30 Ağustos 2013 Cuma

Fala İnanma Falsız Kalma Derler Ya Hani... Filmekimi:)


Dün sabah ofise gelmeden Oya'ya uğradım. Uyuyordu. Parmağımı kaldırmadan zile bastım. Hiiiç acımadım. Arkadaşımı uyandırdım. Mahmur mahmur açtı kapıyı. "Rüyanda mı gördün beni." dedi. Kıkırdayarak "Bu  şahane Ağustos  sabahını kaçırmana gönlüm razı gelmedi." dedim. Yoldayken Dilek'i aramıştım. Geldi. Üç arkadaş bahçedeki şezloglara ayaklarımızı uzatıp, zamanın içine keyifle yayıldık. Bir ara elimi gözlerime siper edip gökyüzüne baktım. Uçsuz bucaksız maviliğin içinde bembeyaz  bir bulut, resmen güneşle oynuyordu. Ya güneş...  Şaşkın ya! Hani vardır ya görücüye giden   mahcup köy delikanlısı hali... Hahh işte! Başını bulutun arkasına utangaç utangaç sokup çıkararıyordu. 


Dilek'le Oya muhabbete başladıklarında, kalktım. Mutfağa geçip, şööyle yandan çarklı, mis gibi dumanı tüten  kahve yaptım. Bahçedeydik. Hem kahvelerimizi hüpletiyor, hem çekirdek çitler gibi çıtır çıtır muhabbetin dizini kırıyorduk. Rüzgar tatlı tatlı esiyordu. Güneş, bulutla oynamaya devam ediyordu. Oya, son hüplemesinden sonra fincanını tabağına kapattı. Dilek de kapattı. Geri kalır mıyım? "Fala inanma falsız kalma" derler bilirsin. Ben de  kapattım. Kapatırken ne düşünmüştüm? "Neyse halim çıksım falim!" mi demiştim, yoksa "kalbimdeki pir fincanima gir!" mi demiştim? İnan hatırlamıyorum. Bildiğim bir araya geldiğimizde geyiğine fal kapattığımız... Hayali benzetmelerimiz üzerine bolca kahkahalar attığımız... Öyle yani. Kimsenin gaipten sesler işittiği ya da görüntüler gördüğü filan yok. Oya ve Dilek şahane benzetmeler yapıyorlar o kadar.  


Biri "Aa! Senin fincanda flamenko yapan hipopotamlar görüyorum," diyor misal... Hep birlikte başlıyoruz hahaha hihihi... Ardından birbirimize bakıp soruyoruz... "Acep fincanda flamenko yapan hippopotamlar görmenin anlamı ne olabilir ki?" Geyiğe dibine kadar devam ediyoruz. Fincan üzerinden makara yapmayı öyle sürdürüyoruz ki, bir süre durulmadan mütemadiyen dalgalanı dalgalanıveriyoruz. Şimdi uzun uzadıya anlatmayayım. Kızlar sırlarını veriyorum diye bana kızarlar. Neme lazım. Yerin kulağı var. Ben... Ben var ya asla anlamam faldan maldan. Bir nebze  yetenek yok. Sahiden. Hayal Kahvem'de uydurma yazmayı beceriyorum kimi zaman. Tamam. İtiraf etmeliyim ki hayali yazılarım bolca var. Falda bişi hayal et bari mübarek! Ne bileyim, yol var de... Üç vakte kadar haber var de... Di mi? Nerdeee? Tın tın... Nato göz nato hayal!.. Hiç bir şey uyduramıyorum. Bırak uydurmayı  hiç bir şekli  hiç bir şeye benzetemiyorum. Sözün özü, fal bakmayı bile beceremiyorum. Çok fena!

 
Fakat bu sabah tuhaf bir şey oldu. Bak şimdi. Oya benim falıma bakıyordu tamam mı? Doğrusu hepimiz fincana bakıyorduk. Bu kez fincanda öyle belirgin bir şekil çıkmıştı ki anlatamam. Bööölee nasıl söylesem küçük bir kız... Mutlulukla gülümsüyor. Aaa! Sanki film şeridinden ipi olan bir salıncakta sallanıyor. Hah işte, kahve fincanında gördüğümüz aynen anlattığımın benzeri bi şeydi...  Üçümüz gözlerimizi açmış fincanın içine merakla bakıyorduk. Şekil nasıl belirgindi anlatamam. Ben bile anladığıma göre, eh sen  nasıl görünür bir şekil olduğunu anlayıver işte... O anda pek anlam verememekle birlikte, ilk kez bir şekli bir şeye benzettim ya etkilendim yeminle.  

