31 Temmuz 2012 Salı

Ve Tren Ve Yağmur Ve Gitmek


“Raylar şıngırdadı. 
Kara vagondaki her insanın gönlüne bir el uzandı. 
Sıktı onları. Gurbet başlamıştı”
Bekir Yıldız - Kara Vagon


Cemal Süreya der ya hani: " Anımsıyor musun Toros ekspresinden inmiştiniz... Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği." Allahım, bu dizeler şairin hangi şiirinde geçiyordu ki? Gene hatırlamıyorum. Ama neden bu dizeler hafızamın karanlık arşivinden çıkıp şimdi parmaklarımdan döküldü çok iyi biliyorum. Genelde bedeniyle değil, ruhuyla sefere çıkmayı seven biriyim. Oturduğum yerde dünyayı dolaşıp dönebilirim. Bu ruh seferlerimi, hayalle gerçekleştirdiğim için, canımın istediği vasıtayı kullanabilirim. En çok istediğim trenle bir şehirden diğerine gitmek. Çocukluğum tren yolunda geçti. Trenin her şeyi bana büyüleyici gelirdi. Çok severdim gelip geçen trenleri seyretmeyi. İçindeki insanları hayal etmeyi. Tam tren geçerken... O esnada ev zangır zangır titrerken... Ben hemen pencereye koşardım. Önümden bir film şeridi gibi geçen trene hayranlıkla bakardım. Meçhûl bir çift göze denk gelirdim bazen... Gülümser, el sallardım... O güzelim türkümüzdeki gibi... Kalpten kalbe bir yol vardır görünmez... Gönülden gönüle yol gizli gizli denir ya hani...  Tren ve o meçhûl yolcunun  ardından bakarken, yüreğimin bir kırlangıç kanadı gibi çırpındığını hissederdim.  Yoo... Bazan yüreğim o trenin peşine takılıp giderdi. Ruhum sefere çıkmayı işte bu yolculuklarda öğrendi. Of! Oktay Rifat'ın o muazzam dizesi gene aklıma geldi. "Bir çekitaşı gibi üstümde zaman."  Şehrim o vakitler içinden tren geçen şehirdi. Eskidendi. Çok eskiden...  Bir Sezen Aksu şarkısı misali... "Hani erken inerdi karanlık... Hani yağmur yağardı inceden... Hani okuldan, işten dönerken... Hani ay herkese gülümserken... Mevsimler kimseyi dinlemezken... Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken... Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken... Hani kimse bize ihanet etmemiş, biz kimseyi aldatmamışken... Hani hiç kimse ölmemişken... Eskidendi... Çok eskiden."  Hımm... Havada hüzün kokusu var galiba... Şimdi bu halimle Edip Cansever'e ilişmeden asla duramam.  "Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi?  Biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir... O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar... Nazilli kokardı... Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası... Kül gibi ince İstanbul yağmurunun  altında... Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen... Diyeceğim şu ki... Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler... Az sonra hayali bir kara vagona bineceğim. Gene ruhumla sefere gideceğim. Bilirsin… Her yüreğin bir aklı vardır. Kendi meşrebince bir olgunluğu vardır, denir ya hani.. Bilmediğim bir şehre gideceğim. Çünkü git dedi kalbim. Gideceğim. Tüm merakımla çıkacağım bu esrarengiz yolculuğa... Dönüşüm acaba nasıl  olacak? Her zamanki gibi, gene bilmeyeceğim. 


29 Temmuz 2012 Pazar

Şehrime Batman Geldi. Hazırlıklarımı Tamamlamak Üzereyim.

Tepedeki çimenlikte yalınayak dolaşarak
Yemyeşille masmavinin ortasında uzanarak
Hayaller kurarak
Rüzgara savurarak
Vazgeçmek birdenbire
    Herşeyden vazgeçmek...



