8 Eylül 2010 Çarşamba

Gohor'la Bir Bayram Arefesi



Aşkın Güngör’ün epeyce bir arama sonucunda edindiğim, Gohor Kıyametten Sonra adlı kitabı kaç gündür masanın üzerinde öylece duruyordu. Hem elimde okuduğum iki kitap vardı. Hem de Gohor’un 500 sayfalık bir roman olması biraz ürkütmüştü beni doğrusu. Daha önce yazarın hiç bir kitabını okumamıştım. Satın aldığımda, Gohor’dan birkaç sayfa okumuştum okumasına, üstelik dili de hoşuma gitmişti ama gene de korkmuştum. Ya beğenmezsem devamını. Ya sıkılırsam… Böyleyim işte. Kitabın hakkını verebilmem için, önce karşılıklı biraz bakışmamız, kitabın bana alışması, evin havasını soluması, evden biri olması, durduğu yerde demlenmesi lazım. Öyle girişemem illa okuyacağım diye. Kitabın “Beni oku!” demesi lazım. Kitaplarla arkadaşlığım böyle. O nedenle kitap cimrisiyim işte. Kıyamam ya kimselere vermeye. Ödüm kopar biri benden kitap isteyecek diye. İnsan arkadaşını hiç ödünç verebilir mi? Ben vermem. Böyle!

Bugün bayram arefesi.. Annem olmaması sebebiyle biraz hüzünlüyüm. Ama kabulleniyorum tabii.. Yaşlar ilerledikçe yaşanacak kayıplar. Anne ölümü de bunlardan biri ne yazık ki. Neyse… Tam masanın yanından geçerken, baktım Gohor gözümün içine içine bakıyor. Usulca aldım elime. Oturdum battal koltuğa. Ayaklarımı topladım altıma. Başladım Gohor’u okumaya. 24. sayfasına gelmiştim ki yanağımdaki yaşları hissettim. Ağlıyor muyum ne? Olamaz! Yıllardır kitap okurken ağlamadım. Kemalettin Tuğcu öykülerinde kaldı en son ağlamalarım. Üstelik Gohor bir bilim kurgu roman değil miydi? Peki bu gözlerimden dökülen pıtır pıtır yaşlar niye?
 

Ergenlikte, bazı çocukların kemikleri uzarken, acı duyduklarını okumuştum. O denli acı hissediyorlarmış ki, ilaç kullanmaları gerekebiliyormuş hatta. Tuhaf gelmişti ilk duyduğumda. Çünkü hayatımda böyle bir acıyı hiç hatırlamıyordum.. Belki acı vardı mutlaka da diğerlerinin hissettiği gibi şiddetli değildi. Yaşamın hay huyu içinde karambole gelmişti benimkiler belki, kimbilir? Demek ki büyümek acı çekmekle ilintiliydi. Sadece fiziki acılar değil, hissi acılar da, büyütmez olgunlaştırmaz mı zaten insanı? Kemalettin Tuğcu öyküleriyle büyüyenler çok iyi bilecekler...  Kemalettin Tuğcu’nun üvey anneli ya da üvey babalı, ya da yoksulluk içinde acı çeken çocuk hikayelerine okurken ağladığımı ya da boğazımın düğümlendiğini hatırlarım. Sonraları düşünmüşümdür. Çocuklara küçük yaşta acı vermek, keder hissettirmek doğru bir şey midir diye?


Şimdi bu yaşımda, o kitapları iyi ki okuduğumu düşünüyorum. Sadece Kemalettin Tuğcu'nun değil, Ömer Seyfettin’in Kaşağı öyküsünü düşünsene sözgelimi... Kaşağıyı kırıp, kardeşi kırmış gibi söylemesi. Yani kardeşe iftira atma vaziyeti. Kardeşin bunu kabullenmemesi. Kardeşin yalancılıkla itham edilmesi. Kardeşin ceza alması. Baba tarafından azarlanma ve küçük görülme. Kardeşin hastalanması ve öykünün sonunda, suçsuz olduğunu söyleyemeden kardeşin ölmesi. Gerçeği itiraf edemeyen abinin hissetiği acı ve pişmanlık… İşte bu öykünün sonunda okuyucu, ne kadar kızsa da abiye, ne kadar hain abi gibi görse de, abinin ömür boyu çekeceği vicdan azabını resmen içinde hisseder ve ölen kardeş kadar, abiye de acır bu sefer. Öykü bunu okuyucuya geçirir. Acıtır insanı. Peki, edebiyatın insana acı, keder hissi vermesi kötü bir şey mi? Değil bence. İnsan bu öyküleri okudukça acıyı, merhameti, şefkati, vicdan azabını, insana dair tüm duyguları öğrenmeye başlar. Kederdeki zevki tattırır bu öyküler insana, yalnızlık hissini törpüler. Acı ve keder paylaşılır olur. Her şeyden güzeli acı ve keder anlaşılır olur.