Sonra ne oldu bil bakalım? Ofise geldiğimde işe başlamadan önce bloglar arası dolanayım istedim. Hey!.. O ne? Benim fincanda çıkan şeklin tıpkısı durmuyor mu gözümün önünde? Pes vallahi!.. İnanamadım gözlerime... Du bi... Ağustosun son günlerindeyiz ya şimdi… Sonraaa…  Eylüüül! Eylül'ün arkasından ne gelir? Ekim tabii Ekim!.. Hey, düşünebiliyor musun Filmekimi vakti geldi geliyor demek ki... Ne güzel!..  Gördüğüm bu yılki Filmekimi Festivalinin posteriydi. Evet!.. İyi ama, sanki gelmiş görmüş fincanda, benim falımda çıkan film şeridi ipli salıncakta sallanan kızın şeklini aşırmış biri... Yok artık, şaka mı bu?  İnan, şaşakaldım. Kalakaldım. Hatta donakaldım bir süre... Ne yani?  Falda çıkan şey,  Filmekimi'nin ön haberi miydi?  Yoksaaa...  Yoksa bu bana bir işaret olabilir mi? 

Yooo. Bu kadar makara yeter. Yazım bitti. Hey! Du bi... Gelmiş geçmiş Filmekimi afişlerine hemencicik bakıverelim mi?

 

 


Sevdiğim Minik Şiirler...

 Ahh
dilimin
ucundaydım
diyemedim
diyemedim
unuttum

met-üst
feci susarım
suyla alakası yok
sözedir tavrım

num-sert


  müsait bir yerde
unutur musunuz
beni lütfen


met-üst
 



ahmakıslatan değilim dedi
inandım o yağmura
  ve ıslandım tam bir ahmak gibi

num-sert

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Mailleşme Değil Mendilleşme Aşk Dili


Bu sabah  yeni gelen makineleri sigortalatmak için müşterim beni fabrikasına çağırınca, ne yalan söyleyeyim  koşa koşa  gittim. Sigorta çeşitleri arasında  en çok Makine Kırılması Sigortasını seviyorum.  Çünkü böylelikle hiç bilmediğim makine çeşitlerini tanıma olanağı buluyorum. Galiba insanların yüklerini hafiflettikleri, işlerini kolaylaştırıp daha konforlu yaşamalarını sağladıkları için makinalara sadece büyük bir sempati duymakla kalmıyorum...  Biliyorum abartıyorsun diyeceksin gene bana ama… İnanmalısın… Yüreğimden gelerek söylüyorum...  Resmen her birinin yanında önümü ilikleyip saygı duruşuna geçmek istiyorum. Hele evdeki çamaşır ve bulaşık makinelerinin benden işittikleri iltifatları anlatmaya kalksam var ya şaşırıp kalacağını biliyorum. Ben makinaların ruhu olduğuna inanıyorum. 

Neyse… Benim bu halim başlı başına bir hikaye tabii. Hele sigortaladığım  makinenin bir tarafına bir şey olup kırıldığı bana haber verildiğinde… Makina Kırılması Sigorta teminatını devreye soksam bile… Benim o makinenin illa romantik bir sebeple kalbinin kırıldığını filan hayal ettiğimi... Makine Kırılmaları hasarlarında eksperle birlikte benim de kırılan makinanın başına illa gittiğimi… Kimseye belli etmemeye çalışarak,  makinanın kulağına usulca “Kırılan kalbin hiç kimseye faydası yok.” diyerek psikolojik destek verdiğimi… Kimi zaman sadece bu kadarlık bir hissi dokunmayla bile makinanın çalışmaya başladığına defalarca  şahit olduğumundan sana bahsetmeyeyim istersen… Biliyorum artık “abartıyorsun” demeyip,  “delirmişsin sen” diyebilirsin. Her neyse…


Sabah sabah ofisten fırladığım gibi müşterimin fabrikasına gittim. Gelen makineleri hayranlıkla seyredip, fotoğrafladım. Akabinde detayları bizim ofise göndermek niyetiyle fabrikanın idari bölümüne geçtim.  Masaların arasında hâl hatır sormak için hızla dolanırken Dış Ticaret bölümünün sekreterliğini yapan, hafta sonları ara sıra buluşup hâsbihal ettiğim veya sinemaya gittiğim Selen’le birkaç dakika  oturup muhabbet ettim. Canı çok sıkkındı gene. Camekânlı bölmenin arkasındaki masada oturan çocuğu çaktırmadan başıyla işaret etti. Göz ucuyla çocuğa baktım. Selen daha önce bana bahsetmişti. Bu çocuk üç ay kadar önce, bölüm değiştiren Selen'in müdürünün yerine işe alınmıştı. Pek haz etmediğim "anan soğan baban sarmısak sen nereye gidiyon ıspanak" türü hava atmaya meraklı bir tipti. İlk ay Selen'le aralarında duygusal bir yakınlaşma olmuştu. Tam iş çıkışları buluşmaya başlamışlardı ki çocuğun nişanlı olduğu Selen'in kulağına gelmişti. Belli ki gönül eğlendirmeye meyilli hercai  erkek tiplerindendi. Zaten Haziran ayı başında evlenmişti.  Üstelik başkalarının yanında kızı umursamaz görünüyor, gözünün içine baka baka Selen'e yazdığı maillerde ise unutamadığını yazıyordu. 

