25 Ocak 2013 Cuma

Masumiyet Yazılarım...

  Bir Afacan Rüzgâr Aklımı Aldı.

 

Du bi... Dilimin ucunda inan ki... Dur... Tamam... Bak şöyleydi... "Rüzgâr çıktı. Bir çocuk başı gibi oynak, afacan bir rüzgâr."  Anlatımın güzelliğine bakar mısın?  Yok, ben bu yazarın tam manasıyla hastasıyım. "Etrafında güneş kadar temiz, ay kadar donuk sessizlik var." Sana bir şey söyleyeyim mi, eğer Sait Faik hayatta olsaydı, yeminle kapısının önüne serilirdim. Öyle böyle değil yani... Benim vaziyetim tam manasıyla fanatiklik hali. Misal bu ya, aynı bir futbol takımının gözü kara taraftarı olmak gibi. Biri maçlarını kaçırmaz takımının, diğeri öykülerini okumadan duramaz sevgili yazarının. Bu bir çeşit hastalık... Besbelli. Evet, hastasıyım ne yapabilirim yani? Nerden geldim  şimdi bu konulara durup dururken? O gün arkadaşım Oya'nın doğum günüydü. Dilek'le sabahtan bir program yapmıştık. İşten sonra önce Dilek'i sonra Oya'yı alacağım. Birlikte sinemaya gideceğiz. Sonra  İzmit'te yeni açılan İspanyol lokantasında yemek yiyeceğiz. Şahane!



İştee... Tam ofisten çıkmıştım.  Arabama bineceğim tamam mı? Akşam üzeri demeyeyim de tam yaz ikindisi vaktiydi.... Nasıl yumuşacık ama afacan mı afacan bir rüzâr esiyordu anlatamam. Hey! İşte o  rüzgârı hissedince tenimde, ben bir kuş olmak istemedim de... Bil bakalım ne olmak istedim? Bak, söyleyeceğim ama... Lütfen bana gülme... Ne dedim kendi kendime biliyor musun? "Şimdi bir uçurtma olsam. Şuradan gökyüzüne havalansam! Önce Dilek'in  sonra Oya'nın camının önünde salım salım salınsam!" Hey, düşünebiliyor musun, Dilek'le Oya'nın halini? Beni uçurtma olarak görseler acaba ne düşünürlerdi? İşte o anda aklıma Sait Faik'in Uçurtma adı öyküsü geldi. Der ki Sait Faik "Gök bahtiyar, rüzgâr, kırkanç, güneş hasretle dolu; uçurtmalar birer çocuk ruhludur." Ne güzel! Ben uçurtma olduğumda, arkadaşlarım da kuş olsalardı misal...  Yükseklerde uçan birer kuş! Kanatlarını germiş, gölgelerinin düştüğü yerden bi haber  kuşlar. Uçurtmayı gagalarlar mıydı? Ya da ufacık birer kuş olsalardı! Ufacık bir kuş, uçurtmayı acaba nereden seyrederlerdi? Çınarların üstünden mi? Yoksa yukarlardan atmacalardan korkmayarak daha yukarlardan, uçurtmanın üstünden mi? Tam o anda kendimi bir uçurtma, Dilek ve Oya'yı birer kuş gibi hayal edince ben...  Rüzgâr çıktı, başım gibi oynak, afacan bir rüzgâr. Uçurtmanı çıkar. Uçurtmanın tam vaktidir. İşte ben bu vaziyette önce kırtasiyeye uğradım. Akabinde Dilek'i ve  Oya'yı evlerinden aldım. Bindiler arabaya... Bende ses yok. Sanki yaramazlık yapmış ya da yapmaya niyetlenmiş bir çocuk gibiyim, anlatabiliyor muyum? Tuhaf bir mahcubiyet çöreklenmişti üzerime... Önce  Oya "Hayrola, nedir bu sesizlik?"  ardından Dilek... "Ne var senin kafanın içerisinde?" dedi. Baktım Dilek ve Oya'ya.. O kadar güzellerdi ki! Arkadaşlık ne hoş  şey! Bizimki yılların dostluğu. Kardeş gibiyiz artık yani. Dellendim ya bir kere... Arabayı dağlara dağlara vurdum. Sonra bir kenara çekip durdum.  "Bu gün Oya'nın doğum günün ya hani..." dedim. Oya "Evet, doğum günüm." dedi.  Gözlerimi afacan bir çocuk gibi devirdim. "Uçurtma aldım. Uçuralım mı?" dedim ve arabayı çalıştırıp yola devam ettim. Bir aralıktan çocuk gölgeleri yağmaya koşarlarken, benim yolum da akşam alacası içinde ipi kesilmiş mor bir uçurtma gibi, büklem büklem kıvranarak uzaklara, uzaklara... sessiz bahçeliklere doğru düşüyordu... Vallahi benim kabahatim değil. O afacan rüzgâr yok mu? Ah, o afacan rüzgâr! Aklımı başımdan aldı tabii... Oya'nın doğum günü aşkına... Üçurtma olduk biz. Üçümüz... Harikuladeydi.


