30 Kasım 2014 Pazar

Kargonuz Var!


Fransa'da yaşayan Ayşe, Paris'e gideceğimi duyunca, "Sana bir kargo gelse, gelirken getirir misin?" diye sordu. Tatlı, çalışkan, içten bir genç kadındır Ayşe. Çok severim. Ötesini berisini hiiç sormadım. "Aaa! Sorulur mu? Elbette getiririm!" dedim. En sevimli Ayşe sesiyle, "Şeey... Kargo gelince içini açıp bakmanı, eksiği varsa haber etmeni rica edeceğim." dedi. Bu kez "Hayırdır?" diye sordum. "Bizim küçük sünnet olacak da... Burada sünnet kıyafetleri çok pahalı. İstanbul'dan sipariş edeceğim. Yurt içinde kargo ücreti almıyorlar. Sana zahmet olacak, getirebilirsen çok sevineceğim."dedi. "Olur tabii!" dedim. Kargo ofise geldi. Paketi açtım. Bir kaftan, bir sarık, bir süslemeli plastik kılıç, patolon, gömlek, yelek, maşallah bandı, ayakkabı. Sorun yok. Liste tamam. Ayşe'nin dediğine göre bu padişah sünnet kıyafetiymiş. Pakettekileri görünce, diğer sünnet kıyafetleri aklıma geldi. Pelerinli prens sünnet kıyafetleri...  Subay, asker sünnet kıyafetleri...

Sünnet dini bir merasim. Sadece islamiyette değil, başka dinlerde de sünnet olduğunu biliyorum. İyi ama, sünnet olacak erkek çocuklarına neden acaba padişah, prens ne bileyim  subay, asker  kıyafetleri giydiriliyor? Bilerek ya da bilmeyerek cinsiyet rollerimiz doğuştan itibaren  belli kalıplarla şekilleniyor ya, sünnette padişah, prens, asker kıyafeti giydirmekle, acaba erkekler hangi kalıplar içine sokuluyor? Bu kıyafetler erkek çocuğun kişiliğini acaba  nasıl etkiliyor?  Böyle sorular zihnime tebelleş olunca, toplumsal olarak, taa çocukluktan erkeklere biçilen rollerin masum ritüeller içine nasıl yerleşmiş olduğunu düşündüm. Ayşe'nin oğluna padişah sünnet kıyafeti giydirmesinin altında, ataerkil sistemin işlediği dünyamıza, bir tane daha  geleceğin egemen erkek karakterini yetiştimek niyeti yok elbette...  Gene de çocukluktan içselleştirilen rollere kafa yormam gerekiyor sanırım... Du bakalım.



27 Kasım 2014 Perşembe

Ve Zagor Ve İyilik Ve Komik

           

 - ÇOK İYİSİNİZ... HERKESE EL UZATIYORSUNUZ!
- HA HA HA! ELİMDEN GELENİ YAPIYORUM AMA NE DE OLSA BEN BİR AZİZ    DEĞİLİM!



not: az önce zagor'un  denizde dehşet adlı eğlenceli bir macerasını okuyordum.  bir kadının tatlı sözleri  karşısında zagor'un yüzündeki ifade nasıl ama? mahcup mu olmuş ne? ha ha ha! bayıldım... nasıl özlemişim anlatamam. hemen bir karesini aşırıp, hayal kahvem'e koydum:)




26 Kasım 2014 Çarşamba

"Aşk Su İle Sönmeyen Bir Yangındır Mualla..."


Kırmızı renkte bir kitap kabı… 
 Kitap kabının tam ortasında Sadri Alışık’ın fotoğrafı…  Hemen üstünde  şu yazı:
“Aşkın Güngör İftiharla Takdim Eder”
Hay canına sayın seyirciler! 

Aşkın Güngör’ün külliyatı vardır bende. 
İyi de abicim, bu kitabını ne gördüm ne işittim. 
Şaştım kaldım yeminle...  

Durur muyum? Kitaplardan birini derhal rafından çektim. Heyyy!..  Ne güzel kitap ismi...
“Her Daim Bu Sevdada Ben Bir Sadri Alışık ve Türk Şiirinin Mümtaz Kafiyeleri”

Şöyle bir sayfalarını dalgalandırdım. Gözlerime inanamadım. 
Hastası olduğum Kakafona Silsilesi de vardı içerisinde…

 “Yok artık!” dedim… Yooo... 
Gerçek miydi sahiden? 
 Allahım!
Bu yaşadığım feleğin şahane bir kıyağı değil de ne?"
 
Durur muyum? 
Derhal Sadri Alışık  tavrına girdim.
“Yani ya Allahıma kitabıma, bu kitap karşısında annadınız mı bittabi, boynum kıldan incedir bilakis.” dedim. 
Hemencik  kitabı oracıkta satın alıverdim.
Nasıl almam?   
Bunlar tastamam Aşkın Güngör’ün şiirleri…  
Dikkatinizi çekerim abilerim ablalarım...  
Bu şiirler işkembe-i kübradan atmasyon değildir.  
Yeminle harbi şiirlerdir. 
Yürekten gelirler, ahaa, taaa şuracıktan...  
Gözlerimi kapadım. 
Bir sayfasını araladım.  
Şiirlerden fal tuttum şakacıktan...

Şiirin adı.... "İmdat Hanım, İhmal Sokağı, On Altı Numara"  

"Ha?
Tamam."
Kendime geleyim...
"Anlatırım bi'ara..."



20 Kasım 2014 Perşembe

Şşşttth!.. Kimse Duymasın! - 6 -


Kitaplığın merdiven basamağına oturarak düşündüm.
Makul ve insani bir sebep bulabilirdim.
Mesela "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kitaplarını, kitaplığıma güzellik katmasını düşündüğüm için aldım. Kimini okudum, kimine dokundum." diyebilirdim.
 
Bunu söylemek biraz yalan olacaktı.
 
Tüm bu kitapları alırken, görülmeyen şeyleri gören, işitilmeyen şeyleri işiten ve bir hayalin, bir gölgenin içinde, yani bir tasavvurun imkânlarındaki  hudutsuzlukla kâinatı idrak eden bir insan sıfatıyla eğlenmekti niyetim.

Gerçekten!




not- Koyulaştırılmış cümleleri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Abdullah Efendinin Rüyaları adlı öyküsünden aşırdım.

18 Kasım 2014 Salı

Yağmurun Sesine Bak... Yooo... Şu Feleğin İşine Bak!



O gün öyle esti…   Çılgın sonbahar yağmuruna aldırmadım.  İstanbul’a gittim.
Karaköy’den tramvaya bindim. Mimar Sinan Üniversitesi durağında indim.  Orhan Kemal’in 100. Doğum Günü Sempozyumu’na yetişmek niyetindeydim.  
Yağmur hiç dinmeyecek gibiydi. Tramvaydan indim.  Kaldırımlara vuran yağmur insanın içini coşturuyordu. Bembeyaz saçlarına siyah beresini hafifçe yanlamasına takmış, ufak tefek bir adam üç adım önümde yürüyordu. Şemsiyemi açtım. Acele adımlarla yanına ulaştım. Şemsiyemin yarısını başının üstüne geçirdim.
- Aynı yöne gidiyoruz, şemsiyemin altına girmek ister misiniz? Birlikte yürüyebiliriz. Dedim.
Durdu. Bana baktı. Sakalları kaşlarıyla birlikte bembeyazdı. Fısıltıyla:

- Merhaba, dedi. Başka ses etmedi. Nazikçe koluma girdi. Şemsiyemin altında yürümeye devam etti. Ben ise yürümekle kalmadım, yeniden konuşmaya başladım.
- Orhan Kemal’in doğum gününe gidiyorum da, dedim.
Şaşırdı sanki… Tekrar durdu. Muzipçe gülümsedi.
- Orhan Kemal hemşehriniz mi olur? Dedi.
Sanırım bu soruyu hiiç beklemiyordum. Hafifçe alt dudağımı sarkıttım.
-Yoooo! Dedim.
Gülüverdi.
- Niye gidiyorsunuz peki? Dedi.

Ötesini berisini düşünmedim. Coşkuyla anlatmaya başladım:
- Orhan Kemal’i çok severim. Öykülerini severim. Anarşist ruhunu severim. Sonsuz insan ve memleket sevgisini severim. Nazım Hikmet’le hapishane anılarını severim. Onun yazdıklarını okurken, Türkçemin lezzetini hissederim. Dedim.
Mimar Sinan Üniversitesi’nin kapısına gelmiştik. Aklımdan geçen şuydu, ben nasılsa tüm gün kapalı mekanda olacağım ya, şemsiyemi ona hediye edeceğim.
- Burada yolumuz ayrılıyor…… dememe kalmadı, okul bahçesinden bir grup insan bize doğru koşmaya başladı.
-Ethem Abi hoş geldin, diyerek yol arkadaşıma el ettiler.
Hoppalaaa! Nasıl yani? Şaşırdım kaldım.
Onlar birbirlerine dostlukla sarılırken, içlerinden birine olan biteni ayak üstü anlattım.
- İnanmıyorum! Yoksa meşhur biri mi? Diye sordum.
- Elbette, dedi. Ethem Çalışkan!.. Çok ünlüdür. Mimar Sinan mezunudur. Atatürk’ün imzasını stilize eden, ders kitaplarında yer alan İstiklal Marşı’nın ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin yazımını yapan kişidir.
 
Yeminle hiç bilmiyordum. Yan yana geldik.
- Aşk olsun ama… Beni nasıl da bıdı bıdı konuşturdunuz. Meğer siz de Orhan Kemal’in doğum gününe geliyormuşsunuz, dedim.
Bembeyaz gülümsedi.
- Benim için çok güzel bir gün başlangıcı oldu, teşekkür ederim dedi.
İnanılır gibi değil… İlk konuşmacılardan biri idi… Ve  elimdeki kitabı sevgiyle adıma  imzalayıverdi:)
 

31 Aralık 2013 Salı

Ve Kasadaki Kız Ve Ben Ve Yıllar Geçip Giderken...


Ne zaman otursam gecenin başına… Ne zaman müziğin... Göçüyorum boş kağıdın sessizliğine… Kalbim, kapatılmış kireç kuyusu akıyor kendine… Bakıyorum gençliğim geçiyor uzaktan... Dudaklarında bir ıslık, kitapların on lira olduğu zamanlardan… Anayurdum gece, kalbimi yazdım mürekkebinle... 

Hani erken inerdi karanlık, hani yağmur yağardı inceden... Hani okuldan, işten dönerken, ışıklar yanardı evlerde... Hani ay herkese gülümserken, mevsimler kimseyi dinlemezken... Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken… Hani hepimiz arkadaşken, hani oyunlar tükenmemişken... Henüz kimse bize ihanet etmemiş, biz kimseyi aldatmamışken… Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken... Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden... Daha biz kimseye küsmemiş, daha kimse ölmemişken… Eskidendi, çok eskiden. Şimdi ay usul, yıldızlar eski. Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden. Geçen geçti. Geceyi söndür kalbim… Geceler de gençlik gibi eskidendi. Şimdi uykusuzluk vakti… 

Biterken bir yılın son günleri.. Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini.. Gençlik ikindilerini, kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri. Bir yıl daha bitiyor. Düşlerim, tasarılarım, yarım kalmış onca şey… Her yıl biraz daha kısalıyor öncekinden. Bana mı öyle geliyor yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman insan yaşlanırken? Kırdım mı, incittim mi birilerini? Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler? Kendimi yineledim mi yazdıklarımda? Yeniden düşünmeliyim. Dostluklarımı, ilişkilerimi… Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı? Yitirdim mi yoksa masumiyetimi? Borçlarımı ödedim mi? Doğru seçtim mi soruların fiillerini? Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış, giysilerim ütülü, odam düzenli mi? Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi? Geri verdim mi aldıklarımı? Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları… Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi? Yokladım mı duygularımı? Hala sevebiliyor muyum insanları? Ovmalı gümüşlerimi, bakırlarımı… Cila geçmeli ahşaplarıma… Ovmalı umutları.. Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları… Eksik etmemeli ağzımızdan hançer kıvamındaki karamizah tadını… 

Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım… Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama… Ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda.. Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında? Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta… Biz gündüz sürgünleri! Yazmakla tamamladık mı kendimizi? Yazmakla tanımladık mı? Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği. 

Birgün hayatımı yazacağım... Herkes kağıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak. Ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz. Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma.


Aslında bambaşka bir yazı yazmaktı niyetim. Şair effetsin beni,  Murathan Mungan'ın bazı şiirlerinin bazı dizelerini yanyana getirerek bir deneme yazmaya gayret ettim. Umarım birbirleriyle uyumlu ve anlamlı bir kompozisyon çıkarabilmişimdir. Alıntı yaptığım Murathan Mungan şiirleri şunlar:
1- Gece ve Müzik
2- Eskidendi Çok Eskiden
3- Bir Yılın Son Günleri
4- Gecenin Uzun Söylevi
5- Üç Aynalı Kırk Oda



Resimler Cennetteki Yabancılar adlı çizgi romanın kareleridir.
2012

28 Aralık 2013 Cumartesi

Karşılaştığımız Herkes, Biz Beğenelim Beğenmeyelim Bizi icat Eder.


Derse geç kalmıştım. Bütün kabahat benimdi...

Yooo. Esasında evden vakitlice çıkmıştım çıkmasına... Ama... Bak şimdi... Olan biteni anlatacağım. Murat Menteş'in Dublörün Dilamması adlı kitabını metroda okumaya başlamıştım tamam mı? Nasıl hoşuma gitmişti anlatamam... Gözümü kırpmadan okuyordum. Metrodan indim. Vapura bindim. Dublörün Dilemması'nı hevesle okumaya devam ettim.

Kadıköy'den bindiğim vapurdan Kabataş'ta inip okulun servisine yetişeceğime, marş marş Karaköy'e gittim.  Avareyim bir kere... Bu kez tabanvayı Galata'ya vurdum. Of ki off... Eski Ceneviz kokusu... dar sokaklar, arnavut kaldırımlar,  ahşap evler... Kendimi kaybettim gene. Büyükannemin, soğuğa yiğitlik geçmez, sözünü ıskaladım. Galata Kulesi'nin dizlerinin dibindeki bir kafenin bahçe sandalyesine kuruldum. Film gibi bir kitaptı okuduğum. Tüm merakımla okuyordum. Hava var ya... Nasıl soğuktu anlatamam. Buz  buz... Dayak yemekle soğuktan donmak arasında harbiden bir benzerlik var. İkisi de insanın uykusunu getiriyor.  Zaman su gibi akmış gitmiş... Resmen ayakta uyumuşum.  

Okula vardığımda... Asansöre binmedim.  Üçer beşer atlayarak  merdivenleri tırmandım. Sınıfın kapısı kapalıydı. Nefeslenmek için bekledim. Kapıyı usulca açtım. İçeriye girdim. Kimseciklere bakmadan en arkadaki boş sıralardan birine oturdum. Hoca ders anlatıyordu. Başımı usulca kaldırdım. O ne? Beyaz tahtanın önünde konuşan kişi... Murat Menteş'ti... Nasıl anlatsam vaziyetimi bilmiyorum. Tek kelimeyle afallamıştım.  Okuduğum kitabın yazarıydı.Tesadüfün iğne deliğiydi bu! Haddizatında Gerilla Pazarlama ya da Zor Müşteriyle Başa Çıkma derslerinden birinde olmalıydım. Neydi bu olan biten? Anlaşılan yanlış  sınıfa girmiştim. Bir kitapta okumuştum.  İnsan aptal durumuna düşmekten kurtulmanın garantisini sesini kesmekte aramalıymış... Öyle yaptım. Hem de ne biçim...  XIX. yüzyıldan kalma bir sessizlik...  Aynı anda pırıl pırıl şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Kimsecikleri tanımıyordum. İyi ama...  Murat Menteş o  kadar hoş şeyler anlatıyordu ki, kimim, neredeyim, o sınıfta ne yapıyorum tamamiyle unuttum.  Murat Menteş'in anlattıklarını Akbabanın Üç Günü adlı  filmdeki  Faye Dunaway'in Robert Redford'u dinlediği gibi dinliyordum.  

Mola verildi.  Yanımda oturan kız, bu dersin öğrencisi olmadığımı anlamış olmalı ki, saçaklı kirpiklerinin arasından, saldırıya hazır bir kedinin gülünç fakat esrarlı fiyakasını yansıtan  sivri biber yeşili gözleriyle baktı.  İri kıyım bedenini bana doğru uzattı. Dudaklarını yaya yaya  "Besbelli yanlış sınıftasınız." dedi. Allah'ım sesi nasıl da Titanik'in enkazından çıkarılmış bir kemanınki gibiydi. Elimde olmadan yanaklarım kızardı. Kızardığımın fark edildiğini hissedince, beni acımtrak bir utanma aldı.

Hayatta başarılı olmanın iki yolu olduğu söylenir. Bir...  Şanslı olmak. İki...  Hile yapmak. Bense dayanıklı olmayı tercih edenlerdenim. Çünkü dayanıklı olmak kadar kışkırtıcı hiçbir şey yoktur. Bu yüzden, Intolerance Attention Deficit Hyper Disorder  denen hastalığa yakalanmayı hep istemişimdir. Ne yazık ki bu hastalığa sonradan yakalanılmıyor, bu hastalıkla doğuluyor. O da 10 milyonda 1. Hasta hiçbir acıyı hissetmiyor.  Parmakları kesilse, bacakları kırılsa, kolları yansa, kafası kırılsa, kaşı yarılsa... Ya da iç acıtan aptallığının farkına varılsa.

Doğuştan  Intolerance Attention Deficit Hyper Disorder hastalığından mustaripmişim ayağına yattım yatmasına ama  kıza söyleyecek de  bir şey bulamadım. Ben de saçmasapan  bir şaka yaptım.  "Zayıflamak için ata biniyorum." dedim.  Kız ise "Bu ne demek oluyor şimdi?" demedi. Sivri biber yeşili rengi gözlerini işte bu kadar açtı.  "Aaa! İşe yarıyor mu peki?" dedi.  Gözlerimde kırmızı ışıklar çaktı. Muzip muzip gülümsedim. "Evet, at  yirmi kilo verdi." dedim. 

İnsan sevgisiyle dolu biri değilim. Bu da bir nevi hastalık tabii... Doğuştan gelmiyor. Sonradan icat ediliyor:)

NOT- Yazıdaki bazı cümleleri,  Dublörün Dilemması'ndan aşırdığımı itiraf etmeliyim. Başlığı ise çocuk psikoterapisti Adam Phillips'ten  aşırdım elbette...  Bu aşırma huyum da, sonradan mı icat edildi ne:)

27 Aralık 2013 Cuma

son bir söyleyeceğin var mı?

- son bir söyleyeceğin var mı?
- var.. münir nurettin selçuk bey'in bir şarkısını söylemek
istiyorum, izninizle; dönüülmeez akşamıın
ufkundaayıız, vakit çook geeç




  - son bir söyleyeceğin var mı?
- var.. anlatsam sesimi duyar mısınız mısralarımda,
dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle 
 
 
 
 
 - son bir söyleyeceğin var mı?
- ne bu şimdi.. vicdan rahatlatma seansı mı




 son bir söyleyeceğin var mı?
- anneme, babama söyleyin barii..
  beni kayıp sanmasınlar..
  kayıplar mezarlığı'nda aramasınlar..
  bu insanlığı yapın bari




- son bir söyleyeceğin var mı?
- beni köyümün yağmurlarında iki su yıkasınlar
 
 
 
 
 
- son bir söyleyeceğin var mı?
- e hiç biri.. jenerik geçebilir
 
 
muhtelif siyah beyaz film kareleri 
metin üstündağ'ın denemeyenler'i

24 Aralık 2013 Salı

Ders: Coğrafya - Konu: Karadeniz İklimi



Ben insanların aptalı... 

Hemencik kandırıverir  beni güzel havalar... Bir ılıman hava esmeye görsün... Düşünmem kara kıştayız  diye... Hoop!.. Vururum kendimi sokağa!

Bu sabah evden çıkmadan önce pencereden gökyüzüne baktım. Aaa!.. Güneş vardı. Şaşkının tekiyim. Kış güneşi bulutların arasından tatlı tatlı göz kırpmaktaydı ya... Aldandım. Bez ayakkabılarımı geçirdiğim gibi ayağıma... Kısa kadife ceketimi giydiğim gibi sırtıma... Ne eldiven... ne atkı... ne şapka! Evden nasıl fırladım biliyor musun? Hey! Sanki güneşle randevum varmış ta...  Canım fedaymış onun yoluna... Abarttım. Asansöre binmedim. Ah! Beş katın merdivenini zıplaya zıplaya indim... Nefes nefese kalmıştım dışarı çıktığımda!

Arabama binmedim. Evle ofisin arası ne kadar ki... Olsun olsun tabanvayla on dakika. Güneş kandırdı beni.  Sokağa ayak bastığımda bulutların arasına gizlendi. Ne fena! Nasıl ayaz vardı anlatamam. Buz buz...  Vazgeçmedim.  Hızlı hızlı yürüdüm. İnan bana... Ofise girdiğimde resmen buz kesmiştim. Tam o anda... Fıkır fıkır bir Karadeniz ezgisi işittim. "Seni kafama taktum... Atma atamayrum... Girdun rüyalaruma... Yatma yatamayirum..." Hey! Hatırladım. Cimilli İbo! 

Kadife ceketimi çıkardığım gibi girişteki sandalyenin üstüne attım. "Dondum kızlar!" diye bas bas bağırdım. "Haydi gelin üç ayak oynamaya!"  Güldüler Özlem ve Berna... Hiç itiraz etmediler. Geldiler yancağızıma... El ele tutuştuk. Ofisin ortasında oynamaya başladık. O anda... Bir müşteri gelse mesela. Yeminle duymazdık. Öyle kendimizden geçtik. Ha bir... Ha iki... Haçan üç...  Bizim ayaklar, kollar, omuzlar... Rivrivri Rivrivri Rivrivri... Ohooo! Coştuk! Coştuk!.. 

Ne hoş kış mevsimi değil mi? Söyler misin, şimdi yaz olsa sözgelimi... Böyle deli horon oynamak mümkün mü? Nerdeeee? Sıcakta parmağımızı oynatacak gücümüz olmuyor vallahi!

Ne düşündüm biliyor musun? Karadeniz ikliminde yazlar serin kışlar soğuk oluyor ya... Karadeniz folklorü, ısınmak için mi böyle kıpır kıpır acaba?




22 Aralık 2013 Pazar

Dudakları Yakan Bir Çift Sözün Vardır Ey İstanbul...



Kadıköy'den vapura bindim. Karaköy'de indim. 

Aklımın dümeni, midemin komutlarıyla çalıştığı için olmalı... Vapurdan atladığım gibi...  Marş marş... İskelenin yanıbaşındaki balıkçılar çarşısına gittim. Derhal ekmek arası balık, kuru soğan söyledim. Of!.. Nasıl anlatsam bilmiyorum. Hastasıyım!.. Karaköy'e ayak bastım mı, midem ayaklarıma hükmeder. Ayaklarım cızbızcı balıkçının tezgahının önüne tıpış tıpış gider. Yemeden duramam ne yalan söyleyeyim. Zaten beş liradır. Otobüse binecek param kalmasa bile... İcabında İstanbul'u baştan sona yürürüm... Beş liramı her daim cebimde hazır ederim. Mutlaka yemeliyim. Laf aramızda, bu benim Karaköy törenim. Alırım elime balık ekmeğimi... İnsanların arasındayım diye çekinmem... Hem yürürüm hem yerim. 

İşte o'na balıkçıların arasında rastladım. Tam elime ekmek arası balığımı almıştım. Denize doğru döndüm.  Zaten kış mış dememiş, vapurun balkonunda oturmuştum.  Oturmuş da efkârlı efkârlı "Ey sen ne güzelsin ey kavgamızın şehri..." diyerek İstanbul'a bir türkü tutturmuştum. Rüzgâr çooktaan bünyemi sarhoş etmiş. Balık kokusu nasıl anlatsam sana... Mis... Mis...  Ekmeği tam ısırıyordum ki o'nu gördüm. Orada... Dalgakıranın tam yancağızında... Tahta parçacıklarıyla alevlenen, eski usul  semaverden bozma soba. Üstünde fokur fokur çay kaynamakta... Ah, delirdim, delirdim. "Sen nesin ya, sen nesin?" diye seslendim. "Sen hep mi buradaydın yoksa? Seni neden daha önce hiç görmedim."

Acaba o'nu görünce büyükannemin semaveri mi aklıma geliverdi? Hani Sait Faik'in öyküsündeki gibi... Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Acaba o'nu içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya mı benzettim? Onda yalnız koku, buhar ve o eski günlerin mutluluğunu mu hissettim? Bir gün büyükannem öldü. Ve o evde, o, bir daha kaynamadı. Bunları düşündüm ya, gözlerim buğulandı.

Balıkçılardan biri vaziyetimdeki tuhaflığı sezdi. "Çay ister misin ablacım? Ihlamur bu... Soğukta iyi gider." dedi. Burnumu çektim. Gülümsedim. "İsterim ya... İsterim tabi." dedim.  Başımı İstanbul manzarasına çevirdim. Galata Köprüsü bir köprü gibi değil,  bir mahalle gibi görünüyordu. Baktıkça... Baktıkça... Şehir içli bir bir şiire dönüşüyordu. Eski semaverin içindeki tahtalar çıtırdadı. Yüreğime ılık, hazin bir şeyler akmaya başladı. Büyükannem'in "Ortalık yerde  yeme. Fakir fukaranın gözü kalır." sözü aklıma geliverdi.  Elimdeki ekmeği, balığı öptüm. Çoktandır unutmuşum. Nimet olduklarını hatırıma getirdim. Sobanın yanına çöktüm. Çayımı üfleye üfleye  içtim. Balık ekmeğimi gizli gizli yedim bitirdim.


not-başlığı vedat türkali'nin "dudaklarını yakan bir çift sözün vardır" dizesinden esinlenerek yazdım.