İyice rüzgârına kapılmadan ucuz kurtulduğu için Selen adına seviniyordum. Eğer nişanlı olduğunu tesadüfen öğrenmeyip ilişkisini iyice ilerletseydi  etkisinin daha dehşetli olacağı kesindi.  Harbi bir kızdı Selen.  Henüz çok gençti. O güzelim kadınlık duygusallığını  kaybetmesini asla istemiyordum. Dünyada güvenilecek ve aşık olunacak erkek çoktu. Buna gönülden inanıyordum. Makinalar  kadar bile ruhu olmayan bu gereksiz adamın Selen'in üzerinde erkekler adına olumsuz etki bırakmasını asla arzu etmiyordum. Şimdi ufak sıyrıklarla atlatmıştı işte. Zaman her şeyin ilacı olacaktı. Selen olanı biteni kulağıma usulca fısfısladı. İş dışında görüşmek istemediğini defalarca anlatmaya çalıştığı halde, gene sabahtan beri  Selen’e  “akşam 7 de buluşalım.” diye mesaj atıyormuş. Malûm günümüzde teklifler artık elektronik mektup yoluyla yapılıyor  ya…  Selen'in suratı sinirden kıpkırmızıydı. Masanın üzerinde duran peçetelikten bir kağıt mendil çekti. Elinin içinde öfkeyle sıkmaya başladı. Onu eğlendirmek istiyordum. Ne dedim bil bakalım Selen’e? “Ne duruyorsun? Sen de gözünün içine baka baka mendili ortasından yırtsana!” dedim. Şaşırarak baktı suratıma. Güldüm. Ne demiştim ben Allah aşkına? Anlamayacaktı tabii beni. O mailleşmeyi biliyordu. Mendilleşmeyi –mendilnameyi- bilmiyordu ki… Bak şimdi…



“Keyfim, sen buraya gelir misin, yoksa ben mi geleyim?” Bu  söz Salâh Birsel’in bir sözüdür. Ne yalan söyleyeyim kendisi bayıldığım biridir. İşte Selen’le konuşurken  Salâh Birsel’in “Ey okur, şimdi  seni  sana gösterip, yeniden öğrenim rahlesinin önüne oturtacağız.”  diye başladığı ve Kağıthâne aşk dilini bellettiği yazısı aklıma geldi. Yazar bu yazısında resmen bir öğretmendir. Şimdi sıkı dur. Dersinimizin adı nedir bil bakalım? Kırk yıl düşünsen tahmin edemezsin. Çünkü dersimizin adı Mendilname. Yani mendileşme yoluyla haberleşme metodları… Şimdiii… Mailleşme değil mendilleşme yoluyla yapılacak teklifleri ve cevap verme metodlarını öğreniyoruz:

 

Mendili sağ elinde toplayıp onunla ağzını örtmek –  Hiç merak etme. Söz bir, Allah bir. Aşkımız aramızda sır olarak kalacak.

Elindeki mendili başına götürmek – Her ne buyurursan can ile baş üstüne… Dile benden ne dilersen..

Mendili kalbinin üstüne bastırmak –  Sevgin kalbimde yer etti, canım sana feda olsun..

Mendili kabinin üstüne bastırmanın bir anlamı daha var. – Sensiz dünya bana karanlık. Buluşmaya ne dersin?

Mendili kalbinin üstüne bastırdıktan sonra hemen başını mendille örtmek – Korkma, kimse görmez.

Şimdiii… Bir taraf mendille böyle haber edince,  muhatabın cevapları şöyle olabilir:

Mendili havada sallamak – Dolaş gel. Şimdi buluşamayız.

Sol elindeki mendilin yanında sağ elinin beş parmağını havaya kaldırmak – Şimdi olmaz. Saat 5’de buluşalım. (Eğer gece 5 de buluşulacaksa beş parmağını gösterdiği elini mendilin altına sokmalıdır.)

Mendilin iki ucunu iki elinde tutmak – Sensiz ölüyorum. Saat 5’i bekleyemem.

Mendili dize bırakmak – Zahmetten sakınma.

Nanananoooommmm….