 NOT: Koyulaştırılmış cümleleri  Sait Faik'in Uçurtma adlı öyküsünden alıntıladım.

 

  Gökyüzünde Dolunay Vardı!



Dün bizim ofis için, haftanın son çalışma günüydü ya… Yani cuma… Üzerine afiyet, bütün gün üzerimde nasıl  tembellik, nasıl  miskinlik vardı anlatamam. Aslında biliyorum son günlerde hüzün katsayım anormal seyrediyordu. Melankoli ibrem tavandaydı. Gece ancak sabaha karşı uykuyu yakalayınca, neredeyse akşam üzeri uyandım. Bırak kahvaltı yapmayı, elimi yüzümü  bile yıkamadım. Ne bulduysam üzerime geçirdim. Uyuşuk adımlarla arabama kadar zorlanarak yürüdüm. Kağnı arabası sürüyormuşcasına...  Birinci viteste puflata puflata arabamı sürdüm. Apartmanın önündeki boş alana  arabamı öylecene bıraktım. Adımlarımı yerde kaydıra kaydıra ofisin merdivenlerini tırmandım. Ağzımı açmadım. Kafamı kaldırıp kimseye dönüp bakmadım. Odama girdiğimde iyice bitik durumdaydım. Kendimi  boş bir sepetmiş gibi koltuğuma bıraktım.  Kolumu kaldırıpta parmağımın ucuyla  bilgisayarımın tuşuna basıp açmadım. Sanki bana ait değillermiş, belki emanetlermiş gibi…  Ya da ne bileyim? Bünyemde nafile yer işgal ediyorlarmışta fırlatıp atmam gerekiyormuş gibi… Kollarımı koltuğun  iki yanından aşağıya doğru bıraktım. Karşımdaki tablonun aynasında bir an kendime baktım. Tuhaftım! Nato mermer nato duvar...  Yüzümde ne bir düşünce izi… Ne de bir canlılık belirtisi! Pes vallahi! Atabilsem kendimi odamdaki üçlü koltuğa atacak, sonsuza kadar öyylece uzanıp kalacaktım. Anadolu’da anlatılan bir tekke hikayesi  aklıma  geldi. Bu tekkedeki dervişler, hiçbir iş yapmazlarmış. İyiliksever insanların yardımlarıyla  yetinerek yaşarlarmış. Bir gün tekkede yangın çıkmış. Dervişlerin kılı gene kıpırdamamış. Alevler iyice büyüyüp yangın yanlarına doğru yayılmaya başlayınca, müridlerden biri eğer kalkmazlarsa tutuşacaklarını söylemeye kalkışmış. Dervişlerin şeyhi “acele etmeyin, şu yanımızdaki iki tahta da yansın, öyle kalkarız” demiş.  Eğer benim halimi görseler, sorgu sual eylemeden beni o tekkenin “baş miskini” tayin ederlerdi. Kesin! Hareket etmek, insanlarla yüz yüze gelmek, ses işitmek, laf söylemek içimden gelmiyordu. Bir an masamın üzerindeki kitaplara gözüm değdi. O kitapları yazanlar... Çoğu yaşamıyordu şimdi. Onca vakit, onca yazı için uğraşmak. Sonunda ölüm varsa. Haybeye harcanan zaman gibi geldi. Matematik, iktisat için didinenler… Ne işe yarayamıştı ki? Zengin yiyor, yoksul acından ölüyor… Değişen bir şey var mı? Yok! Hep aynı. Tarih sözgelimi… Binlerce kitaba göz nurlarını dökmüşler… İnsanlığın ne kadar zavallı olduğunu yazmıyorlar mı hepsi? Savaşlar… Anlaşmalar…  Yine… Yeni… Yeniden… Savaş… Tarih yazmışlar da kime faydası dokunmuş peki? Dört bir yan cenkte!  Faydası olsa dünyada savaş biterdi. Aşk mezusuna hele hiiç mi hiç girmeyeyim. Şiirlerin hepiciği uydurma! Evet, evet... Bütün kitaplar palavra! Kitapları atmalı mı yoksa yakmalı mı? Niye dursunlar ki boşu boşuna! Tüm bu düşünceler aklımın kıvrımlarında gezinirken uyuyup kalmışım… Uyandım ki, o ne? Gece yarısı olmuş. Yerimden kalktım.  Perdeyi açıp aya baktım. Gökyüzünde dehşet bir dolunay vardı. Dolunayın parlak ışığı gözümden yüreğime değdi. Akabinde  birdenbire damarlarımdaki kan tepemden tırnağıma hızla gezindi. Kendimde bir tuhaflık hissettim. Doğruldum. Pencerenin aksindeki görüntüme baktım. Gözbebeklerimdeki kırmızı parıltıyı fark edince muzurca gülümsedim. Gülümseyince vampir dişlerim göründü tabii. Tamam. Zaten bütün gün dinlenmiştim.  Önce pencereyi, sonra pelerinimin kanatlarını açtım.  Sivri dişlerimi  alt dişlerimde bileyleyerek, hedefime ulaştım! 