İşte şimdi Gohor’a dönersem eğer, Gohor tam zamanında dost olmuştu bana. Tam efkarlı anımda gözüme gözüme bakmıştı. “Bir dostun sıcaklığına ihtiyaç duyuncaya değin sessizliğe sığın” “Yalnızlığı sessizlikte bulacaksın, kendini de yalnızlıkta.” diyordu Bay Öhh kitapta. Ben de ondan öğrendim, saklamayacağım. “İnsan kendini dinlemeyi öğrenmeli.” diye devam ediyordu çünkü kitap sonra. Bir zamanlar, annesi hayattayken, evlerinde yine aynı eşyalar olduğu halde kendini daha varsıl hissettiğini söylüyordu Gohor. Baraka bile daha büyük görünmektedir annesi sağken. Yaşadığı şehir bile dünyadan daha büyüktür o zamanlar. Oysa annesi…. Ölmüştür…. Ne zaman ki annesi ölmüştür, duvarlar daralmaya başlamıştır. Baba ve oğlun acısı ve yalnızlığı büyüdüğü için belki baraka küçülmüştür. Ya da baraka hep böyle hep küçüktür de annesinin kocaman sevgisiyle genişliyordu annesi sağken belki, kim bilir?



“Oysa anneler ölmemeliydi. Anneler uzaklara gitmemeliydi. Çocuklar yalnız hissettiklerinde kendilerini, ya da ter içinde kalktıklarında korku dolu bir uykudan, ya da düşüp de kanattıklarında bir yerlerini, sıcak kucağında avunacakları bir anneleri olmalıydı. – taze bahar dalları gibi umut veren, asırlık çınarlar gibi öğütleyen bir anne.” diye devam edince roman... Üstüne annesi öldüğünde tüm dünya seslerden arınıp, ve kar ‘anne anne’ diye yağmaya başlayınca romanda, yanağımdaki sıcacık gözyaşlarımı o anda hissettim işte… Evet ağlıyordum, ne var ki? Yazar, Gohor’un hislerini okura geçirmeyi becerebilmişti. Bu şahane bir şeydi. Peki, hayattaki en değerli şeyini kaybeden biri, bir daha mutluluğu yakalayabilir miydi? Kitap tam Gohor'un kederini aktardığı anda okura, hooop atlıyor yeni bir paragrafa ve bu sorunun cevabını gene Gohor veriyor: “Ben, kendi adıma, kuşlarda buldum mutluluğu. Onlarla dost oldum. “ diyor ve roman umut dolu bilim kurgu bir hikaye devam ediyor.
Daha çok başındayım kitabın. Ama kitapla yaşadıklarımı anlatmak istedim. Bu kitap uzun zamandır okuduğum en güzel anlatım dili olan kitaplardan biri. Aşkın Güngör’ün bu romanını yetişkinler dışında, çocuklara da şiddetle tavsiye edilmeli. Benimle acıyı paylaşan dostumu unutabilmem mümkün mü? Gohor her zaman en sevdiğim kitaplarımın arasında olacak. Kesin!
NOT: Geçen bayram arefesinde bu yazıyı yazmıştım. Bu bayram arefesinde gene paylaşmak istedim.

8 yorum:

  1. Efendim, bendeniz de Aşkın Güngör'ün "Sevgili Salak" romanını okumuştum. Roman dediğime bakmayın, aslında öykü irisi demek daha doğru olur. Başlangıçta yazarın anlatım biçimi, kullandığı argolar biraz okuyucuyu rahatsız edici gibi görünse de, bence gerçek hayatta işte böyleydi. İçinde argolar, küfürler, aşağılanmalar, hor görülmeler vardı.

    Eğer biraz bu işlerden anlasaydım, bu romanın kısa filmini yapmak isterdim. Nasıl bir film biliyor musunuz? Tıpkı Paris J'etaime veya Anlat İstanbul'daki gibi, şehirdeki "başka hayatları" anlatan bir film. Düşünüyorum da, aslında "anlat istanbul" filminin bir öyküsü olabilirmiş, fevkalade olurmuş bence...

    Aşağıdaki cümleleri kitaptan alıntılıyorum buraya :
    "Onlara derdim ki, “Ne, ulan?” derdim. “Hayat sadece sizin aklınızdan
    geçenler mi?” derdim. “Ne şaştınız o’lum? Bizimki gibi hayatlarda
    böyle cümleler debeleniyo, anasını satayım,” derdim. Ha, hatta, “Biz
    sizin yok saydıklarınızız,” derdim, abi."