Mendili ortasından iki parça etmek Sen yoksun artık. Benim için bittin.
 

Nasıl ama? Şahane haberleşme yolu değil mi bu? Güldürmek maksadıyla oturduğum yerden bunları Selen’e anlatınca… Kağıtlıktan bir peçete çekti. Ayağa kalktı. Camlı bölmeye döndü.  Ben çocuğa sırtım dönük oturuyordum. Ama karşımdaki camekana yansıyan görüntüden çocuğun her hareketini ayna gibi görüyordum. Tam göz göze geldiklerinde Selen iki eliyle iki ucundan tuttuğu kâğıt peçeteyi ortadan ikiyi böldü. Çocuk umursamaz bir tavırla ayağa kalktı. Cebinden bir tomar para çıkardı. Kalbinin üstüne bastırdıktan sonra başına örttü.  Şaşırma sırası bana gelmişti. Çünkü Selen beni olduğum yerde bıraktı. Bir hışımla odadan çıkıp çocuğun yanına gitti. İnan rüzgarından çıkan çizgi romanlardaki  "Whooossh!" efektini işittim.  Ne fesatsın! Hemen  “Parayı görünce Selen çocukla çıkmaya karar verdi demek ki” diye geçirdin aklından değil mi? Hayır canım.  “Sen beni sen mi sanıyorsun?” dedi. Çocuğun masasındaki peçetelikten bir kağıt mendil çekti. Ortasından ikiye böldü. Çocuğun yüzüne fırlattı. Bunu sanırım yedi defa tekrarladı. İdari bölümdeki herkes onlara baktı. Zaten neler olup bittiğini merak edenler tarafından durum öğrenilecek ve çocuk bir daha dönmemek üzere işten ayrılacaktı. Selen olduğu yerde topukları üzerinde gerisin geri döndü. Bana gülümsedi. Elindeki son mendili kalbinin üstüne bastırdı.  Güldüm.  Kendimi tutamadım. Kahkalarla güldüm.  Salâh Birsel'in ruhuna rahmet gönderdim.  

27 Ağustos 2013 Salı

Hayat Bir Yanıyla Güzeldir Canım, Sen De Güzelsin


Yukarıdaki fotoğraftaki güzel kaplumbağanın adı  Esra. O tam bir protest, tam bir seyyah. Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi üçüncü sınıfa geçmişti ki, kafası kızdı bir şeylere, tekrar üniversite sınavına girdi. Bu kez tam isabet! Ver elini Ankara... Ve çok istediği Ankara Üniversitesi  İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nü kazandı. Ailesi Kayseri'de yaşıyor. Dün akşam iş çıkışı beni aradı.  Okuldan kaydını sildirmek için İzmit'e gelmiş. İşleri tek günde bitmemiş. 

Buluştuk şehir merkezinde...  Veee... Elinden tuttuğum gibi bizim köye getirdim. Köyün  patika yolarında  dere tepe yürüdük. Geç saatlere kadar muhabbet ettik. Güzel bir oda hazırladım Esra'ya. Misafir ettim. Sabah şahane kahvaltı yaptık. Sonra marş marş üniversiteye gittik. Kocaeli Üniversitesi'yle ilişiğini kestirdik.  Otobüse bindiği gibi Kayseri'ye ailesinin yanına döndü. Eylül ortasında Ankara hayatı başlayacak. İnternetten edindiği, gene aynı üniversitenin biri lisans diğeri doktora öğrencisiyle birlikte aynı evi paylaşacak. İzmit'e gelmeden önce Kayseri'den Ankara'ya gitmiş. Ev arkadaşlarıyla buluşmuş, tanışmış, anlaşmış. Ev sorununu çözdüğü için sevinçliydi.


Sevgili Esra... Felek bizi ilk kez bir dans gösterisinde denk getirdi. Kocaeli Üniversitesi Dans Kulubü'nün Latin Dansları gösterisi vardı. Dans edenlerden biri görme engelliydi. Ve seyirciler arasında da görme engelli kızlar vardı. Bizim oturduğumuz masanın hemen yanında sahneye sırtlarını dönmüş oturuyorlardı. Ben yerimden kalktım. Yanlarına gittim.  Müziği işitiyorsunuz ne güzel. Pekiii... Salonu, ortamı, dans edenleri size anlatmamı ister misiniz? diye sordum.  Seviniriz, dediler.  Oturdum yanlarına... Anlatmaya başladım. Bünyemde abartma huyum var ya... Allaaah... Ben bir anlatıyorum ki... Renkleri, figürleri, komiklikleri, güzellikleri anlatıyorum da anlatıyorum. Sonra durdum. Bi dakka... Size renklerle anlatıyorum ya. Doğru mu yapıyorum? Sonra ilk kez görme engellilerle konuşuyorum. Zaten patavatsızın tekiyimdir. Pot kırıp canınızı sıkmayayım, dedim. Yooo. Devam et. İçinden geldiği gibi anlat. Hatta renkleri cümlelerinin içine iyice kat, dediler.  Eh, aldım sazı elime anlattıkça anlattım. 

