Bak ne diyeceğim... İlk kez çilek yetiştirmenin tuhaf bir heyecanı oluyormuş biliyor musun? Madem köyde yaşıyorum. Yaz gelince köyün daha da köyüne çıkıyorum hatta. Hakkını vermeliyim. Kendi sebzemi ve meyvemi kendim yetiştirmeliyim. Dediiimmm... Dedim de kolay bir karar değil ki bu! Hayatımda bir kere bile çileğin reçelini yapmamış biri olarak çilek yetiştiriyorum, öyle mi? Bu durumum sizce komik mi? Yıllarca reçellerimizi hep annem yapardı. Bir de arkadaşım Oya. Tembel ruhlu olunca insan, bir de bayılıyorsa hazıra konmaya... Niye uğraşsın ki reçel yapmak için çabalamaya? Zaten sana bir şey söyleyeyim mi, hiç fırsat vermediler ki bana... Reçellerim bitmeden yenisini yapıp verdiler. Nasıl deneyebilirdim ki reçel yapmayı bu durumda? Şimdi çilek yetiştiriyorum. Kendi reçelimi kendim yapacağım desem de bana inanma... Büyüyen her çileği koklaya koklaya, hımmm hımmm diyerek ağzımı şapırdata şapırdata yiyiyorum valla...Reçelim bitiyor Oya! Gönderir misin bana?
30 Haziran 2009 Salı
27 Haziran 2009 Cumartesi
"Ne Olmuş Michael Jackson'a?"
26 Haziran 2009 Cuma
Mutluluk Neydi Ki?
Adamın biri ilk defa gittiği küçük bir kasabada duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa;
- Buranın yabancısıyım, demiş.
Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler..
Çocuk arabanın penceresini açtıktan sonra;
Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş.
Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde..
Adam çocuğun yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş çocuk.
Kuş cıvıltıları oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?.
-Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez diye atılmış çocuk... Üstelik manolyalar da katılıyor onlara..
Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyacaksınız..
Adam gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan
sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu..
Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış adamın kendisini fark ettiğini..
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken;
- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki!. Sizinkiler sağlam, öyle değil mi?.
Adam çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına
doğru yönelirken;
- Artık emin değilim demiş. Emin olduğum tek şey,benden iyi gördüğündür..
Daha Güzel Bir Dünya İçin
25 Haziran 2009 Perşembe
Bu Gece Hayal Etme Gecesi
23 Haziran 2009 Salı
Tereddüt Ne Güzel Bir Kelime
TEREDDÜT
"Sarahaten, acaba, söylesem darılmaz mı?
Darılmak adeti, bilmem ki çapkının naz mı?
Desem ki: 'Ben, seni...' Yok, dinlemez ki, hiddet eder!
Niçin? Bu sözde ne var? Sanki hiddet etse ne der?
Desem ki: 'Ben, seni pek...' Ya kızar, konuşmazsa?
Derim: 'Bu çektiğim insaf edin, eğer azsa...'
Desem ki: 'Ben, seni pek çok...' Hayır, kızar bilirim,
Tereddütüm acaba hiddetinden az mı elim?
Desem ki: 'Ben, seni pek çok...' Sakın gücenme emi,
Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi"
22 Haziran 2009 Pazartesi
Taşında Karikatür Olan Mezar
21 Haziran 2009 Pazar
Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici - hep, hep acele işi
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul'a
Bi helallaşmak ister elbet , diğ'mi oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Can Yücel
19 Haziran 2009 Cuma
Kimi Zaman...
18 Haziran 2009 Perşembe
Mutluluk Neydi Ki?
Ama eğer o gece sinemada... Eğer biletler satılmışsa … Eğer o gece gökyüzü yıldızlarla doluysa... Hele göyüzünde bembeyaz bir mehtap varsa... Ah, eğer o gece yağmur yağmamışsa, film oynarken yağmazsa yada … Eğer film kesintisiz oynamışsa o gece… Hani bilirsin ya, tastamam... Bütünüyle... Ah, şu dünyanın en güçlü, en zengin kişisi ben olurdum! Hayat bayram olurdu… Mutluluk buydu işte! Mutlu olurdum!
