29 Şubat 2012 Çarşamba

Ve Tren Ve İşim Ve Sibirya Soğukları


Bugün tren yolu işi yapan bir şirket, iş makineleri için teklif istedi. Of!.. Makine kırılması sigortaları var ya, en bayıldığım sigorta çeşidi. Hiç alçak gönüllü davranmayacağım. Makine kırılması sigortalarında tek kelimeyle uzmanım. Düşünebiliyor musun, hele bu makineler tren yoluyla ilgiliyse, sigortalarını yaparken mutluluktan uçmaz mıyım? Çünkü ben trenlere karşılıksız aşkla bağlıyım.  "Kimisi vapurları daha çok sever. Denizotobüsüne şiir yazanına, hafif metro görünce içlenenine henüz rastlamadım. Ama ben, belki de asla bir daha aynı vagona binemeyeceğimi bildiğimden, cama burnunu yapıştırmış çocukluğumla, hiçbir imdat frenine aldırış etmeden akıp giden trenlere, öküzlerinki gibi karşılıksız aşkla bağlıyım." Bu cümleler Atilla Atalay'ın Menekşe İstasyonu adlı öyküsünden. Trenlere olan aşkımı anlatmaya kalksaydım, daha güzelini anlatamazdım. Aldım öyküdeki cümleleri, aynı düşüncedeyim diye buraya yazdım.


Elimde değil... Ben duygularımı çok abartan bir bünyeye sahibim. Abarttığım duygularımla abartılı tepkiler veriyorum. Haydi, tanıyanlar bilir beni... Ama tanımayanlara ne demeli... Bak şimdi... Hiç bilmediğim bir şirketin, tanımadığım bir yetkilisi... Bir müşterim tavsiye etmiş. Bugün telefonla aradı beni. İlk kez konuşuyoruz. Sigortalatmak istedikleri makineleri anlatmaya başladı. Son derece ciddi biriydi. Ben tren yolu makineleri olduğunu duyduğum anda, abartılı bir edayla... "Heyyy! Makineleri görebilir miyim? Tren yoluyla ilgili herşeyi çok severim." dedim. Karşımdaki kişi durdu. Bir süre konuşmadı. Hiç aldırmadım. "Şaşırdınız değil mi?" dedim. "Duyduğunuz gibi biriyim. Aklıma geleni hemen söylerim. Makineleri görmeli, riskleri sigorta şirketlerine iyi anlatabilmeliyim. Tren yolu makinelerini her zaman çıkmaz ki karşıma. Hoşunuza gidecek fiyatlarla bu işinizi ben almaya niyetliyim." dedim. Hımm... Güldü. Fısıltılı bir sesle "Aramızda kalırsa size bir sırrımı söyleyeceğim." dedim. Cevap vermedi. Ben devam ettim. "Trenlere karşılıksız aşkla bağlıyım. Tren yoluna hizmet eden makinaları yakından tanımalıyım." dedim. İşine aşkla bağlı biri her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Makinelerin bulunduğu şantiyenin adresini ve muhatap olacağım şantiye müdürünün ismini  aldım. Atladığım gibi arabama, dağ taş demedim şantiyeye vardım. Tren yolu makinelerini görüp tek tek fotoğrafladım. Harikuladeydiler.


Şimdi diyorsundur ki, bu anlattığın olayla nedir Sibirya Berberi'nin ilgisi? Ne bileyim? Gittiğim yer dağlık bir araziydi. Her taraf bembeyaz karlar içindeydi. Hava nasıl soğuktu anlatamam. Sanki Sibirya... Buz! Buz! Dört yanı üfürüyordu. Ayaz mı ayaz! İşçiler çay molasındaydılar. Bir kaç işçi, kar ayaz demeden beyazlar ortasında güreşerek şakalaşıyorlardı. O anda aklıma bu film geldi. Seyredenler bilecektir. Seyretmeyenler ise illa seyretmelidir. Şahane bir filmdir. İyi ki makineleri görmeye gitmişim. Sanki bu filmin bir karesinin içerisine girmiştim. Sana bir şey söyleyeyim mi, ben bu makineleri aynı trenler gibi karşılıksız aşkla sevdim. Biliyorum, bir gün bir parçaları kırılırsa, kalpleri kırılmış gibi üzüleceğim. Gene bu şantiyeye gidip "Kırılan kalbin hiç kimseye faydası yok." tadında bir Masumiyet Müzesi cümlesini, makinelerin kulaklarına söyleyeceğim. Eskiden bunları kimse bilmezdi. Yazmaya başladığımdan beri kendimi açık ediyorum. Biliyorum. Söylemene gerek yok. Haklısın. Tuhaflığımı ulu orta  ilan ediyorum. Tuhafım!

 

Kahve Molası - Hakikati Hülyaya Hep Feda Ederim.


