23 Ocak 2010 Cumartesi

Kara Yatmalıyım, Karaa!

Bu karlı havada evdeyim madem... Beni bir Alfred Hitchcock filmi paklar dedim. Bakındım, evde neler var? Hitchcock'un Kaybolan Kadın adlı filmine denk geldim. Üstelik üstadın taaa 1938'lerden kalma, siyah beyaz bir filmi değil mi? Seyrettim. Tam benlik!.. Bu hafta yazdığım yazılara şimdi baktım da... 18.yüzyıldan bir şair yazmışım. Servet-i Fünun Edebiyatından Cenap Şahabettin'i, 1930'ların Flash Gordon'u, 1938 çekimi Cezayir Sevdalıları adlı film, eski radyo günleri hakkında nostaljik bir yazım vardı Orson Welles ile ilgili. Şimdi baktım Orson Welles'in Marslılar dünyayı istila etti anonsu da 1938'de olmamış mı? Pes yani dedim pes! Bakmaya devam ettim yazdıklarıma. O ne? Merak ki en çok yakışandır bize, başlıklı yazımda da taaa 1826 yılındaki Vaka-i Vakvakiye olayını anlatmamış mıyım? İnanamadım kendime! Korka korka En Büyük Korku adlı filmin tarihine baktım. Neyse 2002. Ya yazdığım portakal şurubu tadındaki film.. Hani yazmıştım ya Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini... Tamam konusu 1941 lerde, 2. Dünya Savaşı zamanında geçiyor ama bari film 2001 de çekilmiş. Oh ya! Hafta başı iyiymiş de her geçen gün geçmişin derinliklerinde kaybolup gitmişim. Yazık bana vallahi. Hemen toparlamalıyım kendimi hemen!.. Yarın mutlaka, bu hafta sezona giren yeni bir film seyretmeliyim... Tazecik, şöylee yeni basımdan çıkmış bir kitabı koklamalıyım. "Ohh!" demeliyim "misss!" Evden kaçmalıyım! Çıkıp kara çıplak ayak basmalıyım!.. Haylazlaşmalıyım!.. Haylazlaşmalı!... Kara yatmalıyım! Karaaa! Yuvarlanmalıyım hatta!.. Mutlakaaa!..

Türkülerin Menzilinde Dolanmak

Bu hafta feci yoğun bir haftaydı. Resmen işim başımdan aşkındı diyebilirim. Sigortacıyım. Bu kötü havalarda hasarlar alıyor başını gidiyor. İşim bu. Hasar olacak elbet. Hasar olduğunda da, sigortalıyı rahat ettirmek marifet. Sadece hasarlar değil ki. Bu hafta hiç akla hayale gelmez sorunlar, tren vagonları gibi birbirine eklendi. Bilirsin, olur bazan böyle. Kambur üstüne kambur!.. Hani bazen " Teker teker gelin!" denir ya... Öyle bir vaziyetti. Bu kadar hengame arasında güzel olan neydi biliyor musun? Hayal Kahvem'i ve bağlama kursumu ihmal etmedim. İhmal etmedim vallahi. Sanıyorum hayat dediğimiz şu muhteşem dağınıklıkta, beni yaşamın hayhuyundan çekip çıkaran iki durum var şu sıralar. Biri Hayal Kahvem'e yazmak için oturduğumda, gönlümden parmaklarıma düşen kelimelerin bir araya gelmesiyle düştüğüm şaşkınlık halim, diğeri de bağlama kursum sayesinde türkülerin menzilinde dolanmak. İkisinden de büyük haz duyuyorum. Bu hafta fazla kalamadım bağlama kursunda. Anlattım ya, işim çoktu. Gittim ama. İlla ki gittim. Mehtap Hoca'dan yeni türkünün notalarını ve sözlerini aldım. Geçen hafta öğrendiğimiz türküyü bağlamamla çaldım. Yeni öğreneceğim türkü: "Evlerinin Önü Yoldur /Yoldan Geçen Karakoldur /Gurban Olam Sarı Gelin /Gel Destini Bizden Doldur. " Türküler, şarkı ve şiirlerden biraz daha farklı. Zaman içinde, devirden devire, dilden dile dolana dolana, demlene demlene günümüze ulaşıyor. Hele anonim olmuş, yazanı ve besteleyeni unutulmuş, halka malolmuş türkülerin tadına doyum olmuyor. Her birinin bir hikayesi var elbette. Bu sıralar öğrendiğim türkülerin gerçek hikayelerini bilmek istemiyorum. Öğrendiğim türküleri önce kendi hislerimle hikayelendireceğim. Belki daha sonra türkünün benim muhayyelemde kurguladığım hikayesiyle, gerçek hikayesini mukayese edeceğim. Velhasıl, türkülerin menzilinde dolaşacağım bir süre... Bizim köyde durumlar bu merkezde...

Hasbihal

Bazan bloğa yazı yazıyorken, senle oturmuşuz da karşılıklı muhabbet ediyormuşuz gibi hissediyorum. Şimdi kış ya…Mis gibi kokan sahleplerimiz ellerimizde mesela. Ben oturuyorum büyük battal koltukta... Ayaklarımı göğsüme toplayıp, kollarımla ayaklarımı kucaklamışım hatta. Bilirsin ayaklarımı toplamadan duramam, muhabbet ederken bile ayaklarımın yerden kesilmesi gerekir illa. Sen ise tekli koltukta, ayaklarını sallaya sallaya, her zamanki gibi anlattıklarıma şaşıra şaşıra beni dinliyorsun. Bu kez, eski günlerden bahsetmiyorum. Paşa çayları, pötibör bisküviler, annemin çamaşır yıkama ve kabul günleri gelmiyor aklıma. Bilmediğini düşündüğüm bir konuyu usulca anlatmaya başlıyorum.

“Hani Flash Gordon diye bir çizgi roman vardır. Duymuşsundur. Hani 1930’ların ünlü çizgi romanıdır. Hayali bir kahramanın uzay maceralarını anlatır. Hatta sonra filmleri de çevrilmiş. Gazete okudum. Tekrar sinemaya uyarlanıyormuş. Yapımcılar, galiba Avatar’da baş rolde oynayan Sam Worthington’u bu filmde oynatacaklarmış.” diyerek anlatmaya devam ediyorum. Öyle boş boş bakıyorsun yüzüme. “Nerden girdim söze, değil mi? Böyle karlı bir günde, elimizde mis gibi tarçın kokan sahleplerimizle romantik romantik konuşacakken, şimdi Flash Gordon’un muhabbetimizin içinde yeri ne, diyorsundur.” Söylediklerimi duymamazlıktan geliyorsun. Uzanıp camdan dışarı bakıyorsun. “Bak şimdi.” diyorum. Bak, dinle beni. Acele etme. Bizim memlekette de çok meşhurmuş o yıllarda Flash Gordon. Hatta daha sonra, sinemalara filmi de gelmiş.” Benden farklı ilgilerin olduğunu, sözgelimi çizgi romanları pek sevmediğini biliyorum. Bildiğim halde… Yüzünü astığını gördüğüm halde, konuşmama bu minvalde devam ediyorum.