Sonra... Bir görme engellinin  nasıl televizyon ya da film seyrettiğini merak ettim. Sesli betimleme denilen sinamada seslendirme tekniği olduğunu ilk kez o gün Esra'dan öğrendim. O günden sonra Esra ile pek çok kez sinemaya gittik. Kafa kafaya veriyorduk. Filmin konuşma olmayan bölümlerinde sahnede neler olup bittiğini sessizce Esra'ya anlatıyordum.  Ve o günden sonra Altı Nokta Körler Derneği ile ilişkiye geçtim. Şehirdeki sinemalarda iki kez görme engelliler için sesli betimlemeli film gösterisi yaptık. Eskiden bir tane bile görme engelli arkadaşım yoktu. Şimdi çook. Hayatımın ve yüreğimin taaa içindeler.


Esra, benim çok iyi arkadaşım, kardeşim. Antenleri bu kadar açık, bu kadar duyarlı insan zor bulunur. Doğduğundan beri iki gözü görmüyor. Hiç dert değil. Esra pek çok gören insandan daha fazla dünya ve memleket olaylarını takip eder. Esra, dünyadaki her türlü zalimliği, kötülüğü protesto eden anarşist ruhlu biridir. Üşenmez memleketin her yerindeki gösterilere gider. Yaşı benden elbette küçüktür. Fark etmez. Muhabbetiyle beni fena halde sallar silkeler.  Tam bir kadın hakları savunucusudur. Öyle böyle değil.  Veee.. Şahane gitar çalar. Hele İtalyanca şarkıları var ya...  O kadar güzel çalar söyler ki... Bayılırım yani öyle söyleyeyim. 

Ankara'da aynı evi paylaşacağı doktora öğrencisinin bir İtalyan olması hoşuma gitti. Silviya, Esra'nın İtalyanca şarkı söylemesinden kim bilir nasıl hoşnut kalacaktır diye düşünüyorum. Şimdi ben onu misafir ettim ya... Du bakalım... Ankara'ya  yerleşsin bi... İlla ziyaretini iade etmenin hayalini kuruyorum. Söz aldım. Nasıl bizim köyün patikalarını dolaştırdıysam, Esra da beni Ankara'da gezdirecek. Ve inanıyorum, gelecekte memleket için mühim işler becerecek.  Beni onunla denk getiren feleğe teşekkür ediyorum.  

Sana bir şey söyleyeyim mi? Esra iyi ki uğradı bana. Bak, kaç zamandır görme engelliler için kitap okuma seferberliği başlatma planım vardı. Boğaziçi Üniversitesi'nin sitesine girip, Gönüllü Okuyuculuk programını bilgisayarıma çoktan  indirmiştim. Yeminle mikrofon da satın almıştım. Bir türlü deneme kitap okuma seslendirmesi hazırlayıp, Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Ve Eğitim Laboratuvarı'na  gönderememiştim. Hemen kolumu sıvayıp başlarım artık. Çünkü Esra'nın bitmek bilmez enerjisi ve hayata direnişi gene kışkırttı beni. Sadece benim gönüllü okuyucu olmam yetmez. Bunu yapabilecek pek çok arkadaşım var. Onların da gönüllü okuyucu olmalarını arzu ediyorum. Du bakalım...  İyice niyetine girdim. Başlayacağım.

not- başlık, onur ünlü'nün hatırlat da haziran sonlarında çocukluğumu yakalım adlı şiirinin bir dizesi. (ah muhsin ünlü)


25 Ağustos 2013 Pazar

Ve Ali Ve Fondü Ve Ben Ve Köy Yemeği


Küçük yeğenim Ali ile karşılıklı oturduk.  Laflıyoruz. Bir ara  ona doğru eğildim...

- Ali'cim daha önce buraya gelmiş miydin bilmem? Laf aramızda kahvesi ve çikolatası  sahiden şahanedir.  Ben Türk kahvesi içeceğim. Sana limonata, çörek, börek, dondurma  ne söyleyeyim? dedim.

Bir an duraksadı. Sonra en kendi haliyle:
- Teyze, ben fondü yiyebilir miyim? dedi.

Duraksama sırası bendeydi. En teyze tavrımla gözlerine baktım.  Kendisine bişi demedim. Sadece, "Vay canına sayın seyirciler! Köyde yaşayan bacak kadar çocuk, İsviçre-Fransa ortak yapımı  fondüyü nasıl da biliyor." diye içimden geçirdim.  Renk vermedim.