Bu sabah güne çok erken başladım. Çalış babam çalış. Az önce duraladım. Yalvararak dedim ki... "Ne olur, yandan çarklı bir kahve..." İçeriden bir ses dedi... "Elbette!"...  Kahvem geldi. Masamın üzerinde... Ben ise... Bir elim çenemde... Kahve kokusunun büyüsünde bir an hayale daldım. Eskilerden bir yazım aklıma geldi. Mübalağa ederek yazdığım bir denemeydi. Avaz avaz İstanbul diye bağırmaktaydım. Nasıl göresim geldiğini,  nasıl içime çekip koklayasım geldiğini anlatmaktaydım. Ben şehirleri özlerim. Hele İstanbul'u... Of... İstanbul aşktır... Sevdadır... Hımmm... İstanbul deniz ve balık kokusudur... Özlenendir... Hüzündür İstanbul... Sevinçtir... Minareler uzanmış gökyüzüne bağırır...  Kara sevda nerelerden yüreğimi çağırır... Dua gibi... Büyü gibi hasretini ezberlediğim... Yeditepe üzerinden saçlarını dağıtan, hatıraların tarihin küllerini savurduğu, kadın gibi, kısrak gibi ince beline sarılıp gerdanından öpülesi bir Levent Yüksel şarkısıdır. İstanbul sinemadır... Kitaptır... Ben içinde yaşamıyorum ya... Zaten taraftar ruhlu bir bünyeye sahibim. Bırak kusur görmeyi, kusurlarıyla topyekün seven biriyimdir. İstanbul'un derinine dalmak, arnavut kaldırımlı eski sokaklarında dolanmak, yandan çarklı vapuruyla bir kıtadan diğerine geçerken kız ve galata kulesine  usulca el sallamak... Hayal etmeyi ve uyanıkken  rüya görmeyi seven benim gibi biri için  İstanbul'un her köşesi  adeta  bir film stüdyosu ya da  bir roman sayfası gibidir. İstanbul'un suretine asla aldanmam. Bana göre İstanbul'un  sırrı... İstanbul'un sırrı o gizemli ruhunda saklıdır. Sokaklarında dolaşırken bir vakitler İmparator Konstantin'den Fatih Sultan Mehmet'e, Mimar Sinan'dan Hazarfen Ahmet Çelebi'ye, Hürrem Sultan'dan Haseki Sultana'a kadar   milyonlarca ruhun aynı  sokaklarda yürüdüğünü düşünüp hissedebilmek var ya illüzyona sokar beni de yüreğimi zangır zangır titretir. Kimi zaman şehrin ruhunu ve sırlarını  keşfetmeye  çıkmış bir derviş olduğumu farzederim.  Düşle gerçeğin  arasında bir yerde... Zamanın içinde mi yoksa dışında mı olduğumu  unutarak... Büyülü bir atmosfer kurarım kendime. Yapayalnız... Adım adım dolaşırım. Hülyalarımla sadece... İstanbul'da atılan her adım tarih kokmaz mı? Kokar elbette! Of, o eski yapılar nasıl  kışkırtır insanı.  Durduk yerde o kadim zamanların izleriyle günümüzün keşmekeşliğini.. Aynı anda bir ortaçağ şövalyesinin aşk hikayesiyle, günümüzün metropol sevdasını harmanlarım ayak üstü... Hepsini  hayalimde birbirine karıştırır yekpare zamanın hazzını  hissederim. Tevfik Fikret'in dizelerindeki gibi... "Evet hakikati hülyaya hep feda ederim. Zaman olur ki vücudumdan ayrılır giderim."  İstabul içinde kendimi kaybederim.  Zamanla tıp oynarım da bir süre kendimi öncesiz ve sonrasız farzederim. Eski cümlelerimle İstanbul'da gezindim. Kahve molam bitti. İşe dönmeliyim.

28 Şubat 2012 Salı

Binlerce Kasırga Aşkına! Gördüğüm Hayal Miydi Yoksa?