Güzel Kapaklı Kitaplara Gönlüm Kayıverir!


Şu yukarıdaki anlamlı ilanı görünce var ya, "Eyvah!" dedim. "Eyvah!" Kaç gündür Hayal Kahvem'de arka arkaya kitap kapakları üzerine yazılar yazdım. Gördün mü başıma gelenleri? Okudular benim yazdıklarımı demek ki... Kimbilir nasıl kızdılar... Eyvah! İlanlar asıp, broşürler dağıttılar öyle mi? Tüm bunlar şimdi benim yüzümden mi? Aman Allahım! Ben masumum yemin ederim. Hayal Kahvem'deki yazılarımı başından beri okuyanların hakkımı teslim edeceğine eminim. Şahsımın küçümsenmeyecek kadar çok yazıları olmuştur kitap meselesi ile ilgili. Hayır hayır! Minnettarlık beklemiyorum. Rica ederim. Kitabın kıymetinin bilinmesine ilişkin sarf ettiğim şahsi gayretler, kitabı kapağına göre yargılamadığımın delilidir. Kitabı kapağı nedeniyle alır mıyım hiç? Olur mu öyle şey? Sadece şunu itiraf etmeliyim. Gerçekten elimde değil! Güzel kapaklı kitaplara gönlüm hemen kayıverir. Şöyle hayal etsen keşke... Sevdiğin bir yazarın, sevdiğin bir kitabını almışsın eline... Şahane!. Şeyy... Ama... Yanlış anlaşılmak istemem... Nasıl anlatsam bilmiyorum ki... Bak... Hani bir tabak ekmek kadayıfı almışsın gibi eline... Oyy!.. Eee... Eğer o kitabın kapağı da güzelse... Al sana kaymaklı ekmek kadayıfı işte!.. Kitabı güzel kapağıyla sevmek var ya, inan ki aynen böyle... Netice itibariyle... Tüm okur dostlarım şahidimdir ki kitabı çok severim. Cezam neyse razıyım hakim bey! Belki yazılarımda aşırıya kaçmış olabilirim. Ama kitabı kapağına göre yargılamadığımı sizin yüksek dikkatinize sunmak isterim. İyiniyetinize sığınıyorum efendim. Saygılarımla arz ederim. 