- Daha önce fondü yemiş miydin? diye sordum.

Tatlı tatlı tebessüm etti.  Samimiyetle...

- Evet, yedim. Çok severim, dedi. 

Enseyi karartmaya gerek yoktu. Bildiğim kadarıyla fondü kelimesi, Fransızca fondre yani eritmek kelimesinden türetilmişti. İsviçre Alpleri'nde, soğuk kış günlerinde izole şekilde yaşayan, taze yiyeceği kalmayan İsviçre'nin köylüsü, açlığını gidermek için peynir ve bayat ekmekten lezzetli ve mütevazı bir yemek icat etmişler. Toprak kaba koydukları peyniri alttan mumla ısıtarak eritiyorlar ve sonra bayat ekmeği içine bana bana yiyiyorlar. Bu kadar... Ali'nin istediği bunun çikolata ile yapılmış olanıydı işte... Setin altına gene mum yakılıyor. Eritilmiş çikolata bitene kadar hep sıcak tutuluyor. Yanında muz ya da çilek varsa...  Hımm... Çikolataya bana bana yeniyor. Aldırmamalıydım alafranga, lüks, sosyete havası olmasına... Fondü resmen bir köy yiyeceğiydi. Böyle düşünmek nedense hoşuma gitti. 

- Ali, iki çatal istesem. Türk kahvemin yanında, arada senin föndüden ben de yesem, ne dersin? diye sordum. 

Yeminle, bir an bile  tereddüt etmedi.
- Tabii teyze tabiii.... Birlikte bandıra bandıra yeriz, dedi.

İlkokul ikinci sınıfa geçmiş birine, ayan beyan hislerimi belli edemedim. "Asıl  ben seni bandıra bandıra yerim." diye içimden geçirdim ama diyemedim.

Uzanıp elini tuttum.  Avucuna usulca bir öpücük kondurdum.  Fısıldayarak "Çok naziksiniz genç adam." dedim.

Hahha... Kızardı mı ne?  Bilmem.

Bildiğim...  Güldü. Güldüm. Güldük biz.


Şşşth! Kimse Duymasın!.. - 11 -

Dolaşıyordum.
Güzel resimler çizen,  bir ressama rastladım.
Tüm hevesimle seyretmeye başladım.
Bir ara... Ressam yerinden kalktı,
Tabureyi boş bıraktı.
 Durur muyum?
Oturdum. 


Hemen paleti elime aldım.
Beklemeye başladım.
Biri Şşşth! dedi, sandım.
Döndüm, arkama  baktım.
Tamam işte...
Oydu! 

İlham Perisi, bana şaşkınlıkla baktı.
Sanırım,  aradığı ben değildim.
Yerinden kalkan ressamdı.
Ahh!.. İlham Perisi yeteneksiz olduğumu  anladı.
Hayal kırıklığına uğradı.
Hiiiç şefkatli davranmadı.
 Ardına bakmadan uzaklaştı.
Bir nebze ilham bırakmadı.


Amannn..
Moralimi hiiiç bozmadım.
Yerimden kalkmadım.
Hayal kurarak...
İlham Meleği'ni  beklemeye başladım....
Halen bekliyorum.

Gerçekten...



24 Ağustos 2013 Cumartesi

Yerine Konmayan Kitaplar Ve Komşuluk Üzerine Hasbihal


Haftasonu ya… Gün boyu evdeyim. Eşyalarımı özlediğimi fark ettim. Oysa her akşam iş dönüşü üzerlerindeyim. Ya da her akşam ve hafta sonları elimin altında olduklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ne yalan söyleyeyim eşyalarımı severim. Kitaplarım mı?  Of, sorulur mu? Onlar arkadaşlarım ya da ne bileyim çocuklarım gibidirler benim. Az önce enine boyuna kitaplarıma baktım. İnan bana, şaşkınlık içinde kaldım. Kitaplarım resmen evin dört bir yanına dağılmışlar! Anlatılacak gibi değil. İlla görülmesi gerekir. 
 
Sanıyorum bir sebeple kitaplıktaki yerlerinden almışım. Ne zaman okumuşum kim bilir? Hangi odada, hangi koltukta okuduysam artık... En son okuduğum yerde bırakmışım. Sence bu davranışım saygısızlık gelmiş midir onlara? Acaba üzülüp kırılmışlar mıdır ki? Ne fena!.. Peki kitaplıktaki diğer kitaplar… Evin içine dağıttığım kitapların önceki komşuları hani… Yerlerini boş gördükçe... Yahut onların boşluklarını, ilgisiz başka kitaplarla doldukça ben… Durumlarını garipsemişler midir? Ürpertici acayip bir his kaplamış mıdır içlerini? Tuhaf! Nereden aklıma geldi şimdi... Dinle bak... Bir vakitler aynen benim yaşadığım gibi...