17 Haziran 2009 Çarşamba
Zil Takıp Oynamak!
16 Haziran 2009 Salı
Hurafeye İnanır mısın?
Atilla Atalay’ın meşhur kahramanı Sıdıka’yı bilirsin… Hani ev kızıdır, annesiyle sohbetleri komik ötesidir. Annesi Sıdıka’dan daha alemdir hatta… ”İntihar edersen eğer, baban seni öldürür!” diyen şekerlikte anne modelindendir.
Sıdıka altta kalmaz tabi. Karşı taarruza geçer.Annesinin ortalığı Elm Sokağı’na , evi Zombiler Kıraathanesi’ne çevirdiğini, hatta bir genç kızın üzerine biraz daha bu hurafe hikayeleri ile giderse evi Tupak Amarru Gerillaları’nın basacağını söyler. Annesi gibi ben de merak etmiştim bu gerillaları. Peru'daki bir gerilla olduğunu araştırınca öğrenmiştim… Annesi sorduğunda “senin iyi saatler olsunlar’a benzer bir şey söölemek istedim.” Der. Neler bilir bu Sıdıka, ne akıllı kızdır aslında...
15 Haziran 2009 Pazartesi
Dülger Balığı İle Nasıl Tanıştım?
Sonra dülger balığının geçmişini anlatır. Aslında dülger balığı vaktiyle korkunç bir deniz canavarıymış. "İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet saçarmış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır, atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş." İsa Peygamber bir gün deniz kenarında dolaşıken insanların korkup kaçıştıklarını görünce, ne olduğunu öğrenmek istemiş. Anlatmışlar dülger balığının yaptıklarını. İsa Peygamber, elini daldırmış denize, iki elinin baş parmakları arasında dülger balığının en irisinden birini denizden tutup çıkarmış. Eğilmiş kulağına bir şey söylemiş. Yazar der ki “O gün bugündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli; fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır.”
Dülger balığı artık her şeyi anlamıştır. Denizler bitmiştir... Sudaki keyifler bitmiştir... Her şey bitmiştir... Ölümü okadar uzun sürmektedir ki belki de atmosfere alışmak, insan olmak istemektedir. Sanki biraz daha dişini sıksa alışması mümkünmüş gibi gelir Sait Faik’e. Yazar esas vuruşa öykünün sonunda geçer elbet… Bir alıştırsak bizim dünyamıza bayram yapacağımızdan sözeder. İnsanoğlunun görünüşü çirkin, korkunç ama aslında küser huylu, sakin, hassas,iyi yürekli,korkak bakışlı birini eline geçirdiğinde onu üzmek için her şeyi yapabileceğinden söz eder. İnsanlar onu şaşırtıp, şair, küskün, anlaşılmayan biri yapmayı becerebilirler. Canından bezdirebilirler, içindeki güzel olan her şeyi öldürebilirler. Rivayet budur ki dülger balığının gövdesindeki iki nokta şeklindeki siyahlık, İsa peygamber’in balığı tuttuğu yerlerin parmak izidir. İnsanlar bu izi silmeyi becerecek ve öykü şu sözlerle son bulacaktır: "Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar hâline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız."