Evet... Tüm samimiyetimle itiraf ediyorum. Bazan sevinçten çığlık çığlığa bağırmak istiyorum.  Bugün akşam iş çıkışı babama gidiyordum. Alaca karanlıktı. Arabamı apartmanın önüne değil de, daha uzağa park etmiştim. Çocukluğumun geçtiği sokakta... Hava soğuktu ya... Ağzımdan dumanlar çıkara çıkara yürüyordum.... Bir el sanki sırtımdan itti. Babamın oturduğu apartmanın iki blok berisindeki pasaja giriverdim.  Binlerce kasırga aşkına! Bir de ne göreyim? Bu... Bu... Bir çizgi roman kitapçısıydı! Ön taraf boydan boya camekan... Üç duvar tepeden tırnağa çizgi roman... Öylece kalakaldım... Gözlerime inanamadım... Sandım ki rüyadaydım... Usulca kapısını ittim. Ya bu çizgi roman kitapçısı hakikat değilse diye yüreğimde dehşetli bir korku hissettim.  Kasada güzel bir kız ile bir adam oturuyordu.  Fısıldayarak "Merhaba, çizgi romnlara bakabilir miyim?" dedim.  İkisi bir ağızdan dediler ki: "Elbette"...  Şöyle bir kafamı kaldırdım. O ne? Zagor, duvardaki posterinden bakmıyor muydu gözüme gözüme... Ahh!.. O anda... İşte o anda ben... Çığlık çığlığa sevinçle bağırmak istedim... Ahyyyyyyaaaakkk! Amaaa... Bağıramadım elbette...  Çığlığımı içimde tuttum. En hanım hanımcık halimle "Zagor'un şu süper cilt setinin fiyatını öğrenebilir miyim?" dedim.  Sonraaa... Aldım... Ben hep edinmek istediğim tekmili birden Zagor süper ciltlerinin setini satın aldım. Bu gece var ya resmen hayal dünyasındayım... O kadar güzel ki anlatamam... Hele az önce Vudu İntikamı ve Yaşayan Ölüler Gölü adlı maceralarında, güzel kumarbaz ve maceraperest  Gambit'le olan karelerine var ya... Bittim... Bittim...  Dayanamadım... Açtım pencereyi... "Darkwood'un bütün davulları aşkına!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım. İster inan ister inanma...  Kocaman bir RRUUMMMMBLEEEEEEE! efekti gördüm karlı dağların arkasında! Karamba karambitaaaa! Sevinçten uçmak istiyorum. Heyy.. Bu gördüğüm hayal miydi yoksa:)



Kahve Molası - Bir Fincan Kahve Daha!








Cemre önce havaya, sonra  suya düştü. Sıcaklık ise artacağına düştü. Bugün her yerde kar var. Bembeyazz... Az önce bir fincan kahvemi elime aldım. Sıcacık dumanı tütüyordu. Hevesle içime çektim. Hımm... Misss!.. Hemen bir yudum hüplettim. Of!.. Nefiss! Canım Bob Dylan dinlemek istedi. One More Cup Of Coffe'yi buldum. Şarkı başladı. Şahane... İyi ama hiç vaktim yok. Müşterim bekliyor. Gitmeliyim. Hayat bazen insanı başka birine dönüştürmek için ne çok uğraşıyor diye aklımdan geçirdim. Koştur koştur dur... Gaile diye bir kelime var ya hani... Sonra niyeyse aklıma Turgut Uyar'ın bir şiiri geldi...  "... işte insanlar bu minval üzre, allahım!.. kıt kanaat sere serpe yollar boyunca... sen, bizim için hâlâ o ezeli sırsın... sen de bizi bilmiş olsan başkalaşırsın... herkesin kederi gailesi boyunca... işte insanlar bu minval üzre, allahım!.."Şu hafıza ne tuhaf kutu... Yazının başında nerdeydim? Bakar mısın, şimdi nereye geldim? Masamdaki Edip Cansever'in Gelmiş Bulundum adlı kitabını elime aldım... Rastgele bir sayfasını çevirdim. "Boynu bükük duruyorsam eğer.. İçimden böyle geldiği için değil." dizelerinin altını çizmişim. "İnsan yaşadığı yere benzer... O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer... Suyunda yüzen balığa... Toprağını iten çiçeğe... Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine..." Hımm... "Göğüne benzer ki dalgalıdır bakışları... Denizine benzer ki gözyaşları mavidir... Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına... Öylesine benzer ki"  Kalktım koridordaki aynada suretime baktım... Acaba yaşadığım yere benziyormuyum? Göğüne... Denizine... Karlı dağlarına... Evlerine... Sokaklarına... Köşebaşlarına...  Geç kalıyorum... Hayat canıma kast edecek kadar başka birine benzetmeye çalışıyor beni... "Her yere yetişilir... Hiçbir şeye geç kalınmaz ama..." diye başlıyor şiir... Du bi... Tek kahve kesmedi... "Bir fincan kahve daha lütfen." diye içerime seslendim. 





27 Şubat 2012 Pazartesi

Bil Bakalım Ben Ne Yaptım?