Komşuluk deyince, depremden sonra iki yıl yaşadığım Ataşaehir'deki stüdyo daire aklıma geldi. Tam kapı karşı daireye sürekli değişik insanlar gidip gelirdi. Bir çiftle denk gelmiştim söz gelimi… Yeni evlilerdi. Ya da evli değillerdi. Sormadım tabii… Birliktelerdi. Bir defasında iş dönüşü kapıda karşılaşmıştık. “Merhaba” demiştim. “Merhaba, yeni taşındık” demişlerdi. Genelde akşam iş dönüşü karşılaşırdık. Gülümserdim. Gülümserlerdi. Evin kapısını açıp içeri girerlerdi. Evin kapısını açar içeri girerdim. Bilirdim ki kapı karşı dairede onlar yaşarlardı. Bu duruma alışmıştım. İki ay kadar geçti. Artık kahveye çağırmaya niyetlenmiştim. Ama nedense onları  görmüyordum. İki gencin  karşı daireye girip çıktığını fark ettim. İlk rastlaştığımızda “Bir çift vardı” diye soracak oldum. “Onlar gitti. Biz taşındık.” dediler. Demek öyle selamsız sabahsız hayatımdan çekip gittiler. 
 
Köyde alışmışım ya yılların komşuluğuna... Şehirdeki bu vaziyet ilkin tuhaf geldi. Bir akşam mantı vermiştim karşı dairedeki gençlere. Bir gece de onlar benden tuz istemişlerdi. O kadar. Onlar da gitti. Bir süre sonra yerlerine bir kadının taşındığını anladım. Bir gece… Çöpü kapının önüne koyuyordum ki  kapısı açıldı… Gözgöze geldik. Sarı kısa saçlıydı. Üzerinde siyah dekolte bir elbise vardı. Gülümsedim. “Selam” dedim. İfadesiz bir yüzle bana baktı. Kapısını gürültüyle suratıma kapadı. Öylece kalakaldım. Bir daha hiç görmedim. Sadece eve girip çıkarken onun varlığını kapısının arkasında hep hissettim. Kapının dürbününden bana bakıyordu. Eminim. Günlerce bu kadının kim olduğuna dair tekinsiz hayyaler kurduğumu söyleyebilirim. Acaba o gençler nereye gitmişlerdi ki? Ya o kadın... Ya diğerleri...  Şimdi nerededirler? Kim bilir?


Ne yalan söyleyeyim, bir süre sonra artık karşı daireye taşınan insanlara selam vermedim. Hatta göz göze gelmek bile istemedim. Üzerime daha önce bilmediğim bir kayıtsızlık hali çöktü. Oysa ayaküstü tanışıp merhabalaştığım insanların apansız yok olmalarına kolay alışamamıştım biliyor musun? Önceleri... Onların yerini başkalarının doldurması nedense bana tuhaf ürpertici bir his verirdi. Abaraka dabraka… Bir varlar… Bir yoklar…  
 
Sanıyorum benim için onlar aynen kitaplıktan çekilen ve bir daha  yerine konulmayan kitaplar gibiydiler. Boş kalan daireyi ilgisiz bambaşka insanlar dolduruyordu sürekli.  İyi bir his vermemişti. Şimdi düşününce o günleri… Kendimi fena hissettim. Oturduğum yerde doğruldum. Evin dört bir yanına dağılmış kitaplarıma, çalışan kadınların ihmal ettiklerini düşündükleri evlatları için ne yapsalar içlerinden atamadığı vicdan azabı duygusuyla baktım.  Bir anne şefkatiyle kitaplarımı toplamaya başladım.


NOT: Dedektif Julia Çizgi Roman Karelerini kullandım. 2011
 
 

22 Ağustos 2013 Perşembe

Taraftarlığın Masum Ruhunu Sevmek...