Tepedeki çimenlikten seyreylemek şu alemi
Küçülmüş ufacık olmuş
insanların alemi
Bir buluta  tutunup
Bir kuşun kanadına takılmak
Vazgeçmek birdenbire
Herşeyden vazgeçmek



Sadece gökyüzü   Sadece sen ve ben
Sadece sevgi
  Hepsi bu
Sadece gökyüzü  Sadece sen ve ben
Sadece sevgi
Hepsi bu 


Batman Kara Şövalye Yükseliyor bu hafta şehrime geldi. Mevsim değişti, birdenbire sonbahar oluverdi sanki... Batman Başlıyor'u az önce tekrar seyrettim. Of, Şahaneydi!.. Sonra Batman Kara Şövalye'yi tekrar seyredeceğim. En favori Batman filmimdir. Gene bayıla bayıla seyredeceğime eminim. Nacizane buradan bu üçlünün ve diğer sevdiğim filmlerin yönetmeni Christopher Nolan'a mahsus selam ederim.
 
Film afişlerinin altındaki sözleri elbette ben yazmadım. Ah, keşke yazaydım:) Bulutsuzluk Özlemi'nin, Tepedeki Çimenlik adlı o dünyalar güzeli şarkısının  sözleri... Bu kez Batman afişleriyle, bu şarkı sözlerini eşleştirdim. 

Şehrime Batman geldi. Öyle hemen gidip seyretmek istemedim. İlk iki filmi tekrar seyrediyorum. Üzerine Batman Kara Şövalye Yükseliyor'u seyrederek cila çekeceğim. Bu üçlünün ardından, acaba hangi yönetmen bir daha Batman'i çekmeye cesaret edebilir? Ne zaman? Kimbilir? Bu zevki harcayamam... Tüm heyecanım ve tüm merakımla, hazırlıklarımı tamamlayıp, gidip seyredeceğim. Sonraa... Anlatacağım elbette. Diyeceğim ki...  Batman'ın son filmi... Böyleyken böyle:)


Kardeşle Bir Ramazan Akşamı Sultanahmet'te...

 
Dostlar beni bir kazana koydular
Kırk yıl yandım daha çiğsin dediler
Ölçeğimi gram gram verdiler
Bir kantarda tartamadım ben beni
(Mahsuni Şerif)


Öğretmen kardeşimin okulu tatil olduğundan beri görüşememiştik. Benim işlerimin yoğunluğu, kardeşin şehrin uzağındaki sahil kasabasındaki, o şirin yazlıklarına gitmeleri nedeniyle, epeydir bir araya gelememiştik. Cumartesi günü çocuklarını bırakıp, şehre geleceğini söyleyince, "Hey! Birlikte iftar yapalım öyleyse," dedim. "Olur ablam, yapalım." dedi. Muzip muzip güldü. "Belki Sultanahmet'e götürürsün sen beni" dedi. Tamam. Yıllardır "Bir gece iftarı Sultan Ahmet'te yapsak, camide namaz kılsak" diye hep konuşurduk. Ama bu hayalimizi hiç gerçekleştirememiştik. İyi ama... Şimdi mi? Bu sıcakta yani... İstanbu'a... Hem de Sultan Ahmet'e öyle mi? diye aklımdan geçirmiştim...  Cuma akşamıydı. İş çıkışıydı. Açtım. Susamıştım. Yorgundum. Kardeşi kıracak bir şey söylemek istemedim. İki kere öksürdüm... "Du bakalım... Yarın ola, hayrola," dedim. Ertesi gün... Durup dururken bir enerji geldi üzerime... Akşam üzeri... Şapkamı kafama taktım. Çantamı sırtıma attım. Kardeşimi kaptığım gibi bil bakalım ne yaptım? Ver elini İstanbul!.. Yaa.. İster inan ister inanma... Hiiiç... Sıcak mıcak demedik...  Biz kardeşle kafa kafaya verip, bi güzel İstanbul'a gittik. Arabayı Kadıköy'e bıraktığımız gibi...  Atladık vapura. "Estirir de ada vapuru  estirir" der ya şair... Elbette bindiğimiz ada vapuru değildi. Karaköy vapuruydu. Olsun varsın... Vapur karşı kıyıya yol aldıkça, dalgalar bembeyaz köpüklendi... Harbiden  rüzgâr, estirdikçe estirdi. Ohh!.. İçime, dışıma iyice depoladım esintiyi. Ah!.. Melih Cevdet Anday söyler hani... "Bir çift güvercin havalansa... Yanık yanık koksa karanfil... Değil bu anılacak şey değil... Apansız geliyor aklıma." İs - tan - buuul'dayıımm!  Öyle işte... Anlayacağın keyfimiz kekaydı çok şükür!..  Vapurdan inince,  Galata Köprüsü'nde yürüdük biz kardeşle... 


