tık yoktu bende. Bir nebze bile etkilenmemiştim. Yooo... Elif'in saflığına kızmıştım kızmasına... Sonradan pişmanlık duymasına biraz hislenmiştim doğrusu.  Ama Karacaoğlan için var ya... İnan zorlamıştım kendimi... İnan bana...  Hani oyuncuların rol gereği ağlaması gibi, ben de  Karacaoğlan'ın durumuna  efsane gereği ya da ne bileyim sırf Yaşar Kemal'in o nefis anlatımı sebebiyle üzülmek istemiştim.  Olmamıştı yeminle. Yalan söyleyecek değilim. Dinlemiştim yüreğimi. Karacaoğlan'a karşı hiiç acı hissetmiyordu yüreğim... Gerçekten. Hiiçç.  Kendime üzülmüştüm bu kez. Yoksa ben artık vicdansız, merhametsiz, hissiz, taş yürekli biri mi olup çıkmıştım? Ne fena! Ben bu vaziyetime şaşırmış dertlenirken... Biri parmaklarını şıklatmış da  illüzyondan çıkmışım gibi, aniden kendime gelivermiştim. Tabii ya... Anlamıştım durumumu...  Bak şimdi... Bir aralar şiirlerinde en fazla sevdiği kadınların ismi geçen şairlerle ilgili bir yazı hazırlamak niyetine girmiştim, tamam mı?  Tarihçi Cemal Kafadar'ın yazılarında ne okumuştum biliyor musun? Meğer bizim Karacaoğlan  acayip çapkın biriymiş. Yoo... Yaşar Kemal'in yazdığı efsanede, Elif'in biraz kabahati vardı Karacaoğlan'ın tekrar yollara düşmesinde. Amaaa... Bakar mısın Karacaoğlan'ın şu dizelerine? Bak.. Bak.. Hem de ayrılıp karalar bağladığı Elif için söylediği sözlerden sonra...  Sıraladığı kız isimlerine bakar mısın?  "...Elif'i der isen nazlıdır nazlı... Esme'yi dersen sırf ala gözlü... Söyletme Şerife'yi bülbül avazlı... Söylüyor Zilha'nın dilleri güzel - (Allahım! Dayanamayıp devamını yazacağım) - Emine'yi der isen incedir ince - Bağdat'ın Mısır'ın gülleri konca- Eşşe'nin kaşı da kalemden ince -Sevmeye Hörü'nün belleri güzel- Döne güzelliğin halka bildirir -Kamer pınardan kabın doldurur -Eşşe yürüy'şünde beni öldürür -Sevmeli Cennet'in boyları güzel -Karadan da Karac'oğlan karadan- Sürün çirkinleri çıksın aradan -Herkesi sevdiğ'ne vere Yaradan- Sevdiğim Meryem'in benleri güzel..."  Pes!.. İlk kez bu dizelere denk geldiğimde "Yok artık! Nedir bu böyle?" demiştim kendi kendime...  Şimdi  Karacaoğlan'ın bu vaziyetlerini bilen benim gibi biri  efsanedeki Karacaoğlan'a üzülebilir mi? Asla üzülmedim, ne yapabilirim yani? Bilirsin, Karacaoğlan'ın sadece üç derdi vardır, birbirinden geçilmez... Hatırlasana Ersen ve Dadaşlar söylerdi hani... Aaa!  Ben şu şarkıyı bulayım da dinleyeyim bari... Neymiş o dertleri? "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm."  Hey gidi Karacaoğlan... Ve sevdalandığı... Ve de sevdaya bıraktığı kızlar... Efsane mefsane... Ruhlarına rahmet.  Düşünebiliyor musun kimler yaşamış, ne sevdalar yaşanmış yeryüzünde... Bu bizim bildiklerimiz tabii... Haydi gel Karacaoğlan dizeleriyle sual eyleyelim bizden evvel gelenlere... "Kimler var idi, biz burada yoğ iken?" 

Aaa! Gitmeliyim. Saat gece yarısını geçti. Uyumalıyım. Sahura kalkacağım. Yarın çook işim var... Çook... Dipdiri uyanmalıyım. 

NOT: Diyorsundur ki bu yazıda Marilyn Monroe'nun işi ne? Vaktim yoktu konuyla ilgili resim bulmaya... Yazıyı  Karacaoğlan'ın "Kimler var imiş biz burada yoğ iken?" sözü ile bitiriyorum ya..  Ne var?  Bir vakitler biz burada yoğ iken güzeller güzeli Marilyn Monroe da vardı, öyle değil mi? İnkar et istersen... Yok muydu? Vardı tabii.... Hayat böyleyken böyle işte. Kötülük yapılır, kötü olunur mu şu yalancı dünyada?  Bir varmış... Bir yokmuş... Biri varmış... Biri yokmuş.... Aynen efsaneler gibi!  


    
 

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Bekir Yıldız Öyküleriyle Ruhi Firar Vaziyetlerim...