İnsan sevgisiyle dolu olan Sait Faik, kendisi gibi çıkıntıları olan, diğerlerinden farklı ama hassas, duygusal insanların, toplum tarafından nasıl hakir görüldüğünü mü anlatmaktadır?Muhtemelen kendisi ile dülger balığını özdeşleştirmektedir. Anlattığı aslında kendisidir. İsa Peygamber'in canavar balığı, zararsız hale getirme formülü olsa olsa balığın kulağına sevgi kelimesini söylemesi olmalıdır.Çünkü Sait Faik "herşey bir insanı sevmekle başlar." cümlesinin sahibidir. Bu öyküyü hastalandıktan sonra, tedavi için gittiği Fransa'da yazmış olduğuna göre, hem ölümün hem de yaşamın öyküsüdür aslında. Çarpan, yazarın sanat gücüne hayran bıraktıran bir hikaye! İşte bu öyküyle tanıştım hem dülger balığıyla hem de Sait Faik'in iç dünyasıyla.. Dülger Balığının Ölümü öyküsünün orjinalini okumanız temennisiyle...
12 Haziran 2009 Cuma
ARANIYOR!..
ÖYLE HEYECANLI Kİ, HEM ATEŞİ ÇIKTI, HEM KARNI FECİ AĞRIYOR. KIYAMIYORUM! ÇOK ÜZÜLÜYORUM! SINAVA GİRMESİN İSTİYORUM! NİYE BU ÇOCUKLAR BU ÇİLELERİ ÇEKMEK DURUMUNDA BIRAKILIYOR?
ÖDÜL- DUBLÖR DİLESİN BENDEN NE DİLERSE!...
Güneşi Sevmeye Gayret Vaziyetleri!..
Ölümlü Dünya mı? Resimli Dünya mı?
Bugün gene kitaplığıma bakarken, bu kez Nedim Gürsel'in Resimli Dünya adlı kitabını farkettim. Çöktüm koltuğa... Başladım dolanmaya satır aralarında... İlk sayfalarda "Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro" dan bahseder yazar. Daha doğrusu romanın kahramanı, sanat tarihçisi ve manzara ressamı Kamil Uzman... Venedik'tedir... Sevdiği bir ressamın izini sürmektedir. Bu arada gördüğü bir tablo, ona Kraliçe'nin tablosunu anımsatır. Tabloyu şöyle tasvir eder:
"Ressam siyah fonun üzerinde kahverenginin bütün tonlarını denemişti. Sarı ve kahverenginin. Kraliçenin kahverengi giysisi, göğüslerin hemen altından beli sıkan siyah kordonuyla bir zırhı andırmaktaydı. Tehlikedeymiş gibi. Sanki canına kastetmişler, onu hançerlemek için tuzak kurmuşlardı. O da, zırha bürünmüştü işte,inci kolyesi, küpeleri, tacı ve beyaz tenin üzerinde parıldayıp duran mücevherleriyle hala bir kraliçeyi andırsa da."
Saraya gecenin sessizliğinde giren hainler, kraliçe dairesinin önündeki silahlı nöbetçileri etkisiz hale getirirler. İçeri dalarlar. Onaltısındaki dul kraliçenin üzerine çullanırlar. Kraliçe hamiledir. Kraliçenin yeğenini ve doktorunu oracıkta, Caterina'nın gözü önünde doğrarlar. Bir anda kan gölüne döner ortalık. Daha evliliğinin bir yılı dolmadan önce kocasını sonra yeğenini kaybeden kraliçe 500 yıl önce yaşamış bütün bu olanları... Yani bu tablo tam 500 yıllık. "Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro" yu sanatıyla ölümsüzleştiren ise, İstanbul'a dek gelip Fatih Sultan Mehmet'in portresini yapan, Gentile Bellini'dir.
11 Haziran 2009 Perşembe
Sen, Ben, O
Çünkü benim yerim seninle onun arasındadır.
Ve o değildir bana yakın olan, sensin.
Ben, ben olsam dilbilgisi kitaplarındaki tekil şahıs zamirlerini
Şu sıraya göre düzenlerdim:
Sen, ben, o
Başta sen gelir, çünkü ben diye bir şey yok sen olmayınca.
Her ben, ben'liğini sen'le anlar!