İstanbul o kadar güzel görünüyordu ki...  Kim ne derse desin... Hastasıyım şu beldenin... Şair olasım geldi...  Melih Cevdet Anday'ın şiirindeki gibi seslendim kendime... "Çık benim şair tabiatım çık orta yere..." dedim. "Fakir güzelinden söyle... Hasret ateşinden çal... Çal şöyle benim derdimi sevdalı sesinle." Hımm... Ömründe bir satır şiir yazmamışım, şimdi yazacağım öyle mi? Nerdeee? Ne kadar gayret etsem, şiir yazmayı beceremezdim tabii... Neyse... Kardeşimle... Bu kez atladık tramvaya.. Ver elini Sultan Ahmet!...  İyi amaa... Allahım!.. Buuu!... Bu kalabalıktı neydi böyle! Bütün dünya insanları burada bir araya gelmişlerdi de, ramazan ayının yüzü gözü hürmetine adeta kardeşlik ilan etmişlerdi:) Anlatılacak gibi değil inan ki...



 


Sultan Ahmet'te bir akşam üstüydü. İftar saatiydi. İğne atsan yere düşmezdi. Ortalık tam bir ana baba günüydü. Memleketimin insanları... Çoluğunu, çocuğunu, anasını, babasını, eşini, dostunu, arkadaşını -ya da benim gibi kardeşini- yemeğini, suyunu, sofra bezini kapan, koşmuş gelmiş. Sultan Ahmet'i, Ayasofya'yı ruhuna manzara yapmış... Yayılmış, serilmiş yerlere... Bu muazzam kalabalığı görünce, gözlerimize inanamadık, şaştık kaldık yeminle... Sonra biz de daldık bu insan seli arasına... Hemen yemek yiyebileceğimiz bir yer bakındık. Feleğin kıyağı,  Ayasofya'nın eteğindeki bir lokantada iki kişilik yer bulduk. Bangır bangır ezanlar eşliğinde orucumuzu açtık. Güle oynaya yemeğimizi yedik. Mübarek Sultanahmet Camii'nde namazlarımızı kıldık. Sonra o sokak senin bu sokak benim dolaştık.  Eski Bizans garnizonu olduğu söylenen, kale kalıntıları arasındaki kafede şerbetimizi, çayımızı, kahvemizi içtik. Çıtır çıtır gelmişten geçmişten muhabbet ettik.  Kardeşle bir ramazan akşamı Sultanahmet'te... Yaradana şükrettik. 

27 Temmuz 2012 Cuma

Ey Yaz!.. Beni Yaktuğun Gibi Elleri De Yaktun Mi?



Mevsimlerden kıştı. Kış. Hatırlasana o günleri. Yağmuru... Soğuğu... Ayazı hatırla sözgelimi... Hey!.. Düşünsene... Deli eser bazan rüzgâr deli... Uçurur! Ah, kış var ya... Mevsimlerin en merhametlisidir. Kucaklaşmanın, sarınmanın, sarılmanın, muhabbetin mevsimi.. Bak şimdi... Yeminle o güne kadar ömrümde Cimilli İbo diye birini işitmemiştim. Nerden bilebilirim? O gün... Bizim şehrin köylerinden birinde oturan Fatma Hanım'a uğrayıp, ev yoğurdu ve köy yumurtası almak istemiştim. Arabamı köyün girişine bırakmıştım. Açık havada Fatma Hanım'ın evine doğru yürümeye başlamıştım. Tamam, Fatma Hanım'ın evi köyün taaa çıkışındaydı ama... Ne var? Olsun varsın.  Köyün havası nasıl temizdi anlatamam... Misss.. Miss... Mevsim kış ve aylardan Ocak olunca... Evet... Feci ayaz vardı. Tamam... Rüzgâr yüzümü ısırsa bile ne olacak ki? Berem başımda, paltom sırtımdaydı... Hımmm... Sadece... Şeyy... Gene bez ayakkabılarım ayaklarımdaydı... "Olsun varsın... Bişeycik olmaaaazz! Soğuk havadan insana zarar ziyan gelmeezzz... Açık ve temiz havada yürümek bünyeye şifadır... Şifaaa..."  İşte aynen böyle, kendi kendime yaptığım telkinlerle yürü babam yürümüştüm. Efendime söyleyeyim... Fatma hanım'ın evine varmıştım ki!.. O ne? Resmen kapı duvar. Yok. Komşusu camdan başını uzatmıştı. "Fatma hanım, kızına gitti." demişti de bir süre olduğum yerde kalakalmıştım. Ee.. Telefon etmeden gidersem olacağı buydu elbette. Neyse... Moralimi bozmamıştım gene. Dönmüştüm gerisingeriye... 