“Bana haksızlık yapıyorsun!.. Acele edip, sözüm nereye gidecek beklemiyorsun da, surat asıyorsun. Lütfen, yapma böyle!” diyorum. Elimdeki sahlebi kokluyorum önce... Hımm! Nasıl mis gibi tarçın kokuyor!.. Efsunlu tarçın kokusu sanki başımı döndürüyor. “Bak… Şimdi hayal kuralım mı birlikte?”diyorum. “ İzmir-Karşıyaka’dayız. Çöp gibi bir oğlanı aklımıza getirelim. 13-14 yaşlarında.. İpince bir şey. Bayılıyor Flash Gordon çizgi romanlarına. Sonra filmi gelince, koşa koşa sinemaya gidiyor. Filmden o kadar etkileniyor ki, hayatının ilk romanını yazıyor. Bir bilimkurgu roman bu. Sonraları memleketimizin en ünlü yazarlarından biri oluyor. Adı neymiş bu ilk kitabının, biliyor musun?” diyorum. “ Adı Merih’e Seyahat’mış… Bu romanında Türkiye’den insanların, uzaya gidişini hikaye etmiş. 1938’li yıllar. Ne hoş değil mi? Ben de Flash Gordon sebebiyle araştırınca öğrendim. Duyduğunda yazarın ismini inan ki şok olacaksın!” diyorum. Merakla yüzüme bakıyorsun. Gözlerini koca koca açıyorsun. Devam etmiyorum anlatmaya. Elimdeki sahlepten usulca bir yudum içiyorum. Koltuktan kalkıyorum. Camdan dışarıya bakıyorum. Karanlıkta bulutlar parçalanıyor. Sokak lambaları birden yanıyor. Kaldırımlarda yağmur kokusu... Yok.. Yok..Bu kez kaldırımlar kar kokuyor. Sen sessizce bir sigara yakıyorsun. Kirpiklerini eğip bakıyorsun. Üşüyorum, sanki içim ürperiyor. Eğer biraz daha surat asarsan... Felaketimin olacak ve ağlayacağım... Biliyorum. Birden yüzün mum gibi oluyor. Aslında konuşacaksın ama tereddüt ediyorsun. “Evet, “diyorum. “Yaa… Dinlemek istemedin beni. Sana anlatmak istediğim, Flash Gordon çizgi romanlarının ve filminin müdavimi, ilk romanını bir çizgi roman kahramandan esinlenerek yazan o ünlü yazar, senin en sevdiğin şairdi oysa. Attila İlhan!”

22 Ocak 2010 Cuma

"Bir Beyaz Lerze, Bir Dumanlı Uçuş"

Bugün bizim köyde yağmaya başlayınca kar... Şöyle bir düşündüm aklımda hangi kar şiiri var? Düşündüm... Düşündüm... Gele gele aklıma ne geldi biliyor musun? Aklım gitti... gitti... Ta... Hani Edebiyat derslerinde okutulur. Servet-i Fünun Edebiyatı denir de en ünlü şairlerinden biri Tevfik Fikret'ten sonra Cenap Şahabettin'dir. Yaklaşık 1890'lara falan denk gelir. İşte Cenap Şahabettin'in ünlü şiiri Elhan-ı Şita, yani Kış Ezgileri adlı şiirinden iki dize hafızamın derinlerinden klavyemin ucuna düşmedi mi?
"Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar"

Sanırım böyle bir şeydi. Devamında bir yerlerde de:

"Karlar
Ki sessizce arasıra ağlar " diye iki dizesi daha vardır hani.

Hayret bir şey! O kadar karla ilgili şiir dururken, niye bu kadar gerilere gittim? Yoksa Cenap Şahabettin anılmak mı istedi? Baktım. Şair 1870 de doğmuş. Ölüm tarihi ise 12 Şubat 1934. Demek ki en güzel kış ezgilerini yazan şair, 75 yıl önce kendine yakışan bir kış günü dünyayı terketmiş. Kar... "Ey melek kanadının beyaz püskülü... Kar... " Ey kalplerin divane şarkısı..." Kar... "Ey güvercinlerin şiiri..." Bu bir Elhan-ı Şita... Bunlar Kış Ezgileri şiirinin bazı dizeleri.

ZOOM!..

Bu filmi izlemedim. O sebeple film hakkında kendi kanaatimi söyleyemeyeceğim. Filmin Türkçe adı "Cezayir Sevdalıları". Baş oyuncular Charles Boyer ile Hedy Lamar. "Şimdi durup duruken, üstelik seyretmemişken, ne yazacaksın ki film üstüne?" diyorsundur, öyle değil mi? Bak şimdi. İlhan Selçuk'un bir yazısını okuyordum. Konu başlığı "Zoom!.." du. Yazının ilk paragrafı bu filmi anlatıyordu. Baş oyuncular kentin Casbah adı verilen bataklık kesiminde karşılaşıyorlarmış. Birbirlerine şıppadak tutuluyorlarmış. Yönetmen o anı nasıl vurgulasın? İki aşık bakıştıklarında önce erkeğin gözleri bütün ekranı kapsıyormuş. Büyüleyici ya da büyüleyen bir anlam varmış bu gözlerde. Ardından kadının güzelim dudakları perdeyi boydan boya dolduruyormuş. Dudaklar "evet" dercesine bir gülümsemeyle aralanıyor ve bir sıra inci diş görünüyormuş. "Al sana bir sevda başlangıcı..." diyor yazar. Acaba o yıllarda zoom var mıdır ki? Yönetmen belki bu işi yakın çekimle kıvırmıştır. Bilmiyorum vallahi. Ben de İlhan Selçuk'un bir yazısında okudum da buraya yazdım şimdi:)

18.Yüzyıldan Haber Var!

18.yüzyıldayız. Küba’dayız. Zenci bir köleyi izliyoruz. Adı Juan Francisco Monzano. O zamanlar kölelerin okuma yazma öğrenmeleri yasak. Öğrenmeye yeltenene, en ağır suçu işlemiş gözüyle bakılıyor. Okuma yazma öğrenen biriyse misal, parmakları koparılıyor. Juan Francisco Monzano meraklı bir çocuk. Okumaya ilgi duyuyor. Kendi çabasıyla öğreniyor. Şiiri çok seviyor. Sözcüklerin büyüsüne inanıyor. Bunu gizleyemiyor. Onbir yaşındayken bir daha şiir okumasın diye ağzı dikiliyor. Baş edilebilir mi kelimelerle cambazlık yapan biriyle? Ağzı söylemese de, hafızasının derinliklerinde kelimeleri kusursuzca yan yana getirmede kendini iyice geliştiriyor. Sonraki yıllarda zenci şiirinin tanınmış adlarından biri oluyor. Edebiyat hiçbir yüzyılda yasak dinlemiyor.