    YanıtlaSil
  2. Bu yazıyı tekrar paylaştığınız için teşekkürler Sevgili Vildan...

    Ve sevgili Tomrukcan, eyvallah. Değerlendirmen mutlu etti beni.

    YanıtlaSil
  3. Profil resminizi değiştirmişsiniz ve harika olmuş.

    YanıtlaSil
  4. Teşekkür ederim Nilay.. Size de iyi bayramlar:)

    YanıtlaSil
  5. Aşkın Güngör’ün kitaplarını okumuştum. Sanıyorum sadece Sevgili Salak karşıdan bana bakıyordu:) Kitap kapakları kadar kitap isimleri de etkiler beni.. Tutuktum sanıyorum bu kitaba karşı.. Tereddütlerim vardı.. Sonra bir gün oturdum. Başladım okumaya.. Vay canına sayın seyirciler dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Farklı bir kitaptı bu.. Yoo.. Gene sevgi dolu bir kitaptı Sevgili Salak ama nasıl söyleyeyim fazlasıyla acımsı bir baharat tadı vardı.. Değişik bir tarz denemiş bu kez yazar.. Diğer kitaplarından farklı bir üslupta yazmış.. Bol argolu ve sert bir tarz.. Fakat nasıl becermiş böyle bir dille yazmayı inanamamıştım.. Bu kez Taksim’in arka sokaklarında dolanıyorduk. Baş kahramanlarından biri konsomatrist Nilay.. Diğeri yarım akıllı, saf bir çocuk Mahsun.. İbretlik bir aşk hikayesi.. Gohor, Aykolik, Olağan Mucizeler, Geceyle gelen gibi asla değildi bu kitap.. Onlar gibi naif anlatmıyordu bu kez.. Ürkütücü ve kaba bir dili vardı.. Fakat bu öykü için bu dil şarttı ve sanki yazar onlar arasında büyümüş biriydi. Bu öyküde hiç garip kaçmıyordu bu yazım dili.. Bence Sevgili Salak ancak bu dille anlatılmalıydı. Memleketimizde başka kim yazıyor bu tarz diye düşünmüştüm.. Sanıyorum Hakan Günday’ın bu tarz kitaplarını okumuştum.. Kendi tarzında başarı bulduğum bir kitaptır Sevgili Salak.. Hatta okuyup bitirdiğimde acaba yazar okuruna mı Sevgili Salak demektedir diye düşünmedim değil:))

    Şimdi.. Gelelim bu kitabın sinemaya uyarlanmasına.. Neden olmasın ki.. Harika bir fikir.. Eğer sinemaya uyarlanacaksa yönetmeni Fatih Akın olmalı.. Kesinlikle:) Böyleyken böööylee…

    YanıtlaSil
  6. Sevgili Vildan, sizden ve Tomrukcan'dan gelen yorumları okumak öyle bir haz ki,sizin için oturup Sevgili Salak'ı yeniden yazabilirim, sağ olun, var olun :)

    Hoşuma giden şey, Sevgili Salak'ın "gereken" dil ve kurguyla yazıldığını anlamanız ve belirtmeniz. İşte "akıllı okur" farkını burada ortaya koyuyor: Yazarın neyi neden yaptığını sorgulayıp doğru sonuca ulaşmakla.

    Gohor, Olağan Mucizeler, Geceyle Gelen, Aykolik, Mesih'in Klonu ve Sevgili Salak... Gerçekte Sevgili Salak diğerlerinden epeyce aykırı dursa da, aslında hemen her kitabımda farklı bir "şeyler" denemeye çalıştım. Hiçbirinde (örneğin Dan Brown'ın yaptığı gibi) sabit izlek ya da değişmez iskelet kullanmadım, yazıyı mümkün mertebe özgür bıraktım, öyküyü anlatan olup onun lügatından konuşmayı denedim. Ve evet, Sevgili Salak'ta bu lügat diğer tüm kitaplarımdan daha belirgin ortaya çıktı, çünkü orada her gün yan yana geldiğimiz türden insanlar değil, genellikle görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz kişiler başroldeydi ve gerçekliğe ulaşmak için hayata onların gözünden bakmak gerekiyordu.

    Yeni kitaplar yazıyorum. Allah izin verir de bitirirsem yine ve yine "farklı bir şeyler" denemeye çalıştığımı göreceksiniz sanıyorum. O gün gelir de bu konulara yine gireriz umarım :)

    Hepinizi seviyorum.

    İyi bayramlar...

    YanıtlaSil
  7. Hepinize iyi bayramlar dilerim :) Bir hayal kahvesi içmeye geliriz artık ;) Kucak dolusu sevgiler...

    YanıtlaSil