Bu sefer aynı yoldan dönmek istememiştim de köyün denemediğim bir patikasına girmiştim. Yolu epeyce uzatmıştım. Bugün gibi hatırımda...  Bez ayakkabılardan geçen soğuk içime işlemişti ne yalan söyleyeyim. Hayır, ayağımda kalın postal olsa bile inan bana fark etmezdi. Nasıl ayaz vardı, nasıl rüzgar vardı anlatamam. Zehir zemberekti mübarek... Yeminle çenemin titrediğini hissetmiştim. Donmuştuuuum.. Donmuştumumm... Allahım, üşümek ne güzel bir histi!.. Önce müziği işitmiştim. Sonra onları görmüştüm. Bilmediğim bir evin bahçesinde, tanımadığım üç kadın, el ele tutuşmuşlar, müziğin ritminde oynuyorlardı. "Seni kafama taktum atma atamayirum... Cirdun rüyalaruma yatma yatamayirum..." Bak... Hayatta kalkıp göbek atan tiplerden değilim. Asla. Yok... Küçümsediğimi sanma... Bilakis bayılırım kapı gıcırtısında bile kalkıp oynayanlara... Becerebilsem... Kimse tutamaz beni... Beceremediğim için görüntü kirliliği yaratmak istemiyorum yani, bilmem anlatabildim mi? Allahım müzik o kadar güzeldi ki...  Tam Karadeniz ezgileri... Fıkır fıkır... "Evlerinin önüne susam ekerim susam... Kaçiracağum seni firsatini bulursam..." Üç kadın... Üç ayak oynuyorlardı. Beni görünce durmuşlardı... Müzik en çılgın ritmiyle devam ediyordu. Ben ne yapmıştım bil bakalım? Omuzumdaki çantayı bahçe girişinin kapısına astığım gibi o tanımadığım kadınlardan baştakinin elini tutmuştum... "Hiç durma! Devammm! Devammm!" demiştim. Oynamaya başlamıştım. Oynamaya başlamıştık. Dört kadın... Soğukta... Bahçede... Üç ayak oynamaya başlamıştık biz.  "Beni yaktuğun gibi da elleri de yaktun mi? Seni kafama taktum sen da beni taktun mi?" Rivrivri Rivrivri Rivrivri...Şaşırmışlardı tabii... Hayatlarında görmedikleri yoldan geçen yabancı bir kadın bahçelerine giriyor, ellerinden tutup onlarla üç ayağa başlıyor. Üç ayak bir horon çeşidi. Bak, öyle göbek havası filan bilmem ama üç ayak değince üzerime kimse tanımam... Hastasıyım üç ayağın... Öyle böyle değil... Ben çıkarmıştım cebimden beyaz peçetemi... Başlamıştım sallamayaa...  "Hadi hanımlaaar! Hop! Hop! Bir öne - iki öne - üç öne -Yehohohooooo!" "Seni kafama taktum atma atamayirum... Cirdun rüyalaruma yatma yatamayirum..." Bizim omuzlar, ayaklar, kollar...  Ohooo... Hava mı soğuk? Nerdeee? Yanaklar pancar olmuştu... Pancarrr! Abartmakta üstüme yoktur tabiii... Bir türlü durmuyordum... Horon üç ayaktan çıkmıştı... Deli horona dönmüştü... Neyse ki müzik bitmişti. Herkes kendini bahçede bulduğu bir sandalyeye atmıştı. En son hatırladığım...  Nefes nefese... "Kim bu?" demiştim. Bilmiyor musun? der gibi hayretle bana bakmışlardı. Sıcak nefesleri  tüte tüte.... "Cimilli İboooo!"  demişlerdi. Ömrümde bu şarkıcının adını duymamıştım. Bi dakka.. Ben niye anlattım şimdi bunları? Zaten bu anlattıklarım gerçek olamazdı, öyle değil mi? Allahım, yapmış mıydım yoksa?  Yolda çok üşümüştüm ya... Sanıyorum ısınmak için böyle bir şey  hayal etmiştim. Bilmiyorum... Yani gerçekten halen emin değilim... Heey! Eğer olmadıysa, eğer hayalse, ömrümde adını duymadığım, Cimilli İbo'yu nereden biliyordum ben? Ya bu şarkıyı? ""Seni kafama taktum atma atamayirum... Girdun rüyalaruma yatma yatamayirum..." Bilmiyorum... Neyse... Bu cehennem misali yaz gününde, bu güzelim kış hayalimi hatırladım ya serinledim vallahi... Düşünsene... Kış ne güzeldi değil mi?  Mevsimlerin en merhametlisi...  Sevmenin, sarınmanın, sarılmanın, misal bu ya, üç ayak oynamanın mevsimi... Düşünsene... Şimdi... Üç ayak çalsa şurada... Oynayabilir miyim bu sıcakta? Nerdeeee? Parmağımı bile oynatamam valla...  Ey yaz... "Beni yaktuğun gibi da elleri de yaktun mi? Seni kafama taktum sen da beni taktun mi?"