21 Ocak 2010 Perşembe

Bir Gün Sen De Aynı Şeyleri Söylüyor Olacaksın

Son zamanlarda televizyon programlarını izleyemez oldum. Sanki televizyon artık çok kötü kalpli biri. Gözünü karartmış, önüne kattığını sürükleyip karanlık dünyalara götürüyor. Yapılan programlara inanamıyorum. Kimi zaman gözüm takılıp bazı programlara denk geldiğimde, resmen kendi kendime hayıflanıyorum. Daha çok radyo dinliyorum ben de. Zaten radyo çocuğuyduk biz. O zamanlar radyodakileri görmez, seslerden de şüphelenmezdik. Bizim için radyo sanki iyi kalpli biriydi. Radyodan işitilenlerin doğru olduğuna kesinkes inanırdık. Radyoyla yatar radyoyla kalkardık desem abartı olacağını sanmam. Doğruya doğru, bizim hayatımızda radyo çok önemli bir şeydi. Şimdiki televizyonla mukayese edilmez, hak ettiği saygıyı hepimizden görürdü. Mesela, en güzel Türkçe, radyo Türkçe’siydi. Güzel konuşmanın nasıl olduğu radyodan öğrenilirdi. Sanıyorum ihtilallerin başarısı öncelikle radyo binasını ele geçirilmeyle eş değerliydi ki, daima ilk ihtilal anonsu radyodan işitilirdi. Sürekli yayına başlayan kahramanlık türküleri arasında, sabırsızlıkla haber yayınları beklenirdi. Ayrıca her şarkıcı radyoya çıkarılmaz, her şarkı yayınlanmazdı ki. Radyo sanatçısı olmak çok mühim bir şeydi. Sabahları saat on civarında yayımlanan Arkası Yarın annemin gözdesiydi. Bu bir nevi radyo tiyatrosuydu. Dünya ve Türk edebiyatının klasik eserlerine, yüzünü görmediğimiz sesler ruh verirlerdi. Artık bilirdik o sesleri. Bir yerde karşılaşsak, sesinden tanıyabilirdik o tiyatrocuları sanki. Öyle bizden birileriydi. Tam merakla dinlerken, en heyecanlı yerinde program kesiliverirdi. Nanananomm… Arkası yarın, denirdi. Yarın çabuk gelsin diye beklenirdi. Saat 19:00’da eve mutlak bir sessizlik çökerdi. Çünkü ajans saatiydi. İlgiyle haberler dinlenirdi. Gece 21:00 de ise Mikrofonda Tiyatro programı vardı. Büyük bir heyecanla gecenin oyunu beklenirdi. Kulaklar iyice açılır, seslerin büyülü dünyasına dalınırdı. Radyo dinlemek ve kitap okumak birbirlerine aslında çok benzemezler mi? Birinde sesler, diğerinde harfler bizi hayal dünyamızda gezdirmezler mi? Anlatmak istediğim radyo aslında, kitap araya girdi. Diyeceğim odur ki radyo, gönülden inandığımız bir şeydi.

Şimdi böyle yazınca aklıma Orson Welles geldi. 1915 doğumlu sanatçının hayatı aslında çok renkli. Bu yazıda anlatmak istediğim Orson Welles’in Marslılar Geliyor diye bilinen, Dünyalar Savaşı’nı radyoya uyarlama hali. Sanatçının radyodaki ilk yayını. Program yeni başlıyor. Orson Welles küçük bir numaraya yapıyor. Programın tanıtım müziğinden ve tanıtım sözlerinden önce: “Şu anda aldığımız bir haberi vermek için, yayınımızı kesmek durumundayız.” diye başlayan cümleden sonra, dünyanın Marslılar tarafından işgal edilmeye başlandığını söyleyen bir anons yapıyor. Radyoda bu anons duyulunca, Amerika’da yer yerinden oynuyor. Aslında bu yapılan Orson Welles’in oyununun oyunudur. Sanatçı bir anda tüm dünyada meşhur olur. İşte radyo bizim zamanımızda böyle bir şeydi. Kimseyi görmezdik ya seslerden şüphelenmezdik. Marslılar dünyayı işgal etti diye şakacıktan anons yapılsa bile gerçek zannedebilirdik. Şimdi ben bu eski radyo günlerinden söz edince aklıma Orson Welles’in o güzelim şarkısı geldi. I know what it is to be young (Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum) / But you don't know what it is to be old (Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin). Bu sözler tam bana uydu. İki cümle de ben ekleyeyim. Ben televizyonun ne olduğunu biliyorum. Fakat sen radyo günlerinin ne olduğunu bilmezsin ne yazık ki:)

20 Ocak 2010 Çarşamba

Portakal Şurubu Tadında Filmler

Bazı filmleri seyredince, sanki içinize portakal şurubu gibi bir şey akıtılıyor sanırsınız. Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni tekrar tekrar izleyip bu duyguyu hissedince, her defasında yeniden kendinize şaşarsınız. Hele Yüzbaşı Corelli'nin mandolin çaldığı sahnelere gelince, aynı karşısındaki Penelope Cruz'un canlandırdığı Pelegia gibi tam kalkıp gidecekken, sandalyede öylece oturur kalırsınız. Güzelikte yekta bir resmi seyreder gibi, filme uzun uzun bakarsınız. Peki müzik? Mandolinden çıkan ezgilere ne demeli? Mandolinin ezgilerini işitince, zamanla tıp oynarsınız da kendinizi öncesiz ve sonrasız sanırsınız.

Merak ki, En Çok Yakışandır Bize

Yukarıdaki resme bakarak, mesela desem ki sana... Geçmişi görmüş, şimdiyi yaşamış, geleceği bilir insanlar anlatırlar ki, eski doğu mitolojisinde Vakvak Ağacı denilen bir ağaç varmış. Bu efsanevi ağacın meyvesi neymiş biliyor musun? İnsanmış! Evet... Evet... İşte yukarıda gördüğün gibi, ağacın meyveleri insanmış da, bu meyveler güneşte sallandıkça olgunlaşırlarmış. Ne tuhaf bir şey değil mi? Sence böyle bir şey gerçek olabilir mi? Adına hayal gücü denilen o dipsiz, hudutsuz derya, merak ediyorum seni de benim kadar hayrete düşürmez mi? "Merak ki en çok yakışan ve en çok yanıltandır bizi!" Şairin ünlü dizeleri böyle değil miydi? Şimdi gelelim Sultanahmet Atmeydanında, hemen Alman Çeşmesi yanındaki çınara... Osmanlı tarihinde kanlı olaylara sahne olduğu için Kanlı Çınar da denirmiş bu ağaca. Öldürülmüş kişiler bu çınara asılırmış. Son olarak da 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılışı sırasında öldürülen Yeniçerilerin bir kısmı bu ağacın altına getirilmişler. Hatta eğer doğruysa, bir kısmı ağacın dallarına asılarak sallandırılmışlar. Bu durumda, ağacın görüntüsünü mitolojideki Vakvak Ağacı'na benzetince, bu olaya Vaka-i Vakvakiye denmiş işte. "Merak ki en çok yakışan ve yanıltandır bizi!" Sahi şair böyle mi söylemişti? Bak, merak ettim şimdi gene...