“Raylar şıngırdadı. 
Kara vagondaki her insanın gönlüne bir el uzandı. 
Sıktı onları. Gurbet başlamıştı”
Bekir Yıldız - Kara Vagon


Yalanım yok. Bekir Yıldız'ın adını duymuştum ama bir kez olsun kitaplarına dokunmamıştım. Aklıma sarmıştım aslında... Hele geçen hafta Yaşar Kemal'in son okuduğum romanını Ölmez Otu'ndan sonra, niyetine iyice girmiştim. O nedenle, Kafekitap'a kitap sipariş verirken, listemdeki diğer kitaplar arasına, Bekir Yıldız'ın neredeyse tüm öykü kitaplarını eklemiştim. Kargo geldi. Çok yoğundum. Heyecanlandığım halde, kutuyu açmadım. Bir kaç gün masamda durdu bekledi. Dün gece, kitap kutusunu eve getirdim. Kitapları kutudan birer birer çıkarttım. Diğer sipariş ettiğim kitaplara değil, elim usulca Bekir Yıldız'ın, belli ki yeni basım, Everest Yayınlarından çıkmış öykü kitaplarına gitti. Tüm merakımla bir öyküsünü okumaya başladım. Çarpıldım kaldım. Durdum. Elimi kırlangıç kanadı gibi çırpınan yüreğimin üstüne koydum.  Sezmiştim. Yüreğim bana gene "git" diyecekti. Bedenim burada görünecek, ruhum ise, bu kez Bekir Yıldız'ın cümleleri peşi sıra firar edecekti. Bu meçhul yolculuğuma hangi vasıtayla çıkacaktım peki? Kitap kapaklarına baktım. Trenle ilgili her şeyi evvel ezel severim. Bekir Yıldız'ın kapağında tren olan kitabını kaptığım gibi, Kara Vagon'a atladım. Uyumuşum... Rüyadaydım. Birden raylar şıkırdadı. Gurbet başladı. Coğrafya Güney Doğu'ydu. 1970'li yıllardaydım. Ben ben değildim artık.  Ayşo'ydum...



Kalabalıktık. Bir tren durmuş, kalaslar konmuş, içinden atlar, camızlar, inekler indirilmişti. Hayvanların boşaltıldığı, hayvan dışkılarının yoğun olduğu o kara vagona aldılar bizi. Kadınlar, çocuklar, erkekler... Oturacak yer yok, yan yana ayaktaydık.  Köyümdeki tüm insanlar gibi eğitimsizdik. Cahildik. Yoksulduk. Haklarımızı bilmiyorduk. Muhtaçtık. Ağanın ve töre zulmünün esiriydik. Tarlalardaki beyaz pamuklar bizleri bekliyordu. Ellerimiz kavruk, tepemizde güneş pamuk toplamaya gidiyorduk.  Tren tünellere giriyor... Çıkıyor... Tren Gavur Dağları'nın eteğinden geçiyordu. Tren mütemadiyen bizi sallıyordu. Feci bir sancı hissettim. Ellerimle karnımı tuttum.  Anladım. Gebeydim. Daha fazla dayanamadım bu acıya. "Uh aney! Uy aman aney!" diye inledim. Kadınlar başıma toplandılar. Erkekler sinirlenerek "Bu feryat niye?" diye sordular. Kadınlar durumu hemen kavradılar. Sıkışıp bana bir parça yer açtılar. Yere oturdum. "Uyy... Of... Geliy... " diyebildim. Kadındım. Güney doğuda kadın olacağına, hiç doğmasan daha iyiydi. Toprağın, kocamın ve çocuklarımın kölesiydim.  Bir erkek bağırdı... "Sen misen kız avrat? Kız Ayşo!.." dedi. Ben dedim ki "He... Doğuruyam!.."  Yaşlı kadınlardan biri benimle ilgilendi. Karnıma bastırdı. Çok canım yandı. Bağırdım gene.. "Uy aneyy! Vağ aney!.."  diye inledim. Bir kadın ağzımı kapattı. "Viş anam! Herifler var." dedi. Kocam... Sinirlendi bana... Ağzından çıkan kelimeler lavlar kadar kızgındı. "Neden köpek gibi uluyon avrat!.. Geri tep imansız.. Daha karnın küçük. Uluma ulan hayasız. Yanıltma bizi." dedi.  Gözlerim yaşla doldu. Yaşlı kadın kulağıma eğildi. "Bağırma, ıkın!" dedi. Ikındım. Bütün vücudum tere bölendi.  O esnada tren düdük çaldı.  Yaşlı kadın "Avrat doğurdu! Çocuk dona düştü" diye seslendi. Ben yarı baygın yerdeydim. Kocam sordu... "Oğlan mı?" Adeta kırk düğüm vurulmuş gibi sımsıkı bağlanmış, uzun donun uçkurunu çözdüler. Kocam çocuğu dışarı aldı. Çocuğun önünde bir şey göremeyince, "Çüş ulan avrat, kız kuzuladın," dedi ve suratıma düşman düşman baktı. Utandım. "Kabahat benim mi? Her zaman oğlan mı olurmuş?" diye fısıldadım.  Kocam "Olsa canın mı çıkar? Kızı netmeli? Döl dediğin oğlan olmalı. Aldık işte başımıza püsküllü belayı," dedi. Bu sırada gökten kara vagona vuran kızgın güneşin sıcağında bir Tanrı bereketi, ciyak ciyak ağlıyordu. İster kız olsun, ister oğlan, yaşamak için dünyaya gelmişti. Hem de Harran Ovası'na giden sıcak, kalabalık, pis bir kara vagonun böğründe... Uyandım. Gözlerimi korkarak açtım.  Odamdaydım. Kara Vagon feci çarpmıştı beni... Bir süre ana karnındaki bebe vaziyetinde kendime gelmeyi bekledim. Etrafıma bakındım. Bekir Yıldız'ın kitapları arasındaydım. Yanıbaşıma düşmüş başka bir kitabını elime aldım. Demir Bebek idi kitabın adı... Dayanamadım. Okumaya başladım. Yolculuk... Pasaport... Altıyüz onsekiz sefer sayılı uçakla...  Derken... Uyumuş olmalıyım... Ruhi firar gene başlamıştı...  Bu kez Almanya'daydım. Narin idi adım...


NOT: Rüyamı anlatırken Bekir Yıldız'ın Kara Vagon,  Demir Bebek adlı öykülerinden faydalanıp esinlendim.