 

Bil bakalım ben  ne yaptım? Bugün... Hem de tüm gün... İşim ofiste değil arazideydi tamam mı? Akşam üzeri ofise yorgun dönmüştüm.  Arabamı park edip indim. Kapılarını kilitledim.  Allahım! Sonra ne yaptım biliyor musun? Ben var ya.. Ofise değil denize doğru yürüdüm. Hava nasıl soğuktu anlatamam... Buz!.. Buz!..  Hem yürüyor, hem "Niye işe gitmiyorum? Ben bunu niye yapıyorum?" diye aklımdan geçiriyordum. Oldukça tuhaftı durumum... Tam deniz kenarına gelinceee.. Uzaktan kumandayla basılmış gibi düğmeme... Zıp diye birdenbire durdum. Kendime mukayyet olamıyordum. Adeta bir robot gibi davranıyordum. Hoop, sanki bir reverans yapar gibi  yere doğru eğildim. Ayakkabılarımın bağlarını çözdüm. Ayakkabılarımla, çoraplarımı çıkardım. Pantolonumun paçalarını katladım. Doğruldum. Yürümeye başladım. Peki nereye yürüyordum bil bakalım? Ben var ya... İskelenin ucuna  doğru yürüyordum... Soğuk mu? Yooo... Ne yalan söyleyeyim, soğuğu filan hissetmiyordum. Üzgün değildim. Gene de bu soğukta bu halim kendime bile normal gelmedi... "Yoksa ben intihar mı edeceğim?" diye aklımdan geçirdim. Bu düşünceye hiiçç  takılmadım. Parmaklarımın ucunu "Cup!" diye denize daldırdım. Nanananooommm!... İşte o anda anladım. "Cemreee!...  Bugün suya cemre mi düştü yoksa?" diye bağırdım. Ben var ya...  Cemre suya düşünce, hava soğuk filan demem, ayaklarımı denize sokarım illa...  Düşünsene... Cemre suya düşünce, dolaşmaz mı yeryüzünün bütün sularını, okyanuslarını, nehirlerini, derelerini sence?  Dolaşır elbette... Biyoloji dersinde ne öğrenmiştik?  Bilirsin, hani vücudumuzun dörtte üçü  sudur ya... Parmaklarımın ucu dokunur dokunmaz cemre düşmüş deniz suyuna... Bir cemre geçiverir cemre düşmüş deniz suyundan parmağımın ucuna.. Ordan da  hemen geçer vücuduma... Ah!.. Bak şimdi...  Cemre artık bende dolaşmaya başlar. Ne güzel değil mi?!.. Bilirim... Başka bir denizde... Okyanusta... Mesela Afrika'da, Küba'da, Hindistan'da, Avusturalya'da, ya da ne bileyim Antartika'da...  O kıyılarda... Cemre düştü diye,  ayağını denize sokan benim gibi biri vardır  illa, öyle değil mi?  Biliyorum varlar. Ne vakit ayağımı soksam cemre düşmüş suya... Bir an gözlerimi kaparım. Zencisi, beyazı, müslümanı, yahudisi, urumu... İsporcusu, ihtiyarı, veremi... Kiminin saçı uçar... Kiminin eteği... Yüreğimde hissederim herbirini. Senede bir kere yaparım ben bunu. Bu benim kendi kendime oynadığım cemre törenim. Hayat dediğin nedir ki? Hayat bana göre tekrarlanan küçük törenlerin bileşkesi.. Heey! Bir dakika... Ayağımı cemre düşmüş suya sokunca... Sence o insanlar da beni hissetmişler midir acaba?  Aaaa! Kelebek etkisi dedikleri bu muydu yoksa:) 


Sinemada Oynadığım Farzetme Oyunum - 21 - Muhsine

 

Eski huyumdur. Çocukluğumdan beri  insanları seyretmeyi severim.  Bu huyum sayesinde can sıkıntısı diye bir şey bilmem. Aynı bir sinema perdesine bakar gibi mütemadiyen insanları seyredebilirim. Kim olduklarını, neler düşündüklerini tahmin etmeye girişmek hoşuma gider. Özellikle sinemaya gittiğimde oynadığım farzetme oyunum vardır. Film başlamadan önce, sinemanın loşluğunda kendilerini oturdukları koltuğa rahatça bırakan seyircileri belli etmeden seyrederim. İnsanların suretlerinde kitaplarda okuyup hafızamın kuytu çekmecelerine kendiliğinden yerleşmiş irili ufaklı roman kahramanlarının izlerini  sürerim. Bu benim için anlatılmaz heyecan verici bir oyundur. İnsanların görüntülerinden çok iç dünyalarını görmek, duygularına erişmek isterim. Sinemanın o efsunlu loşluğunda etrafıma bakınırım. Bu insanların kim bilir ne sırları, ne korkuları, ne huzursuzlukları vardır diye aklımdan geçiririm.  