19 Ocak 2010 Salı

En Büyük Korku

Tamam... Sinemayı severim. Tamam... Aksiyon filmlerini de severim. Benim batasıca bir huyum vardır. Seyrettiğim her filmi sevmek isterim. Morgan Freeman ve Ben Affleck var diye bu filmi seyrettim. Ne yalan söyleyeyim sevmedim! "Denk gelirseniz, seyretmeyin!"derim. Hoppala! Bu cümleyi ben mi söyledim? Huyum mu değişti, ne? Eskiden beğenmesem bile söylemezdim. Emeğe saygısızlık derdim. Galiba değiştim! Ben şimdi bu yazıyı neden yazdım? Galiba huysuzlaştım! Sakın seyretmeyin! Sakın! Oh ya! Nedense rahatladım:)

Edebi Bilmeceler

1- Tam anlamıyla kaos dönemi olduğundan, meraklı zaman gezginleri tarafından çok rağbet gören zaman dilimi hangisidir?

2- Ansızın o yabancı ülke, yabancı topraklar göğsünüze çöküverir, bütün ağırlığını yüreğinizde duyumsarsınız. Gerçeklik birden büyür, büyür, büyür, büyür…soluğunuzu keser? Bu hissi en iyi kimler tanır?

3- İşi, ömür boyu ‘neden var olduğunun’ yanıtını aramak olan, ama bizzat kendisi acıklı bir soru cümlesi olan adam kimdir?

4- Bir yaz akşamıydı. Gündüzleri yakıp kavurduğu evlere, karanlıkla birlikte kabus gibi çöken neydi?

5- “Beni derin, huzurlu bir uykudan uyandıran, gece açık unuttuğum pencereden gelen güneş değil.” Peki o halde nedir?

CEVAPLAR-
Cevap1- 2000’le 2050 yılları arasında kalan zaman dilimi – Ege Görgün- Gelecek Öyküler- Zamansız- Sayfa 58
Cevap2- Göçmenler- Aslı Erdoğan- Bir Delinin Güncesi- Sayfa 125
Cevap3- Sanatçı – Romain Gary- Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı- Sayfa 91
Cevap4- Bunaltıcı sıcak- Ruşen Ergün- Yazlık Sinema- Sayfa 82
Cevap5- Belli belirsiz bir akordeon sesi- Kürşat Başar- Başucumda Müzik- Sayfa 311

18 Ocak 2010 Pazartesi

Küstüm, Konuşmuyorum İşte...

Abimle oturuyoruz, eski günlerden söz ediyoruz. Küçüklüğümüzde oturduğumuz evimizin balkonu, açık hava sinemasının bahçesine bakardı. "Ne günlerdi?" değil mi diye laflıyoruz. "Haydi, film seyredelim birlikte, ister misin?" dedim. "Olur, isterim." dedi. Önüne seyretmediğim film cd lerini serdim. İsimlerinden iki filmi beğendi. Koydum oynatıcıya filmleri. İkisi de hoşuna gitmedi. "Biraz sabret." diyorum. "Film başından belli olur kızım, bir işe yaramaz bunlar!" diyor. "Balık mı bunlar abi ya! Baştan kendini belli eden balıktır bir kere!" diyorum. "Sen ne anlarsın, zaten eskiden de hiç anlamazdın filmlerden!" diyor. Abime "Of ya, yan odaya kitap okumaya gideceğim. Sen ne seyredersen seyret. Sen eskiden de böyle huysuzdun!" diyorum. "Sen de mızıkçının tekiydin!" diyor. İçimden gülerek odadan çıkıyorum. Abimle küçükken de çok kavga ederdik. O hep iyiydi. Damarına basan hep bendim. Şimdi güya küstüm ya... Küçüklüğümüzdeki gibi, abime küsmek hoşuma gitti.

Yan odaya girdim. Elime değen ilk kitabı aldım. Yazan İtalo Calvino. Hani 1923 de Küba'da doğan meşhur İtalyan yazar. Hani Varolmayan Şövalye'nin yazarı. Daha önce yazmıştım Hayal Kahvem'e. Hani biri kahraman, idealist ve soylu bir şövalye ama zırhtan ibaret içi boş, diğeri bir bedene sahip ama akıldan yoksun iki kahramanın hikayesini anlatır bu kitabında. Bir nevi varolanla varolmayanın çatışmasıdır yani. Şimdi elimdeki yazarın bir başka kitabı. Yeni almıştım. Henüz okumamıştım. Kitabın adı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu". Güya kızdım ya abime. Bir hışımla koltuğa uzandım. Birinci bölümünü açtım. Okumaya başladım. İlk paragrafı şöyle başlıyordu:

"İtalo Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yeni romanına başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin." Nasıl yani? Bu yazar ne diyor şimdi? Abime küstüğümü bildi mi? Şaşkınlıkla okumaya devam ediyorum. Kitapta "Kapıyı kapasan iyi olur; öte yandan çalışmakta olan bir televizyon vardır."diye yazıyor. Aaa! Vallahi var. Abim yan odada televizyon seyrediyor. Bir yandan da bana sesleniyor: "Gel, darılma hemen! Gel kardeş kardeş televizyon seyredelim birlikte!" diyor. Kitabı okumaya devam ediyorum. Yemin ediyorum yalanım varsa, kitapta aynen şu yazıyor; "Hemen seslen ötekilere:" Hayır televizyon seyretmek istemiyorum!" Sesini yükseltmezsen duyamazlar seni. "Kitap okuyorum.Rahatsız edilmek istemiyorum!" O gürültü arasında seni işitmemiş olabilirler, daha yüksek sesle söyle, bağır hatta: "Ben, İtalo Calvino'nun yeni romanını okumaya başlıyorum!" Şaşırdım kaldım. Kamera şakası mı bu? Niye hep böyle acayiplikler beni bulur. Abime sesleniyorum: "Kitap okuyorum. Rahatsız edilmek istemiyorum." İçerden abim:" Kitap mı? Kimin kitabı?" diyor. Aynı kitaptaki gibi cevap veriyorum: "Ben İtalo Calvino'nun yeni romanını okumaya başlıyorum!" Abim: "Kızım nerden bulursun bu kitapları? Hayatımda duymadım. İtalo Calvino da kim?"diyor. Dudak büküyorum. Ağlayacağım galiba. Gidiyorum abimin yanına. Elimi uzatıyorum. Ayak ayak üstüne atarmış gibi, orta parmağımı işaret parmağımın üzerine atıyorum. Çocukluğumuzdaki gibi, diyorum ki abime: "Küstüm sana abi, boz! Konuşmuyorum!!"