Tamam... Suçum Büyüktü... Üstelik Taammüden...


 "Kapağındaki miki resimlerine aldanıp da 
"Bu kitap kadın ruhuna hitap etmiyodur, içinde aşk felan yoktur" demeyiniz. 
Haşarı okurların tükenmez kalemle bıyık yapmasından endişelendiği için 
bilborardlara resmini koydurtmayan
 fakat aslında yakışıklı bir insan olan yazarın hisli ve derin cümleleri bulunuyor."  
 Atilla Atalay-Ağlama Duvarı adlı kitabının arka kapak yazısından

 
Nasıl heyecanla kitapçıya girmiştim anlatamam. Bugün gibi hatırlıyorum. İçim içime sığmıyordu!  Sanki çok iyi tanıdığım sihirli bir el, sırtımdan  iterek gideceğim istikameti belirliyordu. Nasıl anlatsam bilmiyorum. Bu ses beni, aklımdan geçeni yapmam için resmen yüreklendiriyordu. İlk iş dergilerin olduğu bölüme yönelmiştim. Özellikle aradığım o dergi var ya o dergi… Bulmalıydım! Kafama takmıştım bir kere... Bulmalıydım illa ki!   Göz radarlarımı sonuna kadar açmıştım. Dergileri hızla taramıştım. Sonundaaa... Hey! Aradığım dergiyi elimle koymuş gibi şıppadanak bulmuştum. Tüm merakımla dergiyi elime almıştım. Ne fena! Dergi naylon poşet içindeydi. Heyecanla derginin kapağına bakmıştım. Fotoğrafını kapak yapmamışlardı, iyi mi? Onun yerine  Kurtlar Vadisi  filmlerinin baş jönünün kurşun ve silahlara kuşanmış  halini kapak resmi niyetine koymuşlardı.  Aldırmamıştım.  Hatta hiç şaşırmadığımı bile söyleyebilirim. Derginin kapağındaki yazıları tek tek incelemiştim. İnanılacak gibi değil...  Aradığım kişi ile ilgili hiç iz bulamamıştım. Şaşakalmıştım.  Allahım, yoksa  bu dergide değil miydi? Yanlış hatırlıyor olabilir miydim? İşte elimde tuttuğum dergide röportajı olacaktı ya, bloğundan okumuştum hani. Öyle olmalıydı. Kalakalmıştım. İyi ama, kapakta adından hiç iz yoksa bu dergide olamaz diye aklımdan geçirmiştim. Birden nevrim dönmüştü. Dergiyi yerine fırlatmaya karar vermiştim. Tam dergiyi fırlatıp yerine bırakacakken o ses, "Dur!" demişti. Aniden fikir değiştirip, naylon poşeti yırtmıştım ben. Dergiyi çıkarmıştım yırttığım naylon poşetin içinden. Telaşla sayfalarına  bakmaya başlamıştım. Yok.. Yoktu işte. Bu dergi değildi demek ki... Of! Bakar mısın  şu olana bitene, demiştim de, kendimi kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz kalmış gibi hissetmiştim.  