Elimde 1990 basımı bir kitap var.  Kitabın bir bölümünde Oktay Akbal,  Otuzlu Yılların Çocuğu diye başlık atmış. Hayata dair düşüncelerini anlatıyor. Bir bakmış ki penceresinde Fenerbahçe bayrağı asılı... Evde kendisinden başka kimse yokmuş. Kim takmış bu bayrağı acaba diye merak ediyor. Sabahın erken saatleriymiş. Uyku sersemi kalkmış çayını içiyormuş. Sabah gazeteleri yedibuçukta gelirmiş. Gazetenin içinde bir de ne görsün? Sarı Lacivertli plastik bayrak yok muymuş? Ondan başka kimse bu bayrağı pencereye yapıştıramazmış tabii...  Anladın değil mi durumunu?  İnsan kimi zaman çocukluğuna döner ya... Yazar da anlaşılan çocukluğuna dönmüş. İlkokul günlerini hatırlıyor. Düşünebiliyor musun? Taaa 1930'lı yıllar. Dile kolay 80 yıl öncesi... Ne hoş! İlkokula giderken babası Fenerbahçe renklerini taşıyan bir forma bir de futbol topu almış. O zaman Fenerbahçe şampiyonmuş. Fenerbahçe'den başka, Galatasaray, Beşiktaş ön sıralardaymış. Vefa, İstanbulspor, Beykoz, Anadolu, Süleymaniye, Hilal de 30'lu yılların takımlarıymış. Ama en başta Fenerbahçe ve Galatasaray gelirmiş.  Daha sonra da Beşiktaş, Vefa, İstanbulspor...  1935 yılların günlerinde,  babası illa Galatasaray Lisesi'ne yazdırmak istemiş. Ama Oktay Akbal sırtında Sarı-Lacivet forması, elinde Fenerbahçe bayrağıyla, gitmem de gitmem diye direndikçe diretmiş.


Aradan yıllar geçmiş. Yıl 1989 olmuş. İşte bu yazıyı yazdığı o tarihte, 30'ların o çocuğu anlaşılan tekrar çıka gelmiş ve Fenerbahçe bayrağını astırmış çalışma odasının balkon kapısının camına... Sonra çekip gitmiş. Yoldan geçen arabalar "en büyük Fener başka büyük yok" diye yeri göğü inletiyorlarmış. "Bir insan hangi yaşta olursa olsun çocukluğunun, gençliğinin bir parçasını koruyabilir mi yılların karmaşasında?" diye kendi kendine soruyor. Eski günleri hatırlıyor. Fener'in gene birinci yerdeki zamanlarını... Ben bilmem... Zeki, Alaattin, Fikret'iyle olan Fenerbahçe dönemlerini.. 1989 da olan bitenlere, yoldaki gürültü ve klaksiyon seslerine anlam veremiyor. Çünkü onun çocukluğunda ve gençliğinde lig birincisi olan takımın taraftarları asla böyle yollara dökülmezlermiş.  Otomobiller, kamyonlar, minübüsler, otobüsler dolusu insan kent sokaklarını alt üst etmezlermiş. Yarım yüz yılda ne büyük değişme oldu diye düşünüyor. 30'ların çocuğu 89'ların coşkusuna şaşkınlıkla baktığını söylüyor. Üstelik artık takım tutmanın anlamsız olduğunu da düşünüyor. Çünkü 30'lı yıllarda Aslan Nihat vardı misal, Galatasaray'ın simgesiydi diyor. Zeki Rıza varmış, Fenerbahçe'nin değişmez kaptanıymış. Öyle 1989'lardaki gibi onlar para pul hesabı yapmazlarmış. Bugün Fenerli yarın Galatasaraylı, öteki gün Beşiktaş'lı olmazlarmış. Sırtlarına giydikleri formaları iki üç yılda değiştirmezlermiş. Böyle bir şeyi zaten akıllarına getirmez, eskaza gelse, onurlarına sürülmüş bir leke sayarlarmış. 


 !989 yılında "Çok şey değişti." diyor Oktay Akbal... 30'ların Fenerbahçeli çocuğun bunları zor da olsa  kabullendiğini düşünüyor. Ama zor alışmış ne yalan söyleyeyim... Elli yıldır Fenerbahçeliymiş.  Şampiyon da olsa, lig sonuncu da olsa Sarı-Lacivert'li olduğunu söylüyor. 89 yılında lig şampiyonu olan Fenerbahçe bayrağını odasının camına yapıştıran o uzak çocukluk günlerinde sanmış ya kendini bir an... Sonra zamanın acı oyununu sezivermiş tabii.. Ama bu yazıyı yazarken gene bayrak camda duruyormuş. Çıkarmamış. O, 30'ların çocuğunun, o, bir anda canlanıp bugünlere koşuveren Fenerbahçe formalı çocuğun bayrağı bir kaç gün daha penceresinin önünde asılsın istiyor. Çok sevdim bu yazıyı.


Sorarsan bana lafta Kocaelispor'u tutuyorum. Kocaelispor'un adı  kaldı mı? Ben takımımın son durumlarına çok üzülüyorum. Futbol'dan ne anlıyorsun diye sorsan bana...  Futbol'un F'sinden anlamıyorum. Ben taraftarlığın sadece, sanırım  çocuksu, masum ruhunu seviyorum.