Calvino

NOT: Bu yazıyı çok önce bloğuma yazmıştım. Hep yazı yazınca bloğuma kardeşimle ilgili, bir de abimle ilgili bir yazı vakti geldi. Bu yazı ile başlangıç yapacağım. Sonra bir zamanlar Tarık Akan'ın İzmit şubesi denilen, peşinden kızların koştuğu abim hakkında yazacağım. Nasıl olsa Hayal Kahvem'den haberi yok. Anlatacağım da anlatacağım:)

Söyle Bakalım Çocuğum,İlk Kez Ne Zaman Aşık Oldun?

Yıllar önce öğretmenlik yaptığımı söylemiş miydim? Şimdi benim öğretmen kardeşim için, onu kızdırdığımı bile bile, “öğretmen parmağını sallıyor bana” diyorum ya arada… Öğretmen olduğu için gurur duyuyorum kardeşimle aslında.. O şahane bir öğretmendir. Ben de öğretmen olsaydım keşke desem şimdi… “Eee! Madem istiyordun, öğretmenlik yapsaydın. Niye sigortacı oldun?” dendiğini duyar gibiyim. Yoo.. Üniversiteden sonra, pedagojik formasyonu seve isteye aldım almasına ama Kamu Yönetimi bölümünden mezun olduğum için, bakanlık o dönemlerde öğretmen olarak atamadı beni. Kaymakam olayım bari demiştim. O zamanlar kadınların kaymakam olma hakkı da yoktu ne yazık ki. Çok eski devirler değil. Memleketimde 1989 yılında kadınlara kaymakam olma hakkı verildi. Zaten ilk kadın vali Lale Aytaman 1991 yılında Muğla’ya vali olarak atanmıştı. Yani 20 yıllık bir geçmiş. Şimdi sigortacılığı çok seviyorum. Ayrıca ailemde bir öğretmen var nasılsa öyle değil mi? Kardeşim iyi bir öğretmen olduğu için onunla gurur duyuyorum. İyi de bütün bunları şimdi neden anlatıyorum? Bak şimdi...

Aşkın Güngör’ün Gohor adlı kitabını okuduktan sonra, yazarın kitaplarının peşine düşmüş ve tüm kitaplarını satın almıştım. Uçanbalık Yayıncılık'tan çıkan, 22 Yazardan 22 İlk Aşk Öyküsü – Aşık Oldum (ilk aşk) adlı kitap, içinde Aşkın Güngör’ün öyküsü olduğu için aldığım kitaplardan biriydi. Kitabın önsözünde pedagog Ayşen Özenç’in dediği gibi “Aşk… Her aşık olana kendi duygularının yeryüzünde yaşanan “en özel” aşk olduğunu hissettiren gizemli duygu”ydu. Bu aslında bir çocuk kitabıydı. 22 yazar ilk aşk öykülerini anlatıyorlardı. Aynı Gohor'u çok beğendiğim gibi, bu kitabı da okuduğumda çok sevmiştim. Sonra kardeşime de, Aşkın Güngör kitaplarını satınaldım ve verdim. Çünkü bir öğretmenin bilmesi, okuması ve tavsiye etmesi gereken kitaplardı her biri. Hani o ilk ergenlik yıllarında hissedilen masum duygular vardır ya, kimi zaman şaşırtan, korkutan, kimi zaman utanmaya, suçluluk duymaya, kendini yetersiz hissetmeye sebep olan duygular... İnsan büyüdüğünü düşündüğünde bile, kimi zaman bu tip duyguları hissedebiliyor, öyle değil mi? İşte bu kitaptaki öyküleri okuyan çocuklar ya da yetişkinler, aynı duyguların benzerlerini başkalarının da hissettiğini okuyunca, kendilerinin yalnız olmadıklarını anlıyor ve müşterek insan hallerini fark etmiş oluyorlar. Hele düşünsenize, çocuklar için bu ilk hisler ne kadar önemli. Hani ilk aşk kırgınlıklarının, beğenilme, beğenme, özel olduğunu hissetme, ilgi çekme gibi durumların yavaş yavaş oyun olmaktan çıkma hali. İnsan hayatının en özel halleri. İşte bu kitap tüm bu hislere resmen ayna oluyor. Bence Edebiyatta olduğu kadar pedajojik olarak da, memleketimizde çok özel bir yeri dolduruyor.

Kitapta Aşkın Güngör’ün anlattığı ilk aşkına bakalım mesela. Yazar ilk aşkıyla yıllar sonra karşılaşmıştır. Her ikisi de 36 yaşındadırlar. Kızın yemyeşil gözleri vardır. “Orman gözlü kızdır” . Çocuk ise hemen küsen kırılan hassasiyette olduğu için “Cam yürekli çocuk”tur. Yazarın okul zamanı kıza söylediği şarkıyı, yıllar sonra birlikte hatırlamaya çalışırlar. İlk tanıştıkları güne geri dönerler. Yazar, 7-B sınıfındadır. Sınıfta otururlarken öğretmen yeni bir öğrenciyi tanıştırır. Çocuklar gözlerini kızdan ayıramazlar. Yazar'ın yanındaki arkadaşı Murat, sınıfa yeni gelen bu kıza aşık olduğunu söyler. Oysa yazar da aşık olmuştur kıza ama söyleyemez. Çünkü babasının eskileriyle okula gelen tombul bir çocuktur. Utangaçtır. Bu hislerini, sevdiği kıza yıllar sonra, işte şimdi anlatmaktadır. Rehberlik dersinde öğretmen sınıfın oturma düzenini değiştirirken Murat’ı, “orman gözlü kız”ın yanına oturtur. Yazar, bu duruma çok üzülür. Neden sevdiği kızın yanına kendisi oturtulmamıştır ki? Murat öne kızın yanına geçince, birden mucizevi bir şey olur. Arkasında oturan öğrenciler, Murat’ın boyu uzun olduğu için tahtayı göremediklerini söylerler. Öğretmen Murat’ı kızın yanından kaldırır ve heyyyy! Yazar’dan“orman gözlü kız”ın yanına oturmasını ister. Tabi ki kelebek gibi uçarak kızın yanına gider. Bu satırlardaki o masum hisleri şahane cümlelerle anlatır Aşkın Güngör: “ İlk kez denize indirilen bir sandal gibi usulca iliştim Orman Gözlü Kız’ın yanına. Bir müddet birbirinin üstüne binip inen ayaklarıma baktım çıt çıkarmadan. Utana sıkıla kaldırdım başımı sonra. Güçlükle de olsa ona döndüm. Bana bakıyordu. Ooo! Ne de çok ağaç var gözlerinde! Sandığımdan da yeşil! Konuşmak istedim ama ses çıkmadı ağzımdan. Yutkunmakla yetindim. “Merhaba” dedi o. Bana merhaba mı dedi. Aman Tanrım, bana merhaba mı dedi. “Merhaba” diye fısıldadım. “