O gün  !F Uluslararası Bağımsız Film Festival'i nedeniyle, sabah erkenden kalkıp İstanbul'a gitmiştim. Aynı gün içerisinde seyredeceğim üç filmden ilki için, Emek Sinema'sının emektar kapısından  hızla girdim. Emek Sineması'nın yıkılıp yerine alışveriş merkezi açılacağını duymuştum. Hüzünlüydüm. Küçüklüğümden beri, iyi ve kötü günümde beni hiç yalnız bırakmayan melankolime sarınıp koltuğuma oturdum. Film başlamak üzereydi. Geç kalan seyircilerin yer bulma telaşlarını izlerken onu gördüm. Genç bir kadındı. Sıranın başında endişeyle biletini kontrol ediyordu. Dikkatle baktım. Tuhaf görünüyordu. Kınalı saçlarını saldığı omuzuna, çimen yeşili tırtıl oyalı koyu şarap rengi yemeni dolamış, lacivert lahuri kumaştan geniş hırkasını sırtına geçirmişti. Zamane kadınlarına benzer bir yanı yoktu. Kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirilmiş, gerdanında, yanakta, renksiz kalmış benleri ile kirpiksiz göz kapaklarını sürmeyle gölgelendirilmiş olduğunu görünce, iyice garipsedim. O anda bu genç kadının Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gulyabani adlı öyküsündeki Muhsine olduğunu farzettim. Annesi babası erken ölmüştü. Fukaralık ayıp değil ya, mal mülk olarak, kızlarına bir damla bırakmamışlardı. Genç yaşında komşuların eline kalınca, eşya düzmüşler, telleyip, duvaklayıp tanımadığı bir adamla evlendirmişlerdi. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıkmıştı. O arı, genç kadın çiçek, o burgu, genç kadın tahta. Tanrının günü haşlar, genç kadının canını yakardı. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döverdi. Tamıtamına üç sene dayağını yemiş, kahrını çekmişti. Sonunda artık illallah canıma tak etti demiş, bohçasını bağladığı gibi evden kaçmıştı. Boşanmış, kurtulmuştu. İlahi adalet... Zalim adamın ettiği yanına kalmamıştı. Bir gün meyhane masalarında can vermişti. Genç kadın taze bir duldu artık. Rahat koyarlar mı? Elbette isteyenleri çok olmuştu. Ama kocadan yana canı yanmıştı ya, bir zaman kimselere varmak istememişti. Elde yok, avuçta yok.  Neyle geçinsin? Bir kibar konağında  hizmetçilik etmeye başlamıştı.  Haftasına kalmadan evin beyi, merdiven aralığında sıkıştırmaya kalkınca, adamın izbandut gibi kuvvetli kollarının arasından zor kurtulmuş, ertesi gün tası tarağı topladığı gibi kaçmıştı. Gene öyle iki eli böğründe, açıkta kalmıştı. Kadın olmak ne zor meseleydi!..  Hele genç bir dulsa... Hele bir de yoksullukta varsa... Hayat süründürüyordu böylelerini... Ama du bakalım... Gün doğmadan neler doğardı... Umut, kadının ve  fukaranın ekmeği... Küçüklüğünden beri onu tanıyan bir ana dostu, çalışabileceği uygun bir yer bulduğunu söylemiş, genç kadını Yedi Çobanlar Çiftliği diye bir yerdeki, yıkılmaya yüz tutmuş üç katlı bir köşke götürüp bırakmıştı. Tembihlenmişti. Her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeliydi. İşi kolaydı kolay olmasına ama bu köşkün perili olduğu kulağına gelince korkmaya başlamıştı. Bu duruma alışmalıydı. Ne demişlerdi? Bu dünyada perisiz, cinsiz bir yer olmazdı. İyi saatte olsunlar, onlar zarar etmeyene fenalık yapmazlardı. Baş kalfa bir bir anlatmıştı. Destur demeden pencereden aşağıya tükürülmemeli, mavi esvap giymemeli, uçkurunu Kıbleye karşı bağlamamalı, yatağını duvar kenarına yapmamalı, akşamları saç örgülerini çözmeli, gözlerini birbiri üzerine yedi defa kırpmamalı, onu korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbiri üstüne sürtmeli, iki eliyle kulak memelerini tutmalı, bir demir bulursa üzerine basmalı, gerekirse "Emret ey cin! Hazırım," diye bağırmalıydı.


Genç kadın ayağıma basarak önümden geçti. Yanımdaki boş koltuğa, acımı farketmeden yerleşti.  Küçüklüğümden beri iyi ve kötü günümde, beni hiç yalnız bırakmayan, elbette sadece melankolim değildi.  Ya peki oyuncu ruhuma ne demeli? Genç kadın ayağıma basmış, özür bile dilememişti. Canımı fena yakmıştı. Hiç duraksamadım. Aklıma geleni hemen yaptım. İlkin sesime buğulu bir akort çektim. Sonra elimdeki patlamış mısır kutusunu, burnunun ucuna kadar uzatarak, "Alsana!" dedim. Sürmeyle gölgelendirilmiş gözlerini korkuyla kocaman açtı. Şaşkınlıkla bana baktı. Aldırmadım. Sol kaşımı kaldırdım. Ezberimdeki maniyi, fısır fısır kulağına söyledim. "Ben periyim sen insan... Muhabbetime inan... Kabul et, inat etme... Sonra olursun pişman."  Hemen iki eliyle kulak memelerini tuttu... Yüzüme "Destuuurrr!" diye üfledi. Tam o anda sinemanın  ışıkları karardı. Film başladı. Ben "Muhsine" olduğunu farzettiğim kadını unuttum. Beyaz perdenin  o muazzam illüzyonuyla usulca filmin mecrasına  aktım.