Behçet Necatigil
Yüksek Sadakat Vaziyetleri
Çok tuhaf.. Evdeydim…Oturdum cam kenarındaki koltuğa. Topladım ayaklarımı altıma. Baktım sokağa... Sanki geleceksin az sonra.... Birlikte dedikodu yapacağız ballandıra ballandıra… Öyle bir hisse kapıldım.... Genelde ben anlatırdım bilirsin.... Sen cevap vermezdin... Sadece dinlerdin... Şimdi böyle düşünürken seni, öyle bir daldım ki rüyaya, şimdinin içine yumuşacık bir yatağa yatar gibi yayıldım, zamanı bütünüyle unuttum. Haklısın, artık ister sonuç de ister sebep, bu kez bu düğümü çözmem gerek. Biliyorum yollar bitmez böyle düşünerek… Belki bana yazarsın yada kart atarsın uğradığın o şehirden… Boğaz’dan gemiler usulca geçerken, ben çıkar giderim bu yerden, ne dersin? Sen döndüğünde, ağaçlar, gökyüzü ve toprak uyurken, ben çılgın kalabalıklardan çok uzaklarda, sarılıp hayallerime uyumuş olurum belki günbatımında. Döndüğünde, beni son kez görmeye gelir misin? Tam sen geldiğinde yanıma, belki üstümüzden bir kuş geçer, kanadından bir tüy düşer, iner gökyüzünden döne döne, kanatlanır senin elinden… Belki de şehre bir film gelir... İklim değişip sonbahar olur... Olmaz mı? Olur... Olur....Gülümse...
10 Haziran 2009 Çarşamba
Köyümden İnsan Manzaraları - Mahir İrfan Benli
Çoğu Gitti Azı Kaldı, Değil mi?
Off! Karnım nasıl aç. Evdekiler de acıkmış belli….Derinden derinden miyav miyav sesleri geliyor. Hımm, henüz yemek yapmadım ki! Durma hakkımı kullandım akşam eve geldiğimde… Bir süre kıpırdamadım, durdum kaldım öylece. Dert değil canım, yaparım hemen. Kolay bir yemek olmalı kolay. Ne yapsam? “Selam!” dedim dolaba, açtım kapısını. Bomboş. Of ya alışveriş de yapmamışım. Ne olacak şimdi? Peki olanlara bakalım… Yumurta, tereyağ, yoğurt, bir anda gözüme çarpan… Heyy, tam omletlik malzeme! Off, şahane bir omlet yaparım şimdi, parmaklarını yerler billahi! Bizim evin erkekleri, bu işe ne derler peki? Hele küçük paşa yok mu, iki numara… Zor beğenenlerden… Şövalye ruhludur zat-ı şahaneleri, her yemeği beğenmez kendileri… Yemekler mükellef hazırlanacak, saraylı soyundan geliyor sanki! Ben şimdi bir masa donatırım, kral masası gibi. Masanın netlik ayarını tam sağladım mı, sadece omlet ve ayran varmış anlamaz ki. Güzel bir masa örtüsü sererim, tertemiz mis gibi... Kadehler içinde buz gibi ayran, ortaya koyarım pişirdiğim omleti papatya misali, hem de balkona, Marmara denizine sıfır manzara, bir mucize yaratırım bir solukta, şaşar kalırlar valla!
Off! Of!! Sonbaharın gelmesine şunun şurasında ne kaldı ki?