Yazar bunları anlatınca, kız o günleri hatırlar. Yazarın sınıfta yanında oturmasına ne kadar sevindiğini söyler. Yazar şaşırır. Çünkü o zamanlar kendisini kıza hiç layık görmediği için, böyle bir şeyi hayal bile etmemiştir. Kızı sınıftaki öğrencilerden kıskanır için için. Sürekli kızı düşünmekten ders notları düşer. Bütün bu duygularını, yıllar sonra kıza anlatmaktadır. O zaman ilk aşkı yaşayan yazar, şimdi ise karısına aşık olduğunu söyler. Kız da evlenmiştir ve iki çocuğu vardır. Peki o zamanlar, yazar kıza aşkını itiraf etmemiş midir? Peki gene o yıllara dönelim öyleyse. Diploma alıyorlar artık. Mezuniyet günündeyiz. Ayrılacaklar. Biliyorlar ki bir daha belki hiç görüşemeyecekler. Yazar, fısıltı halinde kıza “seni seviyorum,” demeyi başarır. Kız uzanıp yanağından öper ve “ben de canım” der. Yazar, aslında çok sevinip havalara uçmalıdır ama kızın bu sözleri, arkadaş gibi söylediğini bildiğinden, sessizce bir türkü mırıldanır. “Ben bir koyun olsam, sen de bir kuzu… Meleye meleye getirsem yazı…” İşte budur yazar’ın şarkısı… Hatırlamıştır… Vedalaşırlar gene. Birbirlerinin eşlerine selam söyleyerek ayrılırlar. Kimbilir belki başka bir öyküde karşılaşırlar.

Hoş bir öykü değil mi? Kitapta buna benzer 21 tane daha masum ilk aşk öyküsü var. Öğretmen kardeşe bu kitabı yılbaşında hediye etmiştim. Kardeş bugün bana “ Abla, Aşkın Güngör’ün Aşık Oldum kitabını sınıfta hep okuyorum çocuklara biliyor musun?” demesin mi? “Gerçekten mi?” dedim. “Evet, okuyorum.” dedi. Çok hoşlarına gidiyor çocukların. Beşinci sınıfa giden öğrencilerin bu öyküleri dinlemesi, okuması çok önemli. Aynı duyguları onlarda kimbilir nasıl yaşıyorlar? O kadar ilgiyle dinliyorlar ki görmelisin. Çok işe yarıyor inan ki!” dedi. Çok sevindim tabi. Bu kitapların duyurulması ve tavsiye edilmesi mutlaka ama mutlaka gerekli. Sevginin anlamını ve gücünü çocuklar öykülerle anlayacaklar. Edebiyat mucizevi bir sey! Edabiyat aşk değil de nedir ki?

17 Ocak 2010 Pazar

Bugün Aklım Sadece Bir Karış Havada Galiba

Kardeş sabah erkenden, "Abla, haftalık muhabbetimizi yapamadık. İki saat çocukları babalarına bırakıp kaçsam evden. Sen de kaçıp Outlet'e gelir misin? Ne dersin?" diye mesaj atınca telefonuma... Dayanabilir miyim? Hemen toparlandığım gibi, eşimin yanına gittim. Hazırol vaziyette, başımı yana eğdim. "Üzgünüm ama ben evden kaçmak istiyorum. Kardeşimi özledim." dedim. Gülerek baktı bana. "Güzelim, böyle kaçılır mı hiç?" dedi. "Her zamanki gibi yapsana. Parmaklarının ucuna basa basa kaçsana. Böyle keyif alamazsın ki. Ben sanki evden çıktığını bilmeyeyim. Sen çaktırmadan gidiyormuşsun gibi yap. Hatta eve geldiğinde ben sana surat asayım falan. Böyle kaçamak olmaz." dedi. Yüzüne sevgiyle baktım. Ne tatlı biri, öyle değil mi? Bir öpücük kondurup, gerisin geri parmaklarım ucunda evden kaçtım. Kapıdan fırladığım gibi, bir hışımla arabama bindim. Torpido gözünden bir cd kaptım. Bakmadan cd çalara taktım. Candan Erçetin'in son cd'si olmalı diye beklerken... Aaa! Bu ne? "Karar verdim unutmaya/Karar verdim ayrılmaya/Çekip gitsem buradan /Gitsem çok uzaklara / Çocuk gibi mutlu olsam " diye şarkı sözleri... Kim söylüyor ki? Nilüfer! Nerden çıktı şimdi? Uzun zamandır dinlememiştim. Ama bayıldım bayıldım. Nilüfer'i nasıl özlemişim! Sonuna kadar açtım sesini. Nasıl güzel gitar ezgileri!.. Ben de bağıra bağıra söylemeye başladım. "Karar verdim unutmaya seni/Daha önce hiç kimse /Hayatımda hiç kimse/Senin kadar incitmedi böyle/Aklım hep karmakarışık/Yeter yeter üzme beni" Oh ya! Ancak kendime geldim.

Benim kardeş sinemanın önünde bekliyordu. "Önce bir filme dalalım," dedik. Eh, artık ne denk gelirse işte. Daldık sinemaya. Bu saate denk gelen filmin adı Aklı Havada. Nasıl filmdi ki acaba? Eh, filmde George Clooney var. İyidir diye düşündüm. Günün ilk seansı olması sebebiyle olsa gerek, sinema gene boş. Kardeşle şöyle yayıldık rahatça koltuklarımıza. Film güzel bir müzikle başladı. Ya sonra... Hani sinema hayatımızı eşsiz kılar deriz ya... Eşsiz kılmak ne demek, bu kez nasılsa, acayip sıkıldım sinemada. Bir sağa bir sola döndüm durdum oflaya poflaya. Baktım kardeş gene her zamanki gibi hanım hanımcık filmi seyrediyordu. Sesimi pek çıkarmadım ama ne umuyorsam artık, umduğumu bulamadım diyebilirim rahatlıkla. Bu filmin modunda mı değildim acaba? Çözemedim kendimi. Ne bileyim? Sanki Holywood gene akıl veriyormuş gibi geldi. George Clooney filmde Amerika'nın dört bir köşesine sürekli uçuyor. Malum dünyada kriz nedeniyle şirketler küçülmeye gidiyorlar ya, aktörümüz de bu filmde işten çıkarılacak insanlarla konuşup, dosyalarını koltuklarının altına verme rolünde. Öyle ikna edici konuşuyor ki, işinden atılan insanlar "Ben ne diye çalışmışım bunca yıl? İşte mübarek şirketim bana fırsat verdi. Biraz hobilerimle ilgilenmemin vakti geldi." diye düşündürüyor sanki. Bu arada bizim aktörümüz de evlilik, çocuk, çocuk, kardeş, anne, baba mefhumlarından uzak yaşamış bunca yıl. Bunlar doğru şeyler değil arkadaşlar, böyle sorumluluklarından kaçanlar, sonunda yalnız kalırlar felsefesini film izleyiciye geçirmeye çalışıyor falan. Geç bunları anam babam geç. Şimdi bu filmi seyreden, ben ne yapıyorum mu diyecek? Bakmayın benim böyle yazdığıma. Hollywood bu filmle gene akıl veriyor ya dünyaya, kesin tüm ödülleri kapar. Valla ne George Clooney, ne de diğer artistlerin rol becerileri filmden sıkılmamı bertaraf edebildi. Üstelik ben uçmayı acayip seven, hele havaalanı, uçak içinde geçen filmlere bayılan biriyimdir. Filmin müzikleri sayesinde sonuna kadar dayanabildim yani öyle diyeyim. Neden ben bu filmden bu denli sıkıldım? Allah Allah!.. Daima aklım havadadır oysa! Bugün aklım sadece bir karış havada galiba! Havalanamadım da kalakaldım koltukta:)