NOT:  Yazının çoğu cümlelerini  Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın  Gulyabani adlı öyküsünden alıntıladım. 

Sanat Yaşamaya, Sinema Hayatı Eşsiz Kılamaya Devam Edecek.


Az sonra Oskar ödülleri 84. kez sahiplerini bulacak. Ben seyirci olarak merak ediyorken, bu ödülü alma hevesinde olan sinemacılar nasıl nefeslerini tutmuş heyecan içinde bekliyorlardır kimbilir? Doktor Jivago günümüzden 46 yıl önce, 1966 yılında, 38. Oskar ödülüne on dalda birden aday gösterilmiş, "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi görüntü yönetmeni",  "en iyi sanat yönetmeni", "en iyi kostüm", "en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazanmış.

 

Bu sene Oskar'a aday olup, henüz seyredemediğim filmler dururken, niye gittim, taaa 46 yıl önce Oskar kazanmış bir filmi izlemek istedim acaba? İnan cevabını bilmiyorum. Ayrıca filmin konusunu anlatmak hevesinde ise hiç değilim. Klasikler arasında ilk yüze giren bu filmi seyretmiş olanlar zaten bilecektir. Seyretmemiş olanlar ise illa seyretmelidir.  Özetle savaşla bölünen bir ülke ile iki kadına aşkla bölünen bir yüreğin öyküsü olduğunu söyleyebilirim.   


Acaba bu filmin olağanüstü müziği eşliğinde, gelmiş geçmiş tüm filmlere bir selam çakmak istemiş olabilir miyim? Bir de kime selam çakmak istemiş olabilirim, biliyor musun? Şu anda çeşitli dallarda 84. Oskar ödülünü almakta olan filmleri, günümüzden 46 yıl sonra, yani 2058 yılında seyretmek isteyecek o kadına selam çakmak istiyorum. Kimbilir filmler hangi elektronik ortamda seyredilecek? Kimbilir o yıl nasıl filmler çekilecek? Mutlaka bambaşka ödül törenleri yapılacak... Ama inanıyorum ki,  sanat yaşamaya, sinema hayatı eşsiz kılamaya devam edecek... Şimdi çıkmalıyım... Gün bugün... Benim dönemim... Benim çağım... İşte televizyonun karşısına geçtim.  Oskar ödüllerini alacak olan filmleri ve kişileri, oturduğum yerden çoktaan  seyretmeye başladım. 

 

26 Şubat 2012 Pazar

Kahve Molası - Yeniden Yollara Düşerim...


Yoo... Bu fotoğrafı Van Gogh sergisinde çektirmedim.  Hani Karaköy'e giderken Tophane-i Amire'de 26 Şubat'ta bitecek olan Dali sergisi var ya... Hah işte, orada çektirdim. Dali sergisini sevdim. Ama sana bir şey söyleyeyim mi, ben Dalici değil,  kesinlikle Van Goghcu olduğuma karar verdim. 15 Mayıs'a kadar sürecek olan Van Gogh sergisi, İstanbul Modern'deydi. Aynı gün hem Dali hem Van Gogh sergisini gezmiştim. Van Gogh'un orijinal resimleri sergilenmiyordu. Sadece duvarlara yansıtılıyordu. Van Gogh'un resimlerindeki renkler,  loş bir ortamda, klasik müzik ve aryalar eşliğinde, adeta dört bir yanımdan akıyordu. Büyülendim. 

 
 

Başım döndü. Dizlerimin bağı çözüldü. Çöktüm... Yere oturdum. Bir ses çınladı kulağımda... "Dün gece Van Gog'u gördüm rüyamda... Ağlıyordu... Gözünün üstünde bir pamuk... Pamuktan kan sızıyordu... Dün gece Van Gog'u gördüm rüyamda... Ağlıyordu... Bir kulağını kesip... Arkadaşına götürmüştü... Ama kulağı değil... Gözleri kanıyordu... Dün gece Van Gog'u gördüm rüyamda... Ağlıyordu." Bedri Rahmi Eyüpoğlu sanki bana bu dizelerini okuyordu. Kendime gelemedim.





Kısa hayatı acı dolu geçmiş Van Gogh'un...  Ömrünün son  on yılında  900' ün üzerinde suluboya/yağlıboya resim yapan  20. yüzyılın en ünlü ressamı, 37 yaşında intihar etmiş. Çok başarılı bir sergi olduğunu söyleyebilirim. Renkler ve müzik, loş ortam içerisinde öyle bir nüfuz ediyor ki belleğe, insan ressamın kederini yüreğinde hissedebiliyor.