9 Haziran 2009 Salı
Memlekette Kadın Vaziyetleri
Bu paragrafı kadınlarla ilgili yazdığım her yazıda boğuma koyuyorum ki, unutmayayım! Bugün gazetede şöyle bir haber başlığı vardı: “ Türkiye AİHM'de, aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle ceza alan ilk ülke oldu. AİHM aile içi şiddet konusunda Ankara'ya karşı açılmış ilk davayı sonuçlandırdı. Mahkeme, Türkiye'nin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu halde, kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığına hükmetti. Bu yüzden Ankara'nın, Nahide Opuz adlı vatandaşa 36 bin 500 Euro ödemesine karar verildi. Böylece Avrupa'da ilk defa bir devlet AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi. Dava, aile içi şiddete maruz kalmış Türk vatandaşı Nahide Opuz tarafından 2002'de açılmıştı. Opuz, eski eşinin kendisine ve annesine yönelik kötü muameleleri karşısında devletin yeterli önlem almadığı iddiasıyla Ankara'dan şikayetçi olmuştu. Annesi kocası tarafından öldürülen Opuz'un avukatları, mahkemenin aile içi ve kadına yönelik şiddeti "işkence ve kötü muamele" olarak nitelemesini ve devletin ayrımcılık yapıldığına hükmedilmesini istiyordu. Türkiye ise Opuz'un iç hukuk yollarını tüketmediğini savunuyordu.(ntv)
İkileme Kelimelerle Bir Deneme
Oysa iyi kötü bilirdi beni. Aşağı yukarı tahmin ederdi ne deyip ne demeyeceğimi, ıvır zıvır lakırdılar etmeyeceğimi düşünmüş olması gerekmez miydi? Böyle mi olacaktı? Düşe kalka, bata çıka sürdürdük bugüne kadar ilişkimizi. Tamam, tek tük tartıştığımız olmuştur. Ama inan ki ipe sapa gelmeyen, saçma sapan nedenlerden! Ivır zıvır şeyler inan ki, anlatmaya bile değmez… Sağ salim gelmiştik işte bu günlere… Hiç sesimiz sedamız çıkmazdı ki… Ben biraz sesimi yükseltirsem, o kem küm eder susar, doğru dürüst karşılık dahi vermezdi. Ben tıkır tıkır söylerdim söyleyeceğimi, çatır çatır anlatırdım düşündüklerimi. O sus pus olurdu, hiç ses etmezdi. Tamam, bazen yarım yamalak bir şeyler söylerdi. Fazla dinlemezdim galiba. Ama böyle paldır küldür asla çıkıp gitmezdi…Akça pakça, çıtı pıtı, ufak tefek biriydi. Severdim. Güçlü kuvvetli görünen bendim. Eve gelince, ortalığı gümbür gümbür inletirdim. Pata küte girerdim mutfağa, yemekleri yapan, ortalığı temizleyen hep bendim. Kıyamazdım ki ona… Geceleri horul horul uyuduğunda dahi ses etmezdim, odamı değiştirirdim en fazla. Öteberilerini toplamazdı, dolaşırdı eski püskü esvaplarla… Yırtık pırtık gezilir mi bu zamanda, malın mülkün var satsana, dolaşsana pırıl pırıl demezdim. Ne isterse yapsın diye düşünürdüm, yanımda ya! Eş dost, konu komşu kızarlardı, yakıştırmazlardı onu bana. Hiç dert etmezdim. Şimdi terk edip gitti ya beni allak bullak oldum valla. Kendime gelemedim. Şimdi bunları yana yakıla anlatıyorum ya sana, kusura bakma, e mi? Akıl fikir kalmadı bende, beni biraz toparla!
8 Haziran 2009 Pazartesi
Öğretmen Kardeşimin Şiir Dinletisi
"Bizim sıcağımız, Şiir sıcağı canım, Yunus Emre sıcağı, Pişirir Kerem'i yakmaz, Toprağımız halk toprağı, Kimseyi sevdasız bırakmaz" Bir başka şiir vardı sırada. Şairimiz İlhan Gençer'in İnsanla Güzel şiirini, Gülbahar'dan dinledik hepbirlikte... " Her şey insanla güzel!, Doğan güne karşı gerinen evler, Mavi rüzgârların koştuğu sokak... İnsan olmazsa kötü resimler gibi, Lacivert bahçelerde başlayan bahar, Temmuz tarlalarında başak. İnsanlar canım insanlar, Işıklar, güneşler hep sizin için. " Bu şiirleri ezberleyen çocukların kötü insanlar olmaları mümkün mü sizce? Mümkün değil elbette! Şiirler var işte bu nedenle!