Umutsuzluğum o denli büyümüştü  ki  sırtımdan aşağıya bir buz kalıbı atmışlardı sanki... İçimdeki buz kalıbı bünyemin ısısıyla suya dönüşmüştü. İçimde fokurdamaya başlayan su dışarıya çıkmaya çalıştımıştı  tabii. En uygun çıkış yeri elbette gözlerimdi.  Ansızın gözlerimden pıtır pıtır yaşlar  dökülmedi mi?  Aaa! Ağlıyor muydum yoksa?  Evet ağlıyordum ne olacak ki? Sulu gözlünün tekiyimdir zaten... Tam demek  bu dergi değildi, bulamadım işte aradığım dergiyi, diye düşünürken… Tam dergiyi yerine bırakacakken... Umutsuzca derginin son sayfalarına bakıyordum ki... Nanananomm! Bulmuştum. Oydu işte! Dergideki yarım sayfa fotoğrafını görmüştüm önce. Bir süre Mecnun Kuleleri üzerinde uçan bir zeplin görmüş gibi  sevinç  içinde ağzım açık bakakalmıştım. Hemen kitapçıdaki mor pufu ayağımla yanıma çektiğim gibi, eteklerimi toplamış, sevinçle hoplayarak oturmuştum. İçime tatlı bir serkeşliğin çöreklenmeye başladığını hissetmiştim. Hey! İnsanın  yüreği afacan afacan  çırpınır ya bazen...  Hani  misal bu ya, aklından geçirdiği muzipliği tam gerçekleştirmek üzereyken...  Hele kaç yaşına gelirsen gel, benim gibi uslanmaz ve iflah olmaz bir yüreğe sahipsen... Bak şimdi... Çantamı ayağımın yanına yere fırlatmıştım. Sonra dergideki fotoğrafına bakmıştım. Gülümsüyordu. Elim otomatikman çantama gitmişti. Çantamdan çıkartmıştım önceden hazır ettiğim tükenmez kalemimi. Haşarı bir okuruydum ben… Evet… Feciydim feci! Hiç acımamıştım. Hiiç! İtiraf ediyorum... Bunu yapmayı uzun zamandır  aklımdan geçiriyordum. Düşündüğümü bile isteye gerçekleştirecektim yani. Haşarı okurların tükenmez kalemle bıyık yapmasından endişelendiği için, bilborardlara resmini koydurtmuyordu öyle mi? Hiç tereddüt etmedim. Hiiiçç!.. Tükenmez kalemimle Atilla Atalay'a bıyık çizdim. İnan kitapçı kalabalık olmasa sevinçten  kahkahayla gülecektim. Hımm.. Suçsa bu... Suçumu kabul ediyorum hakim bey... Tamam... Suçum büyük...  Üstelik taamüden.  Hemen Aktüel dergisindeki Atilla Atalay'ın röportajını okumaya girişmiştim. Tam o anda şehrin yükselen yıldızı, kuyruğuyla dünyayı devirip kayıplara karıştırmıştı. Havanın boşluğunda birbirine çarpıp yankılanan  sevinç, yer kabuğunu boydan boya yararak ilerlemişti ilerlemesine de... Bir şey sorabilir miyim? Şeeyy!.. Ağlamakla gülmek kardeş mi harbiden:)


26 Temmuz 2012 Perşembe

"Bana Yer Demir Oldu, Gök Bakır. Gök Bakır. Gök Bakır."