Sanırım, Van Gogh, gökyüzünü, yıldızları seven biriydi. Zaten kardeşi Teo'ya yazdığı bir mektubunda, "Yıldız çizmek için tuvale beyaz noktalar koymak yeterli değildir." diye yazmış. Tablolarındaki yıldızlar çok farklı... Büyüleyici... İstanbul'daydım... İstanbul Modern'in 3. antreposundaydım... Yerde oturuyordum... Hüzünlü bir melodi ortalarda dolanıyordu... Karanlıktı... Dört bir yanımda Van Gogh'un yıldızları uçuşuyordu... Biri kulağıma Murathan Mungan'ın dizelerini fısıldıyordu... "Gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler... gözlerim... aşkın kuzey yıldızıdır bu... yazları daha iyi görülen... Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler... ilerlerim... zamanla anlarsın bu bir yanılsama... ölü şairlerin imgelerinden kalma... Sen de değilsin. O da değil... Kuzey yıldızı daha uzakta... yeniden yollara düşerler... düşerim... bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda...ben yoluma devam ederim."  Ben bu sergiden sarhoş çıktığımı söyleyebilirim. Anladım bu bir yanılsama... Ölü ressamın çizimlerinden kalma... Bazan bir resim yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda... Ben.. ben... ben bu sergiye kesinlikle gene giderim... 


NOT: Fotoğrafların çoğunu Momentos'un albümünden aldım.


"Ayrılık!.." Ne Yaman Kelime...

"ayrılık düne kadar sadece bir kelimeydi benim için.. 
bugün, koskocaman bir devrik cümle oldu.. 
yarın, bir paragraf.. ertesi gün belki de bir hikaye olacak.. 
bu yılki sait faik abasıyanık hikaye ödülünü de bana verirler artık."

ayrılık!..  

Metin Üstündağ



  "çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
herşey onunla ilgili "

ayrılık!..

Attila İlhan




"ve gene biliyorum ki, çok güçtür gelinmiş kapılardan,
bir gecelik diyet ödeyip yüzgeri dönmek
ve döndüğünde beni bulamayacağını kuvvetle bilerek
şimdiden bir pusula bırakıyorum kapıya,
okunması kolay bir yazıyla

ayrılık!..." 

Murathan Mungan 



 "Birazdan şu dünyada gidecek hiç bir yerin olmadığını anlayacaksın... Birazdan... 
Senin yerin yurdun sayfalarmış... 
Ortada kalmak ne demekmiş, köşeye atılmak, mahkeme celbi gibi posta kutusuna bırakılmak neymiş anlayacaksın; 
böyle bir şeyi anlayan adamın iflah olmayacağını da..." 

ayrılık!..

Onur Caymaz



 "icimdeki yavru kedi debelendi…
diyememekle geçen ömrüme bir de “onun” adı eklendi."

ayrılık!..

Atilla Atalay



25 Şubat 2012 Cumartesi

Herşey Ekmekle Başladı, Ekmekle Bitecek.


Sabah erkenden fırına gidip sımsıcak ekmeği kucağıma alınca, elim yandı... Bir an boş bulundum. Ekmeği yere düşürdüm. Sonra büyük bir kabahat işlemişcesine, hemen eğilip yerden aldım. Üç kere öpüp, alnıma değdirdim. Kimse görmedi yaptığımı... Ben kendi kendime bu yaptığıma sevindim. Büyükannem yere ekmek parçası düşürünce, "ekmek nimettir" derdi. Yerden alıp, üç kere öpüp başımıza değdirip, kenara bir yere koymamızı isterdi. İşte tam bunu düşününce aklıma kaleci Tolga geldi. Ben futbolun f'sinden anlamayan biriyim. O kadar çok futbol muhabbeti yapılıyor ki memleketimde... Pek çok güzelliğin karambole gittiğini düşünmekteyim. Misal yukarıdaki iki kare hafızamda yer etmiş. Yoo... Ben bu maçı seyretmemiştim. Sadece gazetelerdeki fotoğraflarına denk gelmiştim. Şimdi geçmiş haberlere bakıp hatırladığım bu karelerin doğruluğundan emin olmak istedim. Gazete haberinde "Athletic Bilbao taraftarının fırlattığı ekmeği yerden alan Tolga öpüp başına koydu ve direğin yanına bıraktı." diye yazıyordu. Ne yalan söyleyeyim bu kareleri tekrar görmek çok hoşuma gitti. Sonra Oktay Akbal'ın "Önce Ekmekler Bozuldu." adlı kitabını elime aldım. Bir süre altını çizdiğim cümlelerinde gezindim. "Bu dünya bir kere daha değişmeyecek. Belki eski halini almaz, ama zararı yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını ve gülmesini bilmeyene, insan denemiyor... Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara yeniden kavuşacağına inanıyoruz. Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek."  Yüreğim fırından yeni çıkmış ekmek içi gibi yumuşadı. Buram buram merhamet dumanı tüttüğünü hissettim. İşte oturdum bu yazıyı döşendim. Önce öbür dünyaya göçmüş büyükanneme rahmet gönderdim. Oktay Akbal'ın ise ömrüne bereket dedim. Sonra iyiki memleketimde kaleci Tolga gibi futbolcular var diye sevindim.