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kireçburnu'nu Eve Getirme Sanatı

Bu hafta Sabancı Müzesi'ne gidince, Kireçburnu'na doğru yola devam ettim. Dedim ki, buraya kadar gelmişken bir balık ekmek yiyeyim. Madem içinden deniz geçen şehirdeydim. Dünyanın en güzel şehri İstanbul' dayım. Karşımda masmavi deniz... Hele benim gibi denizden babanız çıksa yiyen biriyseniz... Balık Norveç'ten gelmiş demezsiniz, Norveç uskumrusuyla yapılan balık ekmeğe bile delirirsiniz. Hayal Kahvem'e böyle yemek konulu yazılar pek yazmak istemiyorum aslında. Okuyanın canı ister ama bunu mutlaka paylaşmak istedim. İnanın elimin yağıyla geldim. Fotoğrafını da çektim. İşte bakın...

Bu akşam evde balık ekmek yaptım. O kadar kolay ve ucuz bir yemek ki anlatamam. Norveç uskumrusu diyerek, tanesi 2 liradan balıkçıdan aldım. Kılçıklarını temizlemesi için balıkçıya rica ettim. Eve gelince, ocak üstü yağsız tavada ızgara yapınca, hemen ekmek arası yendi. Tabi bol kuru soğan ve küçük dilimlenmiş domates, kırmızı biberle harman edilecek. Ekmek arası balığın üzerine eklenecek. Şahane oluyor. Hem ucuz, hem pişirmesi kolay. Hem de inanılmaz bir lezzet! Zaten biliyor ve yapıyorduysanız, ne güzel? Ama tecrübe etmeyenler mutlaka hemen denemeliler. Çok keyifli oluyor gerçekten! İlla Kireçburnu'nda mı yiyeceğiz yani, öyle değil mi? Kireçburnu'nu eve getirmek marifet.

Kendi Hayatları Film Olacak İnsanlar

Bu fotoğraftaki güzel, ünlü aktrist Jean Seberg. Beni ilgilendiren ne bu farklı güzelliği, ne de giysileri ve kısacık saçlarıyla yaşadığı dönemin modacılarıyla birlikte, FBI’ın bile dikkatini celbeden aykırı bir karakter olması değil. Jean Paul Belmondo’nun o meşhur filmi Serseri Aşıklar’daki gazeteci kadın olması hiç değil. Sık sık intihara teşebbüs etmesi ilgimi çekmiş olabilir ama, intihara yatkın hali de bu yazımın konusu değil. Hatta sonunda arabasında, yanında bir kutu uyku ilacıyla ölü bulunmasıyla hiç mi hiç ilgilenmedim. Çok denemiş intihar etmeyi, demek ki sonunda istediğini elde etmiş, dedim.

Yazık çok genç ve güzelmiş demeyi de ihmal etmedim tabi. Kendini yok eden bir yıldız örneği daha. Başka ne diyebilirim? Sinema dünyasında bunun pek çok örneği yok mu? Dolu. Yooo.. Şimdi intihar eden artistlere hiç girmeyeyim. Benim anlatmak istediğim konu başka. Tabi ki bir kitap ve bir yazar. Jean Seberg’le ne ilgisi mi var? Olmaz olur mu? Bak şimdi…

Bu hafta kitaplığımda eski bir kitabıma rastladım. Elime hasretle aldım. Sayfalarını ayaküstü şöyle bir dalgalandırdım. Allahım… Cümlelerinin altını ne kadar çok çizmişim. Kitabın adı Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı. Can yayınlarından çıkmış. Bendeki kitabın 2. baskısı. Alev Er Fransızca aslından Türkçe'ye çevirmiş. İşte şimdi geliyorum sadede. Kitabın yazarı yaşamındaki iniş çıkışları, kara mizaha yatkın mükemmel zekasıyla her daim ilgimi çeken Romain Gary. Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı, bildiğim en iyi otobiyografik romanlardan biridir. 2. dünya savaşı zamanları. Küçük bir çocukla, ona delicesine bağlı olan annesinin öyküsüdür. Annesi oğluna karşı o denli sevgisiyle donanmıştır ki, hayat daha çocukluğunun şafağında, küçük çocuğa, bazı şeyler üzerine yemin ettirecek ve belki ilerleyen zamanlarda bu yemini tutamadığını görecektir. Sonunda hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyden tat almayan bir adam durumuna geliverecektir belki. Belki bir yandan eli kolu bağlanacak, öte yandan büyük bir vicdan azabına kapılacaktır. Sonra sokağa atılmış bir köpek yavrusu gibi, gidip annesinin mezarına kapanacaktır belki. " Bir daha yapmayacağım, bir daha asla yapmayacağım, kesinlikle bir daha yapmayacağım…" diyecektir belki kimbilir? Aslında Romain Gary yazılarında‘Annesinin anlattığı masallara bunca yılın ardından bağlı kalabilmiş, yeryüzündeki az bulunur insanlardan biri herhalde benim.’ der. Sonra gerçeği anlar. Bu gencecik özlemin yalnızca ona, annesine yönelik olmadığını anlar düşündükçe… Uğrunda yemin ettiği, gerçekleştirmek için söz verdiği şey, sevdiği tek bir kadının talihini değil, tüm bir insanlığın alın yazısını değiştirmeye çalışmaktır aslında. "Onu yengi dolu bir ışıltıya ulaştırmaktır." der.

Gelelim güzel aktrist Jean Seberg ile dünya edebiyatının ünlü yazarı Romain Gary ya da takma ismi ile Emile Ajar'ın ilgisine. 1914 doğumlu Fransız yazar, yönetmen, senarist, 2. dünya savaşı pilotu, diplomat ve Fransa'da her yazara ancak bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü'nü bir kez kendi adıyla, bir kez de takma adıyla alan Romain Gary, kendisinden 24 yaş küçük aktrist Jean Seberg ile evlenir. Bu evliliklerinden bir oğulları olur. Karısının başka bir adamla ilişkisi olunca ayrılırlar. Jean Seberg'in 1979 yılındaki şüpheli intiharından bir yıl sonra 1980 yılında, ünlü yazar Paris'te kendisini tabancayla vurarark intihar eder. Geride bıraktığı mektubunda hem Emile Ajar'ın kendisinin takma adı olduğunu açıklar. Hem de mektubun son iki cümlesi çok ses getirecektir: "Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın."