Yoo... İnan bana... Sıcaktan ben de fena halde etkileniyorum. Bülent Ortaçgil'in bir şarkısı vardır. Bilirsin... "Eller sıcak... Gözler sıcak..." der.  Tamam. Buraya kadar eyvallah... Ama devam eder... "Duvarlar sıcak... Taşlar sıcak... Düşler sıcak... Çok sıcak... Daha da sıcak olacak..." Eyvaah!  Sonra... "Giysiler sıcak... Giymeseler sıcak... Uykusuzluk sıcak... Bardaklar eriyecek... Kuşlar susacak... Çok sıcak... Daha da sıcak olacak." der. Eyvah ki eyvah!..  Yanmışım ben!... Son günlerde hava öyle sıcak ki... Soğuk bile sıcak sanki... Hava sıcaklığı mevsim gereği aldı başını zirvelere gidiyor ya... Of!.. Her yıl klimalar bile kifâyet etmemeye başladığında, güneşle, sıcak havayla, yaz mevsimiyle aram iyiden iyiye açılıp, Arap bacılar gibi kendi kendime söylenmeye başladığımda... İşte o zaman, özellikle Yaşar Kemal'in romanlarından birinin içine atlayıveriyorum. Dün gece  yattığım yerde sıcaktan kolumu kaldıramaz haldeyken, bir de sivrisinekler bedenime dadanınca... Baktım dellenip, iyice isyanları oynamaya başlıyorum. Hemen yerimden fırladım. Yaşar Kemal'in gözüme ilk ilişen kitabı Ölmez Otu'nu elime aldım. "Başı dara düşenler, yarattıkları düş dünyasında bulurlar yollarını. Ayakta kalabilmek için sığındıkları bu dünya bir yandan onları yaşatırken, bir yandan da hikayelerini örer." diye yazıyordu arka kapakta. "Hava çok sıcak diyor ve yattığın yerde söyleniyorsun öyle mi? Yuf olsun sana!.. Sen sıcak hava, sivrisinek görmemişsin kızım!" dedim kendime...  


Yaz bazıları için ne anlama geliyordu? Pamuk toplama mevsimiydi elbette... Bunu düşününce... Hemen kendimi Yalaklı köylülerinden biri olarak  hayal ediverdim. Her yaz, pamuk toplama mevsiminde Toroslar'daki köyümüzde yaşayacağımız yerde, köyümdeki diğer insanlarla birlikte Çukurova'ya iniyorduk sözgelimi...  Ve bütün güç toprak ağalarının elindeydi. Sosyal eşitlik yoktu. Hem toprak sahibi olan ağalar bizi sahipleri gibi görüyorlardı, hem de kendilerini devletin adamı gören, yardımcı olacaklarına güçlerini köylüye eziyet etmede kullanan muhtarlar tarafından horlanan feodal bir düzen içinde hayatta kalmaya çabalıyorduk. Bütün kış ağadan aldığımız erzakla, borçla  geçiniyor, yazları da ağanın geniş topraklarında çalışarak, pamuk toplayarak borçlarımızı ödüyor, azıcık da para biriktiriyorduk. Elbette kazandığımız para geçinmemize yetmiyordu. Gene ağadan borç almak zorunda kalıyorduk. Eğitimsizdik. Cahildik. Haklarımızı bilmiyorduk. Bu durumumuz ağaların işine geliyor, onları daha da güçlendiriyordu. Güçsüzdük. Yoksulduk. Para kazanmak ve geçinebilmek için ağaya mecburduk. Bireysel hak ve özgürlüklerimizi bilmeyince, küçümseniyor, sömürülüyorduk. Öyle bir sistem içindeydik ki, kim daha çok çalışırsa, kim daha hızlı davranırsa daha fazla kazanıyordu. Bu durumda bizi ezenleri değil, birbirimizi düşman gibi görüyorduk. Ya sıcak... Ya sinek... Ya horlanma...

"Güneş cam gibiydi. Acı, keskin... Parlak. Gözleri kamaştıran. Bulutların gelip geçen gölgeleri koyu. Güneş pamuk tarlasının aklığından daha yakıcı."

"Güneş kavuruyordu. Güneş, güneş değil gökyüzünde bir köz yığınıydı. Çukurovaya bir boz duman çökmüştü. Tüten, ağır, ipiltili bir ışık dumanına batmıştı Çukurova."

"Sinekler uğuldayarak saldırıyorlar, ellerini, ayaklarını, yüzünü, sırtını yakıyorlar, bitiriyorlar."