Bir Zamanlar Batıda Ve Masumiyet


Bugün işlerim çok yoğundu.  Baktım sonu yok işin gücün... Parmaklarımın ucuna basa basa, ofistekilere farkettirmeden, erkenden eve kaçtım. Bilgisayarımın ekranında indirilmiş ve beni bekleyen Bir Zamanlar Batı'da adlı film vardı. Bir kovboy filmi izlemeyeli yıllar olmuştu sanki. 1968 yapımı bu film gelmiş geçmiş en iyi ilk 20 filmden biriydi. Çok eskiden seyretmiştim, şimdi tekrar seyretmek istemiştim. Özellikle ağız mızıkasının, insanda tuhaf bir ürperti uyandıran müziği eşliğinde, filmi seyretmeye başladım.. Samimiyetime inan gerçekten çok heves etmiştim. Hiperaktiv bünyeme o kadar ağır geldi ki bu film, itiraf ediyorum, seyrederken sigara böreği sardım akşam yemeği için!.. Hareketli filmlere ne kadar alışmışım... Bir zamanlar sabırla, hayranlıkla seyrettiğim filmleri artık seyretmeye tahammül edemiyorum  öyle mi? Hayret! Film eşliğinde sardığım sigara börekleri nasıl lezzetli ve çıtır çıtır oldular anlatamam. Filmin ağırlığında, müziklerinin tınılarında farklı ne yaptım ki acaba?


Of, ben bu gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olan Bir Zamanlar Batıda filmini seyrederken, sigara böreği sardım ya, kendime ne diyeyim? Gerçekten üzgünüm! Çok üzgünüm! Hele Henry Fonda, Charles Bronson ve Claudia Cardinale başrolde oynuyorken... Hele filmin senaristlerinden biri Paris'te Tango, Son İmparator, Çölde Çay, Küçük Buda filmlerinin hem senaristi hem yönetmeni olan Bernardo Bertolucci' iken...  Of, ben kendime ne diyim? Ne diyeyim?  Ama inan ki masumum!.. Gerçekten o kadar ağırdı ki film...


Bak şimdi... Charles Bronson yani filmdeki adıyla Harmonica bir şey söylüyor misal, karşısında diyelim ki Claudia Cardinale yani Jill var... Allahım yüzlere o kadar uzun zumlanıp kalıyor ki kameraman... İnan arada üç börek sarıyordum... Vallahi masumum! Yoksa sinema tarihine hele böyle eski ve değerli filmlerine, oyuncularına , senarist ve yönetmenlerine hatta uzun zumlayan kameramanına bile hastayımdır. O kadar yani okadar!


Bu anlattıklarım aramızda kalsın olur mu,lütfen? Ama ben masumum gerçekten!


Yooo... Ben Masumum! Sahiden:)