15 Ocak 2010 Cuma

Şu Metris'in Önü Bir Uzun Alan


 Bağlama Hocam - Mehtap Hanım 


Bu fotoğrafta gördüğün bağlamayı tanıyorsun artık değil mi? Benim bağlamam. Gönül adını verdim ona. İşte Gönül bu fotoğrafta kimin elinde biliyor musun? Mehtap Hoca'nın. Haftada bir gün, üç saat Kocaeli Belediyesi Meslek ve Sanat Eğitimi Kursu adı verilen KO-MEK'in ücretsiz bağlama kursuna gidiyorum. Ve bağlamanın sesine bayılıyorum. Nerden çıktı bu bağlama sevdası? Bu yaştan sonra bağlama çalınır mı? Bu soruları nasıl cevaplayacağımı bilemiyorum.

İçimdeki kuytuda gizli kalmış, yıllardır saklanmış bağlama çalma hevesi durup dururken ortaya çıkınca, hazırda böyle bir kurs olduğunu duyunca, başladım işte bağlama çalmaya ne yapabilirim?Ama o kadar cahilim ki, her hafta rüsva oluyorum kurs arkadaşlarıma. Bağlamayla çalınan türkülerin çoğunun sözlerini bilmiyorum. Bırak bilmemeyi, hatta pek çoğunu hayatımda duymamışım. Diğer kursiyerler nasıl şakır şakır ezbere söylüyorlar anlatamam.
 
Gönül


Bu hafta yeni bir parça çalıştırmaya başladı hoca. Daha sözleri ve hangi şarkı olduğunu söylememişti. Sadece notalarla şarkıyı söylüyor ve tekrar tekrar o notaları bağlama üzerinde pratik ediyorduk. fa mi fa re mi do / mi remi re do / re si ... İşte bu son si var ya... Notaları baştan çala çala gelip,vurduk mu bağlamanın si teline, tuhaf bir kalp titremesi oluyor sanki. Öyle etkili. Mehtap Hoca'ya dedim ki: "Hocam bu hangi şarkı? Nasıl çarptı beni.

"Daha Mehtap Hoca cevap vermeden bütün sınıf "Aaaa!" dediler. "Şu Metris'in Önü" "Şu Metris'in Önü mü? O zaman bu bir mahpushane şarkısı. Hocam keşke biraz söyleseniz." dedim ki... Mehtap Hoca elimden Gönül'ü aldığı gibi tellerine vurmaya ve bütün sınıf gümbür gümbür şarkıyı söylemeye başlamadı mı?

"Şu Metris'in önü / Bir uzun alan / Bir tek seni sevdim / Gerisi yalan / Senin hasretindir / Hücreme dolan / Bir tek seni sevdim / Gerisi yalan" Of.. Of.. Nedir bu? Sanki bağlamanın tellerinden notalar tek tek ses olup çıkıyor... Çıkıyor da damardan damardan ezgi olup giriyor... Gidiyor... Gidiyor... Gidiyor... Çana vuran tokmak gibi yüreğimi "çııınnn" diye titretiyor. Şahane bir şey bu. Anlatamam. "Edip Akbayram söylüyordu bu şarkıyı, değil mi?" diyerek biraz kendimi kurtarıyorum sanki. "Evet, ama esas Ali Asker'in şarkısı bu." diyorlar. Ali Asker mi? Vallahi hiç duymadım. Gene bütün sınıfın tanıdığı bir şarkıcıyı daha bilmiyorum. İyi ama, şimdi Ali Asker'i de tanımadığımı nasıl söyleyeceğim? Of ya. Ben nerede yaşıyorum? Niye bütün bunları bilmiyorum? Bağlama öğrenmeye diye geldim. Neler neler öğreniyorum. Cahilin biriyim. Yoo.. Lütfen, estağfurullah falan deme... Öyleyim! Sonra devam edeceğim....

Yazarlar Okuyucularını Merak Etmezler Mi?

Gazetede 900 bin nüfuslu Zagrep'teki, 60 bin kişilik Dinamo Zagrep stadyumunu, iki gün üst üste tıklım tıklım dolduran U2 konseri hakkında bir yazı vardı. Ne hoş bir durum bu U2 için!Konserlerine gittiğimde, şarkıcıların çok ballı olduklarını düşünürüm. Şarkıcıların CD satışlarından, ne kadar hayranları olduğu anlaşılıyordur mutlaka. Hele uluslararası ünde olan şarkıcılar,dünyanın her yerinde milyonlarca kişi tarafından dinleniyorlar. Ama asıl gösterge konserler bana göre. Düşünsene... Bir konser veriyorsun, karşında yüzlerce yada binlerce dinleyicin... Onların gözlerinden, alkışlarından, şarkıya eşlik edişlerinden, vücut dillerinden seni ve şarkılarını ne kadar sevdiklerini anlamaz mısın? Hem de nasıl anlarsın! Düşünsene... Bilet alıp gelmişler bir açık hava konserine... Hem de kimbilir nerelerden gelmişler... Mümkün ki dünyanın değişik memleketlerinden... Sırf senin konserin için... Ne hoş bir histir kimbilir... Seyirci ile şarkıların şahane randevusu. Hele konser salonu tıklım tıklım dolmuşsa, hele konserin biletleri aylar önceden satılmışsa, hele her bir şarkıda seyirciler bangır bangır ezbere eşlik ediyorlarsa şarkılara, bundan daha büyük bir gösterge olur mu? Dinleyicilerini mest eden şarkıların, sevildiğini, ağlatıp çoşturduğunu gözlemlemenin en kestirme yolu değil midir konserler? Şarkıcılar kimbilir nasıl etkileniyorlar? Şahane bir his olmalı!


Peki yazarlar nasıl hissedecekler bu duyguları? Yazar okuyucularını merak etmez mi? Acaba okuyucu, yazarın ilk kitabını hangi hisle almıştır? Okurun kitaba ilk yaklaşım sebebi nedir? Bunları bilmek istemez mi? Okur sessizdir... Rakamlarından bellidir kitabın memlekette yada dünyada kaç adet satıldığı... Tamam da.. Okuyucu ne buluyor yazarın kitabında? Niye onun kitabını alıyor ve okuyor? Ezberliyor mu bazı cümlelerini mesela? Bir konser salonuna okuyucuları davet edilse yada biletleri satılsa kaç kişi gelecektir? Yada koca bir stadyumda okuma günü düzenlense, kaç okuyucu kitabının cümlelerine ezberden eşlik edecektir? Aynı şarkı söylermiş gibi... Mesela... Acaba yazarlar düşünürler mi böyle şeyleri? Evet, sahiden yazarlar okuyucularını merak etmezler mi? Onların hayal dünyalarını düşlemez mi? Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanının başlangıç cümlesi gibi " Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." diyen bir okurunun olup olmadığını bilmek istemez mi?


NOT: Hayal Kahvem'e yazdığım eski bir yazım.