"Köylüler iple gün ışığını çekiyorlardı. Gün doğunca bir sıcak çökecek, çatır çatır ortalığı kavuracaktı. Çukurova sıcağı insanı öldürür. Öldürür ama gecesinde de, serin seher vaktinde de dayanılmaz sinekler var....... Bu sinekler kemikli. Her bir iğneleri kılıç gibi. On tanesi bir adama yapışsa da on beş dakika emse vallaha billaha adamın damarında bir damlacık kan bile komazlar. Kuruturlar. Bedeni yara olmamış kimse kalmamış köylüler arasında. Bütün Çukurova ırgatlarının hepsi de öyle." 

"Sıcağın altında terlemiş, terledikçe gece sineklerin yediği yerlerin yarası yanan ırgatlar, ağır, kıpırtısız."

"Akşam oldu, gün battı. Gece tütüyordu. Toprak acı acı, göğünmüş koktu. Sinekler bulut bulut geldiler. Herkes elleriyle yüzünü örtüyor, çırpınıyor, tepiniyor, çaresiz. Sinekler parçalıyorlar. Önüne geçilmez."

"Irgatlar dizi dizi olmuşlar. Uzun, belki de üç yüz metrelik bir dizi.... Boz, toprağa batmış toprak rengi olmuş insanlar. Ağır güneşte öyle duruyorlar, hiç kıpırdamıyorlar gibi.... Ölgün, bitkin ırgatlar kuruyup yarılmış tarladan, yağmurun yere döktüğü, toprağa bulanmış pamukları, cansız istemez topluyorlar. Yerden aldıkları pamukları silerek, toprağından  temizleyerek sepetlere koyuyorlar. İkindi üstü, ve Ağanın adamları arkalarında... Yerde tek pamuk kalırsa kıyameti koparıyorlar. Ağızlarına ne gelirse söğüp sayıyorlar.  Toprağa karışmış toza, kurumuş çamura sıvanmış, bir paçavra yığını ırgatların arkasında ak ayakkabılı, ütülü ak giysileriyle, geniş hasır şapkalı, geniş kara şemsiyeli adamlar.  Birer komutan gibi. Küçük dağları ben yarattım, der gibi... Sürünerek pamuk toplayan yığına öfkeyle,  tiksinerek bakıyorlar. Arkada, toprağa gömülmüş bir pamuk bırakmışsa ırgat, koltuk boşluğuna amansız bir tekme yiyor."


Doğduğum bölgeyi, yeri, ailemi ben seçmemiştim ki... Yaşar Kemal'in anlattığı yerlerde doğmuş, oralarda yaşıyor olabilirdim. Yaşar Kemal'in anlattıkları elbette kurmacaydı. Ama gerçek hayatta olmuş ya da olması mümkün vaziyetler değil miydi? Dünyanın pek çok yerinde insanın insanca yaşayamadığı o kadar çok bölge ve yer var ki. Ben sadece kendi yaşadığım yeri görüyorum. Hem bazan sahip olduklarımın tadına varamıyorum, hem de Ölmez Otu'nda anlatılan köylülerin doğup yaşadıkları yerlerde olduğu gibi, hayatın kimi insanlar için korkunç eziyetli  bir yaşam savaşı olduğunu farkedemiyorum. Yaşar Kemal'in kitapları sadece Anadolu insanına değil, dünyanın herhangi bir yerinde de, doğası, devlet düzeni, aile ilişkileri, inançlarıyla, insana yapılan haksızlıkları okurun yüreğine etkili destansı bir dille hissettiriyor. Kitabın anlattıklarını hayal ettikçe, hava sıcak gelmiyordu artık. Sinek sadece vızıltıdı. Bunlar neyse neydi de... Ya dünya üzerinde  sonu gelmeyen,  haksızlıklar içinde yaşayan insanlık hali neydi?

 
"..... uyuyamaz, kendi hali, dünya hali üstüne derin düşüncelere dalar..... Diline pelesenk etmiştir: "Bana yer demir oldu, gök bakır. Gök bakır. Gök bakır." Bu yer demir gök bakır halinden kurtulamaz.... Şaşkın, yıkılmış, kafasından tuhaf, şimdiye kadar aklından geçmemiş düşünceler geçer. Deli düşünceler." 

 
NOT: Tırnak içindeki cümleler Yaşar Kemal'in Ölmez Otu adlı kitabından.