24 Şubat 2012 Cuma

Bayıldığım Kadın Çizgi Roman Kahramanlarından Biri - Mary Jane


Adı - Mary Jane Watson...  Aslında, dünyaca meşhur çizgi roman kahramanı Spider Man (Örümcek Adam - Peter Parker)  ile evlenmiş ve soyadına Parker'i eklemiştir eklemesine ama ben onu Mary Jane diye severim. Bayıldığım  kadın çizgi roman kahramanlarımdan biridir.


 
 
 


Hayal Öğrencisi Olabilmek!


"Ham petrol bulmakta zorlanan yalnızlığım vardı.... Rüyalardı belki tek besin kaynağım. Gidemediğimiz, yapamadığımız, korktuğumuz halde belli edemediğimiz, özlediğimiz şeylerin gerçeküstü bir kurguyla vizyona girdiği o derin uyku!. Karanlığına çekildiğimiz, orada, garip bir elektrikle yıkandığımız, sanki görsel bir felsefe dersini dinlediğimiz gerçek! Hayal Öğrencisi Olabilmek!. Evet, rüyalardı beni artık heyecanlandırabilen şey! Keşke, bir de, rüya görürken patlamış mısır yiyebilseydim!"

NOT: Küçük İskender'in Balık Burcu Hikayeleri adlı kitabının, Üç Bant Yalnızlık başlıklı öyküsünden bazı cümleleri kendime göre bir araya toparladım. O kadar bencileyin cümlelerdi ki bunlar, ben anlatsam daha güzelini anlatamazdım.

23 Şubat 2012 Perşembe

Benim Kahramanlarımdan Biri - Sevin Okyay


Sevin Okyay'la hiç tanışmadım. Elbette o beni bilmez. Ben ise onu çok iyi bilirim. Hani, bebekler uykularında gülümseyince, "Rüyasında melek görüyor. " denir ya...  Ne vakit Sevin Okyay'ın gülümseyen bir fotoğrafını görsem, melek görmüş gibi hissederim. Memleketimin ilk  kadın sinema eleştirmenidir.  Ayrıca caz, spor eleştirileri yazar. Radyo programı yapar. Bana göre tekinsiz bir kadındır Sevin Okyay... Fotoğrafıyla bir illüzyon geçirir. Bakanın elinde değildir. Hooop, dudaklar yukarıya kıvrılır... Ve  insanın gözlerinden dudaklarına tebessümün sahicisi yerleşir.


İnanıyorum ki, Harry Potter kitaplarının memleketimde çok satmasının en büyük sebebi, çevirisini Sevin Okyay'ın yapmasıdır. Peki, niye benim kahramanlarımdan biri Sevin Okyay'dır? Sahi kahramanlık nedir? Ben bilmezdim. Sevin Okyay'dan öğrendim. "Kahramanlık, karşısındakilerin gücüne aldırmadan onlara karşı çıkmaktır temelde. Bu karşı çıkış, düpedüz silahı alıp hasmın üstüne yürümek şeklinde de gelişebilir, bir "ideal"e yılmadan bağlı kalma meselesi de olabilir. Aşkla bağlı olduğu ideallerin peşinden koşmak için her türlü itiraza, tepkiye karşı gelip, aykırı olmayı göze alan, buna aldırmayan kişi, kahramandır. Hatta bazen sadece ayakta kalmayı başaran kişi de kahraman olabilir." Sevin Okyay, memleketimdeki kadın kahramanlarımdan biridir.


İstanbul Film Festival'i bu yılki onur ödüllerinden birini Sevin Okyay'a verecekmiş.  Çok sevindim. Demek ki bu yıl İstanbul Film Festivali'ne daha büyük bir heves içerisinde gideceğim. Peki Sevin Okyay kimdir?  1942 doğumlu. 70 yaşında öyle mi? Vay canına sayın seyirciler!... 70 yaşında bir kadın bu kadar güzel ve bu denli bilge görünebilir mi sahi? Arnavutköy Amerikan kız Koleji'ni bitirmiş. 1963'ten beri çevirmenlik, 1975'den beri gazetecilik yapıyormuş. Basılmış dört kitabı varmış. İlk Romanım, 120 Filmde Seyrialem, Gol Atan Kaleye, Çiçek Dürbünü. İlk fırsatta kitaplarını edinmeliyim. Şimdi fotoğraflarına bakacağım. Veee... Biliyorum... Tutamayacağım kendimi...  Gülümseyeceğim.