Nasıl heyecanla kitapçıya girdim anlatamam. İçim içime sığmıyordu! Bilmediğim sihirli bir el  sırtımdan  iterek gideceğim istikameti belirliyordu sanki.  Dergilerin olduğu bölüme yöneldim. Özellikle aradığım o dergi var ya o dergi… Bulmalıydım! Bulmalıydım illa ki!   Göz radarlarımı sonuna kadar açtım. Dergileri hızla taradım. Hey! İşte aradığım dergiyi bulmuştum. Merakla elime aldım. Ne fena! Dergi naylon poşet içindeydi. Kapağına merakla baktım. Resmini kapak yapmamışlar iyi mi? Onun yerine  Kurtlar Vadisi  filmlerinin baş jönünün kurşun ve silahlara kuşanmış  halini kapak resmi niyetine koymuşlar.  Aldırmadım.  Hatta hiç şaşırmadım bile diyebilirim. Derginin kapağındaki yazıları tek tek inceledim. Aaa! Aradığım kişi ile ilgili hiç iz bulamadım.  Hayret edilecek şey! Allahım, yoksa  bu dergide değil miydi? Yanlış hatırlıyor olabilir miydim? Bu dergide röportajı olacaktı ya, bloğunda yazıyordu hani. Emindim. Kapakta adından hiç iz yoksa bu dergide olamaz diye aklımdan geçirdim. Birden nevrim döndü.  Tam dergiyi yerine bırakacakken fikir değiştirdim. Naylon poşeti yırttım ben. Dergiyi çıkardım yırttığım naylon poşetin içinden. Heyecanla sayfalara hızlı hızlı bakmaya başladım. Yok.. Yoktu işte. Bu dergi değildi demek ki... Of! Bakar mısın  şu olana bitene? Kendimi kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmışım gibi hissettim.  Umutsuzluğum o denli büyüdü ki  sırtımdan aşağıya bir buz kalıbı attılar sanki... İçimdeki buz kalıbı bünyemin ısısıyla suya dönüştü. İçimde fokurdamaya başlayan su dışarıya çıkmaya çalıştı tabii. En uygun çıkış yeri gözlerimdi.  Ansızın gözlerimden pıtır pıtır yaşlar  dökülmedi mi?  Aaa! Ağlıyor muydum yoksa ben?  Evet ağlıyordum ne olacak ki? Tam bu dergi değildi demek, bulamadım işte diye düşünürken… Tam dergiyi yerine bırakacakken... Umutsuzca derginin son sayfalarına bakıyordum ki... Nanananomm! Buldum. Oydu işte! Dergide yarım sayfa fotoğrafını gördüm önce. Mecnun Kuleleri üzerinde uçan bir zeplin görmüş gibi  sevinç  içinde ağzım açık bakakaldım bir süre. Hemen kitapçıdaki mor pufu ayağımla yanıma çektim. Eteklerimi topladım.  Mor pufa sevinçle hoplayarak  oturdum. İçime tatlı bir serkeşliğin çöreklenmeye başladığını hissettim. Hey! Senin yüreğin yaramaz yaramaz çırpınır mı bazen? Hani  misal bu ya, aklından geçirdiğin muzipliği tam gerçekleştirmek üzereyken...  Hele kaç yaşına gelirsen gel, benim gibi uslanmaz bir yüreğe sahipsen... Bak şimdi... Çantamı ayağımın yanına yere fırlattım. Sonra dergideki fotoğrafına iyice baktım. Gülümsüyordu. Elim büyük bir arzuyla çantama gitti. Çantamdan çıkarttım önceden hazır ettiğim tükenmez kalemimi. Haşarı bir okuruyum ben… Evet… Feciyim feci! Hiç acımadım. Hiiç! Bunu uzun zamandır düşünmekteydim. Düşündüğümü bile isteye gerçekleştirdim. Tükenmez kalemimle Atilla Atalay'ın  yüzüne bıyık çizdim. İnan kitapçı kalabalık olmasa mutluluktan kahkaha ile gülecektim. Hımm.. Suçsa bu... Suçumu kabul ediyorum hakim bey... Tamam... Suçum büyük...  Ve üstelik taamüden.  Hemen Aktüel dergisindeki Atilla Atalay'ın röportajını okumaya geçtim. Tam o anda şehrin yükselen yıldızı, kuyruğuyla dünyayı devirip kayıplara karıştı. Havanın boşluğunda birbirine çarpıp yankılanan keder ve  sevinç, yer kabuğunu boydan boya yararak ilerledi ilerlemesi de bir şey sorabilir miyim?  Ağlamakla gülmek kardeş mi sahiden?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder